Kayıt Ol

Altın Tren - 524160 (I, II. ve III. Bölüm - SON)

Çevrimdışı Elerki

  • ***
  • 441
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
ALTIN TREN – 524160

I.BÖLÜM

‘Beş Yüz Yirmi Dört Bin Yüz Altmış’tan sonra, altın tren uçarak çıkagelecek ve rünlerle bezeli vagonlarını kendi ağırlığı değerince insanlarla doldurmaya başlayacak.’

Altın kaplama bir tren hemen kapısının önünde durmuştu. Dama Köyü’nden birkaç kilometre uzaktaki tarlaların yakınında bir evde ikamet eden Dummur Shashko, kapısını açıp o koca, bal rengi gözleriyle trene bakakalmıştı. Gözlerinin bal rengi olduğu düşünülürse, o an, göz bebekleri iki bal kâsesinde giderek batmakta olan küçük sinekler gibiydiler.

Trenin lokomotifinden inen kişi avazı çıktığı kadar bağırarak yapmıştı o kısa söylevi. Makinist olmalıydı. Evet. 

“İyi de, tren uçabilse bile neden uçuyor, bilader? Ya da, trenin altın vagonlarına dayalı bir değerlendirme yalnızca maddiyatla ilgili olmaz mı?” diye sordu Dummur. An itibariyle kimle konuştuğu çok önemli değildi onun için. Bu iki soruyu,  tombul ve kırmızı yanaklı; yüzüne bakılınca pek bağdaştırılamayacak incecik bir vücuda sahip makiniste sorduğunda aldığı yanıtlar, en az trenin kendisi kadar garipti.

“Biz uçacağız! Yalnızca uçmakla kalmayıp süzüleceğiz ve fırtına bulutlarının da üzerinde, güneşin, ayın, yıldızların; gecenin, gündüzün –hatta beş çayı vaktinin- yardımıyla yönümüzü tayin edeceğiz!” Adamın ağzı, koca bir armuttan alınmış dev bir ısırık; gözleri ise lapis kakmalı, iki iri beyaz yuvarlak gibiydi. Yalnız bu şişkin armut, yanaklar ve kafa kısmında biraz kıllıydı beyazlıca. Gece mavisi fötr şapkası olmasa da, aynı renk pantolonu ve gömleği bir ‘makinist’e uygun görünüyordu. Evet makinistti.

“Altının değeri onu takas edebileceğiniz şeylerle değil, parlaklığıyla, yapısıyla ölçülür, kardeşim,” dedi bilmişçe ve son derece ciddi bir tavırla. Cümlesinden hemen sonra –yine altından yapılma- lokomotifin çıkıntılı bir kısmını, altının değerini ölçer bir edayla ısırdı azı dişleriyle. “Bazı doğuluların tatlılarda baharat olarak bunu kullandığını düşünebiliyor musun? Bence tadı çok… metalik!”

Dummur’un şaşkın bakışlarına karşın en ufak eğlenti belirtisi göstermeden, bir anda görevini hatırlamış olmanın verdiği ‘paniğimsi’ durumla lokomotife hızla yerleşti makinist.

“Peki, ben binebilecek miyim buna?” diye sordu merakla, Dummur. Çalışmaya başlayan trenin garip gürültüsü üzerinden kendi sesini duyurmaya çalışmıştı. O sırada, yakınlarda otlamakta olan tek bir atı kafasıyla işaret eden makinist “Sahibine sormanız gerekir,” yanıtını verdi. Kafasını kaşıyan Dummur birkaç saniye sonra bir metal paranın yere düşme şıngırtısını duyduğunu sandı. ‘Bir dakika. Ne atı? Ne alakası var?!’

Altın trenin rünleri parladı ve o desensel örgülerinden, bir büyünün ışıklı tortusu dışarı fışkırdı. Tren havalanıp kısa sürede gözden kayboldu. Atın yerine şimdi de bir öküz çıkagelmişti ve hala, az önce onun baktığı, trenin gözden kaybolduğu yöne doğru bakmaktaydı. Kendini alamayıp o da tekrar o yöne daldı.


******
 
“Beni neden almadılar sence?” Yüzünde her ne gördüyse, bakışlarındaki boşluğu doldurmaya yetmediği barizdi; yanıt vermemesi de ziyadesi! Çileden çıkmak üzereydi Dummur. “Sana diyorum, boynuzlu!”

Israrla, ‘sadece bakmak’ eylemini sürdürüyordu. Kızıl-kahverengi, kadifemsi tüylerine yakından bakıldığında, her evin demirbaşı olmuş desenli halılardaki motiflerin benzerlerini görür gibi oldu. Sanki rakamlar da vardı hayvanın üzerinde. Rakamlardan söz açılmışken, ‘Beş Yüz Yirmi Dört Bin Yüz Altmış’ kafasına yerleşmişti bir şekilde Dummur’un. “Sence neyi ifade ediyor bu rakam?” dedi, yine öküze hitaben. Koca gözlerinin altında küçük ağzı biraz büzülmüştü. 

Dummur, kısa sarı saçlarını dağıtabildiği kadar dağıttı sinirle. Sol gözü seğiriyordu. “Bir öküzle konuşmaya çalışıyorum!” diyerek kendini payladı ve adımlarını yere sertçe vurarak evine girip kapıyı sağlam bir hışımla kapattı.

******


“Lanet olası öküze nasıl adım attıracağım?” Dünya üzerindeki ineklerin, koyunların ve süt veren her çiftlik hayvanının tanrısı Odum’un oğlu Odumor çok sabırsız bir tanrıcıktı. “Baba! Yardım etsene! Hareket ettiremiyorum!” Eh, babasına karşı da çok saygılı olduğu söylenemezdi; aksine her türlü nazını geçirebiliyordu ona. Annesi –tüm yumurtlayan çiftlik hayvanlarının tanrıçası- Yumoni, sık sık Odum’un gevşek babalığından yakınır, benzer saygısız tutumları için oğlunu sık sık cezalandırırdı. Neyse ki, çok fazla kahverengi yumurta elde ettiklerini iddia eden birkaç çiftçinin şikâyetlerini dinlemek ve onlara –uygun bulursa- beyaz yumurtalar da bahşetmek üzere Ulu Çiftlik’ten ayrılmıştı bir süreliğine. 

“Geldim, babacığım. Canım oğlum! Hemen bakalım. İşte, şu butona basıp ‘mö’letebilirsin, şu da adım atmasını sağlar.” Ahırın girişine kurulan, rengârenk bir düzenek ile rün desenleri işlenmiş hayvanlara ulaşıp onları kontrol edebiliyorlardı.

Odum ile Yumoni, ‘Beş Yüz Yirmi Dört Bin Yüz Altmış’ için farklı hayvanları düşünmüşlerdi. Odum bir öküzü tercih ederken eşi bir atı uygun görmüştü. Karısının hırçın tabiatını göz önünde bulunduran Odum, atın Altın Tren’in son durağına yollanmasına sesini çıkarmamıştı. Fakat Yumoni’nin yokluğundan faydalanıp hemen değiştirivermişti atı öküzle. Huyu kurusun, öküzleri çok seviyordu.

Tanrıcık Odumor, gördüğü tek evin kapısına doğru ilerletti öküzü. Çok sevinmişti bu yeni oyuncağına –ve muhtemel fırsatına tabi. Babasına dönüp konuşmaya başladı.“Eğer az önceki adamın Altın Tren’e kabul edilmesini sağlarsam bu benim için bir basamak olur. Annem, işinin bir günde anca biteceğini söyledi, onu duydum. Başarabilecek vaktim var. Bırak da ‘Beş Yüz Yirmi Dört Bin Yüz Altmış Tanrısı’ olmak için ilk adımımı atayım. Biliyorsun, Yaşlı Jear emekli oldu. Benden başka tanrıcıklar da bunun peşinde, neden ben de olmayayım? Artık büyüdüm! Annemin haberi olmaz bundan. Hem ben senin biricik oğlunum, değil mi? İyi misin?”

Odum’un başı ağrıyordu. Ne zaman biri, karşısında uzun bir konuşma yapsa –hele bu kişi, henüz ergenlik döneminin devamlı değişen sesine sahip, bağırarak konuşan bir tanrıcıksa- başı ağrır ve boş verirdi. Odumor bunu bildiği için babasına bu işkenceyi yapardı çoğu zaman. Eliyle bir ‘olur’ işareti verip Ulu Çiftlik Lokali’ne, Alkollü İçkiler Tanrısı’yla tek atmaya gideceğini mırıldanan babasına teşekkür etme zahmetine girmeden düzeneğin başına geçti ve öküzün görüntüsünü çağırdı. Yüzündeki şeytani ve –annesinin takdir etmediği- çocuksu sırıtış görülmeye değerdi. “Ben de tanrı olacağım!” 



II.BÖLÜM

Elindeki bin elli altı sayfalık, bir çeşit parapsikoloji-gerilim kurgusunu da içinde barındıran felsefe romanını, Entelektüellik Tanrısı Hinchaluch’un yeni doğan çocuğunu kutlamak için yapılan festivalde almıştı. Kitabın en heyecanlı kısmında kapısının tıklatılmasıyla Dummur’un zıplayarak oturduğu kanepeden kalkması bir oldu. Kapı biraz fazla sert tıklatılmıştı sanki. Eline kitabını alıp bir lemuru andıran gözlerini kocaman açarak parmak uçlarında yürüyüp kapıya yaklaştı. Kapı kolunu tutarken altına edebilirdi korkudan!

******

“Biraz daha rezene? Haha! Çok komiksin!”

Dummur yatağına yatmış, şok içinde titriyordu hala. Bacakları uyuşmuştu; kol kasları ise, kitabı ve kapı kolunu artık nasıl tuttuysa, hala ağrımaktaydı. Bütün bunların yanında şu an kendisine bitki çayı sunan kişi –şey- iki ayağı üzerinde yürüyen bir öküzdü! Bir saat kadar önce kendisine bön bön bakmak dışında hiçbir şey yapmayan öküz hem de!

“Seni Altın Tren’e nasıl kabul ettireceğimi düşünüyorum. Çok korkaksın.” Öküzün sesi bir incelip bir kalınlaşıyordu. Ergen bir erkek çocuğunun sesinden farksızdı. “Aslında bu bir avantajdır. Babam hep korkakları sevdiğini söyler Makinist’in.” Kendi rezenesinden bir yudum alırken öküzün geniş burun deliklerinden akan sıvıyı görmesi Dummur’un öğürmesine yol açtı. Eğer kulaklarını oynatabiliyor olsa üst kısımları aşağı sarkardı hiç kuşkusuz. Rahatsızca doğrulmaya çalıştı ve biraz daha uygun bir oturur pozisyona geçti.

“Bilader, sen nesin acep?” Sesinin biraz kızgın çıkmasına özen göstermişti. Hem bu öküz kim oluyordu da kendi evinde ona bakıyordu? Dummur kendine bakabilirdi! Öküz buraya gelmese, muhtemelen böyle bir durum dahi söz konusu olmayacaktı zaten! “Tanıtmadın bile kendini!”

“Bırak şimdi bunları da… Kala kala on saatimiz kalmış. Neyse, telaşa gerek yok.” Toynağında aniden altın bir saat beliren öküz, saati Dummur’a gösterdi. Saatin kaç olduğunu görmesini istiyorduysa da, Dummur bu garip görüntünün ve yoktan var olan saatin verdiği şaşkınlıkla saatin kaç olduğu konusunda ilgisini odaklayabilecek durumda değildi. Tabiri caizse gözleri yuvalarından fırlayacak kadar büyümüştü. “Beş Yüz Yirmi Dört Bin Yüz Altmış hakkında bir şey biliyor olabilir misin?” sorusu ağzından çıkıverdi.

Öküz, toynaklarından birini, sanki sakalı varmış da onu sıvazlıyormuşçasına çenesine götürdü. “Evet, çok şey biliyorum. Muskhem çok iyi bir öğretmendir.”

“Muskhem? Şu ilk Öğretmen Tanrı’dan mı bahsediyorsun?” Dummur öncesinde şoktaydıysa da şimdi bünyesi alışmış olacak ki biraz daha sakin çıkmıştı sesi. Konuşan bir öküz; desenli tüylü, iki ayağı üstünde durabilen, kendi evinde çay içmekte olan bir öküz, öğretmeninin bir tanrı olduğunu iddia ediyordu şimdi de. Çok garip, çok. Üst dudağının sol kısmının kabardığını hissetti. Uçuğu çıkmıştı.

“Tam üstüne bastın. Bu zırvaları bırakalım da iş konuşalım. Söyle bakalım, Ragnok’u duydun mu?” Dummur artık cevap veremiyordu. Suratında sivilceler çıkmaya başlamıştı. “Bunu evet olarak kabul ediyorum. Ragnok’un ne kadar kötücül bir ejderha olduğunu bilmeyen yoktur. Senden istediğim onu yok ederek dünyayı bir ‘Beş Yüz Yirmi Dört Bin Yüz Altmış’ sonrasında daha, daha da mutlu, huzurlu hale getirmek. On saatten az süremiz kaldı, acele etsek iyi olur,” dedi öküz, biraz çocukça –hayır, buzağıca- sırıtarak.

Kendini uyuşukça koyuvermiş olan Dummur’u, alışık olmadığı bir soğukkanlılık pençeleri içine almıştı. Bu, ilerde kendine kızacağı –fazlasıyla kızacağı- bir karar vermesinden önce olurdu hep. Bile bile lades işte, ne yaparsınız. “Giderim ama soracağım soruları yanıtlayacaksın.”

“Yolda yanıtlasam? Bak, cidden geç kalıyoruz,” dedi ve yataktan tamamen kaldırdı Dummur’u öküz.

“Neden ben yapıyormuşum? İnsanları da öküzleri yediği gibi yiyor olmalı Ragnok. Bir avantajım yok bu konuda.” Dummur’un içindeki ayak direme genleri tekrar ortaya çıkmaya başlamıştı. Karnında kelebekler dolaşıyor, pırpır ediyorlardı sanki… Hayır, kelebeğe falan bakmayın. Bu aşk değildi tabi ki; saf tırsma hissiydi. 

               
******

Dummur ve Odumor’un kontrolündeki öküz yola koyulmuştu. Taşlık patikayı takip ederek Ragnok’un Dağı’nın en tepesine çıkıp onu yok etmeye odaklanmışlardı. Eh, en azından öküzün yüzündeki ifade odaklıydı;  Dummur’un bacakları titriyordu.

“T-ta-tabelalar var?” dedi Dummur. En çok korktuğu zamanlarda bile başka şeyleri merak edip şaşırmak özelliğine sahipti. Gerçekten de ‘Ragnok’un Yeri’ tabelaları her elli metrede bir denk gelecekleri şekilde dizilmişti. Mutlu mutlu sırıtırken ağzındaki sivri dişleri cömertçe ortaya çıkaran yeşil bir ejderha, arkasında kalan kendi ismini başparmağıyla göstermekteydi. “B-be-belki de d-düşündüğümüz kadar kötü değildir?”

“Saçmalamayı kes! Babam bu yaratığın çok kötü olduğunu söyledi. Kesinlikle öyle olmalı! Aldanma böyle her şeye.” Öküz sabırsızca burnundan soluyordu.

******


Dokuz saat sürmüştü, evet tam dokuz saat! Bir saatten az zamanları kalmıştı ve Ragnok’u bulamamışlardı hala! Öküzün gözleri artık sinirden kızarmıştı. Vücudundaki rünler, kararan havada sarı sarı parlıyor, önlerini görmelerine olanak sağlıyordu. “Bir saatten az zamanımız kaldı! Lanet olsun! Lanet olsun!” Sinirli sesi biraz titremişti ve her an ağlayabilecek bir çocuğa -buzağıya- benziyordu o an. Dummur ise bir nebze rahatlamıştı. Öküzün nasıl olur da hiç mola vermediğine şaşıyordu; daha çok da kendisinin nasıl mola için bir istekte bulunmadığına… Bu işin bir ‘bulamamayla’ sonlanması onun için mutluluk vericiydi tabi. Fakat, bu karanlıkta nasıl geri döneceklerdi? Çok yorgundu. Bacakları yanıyordu! Koşmasını, kaçmasını gerektirecek bir durumda, topuklarına güvenebilecek durumda değildi asla. Ya öküz onu bu karanlık dağda, bu kadar yüksekte yalnız bırakıp giderse?

Dummur patika üzerindeki çakıl taşlarına hiç dikkat etmemişti, bir anda kayıverdi ayağı. Biraz da saatlerdir yürümenin verdiği yorgunlukla dengesini tamamen kaybetti ve taklalar atarak patikadan aşağıya yuvarlanmaya başladı. Yüz metre sonra uçurumdan aşağıya düşecekti. “Lanet olsun sana salak adam!” diye böğürdü öküz.

Tam Dummur çığlık çığlığa düşecekti ki, yarasa benzeri dev kanatlı, pulları yeşil yeşil parlayan bir yaratığın –ejderin- pençelerinde çığlık atarken buldu kendini. Öküz duruma sövdükten sonra, bir anda eski, dört ayaklı, boş bakan hayvan oluvermişti. Odumor sinirlenip, dağın tepesinde bırakmıştı oyuncağını.   


III. BÖLÜM 

“Baba! Tüm planım altüst oldu! Lanet olsun!” Kıpkırmızı gözlerinde birkaç damla yaşla –tek elinde tuttuğu, yeni kesilmiş soğanı görmeyen babası için- olabildiğince masum görünüyordu Odumor.  Dudağını büzmüş, babasına elinden gelen en başarılı şekilde duygu sömürüsü yapıyordu.

“Canım oğlum, sen merak etme,” dedi, Ulu Çiftlik Lokali’nden henüz bir saat önce dönen Odum. “Lokalde, aynı masada Zaman Tanrısı Kumado da oturuyordu. Birkaç fıçı süt likörü içtikten sonra ondan bu kum saatini ödünç almayı başardım. Gerçi annene hediye edecektim, biliyorsun, Beş Yüz Yirmi Dört Bin Yüz Altmış sonrasını bir kez daha izlemek isteyecektir. Şu an birkaç dakikası var, ona katılmazsam çok kızacaktır ve…” Elinde tuttuğu kum saatini zıplayıp kaptı Odumor.

‘Burada, bendeniz Saçma Hikâye Tanrısı Elo olarak bir müdahale yapma gereği duydum. Göbeği ve çok fazla süt ve hamur mamulü yiyip içmekten yağlanıp sarkan göğüsleri çıplak, kıçında ise bebek bezini andıran beyaz bir bez bulunan bir tanrı düşünün. Dilersem onu dünyanın en yakışıklı, en güzel giyinen tanrısı yapabilirim ama yapmıyorum. Neden? Odum’u en baştan beri bıyıklı, sakallı, uzun saçlı Zeus gibi düşünmüştüm ama bunu atladığımı fark ettiğim için kel ve köse bir karakter olmasına karar verdim. Benim ne suçum var. Tanrılar arası iletişim nerede he? Bana neye benzediğini kendisi gelip önceden söyleyebilirdi hem Odum'un! Lokale pek takılmam ben!’

‘Şöyle bir tablo düşünün ki Odum’un elinden kum saatini kapan oğlu da Odum’un bir çeşit minyatürü. Fark ise Odumor’un çok daha çocuksu ve kurnaz gözlerinden gelmekte. İşte o anda, bu gözlerin ne kadar korkunç olabileceğini düşünün. Eline oyuncağı geri verilen, yaramaz bir yumurcak! Aman Tanrı’m!’


“Bu çok iyi işte! Harika!” dedi Odumor heyecanla. Kum saatine mutlulukla bakarken elindeki soğanı babasına attı. “Şimdi bunun nasıl çalıştığına bakalım. Şöyle mi?” Kum saatini ters çevirdiğinde hiçbir şey olmadı ama kumlar akmaya başlamıştı bile.

“Aynen öyle, canım oğlum. Saatine bakarsan bir saat geriye alındığını görürsün.” Ağzı yırtılırcasına esnedi Odum. “Ben biraz kestireceğim bu durumda. Annen gelirse…”

“Tamam, tamam haber veririm,” diyerek geçiştirdi babasını Odumor. Öküzün görüntüsünü çağırmaya başlamıştı bile. “Tanrı olacağım, tanrı!” 

******

“Vay canına, evlat! Sıralı floş! Hiç fena değil! Sende acemi şansı var, he? Hahahaha!” Kahkahası gök gürültüsüne benziyordu Ragnok’un. Düşündüğü kadar korkunç olmaması Dummur’u yine çok şaşırtmıştı. Bütün ninelerin, dedelerin anlattığı hikâyelerdeki ‘Kötü Ragnok’ buydu demek he? “Bilader, hiç düşündüğüm gibi çıkmadın,” derken düğmeyi önüne koyan güzel genç kız, onun kardığı desteyi sağ tarafındaki oyuncuya aktardı. “Korkunç, kötü Ragnok diyorlar hep senin için.”

Ragnok, güzel bir espri yapılmış gibi yine kıkırdamaya –geğiren bir su aygırını andırıyordu sesi- başladı. “Palavra, evlat! Hepsi palavra!” Önündeki kupadan karınca salgısı likörünü yudumladı. “Burada güzel bir müessesem var, görmüyor musun? Üstelik yaş sınırına dikkat de ediyorum.”

“İnsanları falan yemiyorsun yani?” alacağı hoş olmayacak bir yanıt için, her ihtimale karşı sandalyesini biraz geriye itti Dummur. Eh, topuklamaya yetecek güce kavuşmuş gibiydi.

“Patron, bir konuğumuz var. Biraz… garip biri,” dedi siyah smokinli bir kumarhane görevlisi. Cümlesi biter bitmez masanın yanında, iki ayağı üzerinde duran bir öküz belirivermişti.

“Hey! Dostum! Bak, Ragnok hiç de düşündüğümüz gibi değilmiş. İnsanları yemiyor!” diye mutlulukla şakıdı birden Dummur. Tüm bu yabancılar içinde nispeten tanıdık birini –öküzü- görmek onu düşündüğünden daha çok mutlu etmişti. Bir dakika. Ya öküz yiyorsa bu Ragnok? “Onu yemezsin değil mi?”

“Ben vejeteryanım, evlat. Arkadaşının adı…” derken Ragnok’un sözünü kesti öküz. “Ben Odumor. Bu öküz benim bir aracım sadece,” diyerek üstünü gösterdi toynaklarıyla.

“Ah, görebiliyorum, Odumor.” Durumu eğlenceli bulduğu yeşil pullu suratından okunuyordu Ragnok’un. “Tanrıça Yumoni’nin oğlu… Tüm Yumurtlayan Vahşi Hayvanların Tanrıçası Zokuri’nin kardeşinin oğlu yani. Zokuri benim tanrıçam olur. Ne iyi değil mi?” diye ortaya gevezelik etti.

“Kim kimin oğlu? Neler oluyor yahu?” Kendisine ismini her kim verdiyse –burada, tavana bakıp ıslık çalan kişi Tanrı Elo’dan başkası değil- ne kadar isabetli bir seçim olduğunu kanıtlıyordu Dummur. “Hey, üzerindeki desenler parlıyor, ök...ah, Odumor!”

Gerçekten de kızıl-kahverengi tüyleri üzerindeki rünler altın rengi parıltılarını etrafa saçmaya başlamıştı. Birkaç rakam belirmeye başladı. Bütün kumarhane, oyunu bırakmış öküze ve dolayısıyla üzerindeki rakamlara bakıyordu şimdi.

“Beş yüz yirmi beş bin altı yüz… Bu ne ola ki?” diye sordu Ragnok. Dummur’un ise ağzı bir karış açılmış, alt dudağının sağ tarafında da bir uçuk daha çıkmıştı bu kez. Gözlerinin büyümekten patlamamış olması ise yalnızca şans eseri gibiydi.

“Biri bana ne gördüğünü söylesin! Lanet öküzün gözlerinden hiçbir şey göremiyorum!” diye inledi Odumor. Öküzün göbek kavisinin alt tarafında ortaya çıkan rakamlar sağ olsun –göbeğin de hatırı sayılır büyüklükte olduğu düşünülürse- görememesi doğaldı da. “Lanet olsun! Bir şeyler diyin! Daha birkaç dakikamız vardı! Bir saat daha geçmedi ki!”

“’Yaşlı Jear’dan sevgilerle…’ yazıyor hemen altında,” dedi Ragnok. “Bu, daha birkaç gün önce emekliye ayrıldığını bildiren Beş Yüz Yirmi Dört Bin Yüz Altmış Tanrısı değil mi?” Yüzünde yine aynı eğlenti dolu sırıtış mevcuttu Ragnok’un. 

******

Altın Tren, dünyanın en mutlu, en korkak, en saf, en cesur ve en iyi insanlarını toplamış süzülürken, son vagondan fırlatılan havai fişeklerle de kutlamaları renklendirmekteydi.

“Yaşlı Jear, Yumoni, Zokuri... Size ne kadar teşekkür etsem azdır. Çok mutlu ettiniz beni.” Makinist’in armut suratından mutluluk gözyaşları süzülüyordu. Tam iki tanrıça ve bir tanrı, zamanında Beş Yüz Yirmi Dört Bin Yüz Altmış adı verilen bir yılı geride bırakırken Saçma Hikâye Tanrısı Elo’nun isteği üzerine toplam beş yüz yirmi beş bin altı yüz dakikaya çıkarılan yeni yılı kutlamak için orada, onun Altın Tren’inde ona eşlik ediyorlardı.

“Bu kadar yeter, Dummur’u da almalıyız. Birkaç dakika kaldı,” dedi Yaşlı Jear. Her şey onun başının altından çıkmıştı. “Artık Beş Yüz Yirmi Beş Bin Altı Yüz Tanrısı’yım. Bir yılın tanrısı; üç yüz altmış dört değil, üç yüz altmış beş günün tanrısı!” Yaşlı sesindeki titreklik, canlı ve heyecanlı konuşmasına engel olmuyordu asla.

“Tüm diyar görebildi değil mi şakamızı?” Bu sefer konuşan Zokuri oldu. Ragnok, artık nineler ve dedelerin anlattığı korku hikâyelerinde yer almak istemediğini söylemiş ve tanrıçadan olumlu yanıt almıştı. Tanrıçanın tek şartı ise Ragnok’un kumarhanesini şakaya dâhil etmekti. “Büyü ekranını oluşturmak haftalarımızı aldı ama değdi doğrusu.”

“Siz iyi kalpli tanrı ve tanrıçalar… Odumor’u cezalandırmayın, lütfen.” İyi yürekli, görev bilir Makinist, Altın Tren’i Ragnok’un Yeri’nin hemen yanında durdururken bile, yaramazlık yapan tanrıcığı korumaya çalışıyordu.

Sözlerini güler yüzle dinleyen tanrı ve tanrıçalar ona cevap vermediler.

Ragnok, bir pençesinde Dummur’u, ötekisinde ise korkuyla gözleri büyümüş, mö’lemekte olan öküzü tutarak treninin yanına kondu. “Tanrıça Zokuri,” diyip kanatlarını açarak eğilebildiği kadar eğildi. “Odumor kaçtı fakat size Dummur’u takdim ederim. Kesinlikle şaşkının teki! Çok saf! Altın Tren’e uyacağından eminim.”

Dummur hala ne olduğunu anlayabilmiş değildi. Tanrılar, tanrıçalar, makinist, Ragnok, öküz, öküz olmayan öküz… Kafası allak bullaktı. Bir baykuşu kıskandıracak büyüklükteki gözleri artık suratının dörtte üçünü kaplıyordu sanki. Büyüdüler, büyüdüler…

“Kör oldum! Yardım edin! Kör oldum!” Dummur’un gözleri daha fazla büyüyemeyeceklerini anladıklarında iş işten geçmiş, patlamışlardı. Patlamanın sesi, halen patlamakta olan havai fişeklerinkinin gölgesinde kalmıştı tabi.

“Ah, onu Orkano’ya, tüm organların tanrısına götürmemiz gerekecek,” dedi Yumoni. “Orkano halleder bu işi.”

Altın Tren ve Ragnok’un Yeri’ndeki herkes mutlu kahkahalarla beş yüz yirmi dört bin yüz altmışıncı dakikanın son saniyelerini hep beraber saydılar ve yeni yıla girdiler. Ve tüm diyar da yılın bu son şakasını izleme fırsatına erişti. Hem de araya hiç reklam girmeden.

‘İşte bu, bir yılın üç yüz altmış beş gün olmasının hikâyesidir. İnsanoğlu için dakikaların çok önemli olduğunu bilen Yaşlı Jear da bu sebeple bir yılı dakikalarla ifade etmeyi uygun bulmuştur. Sağlıcakla kalınız. Saçma Hikâye Tanrısı Elo’dan sevgilerle.’



Elerki TAŞKIN






Let the Dragon ride again on the winds of time.

Çevrimdışı Amras Ringeril

  • ******
  • 2483
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Altın Tren - 524160
« Yanıtla #1 : 02 Ocak 2010, 20:07:41 »
Bu çok eğlenceli bir yazı olmuş. Hele son kısmı büyük bir hevesle okudum. Devamını merakla bekliyorum. Hikayenin tarzı sanki son kısımda yerine oturmuş gibi. İlk kısımlardan diğer ciddi yazılar gibi bir şey beklemiştim aslında ama farklı ve güzel bir yazı olmuş.

Başta biraz Kutup Ekspresi havası almadım desem yalan olur. Ama sonra geçti. 524160 da herhalde koordinat ha :D
ve bir de;

"Altının değeri onu takas edebileceğiniz şeylerle değil, parlaklığıyla, yapısıyla ölçülür, kardeşim,"

:)
try again fail again fail better

Çevrimdışı Elerki

  • ***
  • 441
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Altın Tren - 524160
« Yanıtla #2 : 02 Ocak 2010, 20:11:50 »
Amras Ringeril,

Okuyup yorumladığınız için çok teşekkür ederim. :)

Aslına bakarsanız, yazının ilk kısmında da bazı şeyleri denedim 'öküzün trene baktığı gibi' deriz ya... Onu kullanmaya çalıştım. :D

524160'ın koordinatlarla hiç alakası yok, zaten hikayeyi bitirdiğimde göreceksiniz. ;) Bir de, Kutup Ekspresi'ni okumadım. :D

Tekrar çok teşekkür ederim!
Let the Dragon ride again on the winds of time.

Çevrimdışı Wanderer

  • ****
  • 1501
  • Rom: 28
  • Uzun günler ve hoş geceler dilerim.
    • Profili Görüntüle
    • Blog Sayfam - Yolsuz Yolcu
Ynt: Altın Tren - 524160
« Yanıtla #3 : 02 Ocak 2010, 20:29:56 »
Bence de çok eğlenceli bir yazı olmuş... 524160 nedir çok merak ettim doğrusu... Heyecanla bekliyorum =)
May the force, be with you.

Çevrimdışı Elerki

  • ***
  • 441
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Altın Tren - 524160
« Yanıtla #4 : 02 Ocak 2010, 20:45:18 »
aNTiSePTiK,

Teşekkür ederim. 524160'ı nasıl anlatacağımı ben de merak ediyorum. :D Aklımda güzel şeyler var ama bakalım... :)

Tekrar teşekkürler. :)
Let the Dragon ride again on the winds of time.

Çevrimdışı Wanderer

  • ****
  • 1501
  • Rom: 28
  • Uzun günler ve hoş geceler dilerim.
    • Profili Görüntüle
    • Blog Sayfam - Yolsuz Yolcu
Ynt: Altın Tren - 524160
« Yanıtla #5 : 02 Ocak 2010, 20:52:31 »
Hmm... Birileri bana sanki msnde "Yazacağın şeyi sen önceden bilmelisin... Merak etmek ve devamını bilememek zevki okuyucuya aittir." demişti...   :=)
May the force, be with you.

Çevrimdışı Elerki

  • ***
  • 441
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Altın Tren - 524160
« Yanıtla #6 : 02 Ocak 2010, 20:54:07 »
aNTiSePTiK,

Evet, ama neyin ne olacağını bildikten sonra onu 'nasıl' bağlayacağın konusunda ille kafa yoruyorsun. ;) Hatta önüne birkaç yol çıkabiliyor. Dilediğini seçmek sana kalmış.
Let the Dragon ride again on the winds of time.

Çevrimdışı Amras Ringeril

  • ******
  • 2483
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Altın Tren - 524160
« Yanıtla #7 : 02 Ocak 2010, 20:59:13 »
Yazarı hizmet sektörünün kadrolu çalışanı olarak görmeye karşıyım ben. Yazarın yazısını yazma sebepleri farklı farklı olabilir, ya da hepsi bir arada olabilir. Bence azar bir yazıyı yazıyorsa o yazıdan zevk de almalıdır. Kendi yazdığından zevk almadan, sadece okuyucuya hitap ederek yazanlara ben de fazla değer vermiyorum açıkçası. Gerçi değer vermiyorum demeyeyim, değer veriyorum elbette, benim için zevkli bir şey ortaya çıkıyor.

Hani şu "kendini düşünmeyeni ben hiç düşünmem" meselesi var ya. Ona benziyor tam olarak aynısı değil tabi, ben sadece öneriyorum. Yazar yazdığı şeyi de merak edebilir, onu da mutlu olmak için, kendini tatmin etmek için yazabilir, yazdığı şeyle ilişkisi ürün-üreticiden çok daha ötesi olabilir.
try again fail again fail better

Çevrimdışı Elerki

  • ***
  • 441
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Altın Tren - 524160
« Yanıtla #8 : 02 Ocak 2010, 21:06:53 »
Amras Ringeril,

Konu bu değil açıkçası. :) Olay, bir kurgun varsa ve o kurgu uzun soluklu olacaksa, böyle planlıyorsan, elinden geldiğince bazı hatlarını kendin bilmenle çok daha düzgün şekilde iskeletin üzerinden devam etmektir.

Sonunu bilmen gerekmiyor; gidişatını da değiştirebilirsin elbet, fakat bunların yanında "Hadi şöyle bir şeyden esinlendim, yazayım," diyerek notlar alıp planını yapmadan devam ediyorsan hem seni zorluyor hem de ortaya çıkaracağın işin özelliklerini kısıtlıyor benim görüşüm.

Sizce Robert Jordan binlerce sayfa yazarken "Haydi rast gele" mi demiştir? Ben hiç sanmıyorum.

Merak etmek ve devamını bilememek zevki okuyucuya aittir. Onların merak ettiği şeyi zaten sen ortaya koyuyorsan ille zevk almışsındır zamanında, yazmakta olduğun şeyin hazırlık aşamasında, notlarını alırken. E bir de yazarken o şeyleri bir bütün haline getirirken seçeceğin yollar var ki o da ayrı bir zevk.

Kısacası, yazar okuyucudan çok daha fazla zevk alıyor bence. :D Benim demek istediğim şey, planlı olmak çoğu zaman çok işe yarar.
Let the Dragon ride again on the winds of time.

Çevrimdışı Amras Ringeril

  • ******
  • 2483
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Altın Tren - 524160
« Yanıtla #9 : 02 Ocak 2010, 21:38:53 »
"Merak etmek ve devamını bilememek zevki okuyucuya aittir."

Ben şuna karşıyım. Devamını bilmemek belki. Ama merak etmek zevki yazara da ait olabilmeli. Yazarın kendi zihninin derinliklerini yüzde yüz kullanabildiğini kim iddia edebilir? Acaba şu yazdığım bölümde bunu nasıl yapacağım? Okuduğumda düşündüğüm şeyi yapmış olabilecek miyim? Gibi soruları yazarın da sorabilmesi gerektiğini düşünüyorum.
try again fail again fail better

Çevrimdışı Elerki

  • ***
  • 441
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Altın Tren - 524160
« Yanıtla #10 : 02 Ocak 2010, 21:43:53 »
Amras Ringeril,

Bunun aksini savunmuyorum ben de.

Tek anlatmak istediğim şey kurguya girişilirken 'Haydi rast gele'den biraz daha fazlasının yapılması gerektiği. Tek bir cümleyi alıp o cümlenin açıklamasını çöpe atmayın lütfen.

Ben bir şeyi yazarken aldığım zevki kendim biliyorum. Eminim ki siz de çok zevk alıyorsunuzdur yazarken.

Özellikle aklıma geldikçe, o an yazıyor olmasam da not almak ve onların toplamından bir şeyi elde edeceğimi hissedip yazmaya girişmek çok daha farklı, hoş bir deneyim oluyor benim için. Onları birleştirmek de bir o kadar zevkli çünkü.

Let the Dragon ride again on the winds of time.

Çevrimdışı Elerki

  • ***
  • 441
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Altın Tren - 524160 (I. ve II. Bölüm)
« Yanıtla #11 : 03 Ocak 2010, 14:25:25 »
Arkadaşlar,

İkinci bölümü de konuya ekledim. Umarım hoşunuza gider. :)
Let the Dragon ride again on the winds of time.

Çevrimdışı

  • **
  • 139
  • Rom: 9
    • Profili Görüntüle
Ynt: Altın Tren - 524160 (I. ve II. Bölüm)
« Yanıtla #12 : 03 Ocak 2010, 17:18:28 »
Gerçekten çok eğlenceli bir hikaye. İnsan kendini bir animasyon filminde hissediyor okurken. Özellikle isimler çok güzel (Dummur Shahsko, Odum'un oğlu Odumor =)).

İki bölümü de beğendim. Özellikle Ragnok'a giden yol gerçekten güzel tasvir edilmişti. Devamını heyecanla bekliyorum.

Yazarlık konusunda da, Elerki'ye katılıyorum. Elbette her ayrıntıyı kafanızda oluşturup öyle başlamak zorunda değilsiniz ama uzun soluklu bir şey yazmaya başladığınızda az çok nasıl ilerleyeceğini ve nereye varacağını düşünmüş olmanız gerekir ki daha rahat yazabilesiniz. Hem olayları planladığınız noktaya getirmenin de eğlencesi başka oluyor =)

Çevrimdışı Elerki

  • ***
  • 441
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Altın Tren - 524160 (I. ve II. Bölüm)
« Yanıtla #13 : 03 Ocak 2010, 17:28:49 »
Kayıp Ruh,

Çok teşekkür ederim okuyup yorumladığınız için. Eğlenerek yazdığım bir hikaye, okuyucuyu da eğlendirebiliyorsam amacıma ulaşıyorum demektir. :)

Abzürd karakterlere çok gülerim ben. Bunu uygulamaya çalışıyorum...

Bu arada, son bölümünüzü eklemişsiniz. Ben de son bölümümü bitirir bitirmez 'Geradon Yazıtları'na bakacağım.

Tekrar teşekkür ederim. :)
Let the Dragon ride again on the winds of time.

Çevrimdışı Elerki

  • ***
  • 441
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Altın Tren - 524160 (I, II. ve III. Bölüm - SON)
« Yanıtla #14 : 03 Ocak 2010, 19:13:49 »
Arkadaşlar,

Üçüncü ve son bölümü de konuya ekledim. Umarım hoşunuza gider. :)
Let the Dragon ride again on the winds of time.