Kayıt Ol

Tengu: Bölüm 1-30, final

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Ynt: Tengu: Bölüm 4
« Yanıtla #15 : 30 Haziran 2010, 16:38:15 »
Bölüm 4:


“Söylesene Tengu, bir adamın değeri söyledikleri ile mi yoksa yaptıkları ile mi ölçülür?” dedi geveze kuş. Tengu onun varlığına alışmıştı ama ilgisini çekmeyen konulara cevap vermemesini de öğrenmeye başlamıştı. Yine de arada sırada cevap sadece içinden geldiği için dudaklarından dökülebiliyordu. Bunun kuşa ait bir özellik olduğunu düşündüğü zamanlar oldu. “Söylediklerinin ne kadarını yaptığı ile ölçülür sanırım” dedi. Alacakarga öyle gürültülü gaklayarak güldü ki diğer tüm kuşlar yol kenarlarındaki ağaçlardan havalandı.

Yol gittikçe düzgünleşiyordu. Eğer Jack’in söylediği doğru ise yakında ejderhanın yaşadığı yere gelmelilerdi. Ancak Tengu nasıl olur da insanlara bu kadar yakın yaşayabilir anlayamıyordu.  Günlerce her soruyu soran ve her konuyu başlatıp yine pek çok defa kendi kendine bitiren hayvan değildi ilk kez konuşan. “Neden insanlara yakın yaşıyor?” dedi düz bir şekilde. Aklına gelenleri dolaylı yoldan konuşmamayı ciddi anlamda adet edinmişti artık. Karga sırıtıyorsa bile anlaşılmıyordu ama karşısındaki bazen bunu yaptığı hissine kapılmadan da edemiyordu. “Çünkü bulunmak istemiyor, göreceksin, ya da göremeyeceksin. Hepsi sana kalmış. Onu bulana kadar seninleyim, unutma” dedi bilmiş ve sinir bozucu bir tavırla.

Yol geniş bir düzlüğe çıktığında dev kılıçlı adam ummadığı bir manzara ile karşılaştı. Dev zincirler ve havada yüzen topraktan adalar. Dev adalar yere her biri yapılı bir adamın beli kalınlığında çaplarıyla yüzlerce zincir ile dört bir yanlarından ana zemine tutturulmuştu. Zemin çorak ve kayalıktı ama adaların bazılarının üzerlerinde bol yeşillik olduğu görülebiliyordu. Ayrıca düzlüğe çıktıklarında hava halen soğuk olmasına rağmen ormanda bile ilikleri donduran şiddetli rüzgârdan eser kalmamıştı. Sanki tek bir yel bile esmiyordu.

“Zincirler çok sıkı görüyor musun?” dedi karga yine o bilmiş tavırla. “Burayı seçti çünkü çok soğuk, daha iyi hmm… Buralarda nasıl derler bilmiyorum. Manyetik alan daha güçlü.” Dedi. Jack Tengu’nun bir demirci olduğunu bilmiyor gibiydi. Demirin her türlüsünden ve nelere kadir olduğundan haberdardı. Ancak havadaki adaların bu şekilde durabilmeleri manyetizmanın gücü ile bile olağan üstüydü. Tüm toprak demir tozu ile karılmış olsa bu kadar sert ve bütün halde nasıl durabilirdi? “Bu işte bir büyücülük var” dedi Tengu sadece. Jack güldü, “Hayır, hayır. Bu bilim. Gel bu taraftan çıkılıyor.” Dedi ve omzundan havalanarak en yakın ve en büyük zincire doğru yöneldi. Zaten sanki yolda o zincirde bitiyor gibiydi.

Zincire daha çok yaklaştığında üzerinde bir tür makara sistemi olduğunu gördü. İsteyen kendi kol gücü ile bir platformun üzerine çıkarak yukarıya tırmanabiliyordu. “Ticaretlerini nasıl yapıyorlar acaba?” dedi düşünmeden. Jack cevap verebileceği bir mesafede değildi, ama olsa hazır bir cevap bulundurduğuna Tengu emindi.
Yukarıya varması yarım saatini aldı. Karga onu bekliyordu. Ayrıca etrafta bekleyen bir düzine asker kılıklı adam vardı. ‘Kılıklı’ diye düşünmüştü çünkü hiç birinde silah denebilecek bir obje yoktu. Buna rağmen birer asker ya da kanun görevlisi gibi giyinmişlerdi. Yüzlerinde komik bir ifade vardı. Bunu sık sık görürdü, genelde kılıcını savurduğunda insanlar nefeslerini tutarken bu ifadeyi de takınırlardı. Ancak bakışlarını takip ettiğinde baktıklarının Tengu’nun sırtındaki kılıç olduğunu gördü. Düşünmeden, “Kılıcım manyetik bir metalden yapılmadı” deyi verdi. İşin aslı çelikten kısımları da vardı ve o anda silahın ağırlığı en az dört katına çıkmıştı. Söylediği şeyin başına ne iş açacağından haberdar değildi.

En yakındaki askerimsi adam ona temkinle yaklaştı ve “Horof krallığına bir silah ile girmek tamamen yasaktır” dedi. Gergindi ama işini yapan bir adam duruşu vardı. Tengu ardında kalan uçuruma baktı ve halen çıkılacak pek çok zincir olduğunu düşündü. Jack tepesinde dönüyordu. Kılıcı kabzasından kavrayan küçük kınından çıkardı ve yere paralel biçimde iki elinde tuttu. “Sorun çıkartmak istemiyorum, buraya Kral Uldom’un elçisi olarak geldim. Bir görevdeyim.”

Uyarıyı yapan adam yanındakilerden ikisine işaret etti ve adamlar cahilce silahı almaya meyillendiler. Tengu’nun tek yaptığı silahı bırakmak oldu. Hiç biri onun silahı bedeninden uzakta iki kolunu ileride tutarak pazılarını ne kadar kastığını fark etmemişti. Panus zaten öyle bir kılıçtı ki böyle bir krallıkta bulunmuyor olsa bile onu taşıyabilmek için en az altı adam gerekliydi. Elleri silahın altında kalan adamların parmaklarının kırıldığını hayal edebiliyordu Tengu. Bu giriş noktasını mümkünse kansız atlatmak niyetindeydi. Acı içinde haykıran iki askere yardım etmek için öne atılanların saatler sonra ayıldıklarında tek hatırladıkları şey üzerilerine düşen bir gölge ve enselerindeki ağrı olacaktı.

Jack uçuyordu ve Tengu da onu takip ediyordu. Ömründe koşarken hiç bu kadar yorulmamıştı ama buna rağmen koşmaktan nerede ve ne zaman olursa olsun keyif alıyordu. ‘Hiç koşamıyordum’ diye düşündü. Jack sanki onu duymuş gibiydi, alçaldı ve “Daha hızlı, yoksa sana zemini yalatacaklar” diye gakladı. Ardına baktığında köşedeki sokaktan dönen onlarca silahsız asker gördü. “Bu delilik, kendilerini öldürtecekler” dedi kargaya zaten bildiği bir durumu daha da vurgularcasına.
Koşarken dikkat etmemişti ama sokaklar sıradan bir şehrin sokakları gibiydiler. Farklı olarak dardılar, düzenliydiler ve tek bir milimetre bile israf edilmemişti. Eksik bir şeyler de vardı ama kestiremiyordu. Kendine ait bir ruhu vardı, bu açıdan kusursuzdu, sokak satıcılarının bağırtıları ya da çocukların koşuşturmacası her kavşakta gördüğü sıradan bir manzara haline gelmişti. Ancak hiçbir yerde çeliğin parıltısına rastlanmıyordu. Evler hep tek katlıydı.

Sonunda bir meydana çıktığında gökteki en büyük ve en yüksek adaya kadar uzanan devasa bir zincir ile karşılaştı. Bir anıt gibiydi, üzeri yosun tutmuş kuş pislikleri ile bezenmişti. Sanki onu kimse kullanmıyordu. Meydanın ortasından başlıyordu. “Buradan” diye gakladı Jack. “Dikkat et! Yosunlar!” diye de ekledi ve sonraki adaya doğru uçmaya başladı. Tengu bir an kendini terk edilmiş gibi hissetti çünkü ardından gelen adamlardan kaçması ve bu zincire tırmanması gerekiyordu. Bu da yetmezmiş gibi sırtındaki kılıç sanki bir ton ağırlığına ulaşmış gibiydi. “Bu çok saçma, yerden uzaklaştıkça hafiflemesi gerekirken ağırlaşıyor” diye sesli düşündü. Sonra farkına vardı ki çeken yer değildi, adalar havadaydı. İten adalardı. En büyük adanın üstüne çıkabilirse tüm ağırlığın normale dönebileceğini düşündü ama o zamana kadar kılıca daha ne kadar katlanabilirdi bilmiyordu.

Yarı yola geldiğinde vücudundaki tüm kaslar pes etmek üzereydiler. Yere bakmamaya çalışıyordu çünkü cesaret kırıcıydı. Durumu ile ilgili tek iyi ayrıntı hiç rüzgâr olmamasıydı, en ufak meltem onu zincirin üzerinden savurabilirdi. Meydandan yukarıya çıkan zincirin temelinde tüm meydanı kaplayacak kadar asker birikmişti. Ona bağırıyorlardı, aşağıya çağırıyor ve bazıları yosunlara tırmanmaya çalışıyordu ancak hiç biri beceremedi. ‘Eğer bu zincir anıt niteliğindeyse yukarıya çıkan başka zincir veya zincirler olmalı, beni yukarıda bekleyecekler’ diye düşündü. Sıkı sıkıya tutunduğu zinciri adeta kucaklamıştı ama bir karış daha ilerleyecek hali kalmamıştı. Yukarıya çıkabilse bile masum insanları öldürmek zorunda kalabilirdi. Açıkçası ejderha görevine bunları göze alarak çıkmamıştı. “Masallardaki gibi bir ini olsa ve prensesi kurtarsam” diye düşledi. Öyle çok yorgundu ve uykuluydu ki kavrayışı bir an gevşedi.

Nefesi kesilmişti, eli kayarken tutunacak hiçbir şey yoktu, bacaklarında da tutunacak derman kalmamıştı, kılıç sırtındaki kopçadan onu aşağıya çekiyordu, tek kurtuluş yolu onun bağını çözmekti. Belki de bunu daha önce yapmalıydı çünkü o anda imkânsızdı. Düşerken korkmadı, ‘Söylediklerinin ne kadarını yapabildiği ha?’ diye düşündü ve havada uykuya daldı. Muhtemel ölümün getirdiği adrenalin bile onun yorgun bedenini uyandıramadı. En son gördüğü şey bir çift kanadın gölgesi oldu.

Yazarın Notu: Resim Panus ile alakasızdır. En yakın tasarım olarak FF7 Cloud's Buster Sword hayalimdekine en yakını olduğundan başlık resmi olarak bunu seçtim.

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Ynt: Tengu: Bölüm 5
« Yanıtla #16 : 05 Temmuz 2010, 21:23:34 »
Bölüm 5:


Kocaman bir beyazdı gördüğü. Tüm hayatı beyazdı bazen, nicelerinin hayatları gibi. Işık ve şaşkınlık içinde kalmış olan yüzünü aklıktan uzaklaştırmaya çalıştı. Ekmek kokusu baharatlı ve tatlı esanslar ile gölgelenirken aklı aktı. Başını uçacak gibi oluncaya kadar kaldırdı. Binlerce ışıltı gördü. Hepsi aklının beyazı ile dans eden binlerce ışık. Mavi gök görünmüyordu gördüğü bir tavandı. Un ve şeker doluydu her bir yan. İçi ölümün korkusu ile değil anlama isteğiyle doluydu sadece. Bu bir rüya mıydı? Uyansa ve bir daha uyumak zorunda olmasa ama öylece kalsa. Sonra bir gülücük ve gerçek bir uyanış.

“Demek uyandınız. Aç olmalısınız, hemen size yiyecek bir şeyler getiriyorum bayım. Lütfen kalkmayın”. Tengu ne yapacağını bilemedi. Tamamen ekmek ve pasta kokulu bir odada, tertemiz çarşafların üzerinde, sabah güneşinin dingin sıcağı yüzüne vururken ilk aklına gelen kılıcı oldu. Etrafına telaşla bakındı ama Panus’u göremedi. “Ne oldu bana?” dedi biraz yüksek ses ile onunla az önce konuşmuş olan bayanın duyabileceğini umarak. Onun yüzünü tam görememişti ama sanki sesinin belirttiğinden daha gençti. Olgun sesi ile karşılık verdiğinde bunu düşünüyordu. “Sanırım, düştünüz”

Adamın her yanı ağrıyordu. Sargılar içindeydi ve odanın bir köşesinde büyükçe bir çuval kanlı sargılar ile doluydu. Bedenini yokladı ama kemiklerini titreten ağrının dışında hiçbir yeni yara izine rastlamadı. Bayanın içeriye gelmesini bekledi. Ona soracakları vardı.

Tüm soracaklarını unuttu. Bunun sebebi belki tahta tepsinin taşıdığı porselen tabağa mükemmel bir simetri ile dizilmiş ayçörekleri, kremalı ve reçelli minik kekler, tatlı ekmekler ve sadece bir bakış ile tatlı olduğu söylenebilecek diğer leziz dokulu nice hamur işidir. Belki de sadece kırklarında sandığı kızın yüzündeki içten gülümseme. Umduğundan çok daha gençti. Adını unuttuğu bir kuş, belki bir karga, ona bununla ilgili bir şeyler anlatmıştı sanki ama bu çok geride kalmıştı. Ağrılarını unuttu ve ballı süt ile hamur işlerini mideye indirmeye başladı. Sanki asırlardır açtı.

Yerken konuşmamak için özen gösterdi ve bazen ağzının salya ile dolmasına sebep olan duraklamalarda kıza sorular sordu. “Kılıcımı gördünüz mü? Ben neredeyim? Buraya nasıl geldim? Siz kimsiniz?” Sonuncusunu duyduğunda kaşları kalkan kız sonunda tekrar gülümsedi. “Adım Alice, bu fırının sahibesiyim. Sizi kapımın önünde buldum ve evime aldım.” Odanın köşesindeki sargılar ile dolu çuvala bir bakış attı, “Sizi kasaba doktoru tedavi etti, söylediğine göre o düşüşten sonra nefes alabiliyor olmanız bir mucizeymiş. On yedi kemiğiniz kırılmış.”

Tengu anlamadan onun ağzından çıkanları dinledi. Sormuştu ama dinleyecek kadar odaklanamıyordu. Daha önce de kızlar görmüştü. Ne yürümekten aciz olduğu zamanlarda platonik bir aşkı olmuştu ne de yeni bedeni ile yürümeye başladığında gönlünü böylesine deli gibi çarptıran bir varlık ile karşılaşmıştı. İnsanların masallarda anlattığı aşkın aslında gerçekte sadece iki kişinin birbirine olan uyumu ve alışkanlığından kaynaklandığına hükmedeli pek zaman geçmemişti oysa. Dili kitlendi ve konuşamadı. Ağzından zorlama çıkan soruları ile kızın üzerine gitmeye son verdi.

Alice’i anlatmak gerekirse bu pek güçtür. Tengu o günden sonra sadece bir kez konuşmuştur ancak onu da tek Alice denen fırıncının duyduğu söylenir. Alice’i Tengu’dan başka gören birileri olduysa bile ya anlatmaya dilleri varmaz ya da onlara gökkuşağının renkleri sorulmuş gibi olurlar. Bilinen şudur ki saçları aktır ve gözleri gümüştür.
Zaman geçip kız onu dinlenmesi için bıraktığında Tengu’nun kalbi daha önce hiç tatmadığı bu duygu ile boğuldu. Bir fırının arka odalarından birinde yatıyordu, bu gerçekti. Düşmüştü bu da bir gerçekti. Ancak yaşıyor muydu, Cehennem’de miydi yoksa Cennet’te mi bilemedi. Nefes alırken acıyı ve mutluluğu eş anlı deneyimliyordu. Sabah en son sustuğundan beri ağzından tek kelime çıkmadığını yeni fark etmişti. Anladığında korktu. Geçmişi anımsadı, sesi olmasına rağmen kimsenin onu duymayışını. Korkuyordu çünkü hemen şimdi Alice’e seslenmek ve onu tekrar görmek istiyordu. Karnı aç değildi, susamamıştı, ağrıları yok olmuş oraya ne için geldiğini tamamen unutmuştu. Akşam olup ay göğü aydınlattığı ve kız halen geri dönmediği için gücünü topladı ve kendini şilteden aşağıya attı. Çıkan gürültü üzerine kız acele ile yanına geldi ve tek kelime etmeden tekrar yukarıya çıkması için yardım etti.

“Dikkatli olmalısın, sabah hep ben konuştum ama sıkıldığını sandım… Ne oldu? Anlamıyorum. Yoksa konuşamıyor musun!” Alice bir cevap için bekledi ama karşısında gözlerini kocaman yapmış ona derdini anlatmaya çalışan ağzını balıklar gibi kapatıp açan bir adam vardı. “Düştüğünde kafanı vurmuş olmalısın” dedi endişe ile kız. “Doktoru çağıracağım lütfen bek…” Adam onun elini sımsıkı tuttuğunda elleri titriyordu. Bir anne şefkati ile Alice de aynısını yaptı ve eli ile alnını yokladı. “Ateşin mi var?” dedi biraz şüphe ile. Adam hayır anlamında güçsüzce kafasını salladı. Yüzü ay ışığının altında bile kıpkırmızıydı.

Alice dükkanı kapattı ve tekrar onun yanına geldi. Bir sandalye çektikten sonra yanı başına oturdu. “Uyumalısın.” Dedi yine o endişeli ses tonuyla. Tengu onu endişelendirmek istemiyordu ama uyuyamıyordu da. Gözlerini kapattığında Alice’i karanlıktan kıskanıyordu. Gümüşgözler bir süre onun üzerinde durdu ve “Sana bir hikaye anlatmamı ister misin? Eskiden bunu bana babam anlatmıştı” dedi. Tengu şevk ile başını salladı. Kızın gülümsemesi hafifledi, solar gibi oldu. “Ancak baştan söylemeliyim ki bu hüzünlü bir öyküdür.”

‘Zamanın birinde Güneyin en derin çukurunda, alev dehlizlerinde ve toprağın damarlarında soylu bir radohin yaşarmış.  Günümüz insanları onlara ejderha derler. Bu radohinin diğerlerinden hiçbir farkı yokmuş. Alev ile dövülmüş çelik yer, yelin esmediği diyarlarda kanat açarmış. İnsanlardan uzak dururmuş çünkü büyükleri ona hep bunu öğütlemişler. “Zayıflar, pençeleri ya da kor kokan nefesleri yok. Sülfürden zehirlenir eti pişirmeden sindiremezler. Dişleri çeliği öğütmez tenleri ona boyun eğer ama omuz omuza verdiklerinde en kudretlilerimizi bile canlarını hiçe sayarak alaşağı ederler” öğüdü kulaklarında her çınladığında insan kokusundan uzaklaşır alev dehlizlerine geri sığınırmış.

Öyle basit ve barış dolu bir hayat yaşamış ki o güne kadar yaşamış tüm soydaşlarından daha çok yaşlanmış. Asırlar geçmiş olsa gerek annesinin küllerinden doğan bir yumurta olduğundan beri. Ancak bir gün uyandığında burnu insanların terli tenlerinden kalkan nahoş koku ile tamamen kabarmış. Belli bir yaştan sonra radohinler ölüm dahil hiçbir şeyden korkmazlar. Ölüm onlara anlam ifade etmez çünkü ateşin kalbi onların kalbidir ve yaşamları her kıvılcım ile sönmemecesine kutsanmıştır. Bedeni son bulduğunda ruhlarının çekirdekte diğerleri ile bir olacağına inanırlar.
İnine gelmeye cesaret eden insan veya insanları tek pulunu kıpırdatmadan merak ile beklemiş. Ondan ne istediklerini öğrenmekmiş tek niyeti. Ömründe ilk kez onlardan birini gördüğünde atalarının ona anlattıkları garibine gitmiş.

Bu iki ayakları üzerinde yürüyen hayvanlar çeliği ve eti yememişte sanki üzerilerine giymiştiler. Pençelerin yerini uzun demirler, dişlerin yerini geniş plakalar almıştı. Belki kürkleri bile yoktu ama bu sıcağa dayanabildiklerine göre soğukta işlemez gibiydi. İnsanlar onu başta karanlık inde göremediler. Ancak radohin kendini açık etmek için derinden bir nefes alıp verdiğinde burnunun ucunda fırına basılmış havanın saçtığı sıcak küller gibi tozlar saçılmış dört bir yana. Sonunda korku ile geri çekilip ejderhanın dibine birkaç meşale fırlatmayı akıl etmiş insanlar.

Göz göze geldiklerinde radohin merakla, insanlar ise korku ile karışık bir saygı ile ona baka kalmışlar. Radohinler bir kere duydukları her dili konuşabilirler,  bu yüzden önce insanların konuşmasına izin vermiş. Konuşmak için aralarından biri öne çıkmış ve titrek adımlar ile önüne gelerek diz çökmüş. Bir ejderhanın bu hareketi anlayacağını düşünmüş olmalı. Radohinin umurunda bile olmamış. Korkusunu o titrediği için değil hava korku kokusu ile dolduğu için hissetmiş. Adımları gibi titreyen sesi ile ona “B-benim adım Von’dhir, kralımın vekiliyim, saygılarımı sunar önünüzde boynumu eğer ve huzurunuzda daha fazla konuşmak için izin isterim” demiş. Ejderha dudak bükmüş. Kelimeleri beğenmemiş ama kast ettikleri anlamdan ötürü değil, birlikte taşındıkları seslerin kaba olmalarından. Tekrar sessiz kalmayı seçmiş. Bu dili ne kadar az konuşmak zorunda kalırsa kendisinden o kadar az utanacağını düşünmüş. Karşısına gelmiş olan bu insanlar şu ana kadar demir çubukları ile gülünç bir harekette bulunmayacak kadar akıllı çıktıkları için zaten onlara zarar vermeyi düşünmemiş.

Von’dhir dikkate alınmadığını hissetmiş olsa da konuşmasına devam etmiş. “Yüce ejderha, buraya yardımınızı dilemeye geldik. Kralım majesteleri Moh’dehn Kuzey topraklarına tüm dünya insanlarını bir kılmak için ordusu ile yürüdüğünde yıkıcı bir darbe aldı. Bunun sebebi kandaşınız bir başka ejderhanın biz insanların savaşına karışmasıydı. Bizler ona ne zarar verdik ne de değer verdiklerine. Ama o barış dalı uzattığımız insanların fikirlerini yok sayarak ordumuzun üzerine yürüdü.” Dedi anlattıklarından cesaret alarak gürültüyle.

Ejderha adamın sesini ona yükseltmediğini biliyordu ama anlattıklarından yine de rahatsız oldu. Hiçbir radohin insanların işlerine burunlarını sokmazdı. Ayrıca Kuzey’in soğuk tepelerinde yaşayan bir başka radohin olmasına ihtimal vermiyordu. Karşısındaki adam ile bir oyun oynamaya karar verdi ve dedi ki, “Adımı kendim bile unuttum ama sen Orrendeus diyebilirsin. Ne yüceyim ne de kan davanda arzu güderim. Anlattıklarını dinledim ve karar verdim. Bana Kuzey ellerinden buzdan bir kılıç getirmeni istiyorum. Ellerinizdeki çeliğe bel vermeyecek ve inimde buhar olmadan aynı soğukluğu ile durabilecek tek bir kılıç. Ancak bana öyle bir kılıç getirirseniz kralının adı ile savaşınızda dünyayı bir etmek için uçarım.”

Alice sustu. Tengu ona bakmaya dayanamıyordu. Kız gözyaşları içindeydi. Eli ile Onun yanaklarına uzandıysa da gücü yetmedi. Neden ağladığını bilmiyordu, empati kuramadı. Sadece boynunu yastıktan kaldırabilecek kadar kuvvetliydi. Ona ömründe yediği en lezzetli kekleri elleri ile yediren, bakan ve uyuması için bir öykü anlatan, ilk görüşte âşık olduğu ama söyleyemediği bu kadını teselli etmek istiyordu. “Neden acıklı bir öykü biliyor musun? Çünkü Von’dhir gerçekten öyle bir kılıç buldu. Kuzeyin ejder kraliçesinin nefesinde dövülmüş güzel bir kılıçmış. Orrendeus’a göre bu sadece bir oyun olsa da kuzeyde gerçekten buz nefesli bir kandaşı olduğuna ikna olmasına sebep olmuş. Sıcakkanlı radohinler barış doludurlar ancak tek bir koşulda pençelerini biler dişlerini gösterirler. Soğukkanlı radohinlerin yok olduklarını sandıkları varlıklarında…”

Çevrimdışı KoyuBeyaz

  • ********
  • 2753
  • Rom: 59
  • Rasyonalist dominant.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tengu: Bölüm 1-2-3-4-5
« Yanıtla #17 : 06 Temmuz 2010, 02:30:06 »
Hikayenin masalsı havası gerçekten çok etkileyici. Okurken diğerlerinden ayrılıyor, farklı bir yer ediniyor insanın kafasında. Oldukça sürükleyici olduğunu da söylemeliyim. Zevk alarak okunuyor, sonunu getirtiyor.

Yalnız bazı yerlerde 'miş' li geçmişten 'di'li geçmişe geçiş çok ani olmuş gibi. Anlatımın aksadığı bir kaç ufak tefek yer de bunlar olmuş zaten. Yorumsuz kalmış olması enteresan bu kadar güzel iki bölümün.

4. Bölümün başında Buster Sword'u görünce de içim titremedi değil.  :P

Takipçinim, Tengu'nun da birçok oyun kahramanı gibi konuşmadan, yalnızca icraat yapan bir karaktere dönmesine karşıyım.  :P
Uzay elbisemle kavgaya hazırım.

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Ynt: Tengu: Bölüm 1-2-3-4-5
« Yanıtla #18 : 06 Temmuz 2010, 08:01:56 »
Yorumun için teşekkür ederim.
Miş-di ile aram hiç iyi olmadı. Kendi yazdığım şeyi baştan "göze kulağa akla anlamlı gelmeyen kısım olabilir mi?" düşüncesi ile tekrar tekrar okurum ancak o hata türü ağzımla kuş tutsam bile radarıma takılmıyor. Zamanı düzgün algılayamıyorum. Aynı zaman dilimine ait olmayan olayları aynı paragraf içinde vermenin anlamlı olduğu gibi bir fikre sahip bilinç altım büyük olasılıkla. Bu durum benim canımı sıkıyor çünkü üslubum ilgi çekici olmasa bile imla ve dil bilgisi açısından mükemmele yakın olması adına uğraşıyorum, yine aynı yine aynı hata.

Tengu'nun konuşmayacak olması onu basit kılmaz umarım. Düşüncelerini halen dile getiriyorum, telafi edermiş gibi geliyor bana.

Çevrimdışı Malkavian

  • *****
  • 2152
  • Rom: 57
  • I was lost in the pages of a book full of death..
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tengu: Bölüm 1-2-3-4-5
« Yanıtla #19 : 06 Temmuz 2010, 09:33:26 »
4. bölüm oldukça güzeldi ve havada uykuya dalma olayı ilginçti. Hikayedeki masalsı anlatımı güzel yakalamışsın umarım bundan vazgeçmezsin. Evet birkaç yerde miş-di geçişi sert olmuş sadece o geçişlere geçici önlem olarak yeni paragraflar açabilirsin. Böylece biraz olsun yumuşar diye düşünüyorum. (Zaten geçişlerin sert olduğu yerler hikaye anlatımı ile konuşmaların başlama farkından kaynaklanmış) Ayrıca masallardaki gibi olup bir ini olsaydı ejderhanın bu kadar ilgi çekici olmazdı :)

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Tengu: Bölüm 6
« Yanıtla #20 : 09 Temmuz 2010, 12:29:04 »
Bölüm 6:


Ne kadar zaman geçmişti bilmiyordu. Tengu’nun umurunda değildi. Her gün puslu bir huzur ile başlıyor ve olduğu gibi bitiyordu. Gücüne kavuşması çok uzun zaman almadı. Oraya neden ve nasıl geldiği konusunda düşünmüyordu bile artık.

Fırında çalışmaya başlamıştı. Yapılması gereken ağır işler vardı. Un ve şeker çuvallarını taşımak, fırını kömür ile beslemek ve şehrin her yanına sabah erkenden teslimatları götürmekti işi. Ödülü her gün ona teşekkür eden Alice’in mutlu yüzü oluyordu.
 
Hava adalarında insanlar oldukça kullanışlı ve işlevsel minik eşya asansörlerini bolca kullanıyorlardı. Başka bir adadaki teslimatı yapmak bu yüzden zor değildi ama fırın en yüksek ve en büyük adadaydı. Büyük adanın herhangi bir yerindeki dağıtımcıya ekmekleri yetiştirmek zaman alıyordu. Adada birkaç fırın vardı ama en kaliteli ve büyüğü görünüşe bakılırsa Alice’e ait olandı. Tengu kendisi buraya gelmeden önce kızın bunca işi nasıl yaptığını merak etmiyor değildi.

Konuşabilse bu merakını gidermekten önce ona neler anlatmak istediğini hayal ediyordu bazen. Söyleyebilse ilk ne söylemek isterdi? At arabası dar sokakta ilerlerken bir şey hissetti. Daha önce böyle bir duyguya kapılmamıştı. Ümitsizlik ve korku havaya tüm koyuluğu ile karışmıştı da Tengu onları soluyordu sanki. Kalbinden, kendisine ait olan korkudan değil havayı ağırlaştıran bu farklı esans ile korkuyu tatmıştı aklı. Evlerinden duyulan şehrin sabah gürültüsü dinginleşti aniden.

Sokaklarda oynayan çocuklar susmuş, kahvaltı saati öncesi işlerini aceleyle bitirmeye çalışan ahali ortadan kaybolmuştu. Evlerin kapanan kapıları ahenkli bir melodi oluşturmaya başladı dört bir yanda. İnsanlar kapılarını kapatmadan önce aklını ucu ucuna koruyabilen Tengu’nun atlı arabasına bir bakış atıyorlardı. Tengu da onlara bakıyordu, korkuyorlardı. Ancak bir şeyler tersti, atın kendisi normaldi. Sadece insanlar mı bunu hissediyorlardı yani? Kuşlar yine ötüyor, itler çöpleri karıştırıyorlardı.

Teslimattan döndüğünde fırının kapısının önünde ‘kapalı’ kartını görünce endişelendi. Öğlen en işlek saatlerdi, ‘Alice neden kapatmış olabilir ki’ diye düşünmeden edemedi. Onun için endişelendi. Fırının ‘Baharat ve Gül’ yazan tabelasında bir kuş vardı. Tengu onu görünce sanki yıldırım çarpmışa döndü. Kuş konuştu, “Aklını yitirmeye başladığını düşünmeye başlamıştım. Sen ne yaptığını sanıyorsun? Buraya ne için geldin söyle bana… Ah demek konuşamıyorsun. Gak! Mükemmel! Gerçekten harika, pek çok ihtimal vardı ama bu aralarından aklıma gelmeyen tek şey olabilir.” Karga hafifçe havalandı ve halen nereden geldiği belirsiz korkunun ve kuşun getirdiği şaşkınlığın etkisinde taş kesilmiş adamın kafasına kondu. Karga yüzünü Tengu’nun onu görebileceği şekilde aşağıya eğdi ve devam etti, “Acınası bir adamsın. Ancak hiçbir şey bilmiyorsun. Yapmak için geldiğin işten önce aslında ne yaptığını anlaman gerekiyor. Orrendeus buraya geliyor, Panus’u bulmalısın, hemen!”

Tengu derin bir uykudan uyanmış gibi hissetti. Sanki bayılmıştı da yeni ayılmıştı. Gözlerini kırpıştırdığında kendini bir at arabasında buldu. Üzerinde ne zırhı vardı ne de kılıcı. Köylü kıyafetleri giymişti ve her yerine her nedense un tozu kaçmıştı. Sanki yıllardır terk edili halde öylece bekleyen tenha ve dar bir sokaktaydı. Kafasında Jack’in ağırlığını hissetti, ona sormak için ağzını açtığında ses çıkaramadı. Konuşamadığı için paniğe düşmedi, her nedense bunu doğal karşılayabildi. Bir şeyler tersti. Hafızasının bir dilimi ondan alınmış gibiydi. Alacakarga onunla konuştu, “Denemek zorundasın, eksik olanı bulmalısın. En başından, her şeyi en baştan alarak hatırla. Akıllı olmaya çalışma, akıllıca düşün” Dedi ve kafa derisini acıtarak havalandı. Tengu düşündü.

‘Kral bir kılıç istedi. Ağzından yıldırımlar saçan ve kanatsız bir ejderhanın korku saldığı kuzey ellerinde ona karşı durabilecek ve kalbini söküp alabilecek bir kılıç için emir saldı. Ben onu, kral için değil, kendim için yaptım. Bu yüzden en iyisi oydu. Her ne var ki krala kılıcı götürdüğümde çok geçti ve onu kimse kullanamazdı. Kral ejderhanın üzerine ordusu ile yürüdü ve kimse ondan haber alamadı. Bir yabancı kendim için yaptığım kılıcı arzuladı. Ona işim bittiğinde vermem karşılığında bana işimi yapabilmem için bir beden verdi. Peki, işim neydi? Kılıcı kullanabilecek kadar güçlü birini bulmaktı. Ama kalbimin en derinlerinde biliyorum ki o kişiyi bulsaydım bile kılıcımı ona vermezdim. Verseydim ilk başta onu yabancıya verirdim, Esrod denen adam onu kullanabilirdi. O Cadının sevgilisi. Kuzeyin cadısı arzuladığım nice diğer şeyler olabileceğini de anlattı bana. Gerçekten istediğim şeyi bulduğumda şaşıracağımı. Bulduğum şey… O ne? Hayır olamaz!? Alice! O bana ne anlattı? Buzdan bir kılıç. Buzdan nefesinde dövülmüş. Kimin? Kuzeyin ejder kraliçesinin. Peki, kral Uldom’un başına bela olan ejderha yıldırım nefesli değil miydi? Orrendeus buraya geliyor. Güneyin metalden ve alev nefesli kudretli ejderi buraya geliyor. Kuzeyin ejder kraliçesi için geliyor. Peki Alice, o hangisi? Onun söylediklerine güvenebilir miydi?’

Oraya ne için geldiğini ve nasıl aldatıldığını kavrayabilmişti. Alice bir insan olamazdı. Ancak ona kötü de davranmamıştı. Anlayamadı ama anlamak için bir anahtar bulduğunu düşündü. Alice’in buz nefesli mi yoksa yıldırım nefesli mi olduğunu anlamak zorundaydı.

“Sana cevap vereyim insan.” Dedi bariton bir ses sokağın diğer ucundan. Tengu arabadan indi ve sesin kaynağına dönüp baktı. Orada biri dikilmiş ona bakıyordu. Gerçekten çok uzun boyluydu, koyu mor bir entarisi vardı. Pelerini siyahtı. Ancak yüzü çok değişikti. Yüzünden çıkan metal ve pişmiş toprak gibi dokusuyla kökler vardı ve aynen saçına karışarak sırtından geriye dökülüyorlardı. Göz akı sarı ve göz bebeği kızıldı. Ona tepeden bakan bir tavrı vardı. Tengu korkunun ondan geldiğini anladı. Alice onu parlak, huzurlu ve dingin bir dünya ile kandırmıştı ama gerçeklik koyu, sessiz ve yalındı. Orrendeus’u bu aşamada daha samimi buldu. Bu adam ona anlatılan ejderin insan avatarı olmalıydı. Bunu nasıl bildiğinden emin değildi ancak tepesinde dönüp duran karganın bir parmağı olduğunu düşündü. Tengu konuşmazsa radohini sinirlendirebileceğini düşündü ama görünüşe bakılırsa insan suretli ejderha onun aklını okuyabiliyordu.

“Tüm kuzeyi gezdim, tek bir insan bile bu topraklarda yürümüyor. Senin dışında. Anlat bana, herkese ne oldu?” dedi Orrendeus ona doğru yürümeye başlarken. Tengu yaklaşan adamın her adımında korkunun katlanarak arttığını hissetti. Zırhlı bir şövalye gibi üstü başı şakırdıyordu. Orrendeus’tan yayılan his adaya tırmanırken kılıcının ağırlığı ile geriye çekilmesi gibiydi, umutsuzluk doluydu. Tabi ya! Kılıç aşağıda bir yerlerde olmalıydı. Alice her ne kadar bir ejderha bile olsa o kılıcı yukarıya çıkaramamış olabilirdi. Hem bir kılıcı neden istesin.

Tengu’nun aklında bir fikir öyle hızlı oluşup yok oldu ki Orrendeus başta anlayamadı. Adamın gözünde ilk başta gördüğü korkudan eser kalmamıştı ve aniden arkasını dönerek en yakın zincire doğru koşmaya başladı. Güneyin ejderhası onu küçümsemiş olabilir miydi? Efendisinin sandığının aksine dünyayı düşmanlarından arındırmak değildi arzusu, sadece nasıl olup da kuzeyde bir ejderhanın hayatta kalabildiğini öğrenmek istiyordu. Ancak nereye gitse adına çalıştığı Kral Moh’dehn’in halkından başka kimseyi görmemişti. Kuzeyde kimse yoktu. Ordular buraya geldiğinde nasıl olur da tamamen telef olabiliyorlardı anlamıyordu. Doğu ellerinde de sadece ağaçlar ve hayvanlar vardı. İnsanların kokusundan eser bile yoktu, sanki yıllardır hiç insan o yerlere ayak basmamıştı. Batıya da gitmeden önce buraya son bir kez gelmişti. Bulduğu şey onu şaşırttı, atı olmayan bir at arabasında aklında binlerce düşünce kilometrelerce alana istemeden sinyal veren bir insan. Öylece durmuş düşünüyordu. Başka bir soluk varlık daha vardı ama kendisini öyle iyi gizliyordu ki Orrendeus bunun çaresine daha sonra bakmaya karar verdi.

Düşündükleri arasında radohin kelimesi geçtiği anda telaşla yanına uçmuş ve korkmaması için insan sureti almıştı. Yine de adam delirecek gibi korkuyordu. Aniden ne değişmişti de kararlı bir ifade ile kaçmaya başlamıştı? Orrendeus yüz yıllardır olmadığı kadar mutluydu. Bir şeyi anında öğrenemezse ve ondan gizemli kalmaya ısrar ile devam ederse bundan keyif alıyordu. Hepsi bir yana bu insan, insan gibi kokmuyordu.

Hava adalarına geldiğinde çelikten bedeni ömründe olmadığı kadar zorlanmıştı ama bir radohin için üstesinden gelinemeyecek bir şey değildi. Uçmaya çalışmadığı sürece sorun olmadığını fark etti ve adamın arkasından uçmak yerine koştu. Sadece koşarak bile bu adama hemen yetişebilmeliydi, oysa Tengu bir ceylandan da hızlıydı. Sokak köşelerini dönerken dik duvarlardan destek alıyor, engelleri tek sıçrayışta aşıyor, yıkık binalara girip duvarları yıkarak berilerinden fırlıyordu. “Sen nesin?” dedi arkasından koşarken Orrendeus. Adam cevap veremeyecek olsa bile cevabı düşünecekti ama Tengu’nun aklında sadece Esrod denen birinin imgesini görebildi. Anlamıyordu, Orrendeus öğrenmek istiyordu.

Tengu sonunda adanın zemininde açılmış deliklerden birine atlayıverdi. Yılların kiri ve pası ile aşınmış zincirde arkasında sayısız iblis varmışçasına uçarcasına bir hızla aşağıya iniyordu. Orrendeus zincirin üzerinde koşmak ile uğraşmadı, sadece kendisini havadan yere bırakıverdi. Adamı yerde karşılayacaktı. Önce aynı hizaya geldiler, sonra ise Orrendeus’un avatarı ejderha formuna dönüşmeye başladı. Sırtındaki manyetik yükün etkisi eskisi kadar fazla değildi. Kanatlarını bedeninden çıkarmaya başlarken ek bir ağırlık hissetti. Aniden sırtında belirmişti. Ejderha kahkahalar ile gülmeye başladı, “Bir insan için fazla yüreklisin genç adam. Yere çakıldığında hayatta kalabileceğini mi düşünüyorsun?” dedi. Geride kalan büyük hava adası Orrendeus’u şiddetle ortada kalan ortanca adaya doğru itiyordu ve o da kendisini yere bırakmıştı. Sırtındaki adam zincirden atladıktan sonra ona deli gibi yapışmıştı. Ejderha onun insanüstü bir gücü olduğuna artık emindi. Ortanca adayı mancınıktan atılmış yanan bir gülle gibi ortadan ayıracak bir hızla, yere çakıldı.

Ada kulakları sağır eden bir sonik patlama ile ortadan ikiye ayrıldı. İki parça onları ancak sabitleyebilen zincirlerden kurtuldular ve doğu ile güneye doğru yavaşça salınmaya başladılar. En büyük ada ana zemine halen dev bir zincir ile bağlıydı.

Orrendeus ek ağırlıktan kurtulmuş, adanın etkisinden sıyrılmıştı. Adamın öldüğünü düşünerek üzüldü. Kendini fazla kaptırmıştı. Ancak düşünceler soluk bir ritim ile havada yayılmaya başladıklarında kırılan oyuncağı onarılmış bir çocuk gibi sevindi. Doğu yönünde seyirten adadan geliyordu düşünceler. Orrendeus düşünceleri elekten geçiriyordu. İki kelime diğerlerinden güçlüydüler, ‘kılıç’ ve ‘zırh’.

Dalgalanan düşüncelerin merkezine vardığında adanın artık harabeye dönmüş binaları arasındaki açık bir arazide dikilmiş siyah zırhı ile bekleyen birini gördü. ‘Gerçekten her şey daha ne kadar eğlenceli hale gelebilir? İnsanlar bir olduklarında korkulacak kadar güçlü olabiliyorlar, ancak tek bir karınca benim karşımda durabileceğini sanıyor’ diye düşündü. Adamın yüzünde insani olmayan bir ifade vardı. Gerçekten delirmiş olabilirdi. O çarpışmandan kurtulabilmiş olması bile zaten yeterince hayret verici bir şeydi. Sırtında boyundan büyük bir kılıç vardı. Tek sol eli ile onu kaldırdı ve düelloya davet eder gibi bir hamle yaptı.

Orrendeus havada sabit duruyor, dev çelik kanatlarını inanılmaz miktarda havayı iki türbülanslı hortum oluşturacak şekilde yere doğru ittirip kaldırıyordu. Kalkan kum ve toz her yeri kaplamıştı. Ejderha derin bir nefes aldı ve tüm kudreti ile ona doğru üfledi. Nefesine kanatlarının yarattığı hortumlar eşlik etti ve alevden bir kasırga Tengu’nun suretinin üzerini kapladı. Çarpışma ile tonlarca kaya havaya dağıldı.

Düşünceler susmuyorlardı. Öfke ve kan ile bulanan adamın aklını okumayı bıraktı. Deliren bir zihni okumaya devam etmek bir ejderha için bile tehlikeliydi. ‘nasıl kurtuldu?’ diye düşündü. Duman kanatlardan gelen rüzgar ile dağıldığında karşısında kaldırım taşları ergimiş ve kalkan olarak yerden sökülerek yere dikilmiş oldukça büyük bir toprak parçası vardı. Topraktan kalkan aniden yere düştü. Görünüşe bakılırsa adam kılıcı ile yeri parçalamış ve kendine siper açmıştı. Orrendeus aklını okumayı bırakmış olmasına rağmen havada nefret dolu bir ‘sıra bende!’ narası işitti.

Tüten kara zırhı ile alçak damlardan birine sıçrayan adam ejderhanın ayak hizasına geldi ve kılıcı da savurarak momentum kazandıktan sonra kendisini havaya bıraktı. Ejderha dönen bir dengesiz mızrak gibi salınarak ona doğru uçan bu böcekten kaçınmaya çalışmadı bile. Sağ ayak pençesi ile bir darbe savurdu. Hiçbir kılıç onun çelikten derisini çizemezdi.

Aklı acı ile karıncalandı. Pençesindeki bir parmağın eksik olduğunu gördüğünde şaşkınlık ile kalakaldı. Buda yetmezmiş gibi adam boşta kalan sağ eli ile ona tutunmuş kendisini yukarıya çekmeye çalışıyordu. Nefret dolu aklı ona ulaştı, ‘Alice nerede!? O hangisi? Söyle bana!’ Adamın üstü başı ejderhanın kanı ile boyanmıştı.

Orrendeus uzun ömründe ilk kez korkuyu tattı.

Çevrimdışı KoyuBeyaz

  • ********
  • 2753
  • Rom: 59
  • Rasyonalist dominant.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tengu: Bölüm 1-2-3-4-5-6
« Yanıtla #21 : 09 Temmuz 2010, 16:27:58 »
Son bölümün başındaki resmi senin yaptığını düşünüyorum, neden bilmiyorum.  :P

'miş' ve 'di' ayrımı bu bölümde yok. Akıcılığı aynı güzellikte devam etmiş, ama biraz kafa karıştırıcı bir bölüm olmuş. İki kere yavaş yavaş okuyunca anlayabildim tüm hikayeyi. Tengunun düşüncelerinden Orrendeus'un düşüncelerine geçince birazcık bocaladım yalnızca. Harika bir yöntem olmuş bu, onuda söylemem lazım.

Ama kafam hala karışık. Kuzeyin ejder kraliçesi, güneyin ejderi, alice, yıldırım nefesli ejder, buz nefesli ejder falan hepsi birbirine girdi aklımda. Hangisi hangisi Tengu'da bilmiyor gerçi ama ben gene birşeyleri kaçırmış gibi hissediyorum.

Son olarak, bu forumda Alice adında bir karakter görünce karakterin endişelenmesi gerektiğini kavradım.  :P
Uzay elbisemle kavgaya hazırım.

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Ynt: Tengu: Bölüm 1-2-3-4-5-6
« Yanıtla #22 : 09 Temmuz 2010, 17:09:39 »
@KoyuBeyaz,
Aslında amacım farklı klanlardan dört kardinal ejderhanın bir süper kıta benzeri kurgu içinde dört yöne hükmetmeleri idi. Yıldırım nefesliler, buz nefesliler, alev nefesliler ve henüz belirtmek istemediğim dörüncü bir batının ejderhası ile tam olacaklar. 6 bölüm içinde de anlatmadığım bir şey yıldırım ile buz nefesli ejderhaların farklı yönlerde yaşadıkları durumu. Ama Tengu'nun bakış açısından bu bilgi önemli değil. Tek öğrenmesi gereken şey Alice'in bir ejderha olduğuna emin olmak ve yıldırım nefesli olan olup olmadığını öğrenmek. Bunun, onun için neden bu kadar önemli olduğunu henüz derinlemesine anlatmadım ama okuyan herkes beş aşağı beş yukarı Tengu'nun kılıcı ile yaşamak istediği maceranın, hayalinin, gerçekten bir insan bile olmayabilecek, onu farklı bir gerçeklik ile kandırmış,  bir kıza aşkı ile kıyaslaması gerekip gerekmediği ikileminde kaldığını görebilir diye düşündüm. O düşünce geçişlerinin başına sanırım birer "Orrendeus:" ve "Tengu:" minibaşlıkları eklemek güzel olabilirdi. Evet resim tableti kurcalamaya başladıktan sonra çizdiğim şeylerden birisi ^^

@Malkavian,
Karakter konuşma ve düşüncelerini ana paragraflardan ayırmayı nedense hiç sevmiyorum. Başkasının bu şekilde dile getirdiği bir hikayeyi okurken kafam rahat, ancak kendi yazdıklarımı bu şekilde anlatma yetisine sahip olmadığıma karar vermiştim. Her denediğimde sonuç bulamaç oluyor, zamanlama hatalarım da senin daha önce dile getirdiğin üzere onlardan kaynaklanıyorlar. C.S.M.'nin deyişi ile bu dört ucu b*klu shiruken. Kaçarı yok.

Yorumlarınız için teşekkürler, pek öyle hissetmeyebilirsiniz ama bana yol gösteriyorlar.

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Ynt: Tengu: Bölüm 7
« Yanıtla #23 : 10 Temmuz 2010, 17:45:57 »
Bölüm 7:


“Bir insanın bana bunu yapabileceğini düşünmemiştim. Hakkını vermeliyim, güçlüsün. Buna rağmen öleceksin. Benden ne gizlediğini ölü bedeninden de öğrenebilirim.” Orrendeus aklına sıçramış ateşi uzaklaştırmak için pençesine tutunmuş adamı yere silkeledi ve yükselmeye çalıştı. Sözler ağzından çıkarken etrafına bakındı ama kimseyi göremedi, adamdan başka bir varlığın da onlar ile birlikte olduğuna emindi. Yine de sadece süzülen adanın yapıldıklarına pişman harabe binalarını gördü.

Adam yere düştükten sonra ufak bir krater bile açtı ama toz indiğinde bedeninden eser yoktu. Nereye kaçtığını bilmiyordu ve bu da yetmezmiş gibi ejderha çevresindeki düşünceleri okumaktan sakınmak zorundaydı. Çünkü adamın deliliği onu da kötü etkiliyordu. Korkunun aklına sızabilmiş olmasına halen inanamıyordu ama buna bir daha izin vermeyecekti.

Kopan uzvu yeniden eski haline döndü. Orrendeus kendisinden şüphe ettiği için utanması gerektiğini düşündü. Tüm adayı yerle bir edecekti. Hiçbir insan ne kadar güçlü olursa olsun yerden bu kadar yüksekten düşerse hayatta kalamazdı. Daha sonra kanının kokusunu takip ederek onu bulabilirdi. Planını uygulamak için yükselmeye başladı. Yeterince yükseldiğinde adanın üzerinde siyah küçük bir nokta gördü. Eli sırtındaki dev kılıcındaydı. Gözlerinde delilik yoktu, deliliği aklındaydı. Ağzında avını yakalamak üzere olan bir hayvanın sırıtışı vardı. Orrendeus, “Biraz daha yüksek olmalı, az kaldı, sadece biraz daha.” Diye düşünüyordu. Geniş kanatları her salındığında galonlarca havayı yere doğru itiyordu. Aniden kapandılar ve ejderha ihtişamlı gövdesi ile güneşi perdeleyerek bir an için havada asılı kaldı. Burnunu yere döndürdü ve çenesinden salya gibi akan alevler bedenini yavaşça kaplamaya başladılar.

Tengu korkmuyordu. Büyük annesinin anlattığı tanrıların hiç birine dua etmemişti, o gün ve o an içinde bile onlara ihtiyacı olduğunu düşünmüyordu. Kendi bileği ve çekici olduğu sürece her çeliği dövebileceğini bilerek büyümüştü. Şimdi o ve kılıcı tüm hayatıydı.  Radohin üzerine gök gürültüsü gibi iki ses patlamasının ardından iyice yaklaşmıştı. Adeta bir meteordu. Gözlerinin kehribar rengi alevini adada durduğu yerden bile görebiliyordu. Eli titremiyordu. Yavaşça kılıcı sırtındaki kopçasından çekti ve dimdik yukarıya doğru tuttu. Diğer elini de kılıcın kabzasına dayadı. Bastığı toprağa güvenmiyordu. Orrendeus’un ne yapmak istediğini anlamak zor değildi. İsterse kendisi gibi etten ve kemikten kırılgan bir canlıyı yok edebilirdi. O ilk nefeste zırhın kapatmadığı pek çok yeri yanmıştı ve canı o güne kadar hiç öyle acımamıştı. Üstelik savrulduğu zaman iki kaburgası kırılmıştı. Dikkati kuşa kaydı. Karga Jack’i göz ucu ile arada sırada görüyordu, bazen bir bina tepesinde, bazen gökte salınırken.

Adam kılıcını meydan okurcasına ona doğru kaldırmıştı. Kaçmaya çalışmıyordu bile. Orrendeus ona çarpmadan önce bir an için adamın dizlerini büktüğünü gördüğünü sandı. Alevlerini tüm gücü ile karşısında ne var ne yoksa yakıp kavurmak için tamamen kullanıyordu. İşi bittiğinde günlerce tek nefes daha alev soluyamayacaktı. Magma yemek isteyecek açlığı ile kıvranarak güneydeki inine gidecekti.  Aklından geçenler tamamen bunlardan ibarettiler. Ne adamın kimliği ne de yaşamı değerli değildi. Kendisi ile bu kadar uzun süre savaşabildiği için onuru ile ölmüş sayılacağını düşünmüştü sadece.

Ancak öyle olmadı. Ada inleyerek kocaman parçalara bölündü ve toprak ile kaya yağmurmuşçasına ana kıtaya yağdı. Orrendeus hızını kesmek için kanatlarını açtı ve yere çarpmamak için geniş bir kavis çizmeye başladı. İşte ancak o anda fark etti. Bir şey kuyruğunun en ucuna feci biçimde sıkı sıkıya yapışmıştı. Dönüp berisine bakamazdı, çok hızlı gidiyordu ve kafasını döndürmek çizeceği kavisi bozarak yere çakılmasına sebep olabilirdi. Tengu denen adamın hayal edebileceğinden daha inatçı olduğunu kabul etti. Onunla dengi gibi savaşmalıydı.

Tengu kılıcını ejderhanın iki kaşının ortasına saplayabilse bile kendisinin de öleceğini biliyordu. Üstelik kılıcın boyunun beynine ulaşmak için yeterli olup olmadığından emin değildi. Oynayacağı kumar çok riskliydi ve riskin getirisi yeterli değildi. Ejderhanın kör bir noktası olduğunu biliyordu. Tesadüfen fark etmişti, Jack sürekli olarak onun boynuzlarının örttüğü kör açılarda uçuyordu. Eğer boynuzlardan birine çarpışma anında tutunabilirse bu onun kurtuluşu olabilirdi. Ejderhanın tüm bedeni alevler içindeydi ama denemek zorundaydı. Ayrıca kılıcın manyetikleşmiş olduğunu fark etmişti. Adada uzun süre yerde durmuştu. Arka keskin kısım kendisini kuvvetle ejderhaya doğru çekiyordu ve belki de sadece bunun sayesinde o parmağı koparabilmiş olabilirdi.

Toz ve toprak tüm dünyayı kapladığında tutunacak bir yer bulamadı ama darbeden sakınacak kadar uzağa sıçrayabilmişti. Kılıcı ileriye doğru uzatıp bir yerlere yapışmasını dilemekten başka yapabileceği hiçbir şey yoktu. Sonsuzluk gibi gelen bir an boyunca boşlukta salındı ve sonunda kılıç bir şeye kuvvetle yapıştı. Tengu gözlerini açmaya korkuyordu. Yapıştığı şey ejderhanın kuyruğunun en ucuydu.

Orrendeus hızını dengeleyebildiğinde arkasına baktı ve adamın ısrarla onun halen buhar tüten bedenine tırmanmaya çalıştığını gördü. Kazan gibi olan midesi bomboştu. Zaten kuzeye uçmak için doğudan ayrıldığında çok fazla yememişti. Adam kurtulamadığı bir böcek gibiydi. Kaç kere ezerse ezsin geri gelen ve onu huzursuz eden küçük ve kıllı sinir bozucu bir böcek. Ancak böceğin hareketleri yavaşlamıştı. Orrendeus’un kendinden emin olmadığı bir an bile yoktu ve bir insanın ırkdaşlarından ne kadar üstün olursa olsun halen bir insan olduğunu biliyordu. Adamın azmi buna rağmen hayranlık uyandırıcıydı. Taktik değiştirdi.

Yere ulaştığında yüksek bir şelalenin oyduğu dev kazanına daldı. Zaten ateşi sönmüştü, adamın zırhının suda onu aşağıya çekeceğine emindi, bunu daha önce görmüştü. Kıyıya çıktığında kuyruğundaki biletsiz yolcudan kurtulduğunu görerek bir iç çekti. Gölü izlemeye başladı. Kıyılarda kalan ağaçlar o suya çarptığında oluşan dalga ile geriye doğru biraz bel vermiş gibiydiler.

Dakikalar boyunca göl sakin kaldı. Orrendeus düşünceleri biraz okumak için algısını açmaya cesaret etti. Hiçbir şey yoktu. ‘Şimdi onun bedenini yediğimde tüm bilgisine sahip olabilirim’ diye düşündü ve kendisine kızarak tedbirle suya geri girdi. Dev kazanı göründüğünden daha derindi. Şelalenin suları küçük canlılar için tehlikeli olabilecek girdaplar yaratıyordu. Dipte siyah bir metal pırıltısı gördüğünde o yöne doğru yüzdü. “Boş zırh?” Orrendeus dipte kendini aldatılmış gibi hissediyordu. Peki nasıl olur da basit bir insan aklını ona kapatabilirdi. Yüzeye geri çıktı. Metalin yerini tutmazdı ama idare etmek zorundaydı, en yakınınkilerden başlayarak ağaçları yemeye başladı. Bütün olarak kocaman gövdeleri yutuveriyordu. “Çık ortaya sefil insan” dedi.

Bir çift ayak sesini duyduğunda ejderha irkildi. O yöne baktığında savaştığı adamın yarı çıplak bedenini taşıyan cüppeli bir adam gördü. Tengu denen savaştığı kişi baygın olmasına rağmen kılıcını halen sıkıca tutuyordu. Onu taşıyan yabancı Orrendeus’dan önce konuştu, “Buraya savaşmak için gelmedim, görüyorsun ya bu adamın bana bir borcu var. Zırhını çıkardıktan sonra kıyıya yüzebilecek ve sana son bir defa saldıracak kadar daha gücü vardı. Buna eminim.” Tengu’yu yere zarifçe koyarak devam etti, “Ancak onun işi seninle değil. Benimle ‘Yıldırım nefesli ve kanatsız ejderhanın kalbini alabilecek bir kılıcı savurabilecek kadar güçlü olmak ve bunu gerçekleştirebilmek karşılığında bu silahı vermeye söz verdi. Ancak antlaşmamız tamamlanmadı. Onun canını almana izin veremem.” Dedi sanki havadan sudan bahsediyormuş ve karşısındaki sıradan bir köylüymüş gibi küçümseyerek.

Ejderha karşısındaki varlığın ne olduğunu bilmiyordu. Kehribar gözlerinin derinlerinde aklında yabancıya baktığında görmesi gereken şeyi aslında görmediğini söyleyen bir his titreşip duruyordu. Tengu ile aralarında olan bir antlaşmadan bahsettiğinde durumu anlamaya başladı. Bu yabancı bir çeşit tanrı ya da hizmetkârı olmalıydı, belki de bir iblis. Hiçbir duygu, düşünce ve güç dalgası yaymadan ormanın bu şelalenin uğultusundan başka ses içermediği yerine Orrendeus’tan habersiz birden bire belirebilecek biriydi işte. Onunla savaşmak istemiyordu, zaten kazanabileceğinden de emin değildi. O gün gururu çok incinmişti. Basit bir insan onu böylesine yorabilmişti.

Normalde hangi açıdan bakılırsa bakılsın bu dövüşün bir galibi yoktu. Ancak Orrendeus’un doğası ona gücünün gerektirdiği kısa zaman ve verimlilikte bir dövüşü kazanamadığı için yenildiğini söylüyordu. “Bu insan sadece et ve kemik değil. İçinde delilik tohumu yeşermiş. Eğer olduğu gibi bırakılırsa içinde kalan son sevgi de sarmaşıklar arasında kalarak yok olacak. Ona galibiyeti karşılığında bir ödül vermem gerekiyor, uyanık olsa bir sorusunu cevaplardım. Ancak ilk sorduğu soruyu cevaplamayı makul buluyorum. Söyle ona yabancı, Alice denen kadın kuzeyin buz nefesli ejder kraliçesidir ve esasında bizden birisi değildir. Bir insanken ilk kraliçenin kanını küle dönüşmeden önce içmiş olmalı. Çünkü biliyorum ki kuzeydeki son ejderhayı da kraliçem ve annem Jonnarius katletmiştir. Yıldırım nefesli ejderi bulmak için geldim ama hiç ummadığım yaratıklar ile karşılaştım.”

Adam ejderhaya gülümsedi, bu ona gösterdiği ilk ve son duygu ibaresiydi. “Öyle olsun Jonnarius oğlu Orrendeus. Adım Esrod, bu adı unutma çünkü son gün gelip çattığında gösterdiğin adaletin karşılığını almanı sağlayacağım.” Dedi ve Tengu’yu da alarak ormanın derinliklerine karıştı.

Orrendeus çok yorgundu, oracıkta uykuya dalabilirdi. Neden böyle yorulmuştu aslında bilmiyordu. Kendisini oradan oraya savurmuş, kendi kendine hırpalamıştı sadece. Tengu’nun kılıcı ile ilgili bir şeyler vardı. Kılıç ona sadece iki kez temas etmişti ama her dokunuşta dramatik bir fark yaratmıştı. Orrendeus’un aklında bir fikir şimşek gibi çaktı, “Yoksa… Olamaz.” Esrod denen varlığın Tengu’yu alıp götürdüğü orman açıklığına baktı, onları takip etmeliydi ve tehlikeyi dile getirmeliydi.

Aniden gök yarıldı ve ışık sütunları yeri dağladı. Şaşkın ve yorgun Orrendeus gafil avlanmıştı, kanatları paramparça oldu ve omuzlarından ışıktan zincirler ile yere bağlandı. Gölden yeni çıkmıştı ve sırılsıklamdı. Üstelik yorgundu. “Sen ha, bilmeliydim. Bunun hesabını vereceksin Rahjul!” dedi ve son nefesini inen ışıkla birlikte üzerinde beliren yıldırımdan pençeye verdi. Orrendeus’un kafası göle düştü ve bedeni kanlar içinde yıldırımlara teslim oldu. Yıldırımlar her yanını sardılar ve onu yiyip bitirdiler. Işık sütunları ve yerde dans eden yıldırımdan pençeler birleşerek bir beden oldular ve çivit mavisi camdan derili ejderha kuzey sınırında kükredi. “Hiçbir şey ödemek zorunda değilim zavallı Orrendeus, mavilerin zamanı geldi, artık bildiğin her şeyi biliyorum” dedi pençesinde kalan son kanı da temizlerken.

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Ynt: Tengu: Bölüm 8
« Yanıtla #24 : 13 Temmuz 2010, 21:34:09 »
Bölüm 8:


Wilvarin onunla ne yapacağını bilemiyordu. Siyah uzun saçları kirden keçeleşmiş, üstü başı yaralar ile kaplı bir çocuktu karşısındaki. Onu günlerce takip etmiş ve Wilvarin onu her atlatmaya çalıştığında bir şekilde çocuk izini hep yakalayabilmişti. Öyle ki bir defasında yüksek bir uçurumdan düşünmeden atlamıştı orta yaşlı kadın. Kız çocuğunun onu takip etmeyeceğinden emin yürümeye devam etmişti. Ancak dilsiz çocuk tek bir korku ibaresi göstermeden uçurumun eğilimli kısımlarına denk gelmeye çalışarak aşağıya kaymaya başlamıştı. Sonunda bir dala tutunmuş ve gözlerini kapatarak kendini yere bırakmıştı.

Wilvarin onunla ne yapacağını bilmek bir yana çocuğun kendisini neden takip ettiğinden bile emin değildi. “Bak ufaklık, seni kurtarmak zorunda değilim. Beni anlıyor musun? Evet, ise kafanı salla. Tamam şimdi… Sahi, kendi başına da gidemezsin.” Wilvarin çıkmazdaydı. Çocuk ile ilk kez iki gün önce yolu üzerindeki bir kasabada görmüştü. O günden beri yemeden ve uyumadan kız onu takip ediyordu.

Çocuk kararlı gözler ile kafasını salladığında Wilvarin onun ölmesine izin vermenin saçma olacağını düşündü. En yakın yerleşim kesiminde çocuğu birilerine teslim etmeye karar verdi. Kendi ırkından kişiler ile yaşaması onun için en iyisi olacaktı. Ya da en azından o anda kalbinden geçenler bunlardı.

Akşam olduğunda uçurum kenarında çocuğu kurtardığı yerden fazla uzakta olmayan bir kamp yerine kuruldular. Wilvarin yakaladığı tavşanı yüzmüş ve birkaç yenebilir ağaç kökü ile sotelemişti. “Bunlar tuzlu olurlar, uzun zamandır bir şeyler pişirmedim ama açlıktan ölüyor olmalısın. Sana ziyafet gibi geleceğine eminim.” Dedi düşünmeden. Gözlerini kaldırıp kıza baktığında suyu akan ağzı ve az önce en kıymetli hazinelerden birisinin sandığını açmış korsanlara benzer gözleri ile karşılaşınca gülmeden edemedi.

Kız tüm bir tavşanı silip süpürmek üzereydi, Wilvarin aç değildi. Son butun parçaları elinde yağları akarak duruyordu. Kaşlarını çatmış ve yemeğe odaklanmıştı. Kız aniden yerinden kalkarak Wilvarin’in yanına gitti ve iki eli ile yemeği ona vermek üzere tuttu.

“Bana mı vermek istiyorsun?” dedi kadın şaşırarak. Kızın yaptığı her ufak şey onu güldürüyordu. Küçük bir parça aldı ve eliyle karnını doymuş gibi tuttu. İşte ilk kez o zaman gördü insan kızın gülümsemesini. Karnı doyduğu ya da sıcak bir ateş başında onunla konuşan birisi olduğu için değil sadece o güldüğü için gülmüştü ve bu herhangi bir ateşten daha sıcaktı. Öyle ki kuzeyin buz kraliçesinin kalbi bile biraz çözülmüş olabilir.

Ertesi gün yola devam ettiklerinde çocuk üç gün önce nasıl tanıştıklarını hatırladı tekrar. Wilvarin ömründe daha önce hiç öyle inatçı bir insan görmemişti. Basit Güney kasabalarından birisiydi sadece. Okyanus sahilinde kurulmuş balıkçılık ile gelişebilmiş ama yerinde sayıklayan tuz kokulu bir yerdi. Wilvarin güneye kendisi için önemli belli birisini aramak için gelmişti. Aslında halen o kişi ile karşılaşırsa ne yapacağını bilmiyordu. Gerçekten tüm nefretini bırakabilir miydi bir kenara ve onu affedebilir miydi? Kafasında bunlar varken görmüştü kızı ilk.

Ara sokaklardan birindeydi. İnsanların işlerine ne kadar pis görünürlerse görünsünler asla burnunu sokmazdı Wilvarin. ‘Yürümeye devam et’ diye düşünmüştü. Yaşlıca bir adam ara sokakta kızı omuzlarından sıkı sıkıya tutmuş başka üç genç adam ile konuşuyordu. Ara sokağın önünden geçtiği o an içinde her birinin aklından geçen fikri görmek için insanüstü güçlere gerek duymamıştı.

Wilvarin’in midesi bulandı. Ana caddede köşeyi dönmek üzereydi ki bir adamın bağırtısı duyuldu. Wilvarin neden bu kez yürümeye devam edememiş olmasını daha sonra kız ile birlikte tavşan yedikleri o gece tekrar tekrar düşünecekti ama yine de bir cevap bulamayacaktı.

Gençler ile yaşlı adam para konusunda anlaşamamış olmalıydılar. Sonunda oğlanlardan biri cebinden çıkardığı bıçağı ile adama saldırmıştı. Wilvarin ara sokağa vardığında olması gerektiğini düşündüğü sahne buydu. Ancak kızın bıçak tutan oğlanın elini vahşi kediler gibi ısırdığını görünce donup kaldı. Yaşlı adam ardına bile bakmadan koşarak ana caddeye çıktı ve köşeden kayboldu. Diğer iki oğlandan biri kıza bir yumruk attı ve bu Wilvarin’in sabrını taşıran son damla oldu.

Sonunda oğlanların üçü de annelerinin onları tanıyamayacağı bir halde yüzleri mosmor evlerine döndüler ve Wilvarin hızlı adımlar ile kendine kızarak kasabadan ayrıldı. ‘Nasılsa o adam burada değil, yaptığım kötü bir şey değildi ama bunu tekrarlamamalıyım’ diye sıra ile söyleniyordu.

Kız olayın ortadan kaybolmuştu. Ta ki kasaba çıkışındaki ilk tepede Wilvarin onu görene kadar. Kararlı bir biçimde dikilmişti. Kirden beje dönmüş beyaz elbisesinin diz hizası yırtıklar ile doluydu, yüzü kirden kararmıştı ve siyah saçları keçeleşmişti ama gözlerinde öyle bir ışık vardı ki karşınızda dururken ona bakmamak imkânsızdı.

Wilvarin tepede güneş batarken ona yaklaştı ve önünde durup ona şöyle bir baktı. “Neden adamı kurtardın?” dedi soğukça. Kızın bakışları değişti, eli ile boğazını gösterdi ve dudaklarını balık gibi açıp kapattı. Konuşamıyordu. Ancak sonra çok tuhaf bir şey yaptı. Wilvarin’e sıkı sıkıya sarıldı. Kadın oldukça şaşırdı ama ne diyeceğini ve yapacağını bilemedi. En doğrusunun insanların ondan uzak durmalarıydı. Kızı sertçe itti. Neredeyse yere düşüyordu. Gözlerinde tekrar o kararlı ifade oluştu ve inatla tekrar tekrar her ne kadar her defasında Wilvarin onu itmiş, tekmelemiş, tokatlamış olsa bile kadına sarıldı. Kadın sonunda ondan kurtulmak için tüm kuvveti ile koşmak zorunda kaldı. Küçük kız inatçı olabilirdi ama iyi beslenmemişti ve sonuçta sadece bir çocuktu. Wilvarin’i elbette yakalamadı ama hep takip etti.

“İşte geldik” dedi neşe ile kadın. “Hadi sana yeni elbiseler alalım. Sonra bakalım birileri seninle ilgilenmek isteyecek mi?” Son söylediği şey kızın yüzünün asılmasına sebep oldu. Tam bir hafta boyunca birlikte yürüdüler ve sonunda vardıkları bu kasabada halen kadın kızdan kurtulmak istiyordu. “Benimle birlikte olman senin için tehlikeli” dedi tüm bu zaman boyunca ona belki de bunu kendisine de hatırlatma ihtiyacı hissedercesine.
Birlikte kıza oldukça şık bir kıyafet aldılar. Wilvarin onun yüzündeki gülümsemeyi gördükçe kendisi de bir şekilde mutlu oluyordu. Dükkânda bir ayna vardı ve ilk kez o zaman kendi ifadesini gördü uzun zamandır ilk kez. Wilvarin mutluydu ve güzeldi.

Kasabanın büyüklerinin toplandığı bir mekânda çocuğa ailelik yapabilecek birilerinin olup olmadığını soruşturdu. Tüm bu gezinti boyunca kız Wilvarin’in kıyafetinin ucunu küçücük sağ eli ile sımsıkı tuttu hiç bırakmamacasına. Varlıklı bir ailenin evinin önüne geldiklerinde Wilvarin kızın önünde diz çöktü ve doğrudan gözlerinin içine baktı.

Bakışlarının içlerinde çok büyük bir elem vardı ama kız bunların hepsini geriye itmişti. Başka bir şey, anlayamadığı bir ışık hepsinin önündeydi ve kız da bu ışık ile doğrudan Wilvarin’in gözlerinin içine bakıyordu. Gitme der gibiydiler sanki. Wilvarin bir eve bir de kız baktı. “Onlar ile daha mutlu olacaksın ufaklık.” Dedi ve kapıyı çaldı. Kapıyı yaşları geçkin bir kadın ve adam açtı. Wilvarin onlar ile konuştu ve kasaba büyüklerinin onları tavsiye ettiklerinden bahsetti. Evin sakinleri durumu mutlulukla karşıladılar, evlilikleri boyunca hiç çocukları olmamıştı ve zaten bir evlatlık almayı düşünüyorlardı.

Wilvarin kızı onlar ile bıraktı ve zaman kaybetmeden kasabadan ayrıldı. Giderken sanki kendisinden de bir parçayı geride bırakmış gibi hissetti. Daha önce kimseye, hele ki bir insana böylesine bağlanmamıştı. ‘Bağı henüz erkenken kesmek daha salim bir karar’ diye düşündü. Nefesini ondan çalan adamı bulmalıydı.

Bir insana tekrar asla güvenmeyeceğine ant içmişti ama çocuk bir şekilde Wilvarin’in sevgisini kazanabilmişti. Von’dhir adında bir adam âşık olduğu kadının babasının asla kırılmayacak ve alevde erimeyecek buzdan bir kalbi başlık parası yerine istediğini söylemişti. Wilvarin’in yaşadığı dağın eteklerinde o handan bu hana kör kütük sarhoş şekilde gezerken insanlara anlattığı hikaye buydu.
İnsanlar için bir dalga konusu olmuştu ancak Wilvarin hep meraklı bir radohin ola gelmiştir. Adamı bulmuş ve onunla konuşmuştu. Gözlerinde gerçek aşkı gördüğünü sanmıştı ancak artık biliyordu ki gördüğü sadece güce olan açlıktı. Kalpten bir kalıp yerine bir kılıç kalıbı kullanmıştı ve kılıç ile ejderhayı en güçsüz ve hazırlıksız olduğu anda yaralayarak kaçmıştı. ‘Ne safım tüm gücümü o aptal silahı yaratmak için harcadım.’ Diye düşünüp durmuştu güneye olan yolculuğunda. Uykusunda olan bitenleri tekrar anımsadı.

Wilvarin gözlerini açtığında kucağında bir ağırlık hissetti. Güneşin ilk ışıkları ağaç yaprakları arasından sızarken çıplak bir kız çocuğunun başını o uyurken fark ettirmeden kucağına koyup uyuya kalabileceğini kim düşünürdü. Üstü başı ormanda aldığı çizikler ve böcek ısırıkları ile doluydu. “Bu şekilde kasabadan beri koşuyor olmalı zavallı” diye fısıldadı. Kız gözlerini açıp masumca kadına baktı. Kız ağzını açtı ve anlamsız birkaç ses çıkardı sonra da yutkundu. Tekrar ağzını açtığında yavaşça, “Giysiler istemiyorum, seninle olmak istiyorum” dedi. Wilvarin sevinç dolu bir nida attı, “Tamam, öyleyse kalk bakalım yolumuz uzun ve sana yiyecek bir şeyler bulmalıyız”

Wilvarin ayağa kalktığı anda yer sarsıldı ve göğe kızıl alevler yükseldi. Gökte bir yaratık süzülüyordu. Dahası Wilvarin onu tanıyordu. “Jonnarius” diye kükredi Wilvarin. “Bu senin savaşın değil, bırak geçeyim yoksa birimizden ötekinin külleri bu ormana dağılacak” dedi en tehditkâr sesi ile. Küçük kız elleri ile kulaklarını örtmüş ağaç kenarına kafasını dizleri arasına alarak oturmuştu.

Wilvarin görünürde halen bir insandı, eğer gerçek formunu alırsa bu saldırgan bir tutum olurdu. Jonnarius denen radohin’in nefesi Wilvarin’in önündeki tüm ağaçları sildi süpürdü ve yanan toprak metalik ejderha için inebileceği bir alan oluşturdu. Derler ki Jonnarius gelmiş geçmiş en güçlü ve büyük radohindir. Öyle yaşlıdır ki henüz atmosfer dünyayı sarmalamadan önce o çekirdekte yaşarmış. Başka bir zaman olsa Wilvarin oradan tez vakit kaçmanın bir yolunu bulurdu. Çünkü Jonnarius aklını binlerce yıl önce yitirmişti. Sadece soyunun kendi kanından olanlarına kulak verirdi. “Nefesin soğuk kuzeyin yılanı. Küllerimi görmen için bir bu kadar daha yaşaman lazım. Orrendeus’un söylediği şeyin doğru olabileceğine ihtimal bile vermemiştim. Gerçekten şanssızsın. Yoksa tekrar mı kuyruğunu kıstırıp kaçacaksın?” Dedi delicesine.

Wilvarin kız çocuğunu korumak istiyordu. Buz nefesli beyazlardan geriye kalan tek ve son radohindi kendisi. Bu yüzden o ölmedikçe ve külleri toprakta yayılmadıkça yeni beyazlar olamazdı. Sonuçta bir evladı yoktu ama olsaydı, büyük olasılıkla onun için bile bunu yapacağını düşünmüyordu. Metal derili ve alev nefesli Radohin tüm ihtişamı ile insan suretindeki beyazın karşısında meydan okuyordu. Eğer sabrını zorlarsa dönüşmüş ya da dönüşmemiş umursamadan tüm gücü ile saldırırdı. Wilvarin ne yapacağını bilmiyordu. Tekrar çocuğa bir bakış attığında onu ağacın yanında göremedi. İşte o an içine tatlı bir huzur yayıldı. Artık gidebilirdi çünkü çocuk kaçmış ve belki de tüm korkusu ile koşuyordu.

Tekrar Jonnarius’a baktığında ejderhanın gözlerinde alay gördü. Wilvarin anlayamadı, henüz kendisini küçük düşürecek hiçbir şey yapmamıştı oysa. Ejderhanın bakışlarını izledi ve bakışların kendi önünde bir noktada son bulduklarını gördü. Kız Wilvarin’in karşısında kendisini kalkan etmişti.

Wilvarin soğukta yaşardı. Sıcağın ona zararı olması söz konusu değildi, sadece sevmezdi hepsi bu. Buna rağmen üşümek nedir bilmezdi. Ta ki o ana kadar. Omurgasından aşağıya ince bir sızı indi. Kalbi duracak gibi oldu. Kız kollarını T şeklinde açmış aynı kendisine baktığı o gözler ile Jonnarius’a bakıyordu. Radohin histerik şekilde gülmeye başladı. Ağzından dökülen salyalar lav gibi dokunduğu her yeri ateşe veriyordu. Kazanı andıran göğsü hızla inip kalkıyordu. “Daha ne kadar düşebilirsin Wilvarin? Hiçbir zaman pençesini gösterenlerden olmadın ama bu sence de fazla değil mi? Hadi ama bir insan olması yetmiyormuş gibi bir de çocuk.”

Wilvarin utanmamıştı. Korkuyordu. Kendisi için değil çocuk için korkuyordu. Metal ejderhanın er ya da geç gülerken birden bire aksileşip uyarmadan tüm alevini onlara kusacağını biliyordu. İlk saldıran o olmalıydı.

Kızın gözleri kamaştı. Ardındaki güzel kadın ışıklar saçarak bir beyaz canavara dönüştü. Aynı karşısındaki gibiydi ama daha kısa ve küçüktü. Kız onun bacakları arasındaydı. Buna rağmen kız kendisini hiç tehlikede hissetmiyordu. Eski anılardan biri gözünün önüne gelir gibi oluyordu. Annesinin onu korumak için hayatını feda edişi ve o trajik gece aklının en derinlerinden yüzeye tırmanıyordu. Ağlamamalıydı. Beyaz canavar ötekinin boynuna atıldı. Öyle hızlı ve farklıydı ki kız ne kadar vahşi ve korkutucu olursa olsun bunu güzel buldu. Ağlamak istemiyordu. Annesi kendi bedeni ile onu saklarken geçmişte ağlamadan duran kız, eşkıyalar karavanlarını soyarken gıkını bile çıkarmadan saklanan o değil miydi?

Ormanı saran alevler söndüler aniden ve dört bir yandan dev buzdan kazıklar fışkırmaya başladı. Toprağı yararak yüzeye çıkıyorlardı. Jonnarius’un en beklemediği anlarda bacaklarına saplanıyor, kanatlarını deliyor göğsünü ve kuyruğunu çiziyorlardı. Wilvarin acımadan saldırdı. Gözlerinde bir ejderhanın değil bir annenin öfkesi vardı. Metal derili olan neşe ile kükredi, “En korkak, en uzak ve tek başına olan. Benim kanımı hiç olmadığı kadar akıttın. Sana nasıl teşekkür etsem azdır!” Metal çenesi geçmişte yaşanmış sayısız kavga ile yaralar içindeydi ve o anda her yerinden akan kan volkandan dökülen magma gibiydi. Jonnarius gülüyordu, "Sıra bende" dedi.

Sadece tek bir nefes çekti. Yaşlı bir adamın piposundan bir soluk alması gibiydi. Sadece tek bir nefesti belki ama onun her şeyiydi. Deli Jonnarius mutluydu ve mutluluğun karşılığını ödeyecekti. O nefesini çekerken ormanın tüm ağaçları kavganın olduğu odağa doğru eğildiler. Küçük kızın nefesi kesildi ve bir süre için soluyacak hava bulamadı. Tutunduğu kaya bile yerinden sökülmek üzereydi. Küçük hayvanlar ve cisimler nefesini çeken radohine doğru uçuyorlardı. Wilvarin zaman kaybetmeden en yüce surdan bile kudretli buzdan bir duvar çekti önüne. Tam o an zaman durdu sanki.

Tek nefes ile Jonnarius o gün Wilvarin’i katletti. Ardında kalan kasaba da ejderhanın küllerine karıştılar. Okyanusa açılan sahil sular ile doldu. Yerden kalkan toprak kilometrelerce ötede kum fırtınalarına döndü ve önüne ne kattıysa sürükledi. Ancak bu yıkım içinde tüm kül yığının ortasında tutunduğu kaya ile bir küçük kız sağdı.

Metal canavar bir insana dönüştü. Çıplaktı ama ona bakan kimse onu insan olarak görmezdi. Gözlerinde öyle bir kızıl alev vardı ki kadına kimse uzunca bakamazdı. Küçük kız dışında kimse. Kız ağlamıyordu ama gözlerinden boşanmak üzere olan yaşlar zaten sıcaktan çoktan kurumuştu. Kadın ona yanaştı ve tek dizi üzerinde çöküp burnunu onunkine dayadı. Sıcaktı, ama bir insan gibi. “Eğer onu seviyorsan, küllerini ye. Adın nedir insan? Söyle ki ben de kül olana kadar anımsayabileyim.” Dedi usulca. Deliliğinden eser kalmamıştı.

Kız, “Alice. Sen de bana söyle, unutmayacağım.” Dedi öfkeyle. Kadının alnı kırıştı. “Öyle olsun insan. Jonnarius’tur adım. Eğer bir gün halen beni bulmak istersen buralardayım.” Birden yine delicesine gülmeye başladı ve insan bedeninden metal kanatlar çıkartarak havalandı. Öğlen güneşi kafasına düşmeye başlarken Alice Wilvarin’in küllerinin yanına gitti. Yerde soğuk ve sanki serince bir buhar tüttüren belli bir şekle sahip kül yığını oluşmuştu. Alice o şekli hep anımsayacaktı. Küller rüzgâr ile hafifçe savrulduklarında bir insan eli ortaya çıktı. Küçük kız koşarak oraya gitti ve külleri hızla ama nazikçe temizledi. Bu Wilvarin’in insan bedeniydi.

“Elbiselerini atmamalıydın ufaklık. Bak, ben kalıcı değilim.” Güçsüz sesini sanki ona son bir kez seslenmek için toparlamıştı. Alice ufacık elleri ile onun elini tuttu, “Tepede, öyle yalnızdın ki. Seni bırakamadım. Gülümsemiyordun, hissetmiyordun, üzgündün.” Dedi. İşte şimdi gerçekten ağlamak istiyor gibiydi. Wilvarin hayata gözlerini kapatırken, “Demek sarıldığında, avutulan bendim ha. İnsanlar, beni hep kandırıyorsunuz.” Dedi. Elkohlien kızı Wilvarin işte böyle ölmüştür.

Alice, Jonnarius’un söylediği üzere onun küllerinden bir tutam yedi. Ertesi günün arifesinde güneş ufukta ilk huzmesini göstermeden önce saçlarının ve gözlerinin rengini kaybetti. Artık bir insan olduğu kadar bir radohindi.

[*]Yazarın notu: Ben neden böyle binlerce paragraf halinde yazdım bilmiyorum. Bitince "Ya neden böyle bu!?" dedirtti bana. Eğer algı güçlüğü yaratıyorsa bir şekilde bana haber verin lütfen, özel mesaj olur yorum olur vs.[/*]

Çevrimdışı KoyuBeyaz

  • ********
  • 2753
  • Rom: 59
  • Rasyonalist dominant.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tengu: Bölüm 1-8
« Yanıtla #25 : 13 Temmuz 2010, 23:44:13 »
Önceki bölümü de koyduğun anda okumuştum ama her parçaya tek tek yorum yapmanın doğru olmadığını düşünmüştüm.

Öncelikle notuna cevap vereyim; okumayı zorlaştırmamış aksine kolaylaştırmış. Biraz daha uzun görünüyor fakat okumaya başlayınca sonunun nasıl geldiği belli olmayan hikayelerden olduğu için bu kesinlikle bir sorun oluşturmuyor. Alice'in hikayesinin anlatıldığı son bölüm oldukça hoş olmuş. Hüzün, sevgi, koruma içgüdüsü, saf iyilik gibi birçok duyguyu aynı parçada o kadar güzel birleştirmişsin ki. Ayrıca giderek daha çok bilgi verirken hikayeden de uzaklaşmıyor olması etkileyici.

7. bölümde de eleştirilecek çok fazla yer göremedim fakat Tengu'nun kılıcının Orrendeus'a ne gibi bir etkisi olduğu ve ölmeden önce onları ne hakkında uyarmak istediği kafama takıldı. Eh, bekleyip göreceğiz artık.

Harika bir şekilde, beklediğimden çok daha hızlı şekilde devam ediyor. Alışmaya başlıyoruz bu hıza yalnız, ilerde ara verirsen isyan falan edebiliriz. :P
Uzay elbisemle kavgaya hazırım.

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Ynt: Tengu: Bölüm 1-8
« Yanıtla #26 : 14 Temmuz 2010, 00:02:12 »
Daha anlatacak dünya kadar şey varmış gibi geliyor bana Tengu ile ilgili. Her bölümde ucu başka yerlere bağlanabilecek ama nereye varmayacağını bilmediğim iplikler bıraktım en başından beri ve bunu daha önce 'hiç' yapmazdım. Bu hikayeyi orijinal olması kaygısı ile yazmıyor olmamdır en büyük 'hızlı' olma sebebi. Okuduğum, izlediğim, dinlediğim ondan fazla şeyden parçalar koparıp Tengu'ya monte etmiş durumdayım şu anda. Kendi yorumum ve parçaları bir arada tutan zamk sağlamlaşsın istiyorum Tengu'yu yazarken.

O kılıç meselesi de bir iplik. Hatta 9. bölüm tamamen kılıç ile ilgili olacak eğer kafama başka bir şey esmezse. Daha geride bir prenses-kraliçe ve kardeşleri var, onlar ile ilgili bir şeyler yapmam lazım(dı) ama ne(idi) bilmiyorum... Ah, dur anımsadım.  >:D

Bu arada belirtmem gerekli ki işin içine büyü karıştırmamak için elimden geleni yapıyorum. Bir de sormam lazım şimdi aklıma gelmişken yazmalıyım; Ejderhalar ile ilgili sayısız eser var. Çoğunda ejderhalar insanlar gibi bir soydur ve hikayenin geçtiği zamanında varsalar bolca ele geliyorlar. Savaşlarda patır patır düşüyorlar ordu gibiler. Ancak ben daha çok vampir klan sistemine benzer bir ejderha düzeni oluşturmak istiyorum. Birinin ölümü çok fazla şeyi değiştirebilmeli. Omnigod gibi olmalılar. Şu ana kadar bunu yansıtabildim mi emin değilim.

Çevrimdışı KoyuBeyaz

  • ********
  • 2753
  • Rom: 59
  • Rasyonalist dominant.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tengu: Bölüm 1-8
« Yanıtla #27 : 14 Temmuz 2010, 00:16:23 »
Bu hikayedeki ejderhaların nasıl bir iz bırakıtığını yazayım ben o halde, istediğin gibi olup olmadığına sen karar ver.

Anladığım kadarıyla;
Ejderhaların sayısı hikayenin geçtiği zamanda oldukça az. Birkaç farklı çeşit ejderha var ve bunlara radohin deniyor. Şekil değiştirebiliyorlar. Çoğalmaları ya külleri yoluyla ya da normal yollarla oluyor. İnsanlar tarafından kolay kolay zarar verilemez yaratıklar ve öyle savaşlarda ölmeleri gibi birşey söz konusu değil. Birbirlerine zarar verebilen yegane şey gene kendileri. Hikayenin geçtiği zamandaki tüm radohinler belli bir yerin hakimi.

Benim çıkarttığım kadarıyla bu öyküdeki ejderha sistemi bu şekilde. Tabi tüm düşüncelerimi yansıtamadım buraya fakat temel olarak böyle bir izlenim oluşmuş bir okuyucu olarak aklımda.
Uzay elbisemle kavgaya hazırım.

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Ynt: Tengu: Bölüm 9
« Yanıtla #28 : 16 Temmuz 2010, 15:50:30 »

“Buna bir duruş mu diyorsun? Daha çok gırtlağına mısır takılmış tavuk gibisin. Bacaklarını daha geniş tutmak zorundasın, o kılıcı savururken ne düşünüyorsun bilmiyorum ama Orrendeus sana pek nazik davranmış.” Esrod sinir bozucuydu. Durmadan konuşuyordu ve susmasının gerekliliği yüzüne vurulduğunda duymazlıktan geliyordu. Yine de bazen günlerce konuşmadığı oluyordu. Sadece yere bağdaş kurup bir ağacı izlerdi.

Tengu neden kaçmayı bir kez bile denemediğini merak ederken buldu kendisini. Alice’i bir an evvel bulmaktı niyeti. Ancak her nasılsa kendisini cehennem zebanilerini kıskandıracak bir idmanın ortasında buldu. Esrod ona sadece “daha güçlü olmak ister misin?” diye sordu ve o da tereddüt etmeden kafasıyla onayladı. Hepsi buydu ama nasıl olur da dört aydır oradan sıvışmayı denemedi, kendisi de bilmiyordu.

Esasında Esrod denen adamın yaşadığı belli bir yer yoktu. Doğa onun eviydi. Tengu onu bir şeyler yerken, uyurken ya da ihtiyaçlarını giderirken görmedi. Onun bir insan olmadığını çok önceden de biliyordu ama gerçekte onun ne olduğunu hiç sorgulamadı. Ta ki Esrod onun kafasının tepesini attırana kadar.

Hep yaptığı basit sinir bozucu nutuklardan ya da akşam uyumak için uzandığında tüm kaslarını ağrıtan bir egzersizden farklıydı bu kez.  Tengu koşusu sırasında yerde, yuvasından düşmüş, bir kuş buldu ve ağaca çıkarak yerine geri koymak istedi. Ağaca gerçekten hızlı ve en kestirme yoldan çıktığını düşünürken karşısında kukuletalı Esrod’u bulmak zaten yeterince sinir bozucuydu ama adamın çekilmemesi ve buz gibi bir ses ile “onu öldür” demesi sabrını taşıran son damla oldu.

Tengu doğal olarak reddetti. Konuşamıyordu ama ne kastettiğini Esrod onun gözlerinden hep anlıyordu. “Ağaçtan düştüğünde ve uçamadığında ölümü kesinleşti. Onu ya öldürürsün ya da onunla beraber seni de ben öldürürüm ve kılıcımı almam kolaylaşır. Karar senin.” Bunu söylemesi üzerine huzursuz bir sessizlik oluştu ve Tengu tutunduğu ağaçtan inerek kuşu aldığı yere geri koydu. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi yere bıraktığı ağaç gövdelerini kaldırarak koşusuna devam etti.

O güne kadar Tengu Esrod’a bir insan gibi davranmıştı. Esprilerine gülümsemiş ve onun için ufak iyilikler yapmıştı. Onu hiç sahip olmadığı demir ustasıymış gibi düşündüğü bile olmuştu. Kendisine kılıcı nasıl kullanacağını öğreteceğini söylediğinde ne pahasına olursa olsun bunu yapmak istediğini de biliyordu ama içinden fışkıran arzusunu ona anlatmaya utanmıştı. O akşam Esrod’un Tengu’ya idman bahanesi ile yaptırdığı henüz yarım halde duran çatısız ağaç evde sırtını ağaca yaslamış,  Esrod’un ifadesiz yüzünü izliyordu. ‘Sen nesin?’ diye düşündü doğrudan ona bakarak, ‘bana yaptığın iyiliğin karşılığını bu kılıç ile ödeyemem, bu kılıcı sana vermekte ne kadar gönülsüz olursam olayım bu bir gerçek. Ancak nasıl biri benden masum bir kuşu öldürmemi ister?’

Tengu düşüncelerinin Esrod tarafından duyulabileceğini biliyordu. Ancak hangi kumaştan olduğu anlaşılmayan siyah elbisesi kırışmadı bile, hareketsiz bekledi.  Böyle olduğunda hiç kıpırdamazdı. ‘Gitmek istiyorum’ diye düşündü. Bir etkisinin olup olmayacağını bekleyerek ona baktı. Esrod sağ gözünü açtı ve doğruca ona baktı. “Sana öğretmek üzere olduğum teknik, eğer yanımdan ayrıldıktan sonra hayatta kalmak istiyorsan ona ihtiyacın olacak. Ölmen işime yaramaz, aksine yaptığın bu şahane kılıcı biraz daha savurmanı istiyorum.” Dedi sakince. O konuşurken Tengu’ya fevkalade yardımı dokunmuş karga Jack yarım ağaç evin bir köşesine kondu ve sonra yere inip sekerek Esrod’un dizine sıçradı ve orada kuruldu. Karga hem cadı Evergreen’e hem de Esrod’a hizmet ediyor gibiydi.

“Rahjul yanında bir insan ve kardeşi Bahful ile burasının beş haftalık uçuşla güney doğusunda kalan küçük bir krallığa doğru gidiyor. Sanki benim öğrenmemi ister gibiydiler, insan olan, beni gördü.” Son kelimeyi sarf ettiğinde Esrod olabilecek en şaşkın yüz ile kargaya bakakaldı. “Şaka yapıyorsun? Ulu Seraphim’i kim görebilir?” dedi ve kendi esprisine kahkahalar ile gülmeye başladı. Tengu artık Esrod’un ruh halini anlıyor gibiydi, bu kadar çok gülüyorsa canı sıkıldığındandı. Karga ciddiydi, “O adam ile ilgili bir şey var. Wilvarin’in kılıcını taşıyor. Gözleri, delip geçiyor. Ejderhalar onu sürüklemiyorlar, o ejderhalar ile uçuyor.” Dedi tasvip etmez bir şekilde.

Gece bitti ve günün ilk ışıkları ile Jack bahsettiği doğrultuda ufukta kayboldu. Esrod derin bir nefes çekti ve esneyerek yerden kalktı. İşte o an Tengu fark etti ki bağdaş kurduğu sırada aslında Esrod dinleniyordu. Aklında oluşan fikri duymuş olacak ki Esrod cevap verdi, “Elbette, ne sandın beni Orrendeus’un dediği gibi bir tanrı mı?” Esrod gülmüyordu, yüzünde Tengu’nun daha önce hiç görmediği bir sırıtış vardı.

Esrod metrelerce yükseklikteki ağaç evden aşağıya kendini bıraktı ve atlarken Tengu’ya da gelmesini işaret etti. Dev ağacın etrafında ormana girmeden önce geniş bir halkasal boşluk vardı. “Görüyorsun ya burada yaşamayı düşünüyorum. Evergreen bu dünyada ve o gidene kadar ben de buradayım. Kimsenin politikası ile muhatap olmak istemiyordum ama bazı zamanlar istediğini elde etmek için bu işlere bulaşmak zorunda kalıyor kişi. Ne kadar dolaylı yoldan olursa olsun senin bile haberdar olduğundan şüphelendiğim ‘kalbinden geçen arzunu’ yerine getirmek zorundayım Panus denen kılıcı istiyorsam. Çünkü ancak o zaman kılıcın senin üzerindeki hükmü kalkacaktır ve onu taşımama izin verecektir” Esrod bunları söyledikten sonra dudağını hafifçe ısırdı ve tüm ciddiyetini tekrar derin bir kuyuya atmış gibi normal konuşmaya başladı.

“Almanı sağladığım bedenin, zaten yeterince kuvvetli. Ancak onu kullanmasını bilmiyorsun. Sanırım geçtiğimiz aylar içinde savunma ve saldırı pozlarının önemini anlamış olmalısın. En azından artık gagasında dal taşıyan bir tavuk gibi değil daha çok tüylerini kabartan ve pençelerini göstermekten kaçınmayan bir kediciksin. Buranın insanlarına göre sen radohinlerden farksızsın elbette ve sınırın buydu yeni bedeninle. Şu günden sonra sana öğreteceğim her şey hayatını tehlikeye sokacak.  Her öğrendiğin yeni teknik ile ölme ihtimalini arttıracaksın. Temel teknikleri öğrendikten sonra hiç biri kolay değil, her biri ölümcül. Hem senin için hem de üzerinde kullanacakların için. Senin mizacına savunmaya dayalı teknikler yedirmek bir kaplana jujutsu öğretmeye benziyor, imkânsız.” Artık sanki Esrod kendi kendine konuşuyordu. Onunla ne yapacağına karar vermeye çalışıyor gibiydi.

“Bir bina temeli gibisin. Hani yere derin ve geniş geometrik bir çukur açarsın ya, onlar gibi. Ağacı ele alalım. Bu ağaç evin temeli kendisinde saklı, kökleri toprağın derinlerinde dünyanın kemiklerine uzanır. Ancak senin temelin o kadar sağlam değil, buna rağmen geniş. Herhangi bir eğitmen öğrencisine önce temelleri öğretecektir. Ancak bedenin pek çok idmanı atlamanı ve büyük bir sıçrayış yapmanı sağladı. Hayır, aklından ‘Bedenimi nasıl yarattın’ diye geçirme cevap vermeyeceğim. Buna rağmen sana kocaman bir ağaç gövdesi verseydim de aynı işlevselliği taşırdın herhalde. Sana tek bir sanatı öğreteceğim. Uzak, çok uzak bir yerde bilinir. Değerini bil. Bu dövüş sanatının doğduğu dünyada insanlar birbirleri ile hiçbir sebep olmamasına rağmen savaşırlar. Savaşmak için savaşırlar bunun anlamını kavrayabiliyor musun? Ancak bu sayede her hayatta kaldıkları savaşta gelecek nesillerin daha güçlü olmaları adına bir adım daha atmış oluyorlar. En iyi ivmeyi en kabul edilmez yol ile yakaladılar. Bu sanatın adı kendo.

Tengu anlamıyordu. Ne uzak Gond ülkesinde ne de Ulyanor diyarlarında buna benzer bir şey duymamıştı. Savaşa ve dövüşmeye dair bir sanat. Sanki Esrod bu yaygın bir şeymiş gibi konuşuyordu. Tengu’nun aklından anlamazlık geçtiğinde o da şaşırdı, “Ne yani bu ejderhalar ve metal zırhlı askerlerin fır döndüğü gezegende kimse dövüş sanatı kullanmıyor mu?” Kullanılıyorsa da Tengu bilmiyordu. Gond ülkesinde insanların silahlar üzerine tapınaklar kurduğunu ve keşişlerini buna yönelik eğittiklerini duymuştu. Ülkerlerini savunmak için savaşan keşişler olması fikri ona hep tatlı bir hayal olarak görünmüştü.

Tengu ona kendonun doğasını anlatmaya başladı. Tüm gün boyunca sadece oturdular ve Esrod konuştu. Konuşurken elleri boştu ama sanki uzun bir silah tutuyormuş gibi hareketler yapıyordu. “Zihni ve vücudu bir bütün haline getirmektir özü. Eğer sen bacağın ile ne yapabileceğini bilmiyorsan onu yapamazsın, bu kadar basit. Bunun için özünü eğitmen gerekir. Çalışmalı ve ilerlemelisin. Panus ile ben seni Orrendeus’un pençelerinden çekip alana kadar kaç defa gerçekten idman yaptın?” Sorusunun cevabını Tengu’nun alık bakışlarından alınca kaşları kalktı, “Hiç! Seni embesil. Neyse, çok önemli olmasına rağmen ben normal bir usta değilim, daha önce kimseyi eğitmeye kalkmadım ama sanırım seninle bile bu işin üstesinden gelebilirim. Şimdi sana bir öneride bulunacağım. Bu senin için olduğu kadar benim de işime geliyor. Sana kendo öğretebilmem için bana iki ay ver. Bu süreçte Alice’i unutmanı sağlayacağım. Daha sonra da onun yıldırım mı yoksa buz mu olduğunu öğrenmek için ölümüne bir maceraya atılabilirsin. Hayır, bana öyle bakma çok ciddiyim. Eğer kalbini boşaltamazsan, aklını dinginleştiremezsin ve bir kere öğrendiğinde bu bisiklete… Dur onun ne olduğunu bilmiyorsun… Hmm yüzmek gibi! Yüzmeyi bir kere öğrendin mi bir daha unutmazsın. Ancak bunu senin kabul etmen gerekiyor, aklına arzuladığım kadar girebilirim ancak kalbin sana aittir.”

Tengu ikisi karşılıklı öylece otururlarken bir sür e düşündü. Esrod ona hiçbir şey anlatmadan “Daha güçlü olmak ister misin?” demişti sadece. Gerçekten gücü neden arzuluyordu? O ejderhayı Esrod karışmasaydı öldürebilirdi, bunu biliyordu. Gücü neden bu kadar istediğinden emin değildi. “Belki onu korumak istiyorumdur. Ak yüzündeki gülümsemesi kaybolmasın diye onun için savaşmak. Hayallerim onunla olursam değerlerini yitireceklerdir, onun hayalleri benim hayallerim oluverir. Onun yanında olmak için güç istiyor olmalıyım.” Alice’in Kalbini kılıç ile değil sevgisi ile almak istiyordu ama esasında bunu kendisi bile bilmiyordu.

Ancak bu gerekli mi? Zaten yeterince güçlü değil miyim? Bu adam neden bahsediyor böyle. Savaşın sanatı olamaz!” diye düşündü. Bunun üzerine Esrod gözünün önünden kayboldu. Adamın dokunuşunu boynunda kavrar halde hissedince Tengu dondu kaldı. ‘Nasıl? Nasıl bu kadar hızlı olabilir?’

“Eğer kavrayışımdan kurtulursan güçlü olduğunu ben bile kabul ederim embesil öğrencim. Hadi, buyur, dene.” Tengu bağdaş kurmuş halde yerde oturuyordu ve arkasında sağ eli ile boynunu sarmış biri vardı. Aklına gelen ilk şey iki eli ile yere tüm gücü ile vurmak ve kendini mümkün olduğunca yerden havalandırmak oldu. Hamlesine başlarken Esrod onu sırt üstü nefesini kesecek kadar kuvvet ile yere çaldı. Bir kaburgası çatlamış olmalıydı. Bu kez ona dokunmuyordu, “Hadi kalk bakalım, eğer ayakta birkaç saniye durabilirsen gücünü kabul ederim.” Tengu dizi üzerinde doğruldu ve ayakta durmak üzereyken boşlukta ayağı takılarak yere düştü. Anlamıyordu, Esrod kıpırdamamıştı bile. Hiçbir şey düşünmeden tekrar ve tekrar ayağa kalkmayı denedi ama her defasında yüz üstü veya gerçekten rahatsız edici şekilde eklemlerinin üzerine düşüyordu. Sonunda tek yumruk yemeden dayak yemişe döndü. “İşte gücün bu kadar, ayağa kalkamayacak kadar sefilsin. Benim hamlelerimi takip edemeyecek kadar acizsin. Jonnarius karşısında bir saniye bile duramazsın.” Esrod yere tükürdü ve ağaç eve doğru yürümeye başladı. Tengu öfkeli değildi, sadece gerçeği görebilmişti ve gördüğü şey oldukça umut kırıcıydı.

Sabah olduğunda Tengu ağrılar içindeydi. Esrod ona haftalardır ilk kez sabah idmanı yapması için bir şeyler emretmemiş kendi halinde bırakmıştı. Ancak Tengu ona kendisini eğitmesini istediğini söyleyecek kadar öz güvenli biri değildi. Açıkçası oldukça utanıyordu. Onunla konuşmak yerine günlük idmanı önceki günlere benzer olacak şekilde kafasına göre tekrarlamaya başladı. Bu şekilde günler geçti ve sonunda Tengu her gün her kasını çalıştıracak metotların hangileri olduğunu kavramaya başladı. Esrod’un savaş sanatı dediği şeyi öğrenmek istiyordu ama kendisini yeterli hissetmiyordu. Esrod kadar hızlı olmak istiyordu.

Dağ yamacını sırtında kayalar yüklü saatlerce tırmanıyor sonra da yeterince oksijensiz bir yüksekliğe çıkınca sabah egzersizlerini yapıyordu. Ayrıca uzun zamandır kılıcı eline almıyordu. Kılıçsız da bir şeyler yapabilmek için kolları ve bacakları ile çalışıyordu. Esrod’un bir defasında tek eli ile nehir kenarına metrelerce uzaktan bir hareket yaptığında suyun bıçak ile kesilmiş ekmek gibi kısa süre için ikiye ayrıldığını görmüştü. Aynı hız ve güce sahip olmak istiyordu. Kahvaltı için biraz yemiş toplayıp her şeyi baştan tekrarlıyordu. Ne yapacağını bilmiyordu. Sadece her gün bir öncekinden daha hızlı koşmak istiyordu, her gün nehir kenarında Esrod’un hamlesini bir defa deniyor ve başarısızlığı üzerine tekrar çalışıyordu.

Bir gün tuhaf bir durum gözüne çarptı. Yirmi altı aylık yılın on sekizinci aydaydılar ve güney ülkelerinin sınırlarından birindeydiler, buna rağmen Tongudar ayı kar mevsimiydi. Bu diyara geldiğinden beri güneşin konumunu hiç değiştirmediğini fark etti. Ekinoks olmamış ve yedi ay önceki gün sanki sürekli tekrarlanıyordu. Esrod’un ağaç evine geldikleri günü tekrar tekrar yaşıyordu ama bunu daha önce hiç fark etmedi.

Koşarak eve gitti ve bir sürpriz ile karşılaştı. Ne kadar uzun zamandır dağda tek başına çalıştığını bilmiyordu ama bu kadar uzun zaman geçmiş olabileceğine inanmakta güçlük çekiyordu. ‘En fazla üç ay geçmiş olmalı’ şeklinde kendi kendine tekrarlıyordu. Ağaç ev tamamlanmıştı ve gerçekten muhteşemdi. Sanki o zamandan beri ağacın kendisi de boy atmıştı. Evin eksik kısımlarının bazı yerleri ağaç tarafından örtülmüş gibi bir izlenim doğuyordu. Ev ağacın ve ağaç evin birer parçasıydı.

Omzunda beliren nazik bir dokunuş ile irkildi, “Güzel değil mi? Ancak bunu boyamam lazım, tahta kurtları umduğumdan da fazlalar. Geri gelmene sevindim” dedi içten bir gülümseme ile Esrod. Tengu kafasını salladı, ona bakarken hiçbir şey düşünmediğini fark etti. Sanki önceden olduğu gibi fikirlerini okumuyordu. Esrod’un yüzünde eve bakarken öyle huzurlu bir ifade vardı ki sanki meleklere benziyordu. “Biliyor musun ne, burayı Evergreen için yaptım. Tabi yarısını sen yaptın ama amaç önemli” Yine o ince sırıtış. Buraya kendo için geldin değil mi? Kılıcını daha iyi kullanmak istiyorsun?” Tengu kafasını hayır anlamında salladı ve elini bir yumruk yaparak bir poz aldı.

Esrod şaşkındı. “Demek temelleri öğrenmek istiyorsun. Tamam öyleyse. Ancak bir kendoka yumruklarını pek kullanmaz, yine de niyetini sevdim.” Esrod ağaca doğru yürüdü ve gövdesine hafifçe dokundu. Dokunduğu yerden elini çekerken ince ve hafif eğimli,  mükemmel şekilli bir tahtadan kılıç çıkardı. Kılıcı Tengu’ya attı ve kendisi için de bir tane çıkardı. Esrod bir poz aldı ve aynısını alması için Tengu’yu bekledi. Tengu tahta kılıca saf saf bakarken ‘bu adam halen beni şaşırtabiliyor’ diye düşünmeden edemedi. Tengu ağırlık merkezini aynı Esrod gibi ayarlayabilmekten ve sırf bunun bile koca bir gün almamasından memnundu. Sanki vücudu ile ne yapabileceğini şimdi eskisinden daha iyi biliyordu.

Esrod ile birlikte tüm gün boyunca aynı hamleyi tekrarladılar. Çok basitti, sağ ayak soldan biraz öndeydi, bu mesafeyi ileriye doğru kısa bir hareket kazanmak için hamlenin başında alıyordu ve kılıcı kafasının üstünden öne doğru iki eli ile ileriye doğru savuruyordu. Başlarda yamuk savurdu, hamlesini dengesiz başlattı ve beli kütük gibiydi. Bir şekilde kendi kendine yaptığı o yorucu çalışmadan daha zordu. Odaklanmayı gerektiriyordu. Her yaptığı hamle ileriye doğru aynı kavisi çizene ve bacağı aynı mesafeyi aynı sürede alana kadar bunu tekrarladılar. Bir gün almadı, bir hafta sürmedi ama bir aydan fazla zamanlarını aldı. Tüm bu sürede sadece bu hareketi tekrarladı Tengu. Kalbi rahattı çünkü zaman ilerlemiyordu. Ancak bir şey daha vardı, sanki unuttuğu önemli bir şey. Neden orada olduğundan da emin değildi ama kılıcın havayı yırtarken çıkardığını düşündüğü ses dinlendiriciydi. Tengu biliyordu ki zaman ilerlemiyordu. Esrod etrafında zaman onun arzuladığı gibi bükülüyordu. Güneş her gün aynı yerden doğuyor ve aynı yerden batıyordu.

Bilmediği şey oraya geldiklerinde ağacın henüz sadece bir fidan olduğuydu. Esrod ile toplam yirmi altı yıl geçirdiler ve her yıl altı yüz yetmiş dört gündü. Ona koca bir sene gibi gelen zaman ileriye ve geriye doğru yavaşça salınım halindeydi. Öyle uzun zaman geçti ki aklı bilmese bile kalbi Alice’i derinlere gömdü. Kendi arzusu ve Esrod’un omzuna nazik bir dokunuşu ile. Her şey bir kılıç ile kesmek değil, kesmemek ve sevgisi ile bir ejderhanın değil fırıncı kızın kalbini kazanmak içindi. Yirmi altı yıl boyunca onların zaman cebi içinde neler yaptıkları kimsece bilinmez. Esrod’un zaman bariyerinden girdikleri an ile çıktıkları an dışarıda duran bir kuşun gözünden aynı görülebilir. Belki bir kuş değil ama bir radohin bile onları izliyor olabilir. Hatta kim bilebilir, belki radohin’in adı Jonnarius’tur.

[*]Yazarın Notu: Bu bölüm sönük oldu, Esrod ile ilgili bilgi vermek istedim az biraz ve Jack'in Seraphim olduğunu belirtmekti tüm amacım. Bunu diğer hikayelerime bağlamanın zamanı geldi de geçiyor gibiydi zaten. Geçiş bölümü yazmayı hiç sevmiyorum :3[/*]

Çevrimdışı KoyuBeyaz

  • ********
  • 2753
  • Rom: 59
  • Rasyonalist dominant.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tengu: Bölüm 1-9
« Yanıtla #29 : 17 Temmuz 2010, 01:57:34 »
Son bölümün benim için en güzel kısmı bağlamış olduğun seriyide okumamı gerektirmesiydi sanırım. Seraphim adlı hikaye neymiş yahu öyle. (Kokobo! Bende biliyorum bende biliyorum! :P)

Geçiş bölümü olduğu konudan hafif dışarıya yönelmen dışında pek belli olmamış. O yönelmeyi de son paragrafla kapatmışsın zaten, o yüzden hiçte fena durmuyor. Aksiyon sahnesinin yokluğunu da pek hissetmedim okurken, eksik durmamış. Bu hikayenin diğerlerine bir şekilde bağlanacağını açıkçası hiç düşünmemiştim, (her ne kadar diğer öykülerinin hepsini 'henüz' okumamış olsamda) o yüzden sondaki not biraz dumura uğrattı beni. Ama sevinmedim diyemem, bahanem oldu diğerlerini okumak için. (bkz: kendi istediği şeyi bile yapmaya üşenen insan)

Resmin de anlamını kavrayamadığım bir güzelliği var. Bunu da sen yaptıysan 'aşmış' yorumunu iki alanda birden takdim etmek istiyorum. :)
Uzay elbisemle kavgaya hazırım.