P’KA KORVID
Mayıs ayının ılık rüzgârları, engin, yemyeşil buğday denizini kuzeye doğru dalgalandırıyordu. Yeni oluşan buğday taneciklerine sımsıkı sarılmış başakların çokluğu, yazın gelecek güzel hasadın habercisiydi. Tarlaların arasında, kıblenin tarayamadığı, yüz metrekarelik çatlak topraklı bir alan vardı ki, iyi kalpli, yeşil saçlı bir devin kafasında çıkan, minik, kahverengi ve hastalıklı bir çıbandı adeta. Bu alanın üzerinde, gri kerpiçten yapılmış, ilk bakışta kasvetli görünen bir kulübe ile birkaç kurumuş –mevsimlerdir dirilemedikleri belli- ağacın gökyüzüne kucak açan kolları –eğer amaçları buysa- gerekli kasveti vermek yerine bir çeşit canlılık veriyordu bu ‘çıban’a. Kurnaz ve karakterli bir canlılık.
Çevredeki çiftlik evleri sakinleri, onu, bu çıbanın sakinini ‘hiçbir şeyin ve aynı zamanda her şeyin sahibi’ olarak nitelendiriyordu. Kendisi ise, onunla tanışma ‘şans’ına erişenlere bıraktığı mektuplara ‘P’ka Korvid’ imzasını iliştirirdi. P’ka, sadece fazla ‘şanslı’ insanlar için bir efsane olmaktan uzaktı; onu daha önce görmemiş kişiler için sadece mektuplardan ibaretti bu isim. Onu görebilen kişilerin başlarına, bir daha onu görmeyeceklerini garantileyen bir şeylerin geleceğinin kesin olduğu söylenir. Bu da ‘şanslı’ olmak kavramını duruma göre değiştirmektedir tabi.
“Önümüzdeki mevsimde de hırsızlıklar, haksızlıklar ve onların getirileriyle kendilerini sıvayanların yaza erişecek olan mutlu şiirlerini, şarkılarını duyar gibiyim daha şimdiden,” dedi P’ka, boy aynasındaki görüntüsüyle göz göze geldiği, omzuna tünemiş olan saksağana. Sol üst köşesi kırık olan ayna, P’ka’nın benzer repliklerinde, saksağanın görüntüsü ile kendisininkini onunla buluşturmaya alışıktı.
Alacalı kuyruğunu havaya dikmiş olan saksağan, aynadaki tüneğini süzdü. Bir ölününkinden daha da açık ama daha canlı, beyaz yüzü ve ten rengine tamamen tezat, kuzguni; düz ve beline kadar uzun saçları vardı. Elmacık kemikleri çıkık olan yanaklarına, tıpkı bir saksağanınki gibi fıldır fıldır, kara gözlerinin gölgesi düşüyordu sanki. Sakalsız yüzü, bir kuşun gagasını andıran ince ve kemerli bir burna sahipti. Üzerinde ise, ince-uzun vücuduna tam oturan, göğsünde ‘v’ şeklinde beyaz bir kısma sahip siyah bir pardösü vardı.
Kulübe, dışarıdaki ılık havaya rağmen soğuktu. Hem P’ka’nın ağzından hem de saksağanın kara gagasından düzenli buharlar çıkarttıracak kadar hem de.
“Hasadı görebiliyorum. Hayır. Sapsarı tarlalarda biçilen tahıllar değil, insana biçilen değer bu bahsettiğim.” Aynanın başından ayrılıp pencereye seğirtti ve dışarı baktı. Ilık rüzgâr, yerini durağan sıcak hava dalgalarına bırakmış; güneş, buğday tarlaların sarısını altın rengine çevirmişti. Omzundaki saksağan, alaca kuyruğunu bir aşağıya bir yukarıya sallarken ‘çak çak’ diye öttü ve siyah-beyaz kanatlarını açıp biraz böcek bulmak için uçtu.
“Böcekler… Nefret ediyorum sizden!” Pardösüsünü dalgalandırarak aynanın başına geri döndü. Kendini şöyle bir süzdükten sonra, dışarıdaki sıcağa rağmen hala soğuk olan kulübesinin kapısına yöneldi. Ahşap kapı kolaylıkla açıldı ve şimdi kendi arazisinin çatlak toprağına basıyordu işte. Sonsuz gibi görünen altın rengi manzaraya bakarken ‘çak çak’ diye öten saksağanın sesini duydu. Kuş, ‘iki kanat çırpış-kısa bir süzülüş’ şeklinde uçarak yaklaştı ve önüne kondu. Ağzında tuttuğu bir şey parlıyordu. P’ka kolunu uzattı ve kuş, koluna kondu bir hamlede. Ağzındaki şey, yaklaşık dört santim genişliğinde, altın bir bilezikti. Kızıla çalan rengi de ayarının yüksek olduğunu gösteriyordu.
“Böcekleri hallettin ve bir bilezik çaldın demek?” Gözleri parlıyordu P’ka’nın. Böceklerin bir kısmının temizlenmesinden aldığı hazla ağzında çarpık bir gülümseme belirivermişti. “Şunu bana ver de kutlamamızı en güzel şekilde yapalım,” dedi bileziği kastederek. Kuştan aldığı ‘çak çak’ şeklindeki yanıt sırasında zaten avucuna düşmüştü bilezik. P’ka’nın yüzünün ölü beyazı olmadığının kanıtlanabileceği en güzel anlardan biriydi bu. Elindeki bilezikle içeriye, aynaya doğru attığı her adım sırasında o yüzde bir heyecan, kara gözlerinde beyaz benekler oluşturan bir mutluluk giderek görünür oluyordu. Aynada tekrar kendisine bakıyordu, saksağan ise –alışkanlıktan olsa gerek- omzuna tünemişti tekrar.
“Bu nasıl?” diye sordu, işaret parmağıyla döndürmekte olduğu bileziği aynaya tutarak. Bir an sonra içerisi, sanki biri kulübeyi aleve vermişçesine ısınmıştı. Bu sıcaklıkla beraber, aynadaki görüntüde artık kendisi yoktu P’ka’nın. O an aynada görmekte olduğu şey yaşlı bir adamın, torunu olduğunun tahmin edilebileceği minnacık bir bebek ağlarken ona önündeki kaptan bir şeyler yedirmeye çalışması sahnesiydi. Görüntü dalgalandı ve yaşlı adam ile bebeğin bulunduğu odanın ne kadar ‘dayasız-döşesiz’ olduğunu ortaya çıkardı. Bunun yanı sıra, odanın penceresinden görülen lapa lapa yağan kar, odada hiçbir ateşin yanmadığı durumunun daha da çok çiziyordu altını.
P’ka, aynadaki görüntüyü kısa bir süreliğine terk edip kendi kulübesinin penceresine gitti. Yeşil ve sarıdan sonra şimdi de beyaz… Dışarısı bembeyaz bir kar örtüsüyle kaplıydı. Omzundaki saksağan da merakla dışarıya baktı kafasını hafifçe yan çevirerek. P’ka gökyüzüne baktı ve dört ya da beş saatin kaldığına kanaat getirdi.
Aynanın başına döndüğünde görüntü hala oradaydı. Daha fazla dayanamazdı. Şimdi tam zamanıydı. ‘Şimdi şanssızların sırası!’ Geriye iki adım attı ve elindeki bileziği olanca gücüyle aynaya fırlattı. Görüntü, bileziğin kızıl-altın rengiyle parladı ve bir an sonra olması gereken olmuştu. Yaşlı adamın yüzünde bir şaşkınlık, bebeğin ise mutlu kıkırdaması aynadaki kareyi tekrar canlandırdı. Bir şöminede yanan ateş ve… Ateşin yanındaki sandalyelerde insanlar… Hepsi de bebeğin kıkırdamalarına mutlu gülümsemeler ve hatta kahkahalarla eşlik ediyordu.
P’ka’nın sol gözünden tek bir damla yaş süzüldü yanağına -görüşünün bulanması da yenilerinin habercisiydi. O an gürüldeyen, neşeli bir bariton ses ona hitaben “Kıyafetlerini daha çok kırmızı ve beyaz seçmelisin. Bir de, sakal bırakmayı düşünmüş müydün hiç?” dedi.
Gözlerini sımsıkı kapayan P’ka iki kolunu yana açtı ve gözlerinden akan yaşların süzülmesine izin verirken kahkaha atmaya başladı. Ani hareketiyle panikleyen saksağan ise omzundan uçup aynanın üzerinde konacak bir yer bulmuş, P’ka’yı izliyordu yine o meraklı kara gözlerle. P’ka’nın vücudunu sarsan kahkahalarına, artık iyice duyulur olan aynadaki görüntünün ve nereden geldiği belirsiz o gür sesin mutlu kahkahaları da eklenmişti. Aynadaki yaşlı adamın duvarındaki saate göre yalnızca on saniye kalmıştı.
“Yepyeni, mutlu bir yıl!” diyordu gür ses. Aynadaki yaşlı adam ve diğerleri şiirler okuyup şarkılar söylüyordu. Bu, hırsızların ve haksızların, yaz vakti güneş, deniz ve kum üçlüsü eşliğindeki hallerine hiç benzemiyordu. Burada saf mutluluk vardı!
“Üç,” dedi mutlu seslerden oluşan koro, “Mutlu bir yıl!” diye bağırdı P’ka, “İki,” dedi bu sefer koro “Yeni, mutlu bir yıl,” diyerek isterik kahkahasından sıyrıldı bu sefer P’ka, “Bir,” dedi bütün dünya fakat bu sefer cevabı saksağan verdi, “Çak çak!”
Beyaz yüz ve canlı, kapkara gözler tekrar aynada kendini buldu. P’ka, kafasını biraz yukarı kaldırdığında saksağanı aynanın üzerinde tünediği yerden ona bakar buldu. “Bu seferki zevk bana ait olacak,” dedi soğuk bir sesle saksağana hitaben. “Bu sefer böcekleri yiyemeyeceğin için üzgünüm ama onları ezeceğim. Bizzat ben yapacağım, sıra bende.”
Elerki TAŞKIN