UCUBE
Akşamdan duşunu almış olan çocuk, sabah bir yarım saat kadar fazla uyuyabilmişti bu sayede. Okul formasını giydi ve annesi kahvaltıya çağırmadan mutfağa gitti. Her şey yerli yerindeydi -kahvaltılıklar çıkarılmamıştı. Garip. Annesi evden erken çıksa bile kahvaltıyı hazırlamış olurdu hep.
Bir yıl kadar önce babasının aylığının son kısmıyla alınan dijital saatine baktı ve kahvaltı etmeden evden çıkması gerektiğini anladı. İçinde bir hüzün, bir minnettarlık yaratmıştı saat ile ilgili bu hatıranın hissi. O, çok istediğini belli etmemeye çalışmıştı halbuki. ‘Keşke o kadar beğenmeseydim bu saati.’
Neyse ki çok uzun sürmedi o hatıranın kafasında yankılanması ve alelacele montunu giydi –dışarısı buz gibiydi ve akşam pencereden izlediği lapa lapa yağan karı düşününce yerler bembeyaz bir örtüyle kaplı olmalıydı. Botlarını da giyip çantası sırtında evden çıkacakken annesinin uykulu bir sesle ona seslenişini duydu. “Oğlum, bugün tatil!”
Bu uyarıyla birlikte, okulun tatil olduğunu öğrenen her çocuğun hissedeceği o sevinçle içeriye, yatmakta olan yarı uykulu annesinin yanına gitti ve sıcacık pembe yanağından öpüp kendi odasına çekildi. Tekrar pijamalarını giyerken dolabındaki aynaya takıldı gözleri. Vücudunun, yaşıtlarınınkilerle kıyasladığında çok kötü olmadığını düşünüyor, bunu aynaya her baktığında kendine tekrar ediyordu. O, sporla ilgileniyordu hem: Basketbol oynuyor, atletizm kulübünde yer alıyordu. Yüzü ise…
Kendi yüzüne bakmak hiçbir zaman hoşuna gitmemişti. Zira ‘aynaya bakma çağı’ geldiğinde, yüzünde irinlenmiş sivilceler, çıbanlar oluşmaya başlamış; başı eğik dolaşır, kışın bile –annesi kızdığı için onun haberi olmadan- şapka takıp gölgesinde yüzünü gizlemeye çalışır olmuştu. Fondöten kullanmak çok riskliydi birinin fark etme olasılığı düşünülünce… Hem o pembe madde kapatamıyordu pek bu engebeli yola dönmüş suratın kırmızı-sarı-beyaz trafiğini. O yoldan devamlı tırnakları geçiyordu…
Yatağına oturmuş, dalmıştı. Gözlerini sımsıkı kapayıp tekrar açtı ve silkindi bu halinden biraz. Pencereden dışarı bakmak için kalkıp perdeyi araladığında, ona her zaman hoş gelen bir manzarayla karşılaştı. Hava, yağmakta olan kar tanelerinin beyaz benekler gibi süslediği açık bir griydi; yerler ise bembeyaz karla kaplanmıştı tıpkı kafasında canlandırdığı gibi. Böyle bir havada yapılabilecek güzel bir şey bulmayı düşündü. Bu, dışarı çıkıp kardan adam yapmak olabilirdi ama aklındaki diğer seçenek daha cazipti dışarı çıkıp kendini göstermekten rahatsız olan bünyesi için. Sıcak çay eşliğinde, yorganının altına girip kitap okumak… Bunun havayla ne ilgisi vardı ki? Vardı işte… Kitabın her bölümü bittiğinde camdan dışarı bakacaktı ve bundan aldığı hazla yudumlayacaktı çayından. Çayın buharının üşüyen burnunu ısıtması da ziyadesi…
******
Kol saatinin ‘bip’ sesi yeni bir saate girildiğini haber verdi. Çayını bitirdikten sonra kitabı yatar pozisyonda okumaya geçmiş, bu arada da suratını kazımayı ve yatmaktan şekilsizleşmiş saçlarıyla oynayarak onları yağlandırmayı ise es geçmemişti. Aslında bunlar, okurken ona zevk veren uğraşlardı. Yüzündeki her sivilceyi tırnakladığında sanki oradaki deri olması gerektiği seviyeye iniveriyordu. Onlardan kurtulduğunu düşünmek bile güzeldi fakat biliyordu ki çok daha vahim bir görüntüyle karşılaşacaktı aynayla bir sonraki buluşmasında. Annesi hep kızardı zaten ‘Oynama şu suratınla!’ diye.
Kaldığı sayfayı aklında tutup kitabı kapadı ve dinlendirmek için yumdu gözlerini. Gözlerine verdikleri o mayıştıran sıcaklık ile soğuktan koruyan birer kapüşon gibiydi gözkapakları.
Önce birkaç harf gözlerinin önünde dans etti ve sonra odasının lambasının da katkısıyla kırmızıyla karışık siyah bir renk ele geçirdi kapalı gözlerinin damarlı görüşünü. Erken uyanmıştı ve uyku onu çağırıyordu yavaş yavaş, sakin sakin. Okumayı sürdürmek istiyordu ama biraz uyuduktan sonra da nasılsa devam edebilirdi, öyle değil mi?
******
Yağmur çiseliyordu. Yaşça ve kalıpça büyük iki çocuk bileklerinden sımsıkı tutmuş, onu boş okul bahçesinin en ücra kısmına sürüklüyordu zahmetsizce. Tekme atacak hali kalmamıştı boğuşmaktan. Okul binasının sol tarafında, ne oyun bahçesinin ne de herhangi bir pencerenin görüş alanına giren, iki ağacın da bu duruma katkıda bulunduğu bir yerdi bu.
İki çocuk onu yere ittiler ve kapaklanınca birkaç küfür savurdular. Bu küfürlerin ne anlama geldiğinin -birçok yaşıtına göre- çok az bilincindeydi. Kendisiyle birlikte ebeveynlerine de hitaben söylenen her kötü sözle birlikte karnına ve bacaklarına tekmeler yiyordu.
Aniden durdular. Bu kısa anda sadece biraz dinlenip inleyebildi ve tekmeler daha da yoğun bir şekilde geri döndü. Bu kez iki ya da üç kişi daha katılmıştı eğlencelerine. Eğleniyor olmalıydılar her tekmeyle senkronize gelen kahkahalara bakılırsa. Yalnız… Kahkahaların içinde kızlara ait olabilecek kıkırdamalar da vardı. ‘Hayır! Olamaz!’
Tekmeler birkaç saniye içinde azaldı ama ona dakikalarca dayak yemişmiş gibi geliyordu. Her nedense yüzüne ya da kafasına isabet eden tek bir tekme dahi yoktu. Yerde nefes nefese yatarken yine aynı güçlü eller bileklerine yapıştı ve ayağa kaldırdılar onu. Ağlayamıyordu, bağırmak istiyordu ama bağıramıyordu. Karşısında, ondan en fazla iki yaş büyük olabileceğini tahmin ettiği iki kız ve üç erkek çocuk hem acıyarak hem de çok güzel bir espriye gülüp eğlenmişlercesine takındıkları yüz ifadeleriyle bakmaktaydılar ona. Bu kadar güçsüz hissetmemişti hiç. Kafasını olabildiğince öne eğdi o eğlenen bakışlar karşısında.
İki bileğini sıkı sıkı kavrayan iki çocuk kafasına şaplaklar atmaya başladı ve biri çenesini tutup başını zorla kaldırdı. “Böyle bir ucube gördünüz mü, he? Şu surata, şu saçlara bakın! Kravata da bak hele! O kadar dayak yedi, hâlâ sımsıkı! Seni doğuran utanmadı mı he…” şeklinde, küfürlerle süslenerek devam eden birkaç söz sarf eden çocuk başlamıştı yine gülmeye. Kızlardan birinin kullandığı ‘yazık’ kelimesi, kullandığı eğlenti dolu ses tonunda yitiyor, ‘ucube’ kelimesi ise tüm grubun dilinde içtenlikle dolaşıyordu.
Yağmur sağanağa çevirirken onu birkaç kez daha tekmeleyerek bir süre kalkamayacağından emin olan grup hızla oradan uzaklaştı. Fakat yerde inleyerek yatan sanki o değildi de bir başkasıydı. Neden o olsundu ki? Neden oydu? ‘Neden?’
******
Gözlerini açmasıyla yaşların yanağına süzülmesi bir oldu. Gözlerini tekrar kapadı fakat içten yağan yağmura karşı çaresizdi kapüşonlar. Tekrar gözlerini açtı ve pencerede hala yağmakta olan karı -her nasılsa- sakince izlemeye koyuldu. Gözlerinden akan akmış, kalanlar akamadan donmuştu bile. Vücudunda o günün ağrılarını hissediyordu fakat bu ağrılar o zaman dahi fiziksel değildi. İçi ağrıyordu –eğer tabiri buysa. Bu ağrı da donmaya başladı giderek, yavaşça…
Dijital saati ‘bip’ledi ve yine aklına bir ‘keşke’ getirdi. ‘Keşke saati beğendiğimi o kadar belli etmeseydim.’
Elerki TAŞKIN