Kayıt Ol

Roma ve Unutulmuş İmparator: Bölüm 1-6

Çevrimdışı LegalMc

  • ****
  • 1215
  • Rom: 33
  • Unimpressed was his default state.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Roma ve Unutulmuş İmparator: Bölüm 1-6
« Yanıtla #30 : 11 Şubat 2011, 17:13:42 »
Spoiler: Göster
Uzun bir aradan sonra :) Paslanmış olabilirim ona göre :)


Bölüm 6: Düşmanı Tanımak

  Sorgulama bitmişti. Ben de hasta yatağıma uzanmıştım. Hastanenin iğrenç kokusunu çektikçe sinirim artıyordu. Ağrıyan kollarımı kafamın arkasına attım ve gözlerimi kirli beyaz tavana diktim.

  İlk olarak tüm olaylar Prof. Hardley’in bana o eski kitabı vermesiyle başlamıştı. Ve şimdi de hastaneye bu halde gelmesinin tek bir nedeni olabilirdi. O da bu işin içindeydi ama kimin tarafındaydı? Aynı zamanda işin komik yanı, diğer taraf kimdi? Kafamdaki soruların sayısı kat kat artıyordu, bir bilgisayar virüsü gibi. En sonunda ne yapmam gerektiğine karar verdim.

                                                            .        .      .

  Hastaneden kaçmış, eve varmıştım, demir kapının önünde durdum. Hasta odasında duran eşyalardan anahtarı ve telefonumu -yeni telefonumu orada bırakamazdım- almıştım. Hastaneden kaçma olayı kolay olmuştu; trafik kazası geçirmiş bir yaralı içeri girince doktorlar ve hemşireler oraya odaklanmıştı. Ben de tüymüştüm hemen oracıktan.

  Anahtarı kilide sokmakta zorlandım, ellerim titriyordu. Biraz heyecandan, biraz sinirden ve biraz da soğuktan.

  İçeri hızlıca daldım ve iki gündür kimsenin ayak basmadığı evin havasını içime çektim. Ev yanık kokuyordu, duvarlar siyaha boyanmıştı. Yerlerde de cam kırıkları ve kül vardı. Evimiz; çocukken koltukların arasında koşturduğum, annemin kızmasına rağmen babamla top oynadığım ve sıcaklığın hiçbir zaman eksik olmadığı evimiz şu an gerçekten sıcaktı ve harabeye dönmüştü. Gözlerimden tek tük yaşlar süzüldü, suratımda izler bırakarak yere damladı ve bu evde yaşadıklarım tekrardan aklıma gelince boğazıma bir yumruk takıldı.

  Üzüntüme ve nefretime rağmen, yoluma devam etmeliydim. Babam bana şöyle derdi: “Düştüğün zaman yaralarını iyileştirme; zaman kaybedersin.” Öyle yapacaktım, yaralarımın acısına rağmen devam edecektim. Annemin bayıldığı odaya girdim ve her yeri kurcalamaya başladım. Onun orada olduğunu biliyordum.

  Odayı evde yalnız kalan köpeğin mutfağı dağıttığı gibi dağıttım. Ama sonunda aradığımı buldum. Yatağın altında karanlık kalan kısımdan ucu dışarıya dönüktü ve parlıyordu. Oku bulmuştum. Annemin koluna saplanan, ve onun kanına bürünmüş oku. Onu bulduğum zaman şizofren olmadığım için şükretmiştim. Bize gerçekten saldırmışlardı!

  Oku yıkadıktan sonra salona geçtim ve sehpanın üzerine koydum. Kime ya da nereye ait? Ve devletlerin teknolojik silahlar için servetinin yarısını ayırdığı bu devirde, neden 400 yıldır kullanılmayan oku kullanmışlardı? Ya düşmanlarım oldukça fakirdi, ya da gündemi takip etmekten birkaç yüzyılcık geri kalmışlardı.

  İncelemeye koyuldum. Ucu demirdi ve ateşten hafif külleşmişti. Rahatça bir elmanın önünden girip arkasından çıkabilirdi. Sapında ise desenler vardı, ama aradığım o desenler değildi, daha başka bir şey. Daha özel bir şey…

  Kısa bir sürenin ardından bir ipucu yakalamıştım. Gözlerimi sonuna kadar açtım ve oka doğru kafamı yaklaştırdım. Tutma bölümünde bir sembol vardı:

  Bu bir hayvandı, büyük kanatları vardı ve iki yana açmıştı. Tüm dünyayı elde etmek ister gibi, himayesine almış gibi açmıştı altın kanatlarını. Ve kafası sağa bakıyordu. Evet, bu bir kartaldı, altın renkli. Ama sıradan bir kartal değildi, tarih hocasını dinlediğim nadir derslerden birinde görmüştüm bu kartalı. Bir slayt gösterisinde, ünlü bir imparatorluğun sunumunun yapıldığı slaytta. Bu bir Roma kartalıydı…
                                                      .        .       .

   Ne yapacağımı bilmeden 15 dakika dizlerimin üstünde kartala baktım. Ne düşündüğümü tam olarak bilmeden gözlerimi altın kartala diktim. Roma, Roma, Roma, Roma… Bir süre sonra ondan başka bir şey düşünemediğimi fark ettim. Korkum ve endişem yüzünden Roma artık bir parçam olmuştu, ölene kadar aklımın bir köşesinde kalacaktı. Bunu hissedebiliyordum.

  Derin düşüncelerim evin kapısının hafifçe ittirilmesiyle etrafa toz bulutu gibi dağıldı. Bir an silikonla yere yapıştırılmış gibi hareket edemedim. Bu gelen düşmanlarımdan biri olabilir miydi? Belki bir başka kanıt daha unutmuştu ve onu temizlemek için gelmişti. Ya da eve girerken beni görmüş ve beni temizlemek için gelmişti.

  Bu düşünceler aklımdan saniyenin onda birinde geçmişti ve çoktan ayağa kalkıp kendi odama geçmiştim. Odamın haline aldırmadan başımı hafifçe korkudan kapadığım kapının aralığından çıkardım ve eve gireni görmeye çalıştım. Simsiyah bir cüppe vardı üstünde ama kara cüppesinin altında farklı kıyafetler olduğunu belirten şişlikler vardı. İçeri giren kişinin yüzü cüppesinin karanlığında kaybolmuştu. Şöyle bir etrafına bakındı ve cüppesini açtı. Gördüğüm şey karşısında bir an şok geçirdim ve spor ayakkabım istemsizce kayarak o iç kaldıran sesi çıkardı. Adam anında kafasını kaldırdı ve şüpheli şüpheli benim olduğum yere bakmaya başladı. Koyu gri seyrek saçları, buz mavisi gözleri ve kırışık suratıyla Prof. Hardley tam kapının önünde duruyordu. Peki ama neden? Onun burada ne işi olabilirdi? Yoksa o da düşmanlardan biri miydi? Belki de hastaneden kaçtığımı öğrenmişti ve beni bulmaya gelmişti. Ama açık veremezdim, önce neden buraya geldiğini anlamam gerekiyordu. Tabii açık vermezsem.

  Prof. Hardley rugan ayakkabılarıyla salona girdi. Yaşlı gözleri etrafı en ince detayına kadar incelemeye çalışıyordu ki aradığı şeyi sağ bacağının yanındaki sehpanın üstünde buldu. İmparatorluğa nice savaşlar kazandıran Roma oku. Ona bu kadar basit ulaşması Hardley’in içine bir şüphe düşürmüştü surat ifadesinden de anlaşıldığı gibi. Ben ise hala ne yapmam gerektiğine karar verememiştim. En iyisinin onu izlemeye devam etmek olduğuna karar verdim ve yayları kül olmuş yatağımın ucuna oturdum.

  Prof. Hardley oku eline aldı. Çok nazikçe ve ona taparmışçasına tutuyordu. Bu da yetmezmiş gibi oku öptü ve sehpanın üstüne koydu. İçimdeki duygu fırtınalarından biri bana onun düşman olduğunun kesinleştiğini söylüyordu, ama başka bir fırtına onu aldı ve çok uzaklara götürdü. Gerçek fırtınası…

  Bu fırtınanın tekrar içimde dolaşmasına sebep olan da yaşlı adamın gözlerinden dökülen yaşlardı. Sonra yavaşça yere çöktü ve kendi kendine konuşmaya başladı:

 “Umarım geç kalmamışımdır, umarım geç kalmamışımdır. Çoktan ona anlatmam gerekirdi. Çoktan Ian’ın bilmesi gerekirdi!”

  Kendi kendine aynı şeyleri tekrar edip duruyordu. Öğretmenim ya deliydi ya da şizofren. Korku içimi tekrar kaplamaya başlamıştı, yatağımın duvarla arasındaki soğuk boşluğa elimi soktum ve zor zamanlarım için sakladığım çakımı çıkardım (Bunu geçen yıl ailemden habersiz almıştım, öğrenseler çok kızacaklarına eminim.) ve beklemeye başladım. Sanki bir şeyler olacağını hissediyordum. Ama Profesör zararsızdı, ona güveniyordum ya da güvenmek zorundaydım.

  Tam kapıyı açıp onun yanına gidecekken dış kapının sessizce tekrar açıldığını gördüm. Kapıdan giren adam resmen tarih öncesi devirlerden kaçmıştı! Allah kahretsin, diye düşündüm. Gerçekti, hiçbir şeyi uydurmamıştım. Kapıdan giren orta yaşlı, teni güneşte kavrulmuş, tüm kasları ortada olan ve üstüne sadece sol omzundan diz boyuna düşen beyaz bir çarşaf giymiş orman kaçkını herif savunmasız yaşlı adama doğru ilerliyordu. Yapabileceğim tek bir şey vardı…

 “Profesör Hardley! Dikkat edin, kapının orada!”

  Prof. Hardley önce kapının önündeki beni görünce şok olan esmer savaşçıya (en azından öyle olduğunu varsayıyorum, çünkü görüntüsü gayet bir savaşçı gibiydi) sonra bana baktı. Bana baktığında gözlerinde hafif bir parlama oldu gibi geldi bana. Bir an yüzüne küçük bir gülümseme yayıldı. Ardından hemen ayağa fırladı ve üstündeki siyah cüppeyi attı. İşte bu belki de son damlaydı. Profesör Hardley olarak bildiğim kişi ya bir Amerikan güreşçisiydi ya da tiyatroda bir gladyatörü canlandırıyordu. Çünkü cüppesinin altından altın rengi –belki de gerçekten altın-  bir zırh çıkmıştı! Ayrıca kaslı bacakları ve kaslı kolları da göz önündeydi. Bu adam yaşlı değil herkesten genç ve güçlüydü resmen. Bunu da görünce birden başım dönmeye başladı ve sert bir şekilde yere düştüm. Gözlerim yavaşça kapanırken gözümün önünden son gördüklerim geçiyordu.
                                                      .        .       .

  Prof. Hardley, Ian’ı gördükten sonra umudun henüz tükenmediğini anlamış ve kendisini yeniden güçlü biri olarak bulmuştu. Eski günlerdeki gibi. Sağına baktığında gördüğü gladyatör en acemilerden biriydi, onun için zor bir lokma olmayacaktı. Cüppesini çıkardı ve onurla taşıdığı zırhını gösterdi acemiye. Bunun onu kaçıracağını düşünüyordu ama emir büyük yerdendi anlaşılan. Yine de Hardley adamın gözündeki korkuyu görmüştü. İşi kolay olacaktı.

  Adamın gözlerinden hamlelerini tahmin etmeye çalıştı. Korkakça ve düşünmeden hamle yapacaktı adam çünkü acemiydi. Hardley gibi bir deneyimli karşısında hiç şansı yoktu. Ve beklenen oldu, adam bir savaş narası atarak sağ yumruğunu Hardley’e salladı. Hardley yumruğu bir panter gibi havada tuttu ve tekmesiyle adamı kapıya doğru itti. Adam kapıya çarptı ve kapı kapandı. Hardley tekdüze bir sesle kısa bir soru sordu:

 “Adın ne?”

 “Cusio.” dedi böğrünü tutarak ve ayağa kalktı. Önce bir kükredi ve tekrar saldırıya geçti. Hamleleri öldürmeye yönelikti ve kendisini hiç korumuyordu. Güçlü yumruklarından biri Hardley’in göğsüne geldi ve onu koltuğa düşürdü. Ama zırhı dolayısıyla rahatça ayağa kalktı ve Cusio’nun üstüne atladı. İki tane boğa yere düşünce hafif çaplı bir sarsıntı yaşandı. İki gladyatör yerde birbirlerini öldüresiye dövüyordu. Acemi Cusio’nun eli yavaşça beline gitti ve gizli bir cepten küçük bir hançer çıkardı. Hardley’in gözleri kocaman oldu, nasıl fark etmemişti hançeri olduğunu. Hemen adamın kalbine doğru yaptığı hamleyi savurdu. Suratına attığı yumrukla beton zemine birkaç kanlı diş döküldü. Ayrıca burnunun şekli de değişmişti. Hardley’in gerçekten güçlü yumrukları vardı.

  Cusio sinirle hançeri tekrar savurdu ve Hardley’in sol kolu boydan boya çizildi. Hafif bir inlemeyle geri çekildi. Bu acı ona fazla gelecek ve bu vahşi hayvana yem olacaktı belli ki. O anda Ian’ı düşündü. Çocuk odada ne yapıyordu acaba? Umarım çoktan kaçmıştır diye düşündü. Cusio ağzından birkaç kere kan tükürdükten sonra ağır adımlarla Hardley’ e yaklaşmaya başladı. Acemilikten çıkmak için bu görevi tamamlaması gerekiyordu. Eski gladyatör  Koruyucu Marco’nun kellesini kendi zamanına götürmeliydi. Bunun için son hamlesini yapmak için elini kaldırdı ve ikinci eliyle de Hardley’i nam-ı diğer Marco’yu gösterdi ve hançeri indirmeye başladı.

  Tam bu anda Marco damarlarında yüce gücü hissetti. Eskiler “İnsan ölüme ne kadar yakınsa yüce güç de ona o kadar yakındır” demişler. Ölmeden önce son bir hamle için güç ile dolup taştı. Kafasına inen eli yakaladı ve çevirdi. Cusio acıyla inledi. Marco aceminin bacağının arkasına öyle güçlü bir tekme savurdu ki kas yığını Özgürlük Heykeli’nin yere yıkılması gibi bir etki bırakarak yere düştü. Kahverengi gözleri rengini kaybetmeye başlamıştı, Marco koştu ve adamın bilek kemiklerini ayağının tabanıyla tuzla buz etti. Cusio tüm mahalleyi ayağa kaldıracak şekilde haykırdı. Bu haykırış Ian’ı da baygınlığın soğuk denizlerinden hayatın kirli kıyılarına sürüklemişti.
                                                      .        .       .

  Uyandığımda kül dolu odamda yatıyordum. Nasıl geldim buraya derken her şeyi hatırlamaya başladım. Ok, Prof. Hardley, savaşçı… Sendeleye sendeleye ayağa kalktım ve kapıyı hiç düşünmeden açtım. Gördüğüm manzara karşısında tekrar bayılacağımı sandım. Prof. Hardley savaşçının üstüne çıkmış ve hançerini kaldırmıştı. Ama sonra durdu, adamın suratının ortasına bir yumruk patlattı ve savaşçının başı boynundan kurtulmuş gibi yana düştü. Prof. Hardley aninden bana döndü ve nefes nefese başımın tekrar dönmesini sağlayan sözleri söyledi:

 “Ian oku al ve bitir.” Anlam veremeden boş boş baktım. İdrak etmem birkaç dakika sürdü. ‘Al ve bitir’, ‘Al ve bitir’, ‘Al ve bitir’… Beynimin boş koridorlarında ses yankılanmaya devam etti. Elimi kapının koluna koydum, kol gıcırdadı. Sanki o da aynılarını söylüyordu. ‘Al ve bitir’. Ama yapay seslerden sonra gerçek Prof. Hardley konuştu:

 “Al ve bitir dedim Ian!”

 “Hayır.” Tek söyleyebileceğim buydu, yapamazdım. Ben adam öldüremezdim.

 “Bitir dedim Ian!” diye kükredi Hardley. Korkudan içgüdüsel olarak oka doğru yürümeye başladım ve onun soğuk metaliyle temas edince ufak bir irkilme yaşadım. Kartal yerde yatan adama doğru bakıyordu. Yerdeki camlardan kıtır kıtır sesler gelirken Prof. Hardley adamın üstünden kalktı ve eliyle kalbini işaret etti. Ellerim ve bacaklarım titremeye başladı, ama bunu yapmak zorundaydım. Oku geldiği yere yollamak ve tüm olağan dışı olayları hayatımdan çıkartmak zorundaydım. Nedense içimden bir ses bundan sonra asla normal olamayacağını söylüyordu. Yaşadıkları gerçekti ve gerçeklik içinde bir gün kaybolacaktı.

  Bunları düşünürken çoktan adamın başucuna varmıştım. Oku iki elimle kavradım. Sol bacağım adamın sağında, sağ bacağım adamın solundaydı. Oku havaya kaldırdım ve içgüdüsel olarak haykırdım:

 “ROMA!”

  Okun savaşçı Cusio’nun önce tenini delişini, sonra kaburgaların arasından sıyrılıp kalbi parçaladığını hissettim. Açtığım yaradan fışkıran sıcak kırmızı sıvı yüzüme sıçradı. Hemen kolumla suratımı temizledim. Prof. Hardley’i görmek için arkamı döndüğümde gördüğüm şey çok şaşırtıcıydı: Profesör Hardley olarak tanıdığım adam önümde reverans yapmış bir şekilde altın zırhıyla duruyordu. Aniden başını kaldırdı ve buz mavisi, tüylerimi diken diken gözlerini gözlerime dikti ve dünyanın en şaşırtıcı konuşmasını yaptı:

 “Ben Roma savaş gladyatör lejyonları kumandanı ve Ian Dimenticato’nun koruyucusu Marcos, kan döktüğünüz ilk silahınızı yanınıza alınız ve en büyük sırlarınız gibi saklayınız. Emrinizdeyim.”

                                             LegalMc&Elijah
Yaşasın!
Ne kadar da ideolojik yaklaşıyoruz birbirimize.