Kayıt Ol

Tengu: Bölüm 1-30, final

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Ynt: Tengu: Bölüm 1-9
« Yanıtla #30 : 17 Temmuz 2010, 03:45:05 »
http://www.kayiprihtim.org/forum/kilitler-ve-anahtarlar-derleme-ve-bir-devam-t7371.0.html

Bu başlığın tepesinde bir kronolojik sıralama yapmıştım. Ancak o öykü dizisi kafamda "Kırmızı" adında bir hikayenin parçaları. Diğer yazdığım her şey onlar ile bir şekilde bağlantılıdır. Şu anda hepsinde var olan tek kurgu uyuşmazlığı söz konusu bir karakterin çok isimlilik mizacını henüz dile getirmediğim için Etcrador'un Esrod olmasıdır. Tengu'yu ilk başta hep Esrod'a (bkz: sadete gelmek) hikayeyi bağlamak arzusu ile başladım ama Alice ve Tengu'nun hikayesi tatlı oldu. Alice'în her hikayede aynı ad ama farklı yüzler ile belirmesinin de kendime sakladığım mantıklı bir açıklması var  :P (bkz: süpriz-gerçek son) Tengu yukarıdaki dizginin hiç bir yerine girmiyor. Ayrı ve özgür, yine de bağlamak zorundayım  ;D Resim bana değil değer verdiğim bir arkadaşıma ait. Bana göre fazla renkli ama sevdim bunu.
[*]Küre'ye gelirsen okumama hakkına sahipsin, okuması gerçekten zor, şu anda ben dahi kendi yazdığım o şeyi okuyamıyorum.[/*]

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Ynt: Tengu: Bölüm 10
« Yanıtla #31 : 26 Temmuz 2010, 02:28:04 »
Bölüm 10:


Derler ki evren yaratılırken bir aksaklık olmuş. Düzen kendisini asla açık etmemek üzere tasarlanmış olmasına rağmen kaos o denli başına buyrukmuş ki tüm bu deliliğin ortasında bir kayanın sakince durmasının mantıklı olduğuna karar vermiş. Bunun hiçbir tanrı veya güç ile alakası yokmuş. Bazı şeyler olmaları gerektiği için vardırlar. Başı ve sonu olmadığı anlamına gelmez bu, sadece vardırlar.

Düzen kaos nehrinin önünde durabilecek tek bir kaya bulabilmek için zamanın engin sınırlarına kadar uzanmış. Tüm iradesi ile henüz kalbi atmamış canlıların gelecekteki hayallerini okumuş. Henüz toprak ve su olan ölümlülerin ruhlarını tartmış ve karanlığın içinde ışıksız dolaşmış. Düzen sonunda aradığının hiçbir varlık düzleminde vuku bulmadığına ve bulamayacağına karar kılmış. Ancak soruna bir çare bulmaz ise delilik ve rastgelelik tüm evrenin tek hükümdarı olacakmış. Düzenin kendisi bir kral veya lider olmasa bile doğacak bebeklerin seçimleri için ağlamaklı olmuş. Seçimler yapılamazsa evrenin var olmasının bir manası kalmayacakmış ve Düzen hiçbir emir almadan ve tamamen kendi doğasına aykırı bir eylemde bulunmuş. Aklını ve ellerini yokluğa uzatmış. Yokluk diyarı herhangi bir tanrı veya güç tarafından yönetilmese bile orada nefes almayı seçmiş ve unutuşun tarlalarında sonsuza kadar yürümüş ve yürüyecek bir adam yaşarmış.

Adamın bir adı varsa bile düzen bunu bilmezmiş. Adam onu görmüş ve aklının aradığını anlamış. Adam kötü veya iyi değilmiş çünkü bilinen hiçbir duygu onda olması gerektiği gibi değil, olmaması gerektiği gibiymiş. Cümleleri sessiz, adımları güçsüz ve nefesi havasızmış. Zaten iradesinin kendisini ele verdiği tek an varlığı ile ona anlam katmış düzenin dokunuşunda gerçeklemiş. Adam ona istediğini veremeyeceğini söylemek istemiş. Düzen umudunu kaybetmeden ona sormuş, “bakmadığım bir yer, dehliz, karanlık veya ışığın dağlarında uzanan engin yayla kalmış mıdır? Söyle bana unutkanlığın tarlalarında yürüyen adam. Bilmem gerek” adam ona anlamadan mı bakmış yoksa kesin bir kavrayışla mı düzen bilememiş. Ancak adamın aklı ise, eğer dokunduğu, şunları düşlemiş, “Ben var olabilecekler üzerinde hiçbir irade sergilemem. Ancak hiç olmamış bir olayın tüm hükmü üzerimdedir. Eğer ki aradığın kişiyi hiç bulamadıysan, var olmamış ve var olmayacaksa. İhtimallerin hiç birinde nefes almamışsa mutlaka buradadır. Ancak benden başkası yok burada. Bak sana ne söyleyeceğim, kanımdan bir yudum al. Onu yutma, sakla ve zamanı kolla. Kanı bulabildiğin en saf insanın kanı ile karıştır ve bir kitap yaz. Kitapta senin bildiğin ama senden başka kimsenin bilmediği her şeyi yaz. Eğer ki biri onu okursa aradığın kişi olmak için bir adım atmış olur. Her adımda hayallerindeki olanaksız kayaya benzer ve sonunda sevgili düzen, şampiyonun kaosun girdabında yılmadan dikilir. Biliyorum ki bu kişinin üç ruhu olacaktır tek bir bedende. Ancak bunun karşılığında tek bir arzu sergilerim. Sen düzensin, sana veriyorsam almak zorundayım. Kitabını ilk okuyan insanın adını ben koyacağım.”

Düzen onu anlamadı. Bir ismin neden bu kadar önemli olduğunu bilmiyordu. Onun için aradığı kişi her şeydi. Var oluş amacı var olabilmesi için bu kişiyi bulmasıydı. Sanki o kişiyi bulma yolunda ilerledikçe düzen kendi kendisini sağlayacaktı. Bunu bir şekilde biliyordu. Her şey iyi olacaktı, her şey.

***

Esrod hapşurdu. Tengu duraklayıp ona şöyle bir baktı. “Ne yani burnuma bir şey kaçamaz mı? Bakma bana öyle bende kan ve etim.” Tengu gülüyordu. Ormandan çıktıklarından beri pek konuşmamışlardı. Aslında usta ve çırak olduklarından beridir neredeyse hiç konuşmuyorlardı. Ormanda ne kadar uzun süre kaldıklarından emin değildi ve umurunda da değildi, sanki o süreç hiç yaşanmamış gibi hissediyordu. Ah bir de neden konuşamadığını bilse. Esrod’un söylediğine göre ses tellerinde veya dilinde bir problem yoktu, sorun neyse kafasındaydı. “Gittiğimiz yerde düşük profil sergilemeni istiyorum. Sana öğrettiğim hiçbir şeyi insanların önünde sakın kullanma, normal ol.”

Bunu söylediği adam neredeyse iki metre boyunda ve bir metre genişliğindeydi. Gereksiz tek bir kası olmayan bir devdi. Devin sırtında onun iki katı ebatlarında bir kılıç vardı. Normal hiçbir insanın kaldıramayacağı kılıcı ile bir insandı ve Esrod ondan normal görünmesini istiyordu. Tengu’nun aklındaki iğnelemeyi hisseden Esrod cevap verdi, “Orada birini arıyor olacağız, saçlarının normal rengi geri gelmiş olmalı, benimkilere benziyorlar, onu görünce kesinlikle tanıyacaksın. Küçük bir kız, en fazla on altısında gösteriyor. Gözleri, hmm en son beyazdı ancak yeşili ne kadar çok sevdiğinden bahsediyordu. Neyse onu… bulacağız. En az senin kadar normal birisi. Göz kırpan Esrod’un tavrı Tengu’nun irkilmesine sebep oldu.

Esrod’un tüm yeteneklerine ve gücüne rağmen neden hiçbir ata binmediği, ya da hızlı bir çeşit doğaüstü yolculuk metodu kullanmadığını Tengu o gün bile merak ederdi. Bir keresinde ona, “İnsanlar bir at gördüklerinde ona binmek isterler. Sor bakalım o binilmek istiyor muymuş” demişti. “hayat hızlı yaşanmayacak kadar güzel, akışına bırak, güneş dönsün ve çimenler salınsın. Yürümenin hiçbir kusuru yok, yetişmemiz ne zaman yola çıktığımıza bakar, ne kadar hızlı ilerlediğimize değil” diye o anda bu cümlesini tamamladığında Tengu yine irkildi, bazen aklını okuması onu rahatsız ediyordu. Esrod o sabah çok konuşkandı. Oysa ona kılıç hamlelerini göstermeye başladığında kati bir sessizlik vardı. Ormandan çıktıkları o güne kadar sanki hiç cümle kurmamıştı. Hep kısa birer kelimelik direktiflerdi söyledikleri.

Varmak istedikleri yer Tengu’nun ömründe gördüğü en yüksek surlara ve kulelere sahip bir kaleydi. Aslında tam olarak bir kale demek haksızlık olurdu çünkü içinde bir şehir saklıyordu. Hem de gördüğü en muazzam şehri. Gond’un başkenti Reo kesme taşlardan yapılmış bir sanat eseri gibiydi. Sokaklar o kadar genişti ki yan yana üç at arabası ilerleyebilirdi ve halen biraz boşluk kalırdı. Dükkânlar ve pazarlar her yerdeydi. İnsanlar sanki çeşmeden dökülen havuz suyu gibi sokakları kaplıyordu. Fakir tek bir insan göremedi, ne bir dilenci ne de bir sakat. Her yer temizdi ve düzenliydi. Tengu tam bir kültür şoku etkisinde kaldı. Her yerde insanlar farklı dillerde konuşuyordu ve herkes birbirini anlıyordu. Esrod onu kalabalık bir sokakta durdurdu, “Geçtiğimiz dördüncü kapının önünde toptan kumaş satan yerin hemen yanındaki barda buluşalım, hmm güneş batarken orada olmaya bak. Kalacak bir yerler bakın bu arada ama en önemlisi sana bahsettiğim kızı bul ve ne olursa olsun onu bana getir.” Dedi. Duraksayıp ona gümüş bir çeyreklik verdi. “Bu diğer insanları anlamanı sağlayacak, değerli bir parça ona göz kulak ol”. Esrod hiç olmadığı kadar ciddiydi, hep olduğundan daha insan gibiydi.

Tengu yürüdüğü her sokakta ilgi odağı haline geliyordu. Kafası binaların ikinci kat camlarına kadar yetişiyordu ve insanlar ona yol vermek için geniş bir kavis çizmek zorunda kalıyorlardı. Daha tenha yerlerde yürümeye çalıştıysa da sanki tüm sokaklar genişti bu Reo şehrinde. Saatlerce yürüdü, yürüyüşü boyunca insanlar ona sürekli olarak seslendi. Süslü hanımlar gülümsedi ve lüks giyimli adamlar ona kartlar verdi. Kâğıdın bu kadar kolay harcanması ona çok garip geliyordu. Ona ilgi göstermeyen tek kesim ara sıra gördüğü kel keşişlerdi. Ancak bu keşişler ile ilgili bir şeyler farklıydı, hepsi de silahlıydı ve gerçekten eğitimli görünüyorlardı.

Adımları yavaşladığında ilgisini bir silah reyonu çekmişti. Ömründe görmediği kadar çok çeşitte çelik yüzlerce farklı beden bulmuştu. Kalkanlar, miğferler, gürzler, plaka ve zincir zırhlar, özellikle de kılıçlar. İçeriye girmek için zapt edilemez bir dürtü duyumsadı. Zaten çoktan içeriye girdiğini fark ettiğinde çok geçti, satıştan sorumlu zarif adam ona yönelmişti bile. “Bayım sizin cüssenizde birisi için gerçekten kaliteli bir zırhım var görmek ister misiniz?” dedi. Tengu onu dinlemiyordu bile. Tüm ilgisi En kuytu köşede kalan soluk parıltıya yönelmişti.

“Ah bu çok özel bir parça. Keskin bir gözünüz varmış. Geçtiğimiz hafta kendim için şatodaki baloya giymek niyeti ile bir tefeciden aldım. Tefeci bunu aldığı adamın çoktan ona ihtiyaç duymayacak hale geldiğini söyledi, yazık. Söylediğine göre bu zırhı giyen adam savaş meydanında bir hongathor ile karşılaşmış düşünebiliyor musun? Benim üzerime oldu ama satmak istiyorum, düşündüğüm kadar… bana uygun değilmiş. Her neyse, bir ejderha kadar geniş çeneli, kolum kadar uzun pençeleri ve hele o bakışları vardır hongathorların, duymuş olmalısınız. Kurtlar ile akrabalar diyorlar. İşin güzeli zırh hiç zarar görmemiş, adamı ek yerlerinden ikiye bölmüş sadece…” satıcı durmadan konuşmaya devam etti.

Tengu zırhın göğüs plakasını eline aldı ve soğuk bir his tüm bedenine yayıldı. His omuriliğinde durup ısındı ve beynine çıktı. Zırh kendi dövdüğü her şeyden daha mükemmeldi. Üzerinde silik çizikler vardı, binlerce badire atlatmış olmalıydı bu zırh. Sanki bir insan elinden çıkmamış gibiydi. İlk kez kendisininkinden başka bir işçilik hakkında olağan üstü düşünceler sergilediğini fark etti. Bu zırhı üzerine olmasa bile almak istiyordu. Satıcı onu üzerinde deneyebileceğini söyledi.

Tam bir uyum vardı. Adamın ayna dediği ve onun suretini aynen ona geri veren camın önünde şaşkınca baktı kendisine. Zırh oniks rengindeydi. Bir miğferi yoktu ama sırt kısmında sürgülü bir boyunluğu vardı. Tüm işçiliği sıra dışıydı. Klipsler gördüğü hiçbir imalata benzemiyorlardı. Büyülenmiş gibi kendisini izledi.

Yansımalı camda kızıl elbiseli bir bayan gördü, sokakta yavaşça yürüyordu. Dönüp aniden Tengu’ya baktı. Kuzgun siyahı düz saçları omuzlarından aşağıya dökülüyordu. Kırmızı olan elbise değil bir tür cüppeydi, sanki o gördüğü keşişlerin giydiği şeylerin bir türeviydi. Başlık kısmı gözlerini neredeyse örtüyordu ama zümrüt parıltıyı yakaladığında bunun Esrod’un bahsettiği kişi olduğunu kabullendi. Kız onu görünce bir an durakladıysa da hızla koşmaya başladı.

Tengu içinden küfrederek dükkândan koşarak çıktı. Sanki bir şey unutmuş gibi geliyordu ona ama ne olduğundan emin değildi, tek gördüğü kırmızı elbiseden sarkan kırmızı kuşaklardı. Arkasından bağıran satıcıyı en başından beri nasıl duymamışsa halen duymuyordu.
Sanki biri makas ile tüm elbiseyi bir kale duvarındaki perdenden kesip kızın üzerine geçirmişti. Gördüğü en parlak kırmızıydı. Sokak boyunca insanlar ona hakaretler ederek yolundan kaçındı, gübre vagonu gibi kocamandı ve koşarken işler diğer insanlar için o kadar iyi gitmiyordu. Kız ise aksine tecrübeli bir hırsız gibiydi. Sonunda aniden bir köşeyi döndü ve üzerinde neredeyse hiçbir çıkıntı olmayan metrelerce yükseklikte duvara tırmanarak damlara çıktı.

Tengu Esrod’un “normal ol” tavsiyesini kafasında evirip çevirdi ama kullanabileceği makul bir çıkış yolu bulamadı. “Ne olursa olsun onu getir” de demişti hem. Sırıtarak, ‘tamam öyle ise, kendimi tutacak değilim’ diye düşündü. Tek ve atik bir sıçrayışta kızın bir an önce olduğu noktaya çıktı. Kız arkasına kısa bir bakış attı ve koşusunu hızlandırdı. Kiremitler Tengu’nun ayakları altında çıtırdamıyordu, belki de kızdan daha hafif koşuyordu. Bunu ona Esrod öğretmişti. Hava kararmaya tam olarak başlamamıştı ancak en fazla yarım saati vardı, ustasını yüz üstü bırakmak istemediğini fark edince buna şaşırdı. Esrod’a karşı hiçbir duygusal bağ beslemek istemiyordu. Kafasını silkeledi ve bu işe son verecek hamleyi yaptı.

Mathilda o gün gerçekten şanssızdı. Reo şehrine geldiği gece tüm parasını kaybetti, sabahladığı ve izinsiz girdiği evde ev sahibinin köpeği tarafından sabahın köründe ısırılarak uyandırıldı ve şimdi de bu adam yemek aramak için çıktığı sokakta onu kovalıyordu. Arada gerçekleşen tek güzel şey “Batıya gidiyorum” diyen bir keşişin ona ihtiyacı olmadığını da ekleyerek cüppesini ona vermesiydi.
Adamın aynadaki yansımasında onu arıyor olması ile ilgili düşünceler sezinlemişti ve adam onu tanıdığında kaçmaktan başka bir çıkar yol bulamamıştı.

Neden kaçtığından esasında emin değildi. Belki adam ona parasını geri verecekti? Ama hayır Mathilda babasını tanıyordu, eğer düşündüğü durum söz konusu ise onu bulmak için her türden insanın yardımına başvuracağına emindi. Ancak Mathilda o gün çok şanssızdı, gerçekten çok şanssız.

Bir an damın tekinden ötekine atlarken sonraki saniyede kendisini havada baş aşağı asılı buldu. Şaşkındı çünkü dokunuşu hissetmemişti. Onu kovalayan adam ona yetişmiş ve havada ayak bileğinden onu tutmuştu. “Ama, ama nasıl? Sen kimsin? Bırak beni!” Öfke dışarıya çıkmak istiyordu. Bu nasıl bir yaratıktı böyle, elbisesi o baş aşağı geldiğinde yüzüne yapışmıştı. Utancından yerin dibine girmek istedi. Adam onu öyle bir savurdu ki feleği şaştı. Kendisini az önce atladığı damın köşesindeki kurutulmak üzere serilmiş domates yığının üzerinde sırt üstü buldu. Giysisini düzeltip adama baktı. Güneş batarken başının üstünde dikilmiş ona bakıyordu ve konuşmuyordu. Sonra onun aklına dokundu, “Oku, okuyabildiğini biliyorum.”

Tengu yaptığı şeyden memnun değildi. Kız ağlamak üzereydi ve onu pekte hoş olmayan bir şekilde yakaladığı gerçeğini Esrod’a anlatmak zorunda kalabilirdi. Kız çatık bakışlarını ona dikti, “Eh konuşsana be adam benden ne istiyorsun?” Tengu ona ikinci kez seslendi, konuşamıyordu, aklını okumalıydı. Daha önce dükkanın önünde ayna karşısında yaptığı gibi bir kez daha okumalıydı. Aklında Esrod’un yüzünü toparlamaya çalıştı, ona anlatmak için kıvrandı ama tek olup biten kızın bakışlarının sakinleşmesi oldu. “Bırak beni yabancı. Beni ona götürmek istemezsin. Bulmam gereken biri var”. Adam ne yapacağını bilemedi ama emir emirdi, kafasını olmaz şeklinde salladı. Kız şimdi gerçekten ağlıyordu. Ne yapacağını bilemedi. Kadınlar ile arası hiç iyi olmamıştı zaten. Esrod’un buluşmak istediği yer oradan çokta uzakta değildi. Kızı hiçbir şey söylemden omzuna aldı ve koşmaya başladı. Kız çığlıklar atmaya başladığında insanların bakışlarından uzakta, damlarda olduğuna şükretti.

“Söylesene sen kimseyi sevmedin mi!? O adam benim aşkımın peşinden gitmemi istemiyor, onu sürgüne yolladı düşünebiliyor musun? Ne olursa olsun Enoch’u bulmalıyım be adam!” Tengu denen adam duraksadı. Mathilda ona onun aklını okuyabildiğini açık etmemeliydi. Belki bu sayede onun kendisini babasına götürmeden önce kendisini bırakması için içten bir pazarlık yapabilirdi. Tengu’nun zihnin en derinlerinde ak saçlı ve gümüşgözlü bir bayanın imgesini yakalamıştı ama adamın kendisi bile bundan haberdar değildi. İmgenin üstünde babasının mührünü gören Mathilda gerçek bir şans yakaladığını düşünüyordu. Bu adam bir şekilde kullanılıyor olmalıydı ve bir çaresini bulacaktı. Tam ağzını bu beyaz saçlı kadından bahsetmek için açmıştı ki damda koşan adamın önü şehir muhafızlarınca kesildi.

Tengu durumu değerlendirdi. Reo şehrine geleli bir gün bile geçmemişti ve gerçekten başına bela olabilecek hiçbir şey yapmadığına emindi. Belki bir kızı sokaktan kaçırması dışında ama kimsenin onu gördüğünü düşünmüyordu. Muhafızlar neden onu arasınlar ki? Hem de bu kadar fazla muhafız. Neredeyse otuz kişi saymıştı. Her biri gerçekten çok parlak taşlar ile süslenmiş değerli zırhlar giyiyordu. Bu şehrin insanları hiç anlamayacaktı. Muhafızlardan biri ona seslendi, temkinliydi, “Teng’in Hüsra’nı Çelik adlı işletmesinden bir zırh çalınmış. Bayım eşkal sizinkine birebir uyuyor, lütfen teslim olun ve… uhh, kızı yere bırakın” Adam kırmızı elbisenin ona bakan popo kısmına şaşkınca bakıyordu. Tengu kendisi hakkında o anda bu insanların neler düşündüğünü çok merak ediyordu, aslında tüm bu olanlar ona sadece komedi gibi geliyordu.

Yüz başı Otto ömrü boyunca çok garip şeyler ile karşılaşmış biriydi. Kendi kusmuğunda boğulduktan sonra aslında ölmediği anlaşılan keşler, kendini tahrik olmak için astıktan sonra ölmeyi başaran deliler ve doğurduğu iki başlı bebeği öldürmeden emzirmiş bir soylu. Hepsi ile de başa çıkmasını bilmişti ama bu kadar büyük bir adamın batan güneş altında yirmiden fazla muhafızın bakışları altında nasıl birden bire duman olduğunu kumandanına nasıl rapor edeceğini bilemiyordu. Damdan indiklerinde adamlarına tek bir şey söyledi, “bu yaşanmadı beyler. Haydi herkes güzergahına.”

Çevrimdışı KoyuBeyaz

  • ********
  • 2753
  • Rom: 59
  • Rasyonalist dominant.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tengu: Bölüm 1-10
« Yanıtla #32 : 26 Temmuz 2010, 03:11:58 »
Ahahaha, sonuna çok güldüm gece gece, kesin birilerini uyandırmışımdır.

Yeni bir karakterimiz ve hikayenin bir farklı kolu daha. Gerçi eminim bununda diğer olanlarla bir ilgisi var ama ne çıkacak altından merak ediyorum. Esrod'un kim olduğu da giderek daha çok merak konusu haline geliyor, farklı farklı tavırlar kız kaçırma istemeler falan hayırlısı bakalım :P

Tengu'nun hareketleri neden bilmiyorum çok hoşuma gitti bu bölümde. O kadar doğal olmuş ki, sanki adamı kırk yıldır tanıyorum da 'haha al işte bizim Tengu' der gibi okudum. Giderek daha sağlam oturuyor kafaya, karakter ve işleyişi gerçekten etkileyici.

Her bölümde ayrı bir ek olmasına rağmen bir arada durması da başka bir hikayede de söylediğim gibi takdir edilesi.
Uzay elbisemle kavgaya hazırım.

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Ynt: Tengu: Bölüm 1-10
« Yanıtla #33 : 26 Temmuz 2010, 07:54:13 »
10. bölümü genişçe bir sırıtış ile yazdım, aynı hissi okuyucunun da hissetmesini amaçlamadım aslında ama fena durmadı sanki. Mathilda'nın kim olduğunu biliyor olmalısın KoyuBeyaz, yoksa zaten bölüm boyunca onun kim olduğu bilinmiyorsa ya da hikayenin gidişatından "bu kesin şudur" gibi bir çıkarımda bulunulamıyorsa aslında oldukça boş bir bölüm olduğu görülecektir. Adı geçen Enoch ve "Book of Order" mevzusu da aynı şekilde diğer hikayelerde geçen isimler (burada Book of Order ismi ile geçmiyor tabi, ve diğer hikayelerde de o ismi almadı ancak Genkai adlı öykü neredeyse tamamen o kitabı işliyordu)

Son bir karakter daha kaldı sahnede yer alması gereken. Hadrhune, gerçek kötü adam  >:D

Çevrimdışı KoyuBeyaz

  • ********
  • 2753
  • Rom: 59
  • Rasyonalist dominant.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tengu: Bölüm 1-10
« Yanıtla #34 : 26 Temmuz 2010, 23:30:00 »
Ah, nasıl dikkatsiz okumuşum ben bunu. Yalnızca Umut ve Obliu hikayelerini henüz okumadım fakat Mathilda'yı nasılsa hiç hatırlayamamıştım okurken. Eh, yorumu gece 3:11 de yapmışım ona bağlıyorum. (bkz: aradan sıyrılmaya çalışmak)

Tamam, şimdi olayın nasıl bağlanacağını daha da merak etmeye başladım işte. Sanırım son iki hikayeyi de okumam gerek, çok karıştı yahu.

Ayrıca Hadrhune'u hatırlıyorum Genkai'den. O adamın olaya girişini oldukça merak etmekteyim.
Uzay elbisemle kavgaya hazırım.

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Ynt: Tengu: Bölüm 11-12
« Yanıtla #35 : 14 Ağustos 2010, 04:42:28 »
Bölüm 11:[*]Bu bölümü okumadan önce "Seraphim" ve "Obilu" adlı iki öykümün sıra ile okunması kavrayış açısından önemlidir[/*]


“Hadros’un mikro kütle bağımsız genleşme formülünün neden son yıllarda önem kazandığını hanginiz özetleyecek?” Dedi sıkıcı bir ses ona rüyalarının en derinlerinde. Başka bir ses ise ‘Enoch uyan!’ diye figan etti. Oturduğu yerden dimdik ayağa kalktı ve ezberden soruyu cevaplamaya başladı bile.

“Çünkü kütlelerin izafi çekim gücünün var sayımsal olduğunun kabulünün üzerinden uzun zaman geçmesine rağmen Hadros teoremi dışında hiçbir başka açıklama pratiğe uyarlanamamıştır” dedi nefes bile almadan. O konuşurken süre gelen sessizlik birkaç saniye daha devam etti ve sonra tüm sınıf kahkahalar ile gülmeye başladı. Eğitmen de gülüyordu ama daha usturupluydu. “Cevabın için teşekkür ederim Echon, lütfen dikkatini kaybetme.” Oğlan diğer herkesin düşündüğünün aksine utanmadı esasında ama üzgündü.

Üzgündü çünkü o rüyayı biliyordu. Uyumak ile ilgiliydi her şey, uyuyabilmek için yaşıyordu ve gerçekten onu tek ilgilendiren tek şeydi aslında bu rüya. Rüyalarını gerçeklikten daha çok seviyordu. Öyle ki rüyalarında hep başka insanlar görürdü, bilmediği, daha önce karşılaşmadığı kişilerden oluşurdular hep. Ancak değişmeyen bir şey olurdu, adı. Echon adı ona Enoch adından daha yapmacık ve basit geliyordu. Hayatı boyunca yaşadığı ülkesinde eğitimi için şehir şehir gezdiği yirmiyi aşkın yıl boyunca bu isim ile gezen kimse duymamıştı. O zaman kimdi bu Enoch? Rüyalar gerçeğin benliğe yansımaları değilse neydiler? Echon’u sadece diğerleri onu öyle çağırıyor diye benimsemişti belki ama Enoch’u kendisine hep daha yakın buldu.

Sadece insanlar da değil, yeni şehirler, ülkeler, diyarlar, ormanlar ve dağlar düşlerdi. Yaşadığı yerde hiç kayda geçmemiş hayvanları görürdü rüyalarında. Pek çok kez gördüklerini yazmayı ve resmetmeyi denedi. İnsanlar onu anlamadılar. Yolanovalon ülkesinde mantık ve ona ulaşmak için gidilecek yol dışında diğer her şey önceliksiz ve gereksiz kabul edilirdi. Resmettikleri eğer inşa edilebilecek, kurulabilecek veya üretilebilecek herhangi bir ürüne ait değilseler kesinlikle değersiz kategorisini boyluyorlardı. Echon’un resmettiklerine isim verebilen bile olmadı, onlar çöptü.

Ancak düşlerinde resimlerine bakan ve onu öven birisi ile karşılaştı. Adı Mathilda idi. Onun gerçek biri olması oğlanın hayatında en çok istediği şeydi. Boş zaman bulduğu her anını kendisini uyumaya zorlayarak geçiriyordu. Bazen günlerce uyuduğu oluyordu. Son haftalarda iyice zayıf düştü ve hastalandı, kendisini toparlar toparlamaz da sınıfın alay konusu oldu.

Ona ismini soran yeni yıl öğrencilerine kolayca Enoch dediğini fark ettiğinde çokta şaşırmadı aslında. Pek çok kişi onu tanıyordu. Çok uyuduğu ve çelimsiz olduğu ya da tuhaf resimler ve yazılar yazdığı için değil. O bir dahiydi. Tamamen rast gele zamanlarda ve şiddette beliren depremleri düzenli hale getirebilecek ve ön görülenlerin aksine sonik bir sistem olmayan Utenograf buluşunun temel taşını atmış biriydi Echon.
Bu ilk yıl ondan “Orijinal bir ödev” vermesi istendiğinde olmuştu. Echon nasıl etrafındaki insanlar onun hayallerine zaman ayırmaya tenezzül etmiyorsalar o da onlara ilgi göstermiyordu ve işlerini çarçabuk başından atma eğiliminde bir mizacı benimsemişti. Rüyalarından birinde seyahat ettiği ülkede cihazın yaygın kullanımını görmüş ve onu gerçek yaşamındaki mevcut bilgisi ile birleştirmişti.

Amaç sismik hareketlilikten düzenli ve sürekli enerji eldesiydi ve projesi eğitmenler arasında bile büyük bir sansasyon yarattı. Yolanovalon da öğrencilik yapmak zorunluydu. İnsanlar doğumlarında ailelerinden alınır ve yurtlara verilirdi. Duygulara ve diğer gereksiz zaman kayıplarının önüne geçmek için bunun gerekli olduğu kadim zamanlarda kabul edilmişti ve kimsenin bir itirazı yoktu. Sosyal araştırmalara göre insanlar ebeveynleri ile zaman geçirdiklerinde kimliklerini ancak yarı yarıya kazanabiliyorlardı ve bu yüzden yapılan şey olmazsa olmaz bir önlemdi. Açıkçası Echon’un umurunda değildi. Tek istediği özgürce rüyalarında kalabilmekti.

İşte o zaman ilk kez aklına geldi, okulunun son senesinde artık bir asistan olduğu zamanda. Sınıfta alay konusu olduğu günün ardından on iki yıl geçti. O güne kadar gerçeklikte aldığı her nefesin aslında ne kadar gereksiz alınmış olduğu ihtimali aklını kararttı ve eğer hayatı son bulursa sonsuz uykunun başlayabileceği olasılığını ele aldı. “Eğer duyumsadığım her şey bana güzel gelmekten çok uzaksa ama sadece güzel olana ulaşmamda bir aracı olarak sürdürülmeleri gerekiyorsa fikrim düşer. Buna rağmen güzelin benim hayatım son bulduğunda bile yine Enoch için ayakta durmayacağını kim iddia edebilir ki. Aksini düşünmek de bu yönde düşünmek kadar hayalperestlik olmaz mı?”

O bunu sesli biçimde düşünürken bir yandan da gecenin loş çift ay ışığının vurduğu geniş camların önünde konuşlanmış beyaz tahtayı formüller ile dolduruyordu. İşin içinden çıkamıyordu. Arkasından yaklaşan topuklu ayakkabıların ritmini duymadı.

“Böyle düşünmek için çok genç değil misin? Belki güzeli burada da duyumsarsın bir gün ve sırf bunun için bile yaşamaya devam etmeye değmez mi?” dedi bir bayanın sesi. (artık herkes ona bu şekilde sesleniyordu) Kadın ellilerine yaklaşan genç bir kadındı. İnsanlar öğrenimlerini artık kendi kendilerine yürütebildikleri yaşa geldiklerinde çocukluktan çıktıkları var sayılırdı. Bu yüzden Dekan Tarhessa konumu için çok gençti. Yolanovalon insanları yaklaşık dört yüz yıl yaşayabiliyorlardı.

Enoch Tarhessa’nın yaklaşımını cevapladı, “Saygı değer Dekan. Eğer yaşam sadece güzel olana ulaşmak isteyenler için varsa bir yerlerde hata olmalı. Ancak başka makul bir sebep bulabilmek imkânsız. Daha çok öğrenmek için yaşamak kadar ve hatta yaşamı yaşam için yaşamak kadar…”

Sözlerini bitiremedi. Enoch biliyordu ki umutsuzluğun kapıları onun için aralanmış ve artlarındaki bilinmezlik suratına gülümser haldeydi. Kadın alnını kırıştırdı ve elini çenesine koyarak dev beyaz tahtayı inceledi. “Seni tanımasam Hadros’un teoremini kanunlaştırmaya çalışıyorsun derdim. Bunu neden bu kadar kafaya taktın anlamıyorum. Çekim her problemin anahtarı niteliğinde.”
Kadın konuyu fazla ani değiştirmişti. Enoch ne diyeceğini bilemedi. Uzun zamandır hayallerini insanlara anlatmıyordu çünkü ne kadar denerse denesin onu anlamıyorlardı. İç çekti ve masaya yöneldi. Kalemi masaya koyarken vereceği akıl dolu karizmatik cevabı kafasında evirip çevirdi ama bir ses her şeyi darmadağın etti. “Anlat ona Enoch!”

Tarhessa donup kalan öğrenciyi bir süre süzdü. Sanki kalemi masaya koyarken zaman onun için durmuş ve devam etmeyi reddeder haldeydi. Enoch dudaklarını yaladı ve kalemi tekrar sıkı sıkıya kavrayarak tahtaya yöneldi. “Dekan, size anlatacaklarımı kimseye anlatmayacağınıza söz vermelisiniz. Zaten inanacaklarını da zannetmiyorum.” Neden böyle söylüyordu. Tanıdığı en rasyonel insanlardan biriydi Enoch ama sanki o anda başka biriydi. Ruhsal çöküntü yaşar gibi bir hali vardı. Temkinli olmak adına birkaç adım geriledi ve onu izledi. Zaten akşam evinde yapacak başka bir işi veya ondan genç bir öğrenci ile zaman geçirmenin hiçbir kötü yanı yoktu.

Enoch tahtaya öyle bir şey yazdı, formülü öyle bir satır ile devam ettirdi ki Tarhessa’nın aklı bir an için kitlendi. Kaşları kalktı ve sadece “ama neden?” diyebildi. Kafasını onaylamaz şekilde sallıyordu, “Gofsa’nın partikül hız limitleyici yasasını biliyorsun, daha hızlı ilerleyemezsin. Sen ise onun yedi katı hızında gitmekten bahsediyorsun. Bu delilik!”

“Eğer yedi farklı zaman diliminde birbirinden haberdar yedi aynı partikül eş zamanlı yol almaya başlar ve aynı doğrultuda ilerlerse sorun olmayacaktır” dedi sadece. ‘Haberdar’ mı demişti yoksa Tarhessa mı yanlış anlamıştı. Atomların birbirinden haberdar olmalarının ne gibi bir önemi olabilirdi ki? Enoch’u hiç böyle görmemişti, adam genişçe gülümsüyordu. “Ne düşündüğünüzü biliyorum, imkânsızı imkânlı kılmak için bir başka imkânsızı alt etmek gerekiyor. Cevabın hiç birimizin bakmadığı bir yerde olduğunu düşünüyorum. Kafama takılan şey budur.”

Kadına yavaşça yaklaştı ve onun şok olmuş bakışları altında kulağına eğildi, “Düşlerimiz” diye fısıldadı ve onu orada öylece bırakarak sınıftan usulca ayrıldı. Enoch’un karşısında duranı görmesi için bunu önce başkasına anlatması gerekiyordu. Kafasındaki ses ona hiçbir zaman ihanet etmemişti ve bu kez kendisini aşmasını sağlamıştı. “Son bir kez uyumalıyım, uyandığımda tekrar bu dünyada olmayacağım. Geniş düzlükler ve Mathilda beni bekliyor. Biliyorum diyarların prensesi orada tahtından inmiş beni arıyor. Kral’ın gazabından korkmadan izimi sürüyor. Ben kimim ki onun arayışına bel bağlayayım. Elimden geleni yapmalıyım. Enoch bin dört yüzüncü çoban yılının altıncı güz arifesinden önce Yolanovalon topraklarında nefes almayı kesti. Bir sonraki soluğunu apayrı bir gezegende aldı. Uykusunda düşlerin yedi basamağını tek tek tırmandı ve ona zorla unutturulmuş bilginin kırıntısı ile yitik sevgilisinin peşinden gitti.

***

Onun gittiği sabah tek odalı öğrenci evinin kilitsiz kapısından pejmürde ama temiz paçavralarına sarınık başlıklı bir adam girdi. Adam güçten düşmüştü. Sıcak yatağa elini koydu ve dinlenmek için biraz oturdu. Odayı inceledi. Tüm duvarlar boş yer bırakmamacasına yazılar ile doluydu. Yatağın altına elini uzattı ve ne var ne yok bakındı. Yüzlerce resim yaprağı çıktı ortaya. Başlıklı pejmürde adam gülümsedi. Bir yandan da biraz ağlıyordu. “Burayı hatırlıyorsun evlat. Gerçekten beni dinlemişsin. Vay be! bunu ben bile unutmuştum!” İç çekti. “Sana bunu yapanı bulacağım ve ona seninle ne derdi olduğunu bir güzel soracağım.”

O kâğıtlara bakarken kapı çalındı ve cevap beklemeden içeriye biri girdi. Bir kadındı. Belli ki sabahlamıştı, gözlerinin altı mosmordu. “Size yardımcı olabilir miyim?” dedi sevecen bir şekilde başlığını kaldırarak adam ona. Kadın ne diyeceğini bilemedi başta, “B-benim adım Tarhessa. Enoch adında bir öğrenciyi arıyordum. Bana burada kaldığı söylendi. Onunla çok önemli bir mevzu konuşmam gerekiyor.” Kadın öyle hızlı konuşuyordu ki adamın ağzı hafifçe açık kaldı. “İsmim Obliu. Enoch’un arkadaşıyım ancak burada değil. Bana sorarsanız henüz ayrılmış ve onu bir daha göreceğinizi hiç zannetmiyorum.”

Adam evden ayrılırken elinde tek bir resim vardı. Küçük olanlardan biriydi ve biraz da özensizdi. Ama özensizliği ona ilgi gösterilmemesinden değil de sanki hakkında betimlenebilecek fazla şey bulunamadığından böyleydi. Elleri sargılı bir adam resmedilmişti. Bol kıyafetler giymiş ve saçları kömür kalem ile inanılmaz bastırılarak çizilmişti. Obliu resmi katladı ve iç cebine kaldırdı. ‘Şimdi tek yapmam gereken uyumak. Ama bunun için çok yorgunum. Biraz zaman harcayabilirim, görünüşe bakılırsa ufaklık kendi başının çaresine bakabilecek halde’ diye düşündü.

Bunun yanında kafasını kurcalayan bir şey vardı. Resimlerin arasında en çok tekrar edenini unutamıyordu. Her birinin yüzü, saçı, gözleri, boyu kısacası her şeyi farklı çizilmiş olmasına rağmen pek çok bayan resminin her birinin altında Alice yazıyordu.

Bölüm 12:[*]Bu bölüm öncesinde "Genkai" ve "Kilitler ve Anahtarlar" adlı iki öykümün sıra ile okunması kavrayış açısından önemlidir[/*]


Tüm gece boyunca ustası yakalamasını söylediği kız ile bir pansiyon odasının fazla kullanımdan değilse bile uzun süre var olmaktan eskimiş tahta masasının başında oturup konuştular. Tengu her fırsat bulduğunda dinlenmeyi ve uyumayı adet edinmiş biriydi. Konuştukları arasından sadece birkaç önemli olabilecek kelime o istemese bile aklında kaldılar. “Alice, Hadrhune”

Günün sabahında uyandığında ellerine baktı. Önce içlerine sonda dış yumruk kısımlarına. Bunu da her sabah yapar hale geleli ne kadar oldu bilmiyordu. Hiç esnemezdi. Kemikleri uyandığında hiç kütlemez, hiç ağrı çekmezdi. Doğrulup bakındı. Kız köşedeki yatakta kıvrılmış halen uyumaya devam ediyordu. Balkondan bir tıkırtı geldiğinde dikilmiş doğan güneşin ışıklarını izleyen Esrod’u gördü. Esrod tütünü pipo ile içmezdi. Daha küçük taneler haline getirir mısır kurusu yapraklara sarardı. Tengu onun içtiğini nadiren görürdü ve o gün diğerlerinden farklı bir gün olacağını sadece buna bakarak söyleyebiliyordu.

Ona “Usta, düşüncelisin” demek isterdi. Evet, her sabah ilk ne zaman konuşmayı tekrar arzulayacağını beklerdi. Rekoru tüm gün boyunca aklına gelmemiş olmasıydı ama bu pek tekrarlanmazdı. Balkondaki adam dönüp ona baktı. Tengu ilk kez o anda Esrod ile ilgili yeni bir şey düşündü. Ustası olması ve ona saygı duyması dışında bir şeydi bu. Minnetti. Eğer ki o olmasaydı ne halde yaşamını sürdürürdü bilmiyordu. Akşam yemeğinde yediği üzüm ve tavuğun ya da sabah uyandığında baktığı ellerindeki kıvrımların değerini diğer tüm insanlardan daha fazla biliyordu Tengu ama bunların hepsini bir şekilde Esrod’a borçlu olduğunu hissederdi. Ancak bu kez öyle değildi. Sadece onun ağırlığını değil anlayan ve ilgi duyan yanını hissediyordu.

Esrod ile güneş doğarken konuşmadan öylece uzun süre birbirlerine baktılar. “Uzun bir gün olacak.”Bunu öylesine söylememişti. Son nefesini de tütününden çektiğinde gözleri Tengu’nun yeni zırhına kaydı. “Bunu nereden buldun? Bana tanıdık geliyor.”

Tengu şaşırdı. Zırhı alelade bir demirci dükkanından satın almıştı. Üstelik satıcının kendisi bir demirci değildi. Esrod aklından geçenleri gördü ve burun kırıştırdı. “Sana şimdiden söylüyorum. Bu zırh ile ilgili tekinsiz bir his var. Aynı havadaki sülfür gibi.” Tekrar güneşe gözlerini çevirdi. “Bak, günün ne zaman başlamayı seçeceği hiç belli olmaz. Bence zırhını giymeye başla ve kızımı uyandır. Sakın boynundan yaklaşma mümkün olduğunca uzaktan dürt, yoksa kellenden olursun.”

Tengu anlamadan Esrod’u dinledi. Giyindi ve Mathilda’yı söylediği gibi temkinle uyandırdı. Kız çıngıraklı yılan gibi aniden dikildi. Elinde kısa ama kullanışlı bir hançer vardı. Uyandığı o an Tengu kızın gözlerinin ve saçının parlak bir beyaza çaldığı saliselik bir kare olduğuna yemin edebilirdi.

“Neden bu kadar erken?” dedi kız Esrod’a hitaben. “Bana kalsa biraz daha zaman harcayabiliriz. Ancak burada dikildiğimiz her dakika gözlerini bana dikmiş meydan okuyan bir devin sabrını taşırmaya o kadar yaklaşıyoruz ki, bu düşünülemez. Bu şehir her ne kadar kökünden çürümeye başlamış olsa bile halen yaşayanlarının canlarına saygım var.”

Tengu o an fark etti. Güneş doğarken ışığını arkasına alan ve gözden kaybolan bir gölge vardı. Esrod doğruca o karaltıya bakıyordu. Dikkatli bakılmadıkça seçilemeyen bir şeydi çünkü insanlar doğal olarak güneşe bakmaktan kaçınırlardı.

“Ah Mathilda, kızım, neden hiç olmadık insanların hayallerine girdin. Neye güvendin? Onların günlük hayatlarından sıkılıp senin yarattığın ilizyonların peşlerinden mi gideceklerini düşündün? Bunun gerçekten bir iyilik olduğunu sanarak yaptığına inanmak istiyorum. Gerçekten istiyorum. En olmadık insanların en olmadık diğerlerine âşık olmalarını sağlayarak onlara bir yaşama amacı vermenin bir fark yaratacağını düşünmüş olmana inanmak istiyorum.”

Şehir sokaklarında koşarlarken Esrod kızına bunları söylüyordu. Sanki Tengu’nun da duyması için özel bir gayret harcıyordu. Mathilda sanki hiç duymuyormuş gibiydi. “Ama baba, Enoch denen adamı görmedin mi? Gerçek aşkını bulduğunda ne kadar mutluydu.” Dedi pekte gönülden sarf edilmemiş sözler ile. Tengu kızın sanki konuşma devam etsin ama başka bir mevzua girilmesin diye özen gösterdiğini düşünüyordu.

Şehri öyle hızlı terk ettiler ki öğlen olmadan o güzelim kulelerin tepeleri bile görünürden çoktan kayboldu. Kız da babası gibi sıra dışı bir yapıda gibiydi. Onun yaşlarında başka bir genç kız olsa çoktan dert yanmaya başlardı. Vücudu atletik değildi ve bacakları kısaydı. Nasıl bu kadar hızlı koşabildiği konusunda Tengu’nun hiçbir fikri yoktu. Esrod sağ işaret parmağı ile sertçe Tengu’yu göstererek, “Bak hayatını mahvettiğin adamlardan biri de bu! Ona anlat bakalım gerçekten duyarlı bir karşılık verebilecek mi?” dedi tüm bu uzayan tartışmaya nokta koyarcasına.

Tengu halen anlamıyordu. Gerçekten müthiş bir hayatı yoktu ama dert yanmasını gerektirecek bir şey de yoktu hani. Sadece kafasında beliren bazı imgelerin nelere ve ne zamana ait olduklarını kestiremiyordu hepsi bu. Kız kararlı bir ifade ile dönüp ona baktı. “Beni dinle insan.” Dedi hiç takınmadığı bir ses tonu ile. Tengu nedense diz çöküp dinleme gereksinimi duyumsamış olsa da bunu bastırdı.

“Senden özür dilemeyeceğim. Yaptıklarımın hepsini doğru olduğunu düşündüğüm için yaptım. Bu evrende acı çektiği için acı çektiren insanlar yaşamakta. Ailem, evet babam da buna dâhil, diğer pek çok varlıktan daha varlıklı bir kavrayışa sahiptir ve bunu gerekli gördüğümüz her anda kullanırız. Bu acı dolu insanların Alice adını alacak ve yaşadıkları dünyada bir çeşit ikon, idol, kule, belirli bir görsel veya kaçınılmaz bir karşılaşma ile hayatlarını çarpıştırmalarını garantilemek üzere sorgusuz bir hüküm verdim. Kimileriniz buna efsun, büyü, tılsım veya benzeri isimler takar ama hayır bu bir hükümdü ve belirttiğim hüküm gerçekleşmek zorundadır. Durum şu ki Alice’i ne olursa olsun takip etmek zorunda kalan adamların sayısı hayal edebileceğimden dahi fazla oldu. Bu fikir hayatının aşkını ararken ruhunu pişirip olgunlaştırmış bir adamın ilanı aşkına maruz kaldığımda kafamda çakmıştı ve şu anda bile yaptığımdan pişman değilim. Son olarak söylemem gerekir ki, çünkü sevgili babam senin aklında belli bir imgeye sağlam bir hüküm mührü yerleştirmiş durumda; sen de o erkeklerden birisisin.”

Tengu kızın resmi bir dil ile söylediği ve bir şekilde her kelimesi kafasına kazınan konuşmasını evirip çevirdi. Son cümlesinde bahsi geçen mührün kırıldığına emindi de. İkiliye baktı. İkisi de ondan bir tepki bekliyordu. Tengu kızgın değildi, aksine sabah Esrod’a ne kadar minnettar olduğunu düşündüğü kadar, tüm bunları ona anlattıktan sonra, kıza karşı da minnettardı. Kocaman kollarını açtı ve ikilinin şaşkın bakışları altında ancak göğsüne kadar gelen kıza sarıldı. Kızın sırtı onun kolları ardında gözden kayboldu. Esrod kahkahalar ile gülüyordu. “Bunu bir çeşit ceza olarak alabiliriz sanırım.”

‘peki, o ne?’ diye düşündü Tengu. Üçlü bir orman açıklığında arkalarını kayalık bir tepeye verdiklerinde durmaya karar verdiler. Düşünceyi cevaplayan Mathilda oldu, “Hadrhune. Hükmün karşılaşmasını umabileceğim varlıklardan birisi değildi.” Sözleri acıma doluydu. Esrod onun yerine konuşmaya devam etti. “Hadrhune bir gölgedir. Gücü ne hükümden, ne insani büyüden ne de ruhun ateşinden gelir. Gücü yoktur, basittir, yalın ve hiçliktir. Ancak ona çok yaklaşırsan yokluğun ne kadar muazzam olduğunu bir nebze olsun tadabilmeni sağlar. Bir bakışı ile yıldızları basit birer kaya parçasına dönüştürebilir. Tek bir dokunuşu ile hiç doğmamış olursun. Senin etrafındaki kader yeni baştan örülür ve hiçbir öteki paralel evrende de varlığın devam etmez.” Esrod bunları yere elindeki bir taş ile garip desenler resmederken söyledi.

Kaldığı yerden yine onun gibi desenler resmeden kızı devam etti, “Alice adında bir demirciye âşık oldu. Görüyorsun ya bir devamlılık olmak zorunda. Sen de Alice adında bir Radohin’e âşık oldun. Ve bir yerlerde bir Radohin de başka bir Alice’e âşık olmuş olmalı ki bunun olasılığı bile beni güldürmekte. Benim yapmış olmak istemediğim şey, sizlerden birinin, yani Alice kovalayanlardan, babam ile karşılaşmasını sağlamaktı. Bu ya tamamen kozmik bir tesadüf ya da Hadrhune’un eseri. Çünkü ancak ve ancak onun dönüştüğü ‘şey’ bizim hükmümüzü eğip bükebilecek kudrette. O da bir zamanlar bir insandı…” Esrod’un bir bakışı kızın sözünü kesti. ‘Devam etme’ der gibiydi.

“Hmm, aceleye geldi ama sanırım tamamlandı. Eksik yok gibi. Çırak, sana güveniyorum. Onun gözlerinin içine bakma yoksa ruhunu söndürür, dokunma veya aldığı nefesi içine çekme aksi taktirde yaşamamış olursun. Çok basit.” Esrod elini güven verircesine Tengu’nun omzuna koydu. Koca adam şaşkındı, ‘ne, nasıl yani onunla ben mi çarpışacağım? Kılıcımı kullanmam için bana izin bile vermedi uzun zamandır.’ Diye düşündü telaşla.

***

O bunları düşünürken güneş perdelenmişti. Havada şehirde Esrod’un belirttiğinde fark etmemiş olsa bile aslında bir sülfür kokusu olduğunu düşünmeye başlamıştı. Esrod ve kızı yere kazınmış rünlerin ortasında gözden kaybolalı sadece dakikalar geçmişti. Neden gitmek zorunda olduklarını çok basit bir şekilde anlatmaya çalışmıştılar. Eğer Hadrhune ile aynı ortamda bulunursalar bırak o şehir ve ormanı, gezegenden geriye bir şey kalmazmış.

Yine de Tengu mutluydu. Kılıcı Panus tekrar elindeydi. Kaybettiği anılar, her ne kadar bir kısmının yapay olduğunu öğrenmiş olsa bile, ona geri dönmüşlerdi. Üzerinde yeni bir zırh vardı ve orada ölebilirdi. Daha başka ne isteyebilirdi ki. Eğer oradan sağ çıkarsa Esrod ona kızının Tengu üzerindeki hükmünü kıracağını söylemişti. İmkansız bir hasım olsa bile karşısındaki, savaşacaktı.

[*]Gece vakti kardeşimin bilgisayarını gasp ettim, kağıda döktüğüm kadarını hızla klavyeledim. İkinci kez gözden geçirmemi sağladı bu ve bölüm 12'yi silerek (ki bundan çok çok çok farklıydı) baştan yazmamı sağldı vaziyetim. İnsanın kendi bilgisayarı gibi yok bunu anladım bir de. Neyse, kısa oldu bunlar ama hadi bakalım[/*]

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Ynt: Tengu: Bölüm 13
« Yanıtla #36 : 15 Ağustos 2010, 04:13:05 »
Bölüm 13 [*]Not: amelie soundtrack, 05 La Noyee ile yazılmıştır. Okurken dinlenilmesi salık edilir[/*]


Gök karardı. Güneşin krallığında yıldızlar açıyordu ve her birinin ışığı en uzağa kaçmak istercesine her an kaybolmaya biraz daha yaklaşıyor gibiydi. Önce tüm mavilik kayboldu, sonra Tengu’nun çevresindeki yaşama dair tüm izler silikleşti. Ağaçların damarlarında akan öz ve üzerilerinde yaşayan hayvanların kanı tek nefes içinde durdu.

Hava öyle karanlıktı ki görmek için ışığa ihtiyaç duymuyordu. Farklı bir krallığa adım atmış gibiydi. Öyle bir krallık ki burada ışık anlamsızdı. Sanki belli sınırlar kalkmış ve Hadrhune yenileri ile ona bir düello sunmuş geliyordu. Hazırlanması için zaman tanımadan saldırıyordu. Tengu Esrod’un ona söylediği her şeyi unuttu. Zırhının miğferini aşağıya indirdi ve kılıcını sapladığı topraktan çıkardı. Yan yüzü yüzüne gelecek şekilde dik tuttu ve yavaşça keskin yanını yüzünü karşıdan bakıldığında ikiye bölercesine görüntü sunacak şekilde önünde tuttu. Ayaklarını yere sıkı bastı. Ardındaki kaçışı olmayan kayalık tepe ona bir şekilde güven veriyordu. Gölge tepesinde onun sevdiği ve her gün görmekten mutluluk duyduğu onca güzelliği kaplarken Esrod’un sözleri aklından silikleşti. Sanki taktığı miğfer ona başka şeyler fısıldıyordu.

“Ne olmuş yani, o eğer bakışı ile güneşleri kurutabilense sen de bu kılıç ile her şeyi kesebilecek birisisin. Sen bu kılıcı bir radohinin kalbini sökebilmek için dövmedin mi? Hadrhune da bir insandı. Yok et onu!” miğferin fısıltısı an geçtikçe güçlendi ve karşı konulması güç buyruklara dönüştü. Kılıcı tutan eli gevşedi ve iki kolunu kaldırmaya başladı. Ses konuşmaya devam ediyordu, “Onu ortadan ikiye ayır. O adamın sana gösterdiği gibi aynen böyle. Yok et gölgeyi ve aydınlığı getir. Yüzyıllarca arkandan şarkın söylensin.” O an Tengu durdu. An yanlıştı, her şey yanlıştı. Hafifçe güldü ve pozunu düzeltti. Miğfer artık fısıldamıyordu deli gibi bağırıyordu, “Sen ne yaptığını sanıyorsun, onu bu şekilde karşılayamazsın.”

Tengu kılıcı Orrendeus’un gökten indiği o gün gök adadaki gibi tuttu. Sivri ucu ona yaklaşan ve git gide koyulaşan gökteki mürekkep lekesine bakacak şekilde dimdik meydan okurcasına sabitledi. Miğfer susalı dakikalar oluyordu ama sanki en gereksiz anda en gereksiz şeyleri söylemekten çekinmeyecek hissi uyandırıyordu. Yine de Tengu zırhı beğeniyordu. İçinde ne gibi habis bir ruh barınırsa barınsın umurunda olmadığını düşünmeden edemedi. Tüm bedenini güven verecek şekilde sarıyordu.

Kılıcı ile konuşmak istedi ilk kez. Hayatı son bulmak üzereydi. O her ne kadar buna inanmak istemese ve ustasının onu ölüme bile bile terk etmeyecek olmasına güvense bile bunu düşünmeden edemiyordu. Etrafındaki tüm ağaçların yaprakları kuruyarak dökülüyor kuşlar gökten yağmur gibi yağıyordu. Çimenler en kavurucu yaz alevini yemiş gibi kıvrılıp bükülüyordu ama Tengu zırhının içinde iyiydi. Kılıcına “Beni buraya kadar getirdiğin için teşekkür ederim” demek istedi. Bunu gerçekten istedi ama ağzı bir türlü açılmıyordu. Dudaklarını yaladı ve tekrar kimse görmese bile o kendisine has gülümsemeyi yüzüne yerleştirdi. Bunu Esrod söylemişti, “bir dövüş sırasında hasmın seni görmese bile gülümse. Farkı hissedeceksin.” O bunu düşünürken gümüş saçlı Alice’in gülümsemesi aniden aklında belirdi ve kılıcı muazzam bir ağırlık ile geriye sekti.

Sanki yer gök bir olmuştu. Hesap edilemeyecek bir yükseklikten düşer de insan ve kulaklarından söküp atamadığı bir uğultu işler ya kalbine, işte Tengu bu sesin girdabında dönmekten kendini alamıyordu. Sağlam bir destek bulduğu anda dengesini geri kazandı ve pozunu geri aldı. Gölgeyi kendinden uzak tutmak için kılıcın sivri ucunu her zaman kendisine uzak tutması gerektiğini düşünmeden edemiyordu. Neden böyle düşünüyordu?

Yeni oluşmuş dev bir kraterin ortalarına yakındı. Zırhı koyu bir duman ile tütüyordu. Dumanın temas ettiği her şey sanki asit görmüş gibi havaya karışıyordu. Gölge karşısındaydı. Sanki en koyu gecenin entarisini giymiş bir çarpık bedendi. Pelerin gibi ardından sarkan gece karası saçları gece karası yüzüne ve kollarına denkti. Hiçbir uzvunun nereden başlayıp nerede bittiği kestirilemiyordu. Aynı bir siluet gibiydi. Miğfer gözlerini karşılamasını ona saldırmasını onu yenmesini söylüyordu ama bakışlarını siluetin ayakları olduğunu düşündüğü noktadan ayırmadan kılıcı önünde onunla arasında tuttu. Kılıç kor gibiydi ama Panus’u tekrar eritmek ve dövmek imkânsızdı. Gülümsemesi bu kez içtendi, ‘bunu kazanabilirim’ diye düşündü.

Gölgenin sanki sayısız uzvu vardı. Siyah kollar ahtapot gibi ileriye doğru atıldı ve kendisini her atımda biraz daha, yerde, kayarcasına ileriye sürükledi. Kılıcın ucuna birkaç adım kala durdu ve doğruldu. Tengu onun kafasının nerede olduğunu bilmiyordu ama kılıcın ucunu gövdenin ortası olduğunu farz ettiği noktaya doğru tutuyordu. Bir hamle yapması gerekliydi. ‘ilk hamleyi yapan avantaj kazanır’ dedi Esrod’un silik sesi aklında. Miğfer bu kez farklı düşünüyordu, ‘ya dövüşmek istemiyorsa?’

Tengu kalbindeki şüpheyi gidermek istiyordu. Gölge onunla konuştu. Sözleri anlamsızdı ama onları bir kez duyduktan sonra Tengu’ya anlamlı gelmeye başladılar. Tabi ya, Esrod’un ona şehirde verdiği bozuk para halen ondaydı. “… Est’ir uh Radun nora dare?” dedi iki kez üst üste. Anlamı, “Çeliğin ve Radohin’in efendisinin yerinin nerede olduğu ile ilgiliydi ama kılıcın ve ejderhanın hükümdarı da demiş olabilirdi. Öte yandan Est’ir uh Rad’ın farklı bir anlamı olduğunu düşünüyordu. Tengu anlasa bile anladığı o kadar çok şey vardı ki dilin kadimliği altında ezildiğini inkâr edemiyordu. Aynı ustası ve kızı ile konuştuğu gibi onunla da konuşmayı denedi çünkü çenesi o anda bile konuşmamakta ısrarlıydı.

“ustam Esrod yerine savaşmak için beni bıraktı. Hasmın benim.” Dedi düşüncelerinde. Gölgelerde bir hareketlilik oldu. Kollar sanki biraz geriye çekildi ve beden biraz çekip küçüldü. Bir süre sonra aynı insana benzer bir haldeydi siluet. “Yanılma, sana ilgim sınırlı. Es-i-r-oht savaşmaz. Eline çelik almaz, eğip bükmez. Sadece etmez. Kılıcın üzerinde hükmü sezerim. Âdem soyuna mahsus olmayan hükümlerden rivayet edilmiş sonuncusunu taşır. Yedi hüküm, yedi rüya basamağının her birinin kapısına anahtardır. Eğer kim ki kapıların her birinden geçebilir, Es-i-ohhht’a meydan okur.”

Tengu Hadrhune denen bu gölgenin ustasının ismini kendisi gibi telaffuz etmekte neden zorlandığını anlayamıyordu. Bunun için emek harcaması ayrıca komikti. Ancak buraya gelirken bile ustasına hemen ulaşabileceğini düşünmediğini söylemeye çalışıyordu. İstediği kılıçtı. “Bu kılıcı kendisi de istiyor, ne tuhaf değil mi? Ancak ruhum ona bağlı, istersen ellerin ile kaderimi silebilirsin ama ruhum ona tutunmaya devam edecektir” dedi düşünmeden.

Sanki sözleri ona miğferden başka, kendi egosundan başka bir his dile getirmişti. Kılıcın konuştuğu gibi garip bir izlenim uyandı Tengu’da. Her ne olursa olsun sözler Hadrhune için fazlasıyla anlamlıydı. O andan sonra geri çekilecek gibi değildi. İnsan suretini korudu ve elinde yoktan bir gölge kılıç oluştu. Tengu onun hamlelerini gözlemlemesi gerektiğini biliyordu ama böyle enigmatik bir düşmana bile ilk saldırma hakkını tanıyamazdı. Atıldı.

Ağaç evde geçen gizli yıllar boyunca Tengu bir insan bedeninin asla kaldıramayacağı zorlukların üstesinden geldi ve Esrod’un ona gösterdiği tüm teknikleri bu bedene kazıdı. Ancak edindiği hiçbir tecrübe buna aşık atamazdı. Kılıcı neşe ile dans ediyordu. Durum nasıl korku dolu olursa olsun, yaptığı ikinci ve üçüncü hamle onu sonraki hamlelerde ölüme götürmesi kesin bir hata ile dolu olsa bile hissin kendisi harikaydı. Tüm kasları daha dövüş başlarken Hadrhune’un tecrübesiz ama kudretli hamleleri karşısında yanmaya başladı. Hadrhune ona onun alışık olduğu şekilde saldırıyordu, tecrübesizdi ama engellenemez ve ön görülemez bir hızı vardı. Tengu da biliyordu ki istese onu yiyip yutabilirdi. Yoksa yapamaz mıydı? Belki de konuşan sadece miğferdi.

Gölgeden kılıç her savrulduğunda dev Panus ile onu karşılıyor ve bir karşı hamle ile cevaplıyordu. Ne gereğinden fazla saldırgan oldu ne de içine kapanık. Panus ile birlikte ilk kez ölümüne dans etmekten memnundu. Bir ejderhanın kalbi ile evine dönmek gibi değildi belki ama buna en yakın histi. “Neden gülüyorsun âdem soyu?” dedi ona gölge adam merakla.

“Ustam bana tüm kılıç ustalarının bir olsalar bile öğrencilerine asla öğretemeyecekleri veya öğretmeleri akıllarına gelmeyecek bir şey gösterdi” dedi hınzırca. Ardından cevap beklemeden tekrar saldırdı. Tekrar ve tekrar kılıçları çarpıştı. Ne kıvılcımlar çıkıyor ne de iki çeliğin çarpıştığında oluşan ses çınlıyordu ama bu gerçek bir düelloydu. Gölge adam onlarca metre geri çekildi ve artık yerle bir olmuş kayalık tepenin birikintileri üzerinde bir kurbağa gibi oturdu. Onun birkaç saniyeden uzun durduğu yerler sanki mürekkep dolu bir kalemin kâğıt üzerine bırakıldığında oluşturduğu lekeler gibi ağırlaşıp delinecek gibi oluyordu. Hadrhune kayalık tepede bu ağırlığı içine çekti. Tengu onun ağzı olduğunu düşündüğü yere bakıyordu hep. Gözlerine bakmaktan o ana kadar hep kaçındı. Ağzını açtığında Tengu içine bakıyordu. Ömründe bir daha öyle korkmayacaktı.

Kudretli bir siyah alev ona doğru Hadrhune’un ağzından fırladığında zırhın içerisine biraz idrar kaçırmış olabileceğini düşünüyordu. Alev öyle koyu ve maddesel görünüyordu ki adeta bir sütun gibiydi. Kılıcı düşünmeden savurdu. Her zaman yaptığı gibi alelacele bir karşılık değildi bu. Milyonlarca kez tekrarlanmış bir teknikti. Kılıcın etrafını kaplayan hava kılıç ile bir oldu ve efendisine boyun eğerek kılıcın izlemesi gereken kavisi takip etti. Hava kaması alev sütununu darmadağın etti ve yoluna devam ederek gölge adama bir patlama ile çarptı. Tengu nefes nefeseydi. Ustası bunu tek eli ile kolayca yapıyordu ama kendisi birkaç dakika için sadece bir kez yapabiliyordu. Tepede tozlar dinerken Hadrhune’un kalbi donduran kıkırdamasını duydu. ‘demek bu adam da gülebiliyor’ diye düşündü aklını perdeleyerek. Bunu düşündüğünün görülmesini istemiyordu.

“Teknik bu muydu çırak? Eğer elinden gelen sadece buysa çok vahim bir konumdasın bilesin.” Tozlar dinerken ilk yere indiğinde göründüğü gibi görünüyordu. Tekrar yüzlerce uzun kol ve dev gibi bir gölge bedenden oluşuyordu. Tengu, “Hayır, elbette bu değildi. Ustam bir kılıç ile kesmesini değil, nasıl kesilmeyeceğini gösterdi” dedi küstahça.

Sözler üzerine Hadrhune’un kıvrılıp duran kolları dinginleşti. Gölgeden beden yavaşça Tengu’nun aşina olduğu bir forma dönüştü. “Kalbinin derinliklerinde korkuya ait bir iz bulacağımı biliyordum. Kim bu söyle bana, sana ölümü yakın kılmış ama cenk etmekten gururlu Radohin’in adını söyle bana.”

Tengu’nun karşısında gölgeden bir Orrendeus duruyordu.

Çevrimdışı KoyuBeyaz

  • ********
  • 2753
  • Rom: 59
  • Rasyonalist dominant.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tengu: Bölüm 1-13
« Yanıtla #37 : 15 Ağustos 2010, 15:11:26 »
Doyurucu desem fazla yavan bir yorum olur sanırım.

Foruma girince Kurgu İskelesinin alışılmadık bir derecede dolu olduğunu görmek harika oluyor. Özellikle beklediğiniz iki güzel hikayenin uzun devam bölümleri gelmişse.

Hadrhune fazla havalı olmuş yahu. Tengu hala şaşırtmaya devam ederek herkesle düello yapabiliyor, Esrod'dan aldığı taktikler de hoşmuş hani. Upuzun olmasına rağmen oturup bir seferde okutuyor gene kendisini bu bölümlerde. Ayrıca Alice olayının açıklaması çok güzel oturmuş, bu kadar bağımsız öyküleri o kadar güzel bağlamışsın ki.

Normalde böyle kalitesiz bir yorum yapmak istemezdim ama üst üste okudum diğer hikayelerle birlikte, birbirine karıştırmak istemediğim için başka birşey diyemiyorum şu an. :P Ellerine sağlık, takipçin olmaktan dolayı mutluyum. :P

Ve,
Welcome back!
Uzay elbisemle kavgaya hazırım.

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Ynt: Tengu: Bölüm 14
« Yanıtla #38 : 18 Ağustos 2010, 06:43:55 »
Bölüm 14


Siyah alevler çenesinden akan katrana karışarak yere damlıyordu. Katran toprakta asit gibi tıslayarak buharlar çıkartıyor ve kendisine ufak inler kazıyordu. Kanatları öyle genişti ki Tengu’nun görüşünü tamamen kaplayabiliyordu. Gözlerinde bir nebze olsun ışık yoktu. ‘Orrendeus bu şeyin yanında çocuk masalı gibi kalıyordu’ diye düşündü ister istemez Tengu.

Tengu kılıcını sırtında duran kınına kaldırdı ancak sağ eli kabzada durdu. Sol ayağı ağırlık merkezinin biraz önündeydi. Bu şekilde Hadrhune’un bir şeyler yapmasını bekledi. Ne olursa olsun bu kez ilk hamlenin ondan gelmesini istiyordu. Eğer tahmin ettiği şeyi yaparsa hazırdı ya da hazır olduğuna inanmak istiyordu. Gülümsemesini yüzünden sildi, ciddiyeti hasmınca hissedilmeliydi.

Hadrhune dönüştüğü yaratığın ayaklarının altında küçücük kalan adama baktı. “Neden direniyorsun, tek yapman gereken metali yere bırakmak ve arkanı dönüp gitmek. Şu vakitte bile ömrüne son verme veya varlığını söndürme arzusu gütmüyorum” dedi. Gerçekten merak ediyordu, ‘Neden?’ soruyu dönüşümden önce her kılıcı savurduğunda düşündü ve cevap bulamadı. Gölgeden kılıcı ile her bir darbe indirişinde sanki adam daha güçlü oldu. Hadrhune ona zarar vermemek için onun seviyesine indiğini sanırken adamın da dişlilerini ona göre değiştirdiğini görerek şüpheye düştü. Tengu sorusuna cevap vermedi ve ciddi ifadesini korudu. “Konuşma ve saldır” der gibi bir hali vardı. “Öyle olsun, ölümünde daha akıllı olmanı dilerim.”

Katran nefes yaratığın ağzından çıkarak havada girdaplar çizdi ve doğrudan onun üzerine geldi. Kaçmak imkânsızdı. Simsiyah çamur kendisi kadar koyu bir alev ile bezeliydi. Bu, Tengu’nun beklediği şeydi. “Kılıcın kabzadan çıkarılışı, ilk anda, var olan en hızlı ataktır.” Ustasının sözleri Tengu’nun aklında tekrar tekrar yankılanıyordu. Kılıç kabzadan çekildi ve durmak bilmedi.

Hadrhune adamın ergimiş eti ve kemiklerinin arasından asla yok edilemeyecek kılıcı çıkarıp yoluna gitmeyi amaçlıyordu. Radohin imitasyonu ağzını kapattığında gözlerini tekrar hedefine verebildi. Gördüğü karşısında ne düşüneceğini bilemedi. Alevler ile kaplı katran dönüyordu. Adeta bir topaç gibi merkezdeki katrandan bir küre onu etrafa savurarak döndürüyordu ama aynı zamanda bir arada tutuyordu. Hadrhune daha dikkatli baktığında alevlerin büyüdüğünü gördü. Savrulan katran yere paraleldi ama yavaşça bir açı kazandı ve diklemesine göğe uzanmaya başladı. Merkez işte öyle hızlı dönüyordu. Tengu denen bu adamın ne gibi bir hileye başvuracağını bilmiyordu ama beklemek niyetinde değildi. Ucu dev bir topuza benzeyen kuyruğunu girdabın merkezine savurdu.

Tengu aklını dingin tutmak için elinden geleni yapıyordu. Yaptığı şey ayaklarını tek bir milim bile oynatmadan kılıcını kendi etrafında döndürmekti. Kılıcın uzanabileceği en uç sınır hayali bir kürenin dış yarıçapıydı. Kılıca momentum kazandırarak öyle hızlı döndürüyordu ki etrafındaki diğer tüm maddeler girdaba katılıyordu. Fırtınanın merkezi en güvenli ve sakin yerdi. Bu tekniğin zor yanı oluşan girdabın hızını ve yönünü kontrol etmekti. Teknik sonlandırılırken kılıcın son açısı da oldukça önemliydi zira hortumu özgür bırakacağı noktada ters giden bir şey olursa kendisi de döngüye kapılabilirdi. Planladığı gibi Hadrhune sabırsızdı ve üzerinde çok düşünmeden bir müdahalede bulundu.

Hadrhune ikinci şoku önce küçük bir hortum olarak başlayan alevlerin fırtınaya dönüşürken kuyruğunu da alıp götürüşünce yaşadı. Kuyruk aslında gerçek bile değildi, onun özünün bir parçasıydı hepsi bu. Ancak özünü ondan ayırabilecek bir gücün bu adamdan çıkmasını hiç beklemiyordu. Birkaç saniyenin ardından kulakları sağır edebilecek uğultu dinginleşti ve fırtına yukarı, göklere uzanan ucu gözden ırak bir sütuna dönüştü. En dipte Tengu denen adamın kılıcı ile göğü işaret ettiğini görebiliyordu. Adamın gözleri kendisindeydi. Miğferin ardından görebildiği tek şey zaten onlardı. Başta kılıcı sabit tuttuğunu düşündü ama öyle değildi. Kılıcı çok küçük bir açı ve inanılmaz bir rotasyon ile döndürüyordu. Aniden kılıcı bir kırbaç gibi onun üzerine indirdi ve sütun gürlercesine aşağıya savruldu.

Tengu bunun bir zafer olacağını bir an olsun düşünmedi. Sadece bir darbeydi hepsi bu. Tekniğin amacı ejderhaya nefesini iade etmekti ya da Esrod ona öğretirken böyle söyledi. Gökten inen dev kırbaç düştüğü yeri meteor gibi parçaladı. Hadrhune’un darbenin merkezinde olduğuna emindi, sakınmadı ya da kaçmadı. Orrendeus’a benzeyen gövdesini değiştirmedi bile. Alevler gürledi ve toprağı dağladı. Tengu bu hamlenin ardından aksi yönde olabildiğince hızlı koşuyordu çünkü olabilecek bir girdap sonu olurdu. Tekniğin can alıcı yanı ilk darbeden sonra sona ermemesiydi. Eğer katlanıp ortasında durmaya çalışan olursa daha da hızlanan ve birden durarak onu havaya savuran ikinci bir girdaba yakalanıyordu.

Ses bir şaklama ile aniden kesildiğinde Tengu durarak sıfır noktasına baktı. Görünürde hiçbir şey yoktu. Aniden burnunun dibinde kapkara bir siluet belirdi. “Beni gerçekten ürküttün, eğer kılıç elinden kurtulup uçsaydı onu bu dünyada tekrar bulabileceğimden korktum” dedi abartılı bir üzgün ses ile siluet ona.

Hadrhune aslında neye uğradığını şaşırmıştı. Halen benliğinde oluşan karmaşayı bastırmaya çalışıyordu. Adamın kullandığı teknik basit bir fiziksel zarar güdüyordu ve bu onun canını hiç sıkmamalıydı. Kılıcın girdaba aslında yapması beklenmeyen bir müdahalede bulunduğunu düşünüyordu. Ayrıca tüm kavga boyunca kılıca henüz temas etmemiş olmak ile doğru bir karar aldığını da düşünmeden edemedi.

Aslında kılıcı adamdan almak çok kolaydı, tek yapması gereken üzerine atlamak ve altında hava alınamaz hareket edilemez bir kara çarşaf gibi beklemekti. Ancak kılıcın dokunuşunda ona ne gibi bir etkisi olacağından haberdar değildi. Sorun en başından beri kılıcın hangi materyal ile yapıldığını anlayamamasıydı. Kırbacımsı hortum üzerine bindiğinde beklediği gibi hiçbir etkisi olmadı ama girdabın içinde sicim gibi ince bir esans vardı. Öyle bir sicim ki en derinlerde gölgeler ile kaplı kalbine derin bir yara açabildi. Hadrhune insan olmayı bırakalı böylesine korkmadı, bu hale geldikten sonra ölebileceğini hiç düşünmedi. Korkuya korku ile cevap vermesi gerekiyordu, tek yapabileceğinin adamı yıldırmak ve yormak olduğunu biliyordu.

Tengu ne yapacağını bilmiyordu ama halen elinin altında birkaç numarası vardı. Öncelikle bu gölgeye direk bir kesik açmayı henüz hiç başaramadığını fark etti. Kılıcı düzgün ve amaçlı şekilde sanki karşısında az önceki kıyamet gibi saldırıdan yara almamış biri yokmuş gibi savurdu. Normal bir hasmı varmış gibi dövüşüyor, açık arıyordu. ‘Hadrhune insan formuna neden dönüştü?’ diye düşündü, gerçekten ona Orrendeus halindeyken hakikatli bir zarar vermesi zor gibi görünüyordu. Peki, neden insan haline geri döndü? Neden? “Belki de gerçekten bir zarar verebilmişimdir?” dedi aklını ona açarak. Bu denemeye değer bir girişimdi. Eğer Hadrhune’un siluetinde belirgin bir fark algılayabilirse ona en azından ufak bile olsa zarar verebildiğini anlayacaktı. Anlamlı ve açık arayan hamlelere tedirgin ve geniş karşılıklar veriyordu, buraya kadarı güzeldi ama bunun dışında hiçbir tepki yoktu.

“Bazen objektiflik de subjektifdir” dedi bu kez Tengu. Dikkat dağıtmaya çalışıyordu ve Esrod’un söyleyip de onun anlamadığı işe yarayabilecek cümleleri sarf etmekten memnundu. Düşmanının onun zekâ seviyesini öğrenmesi umurunda değildi. “Kendin olmayı bıraktığında ve bir fikirden ibaret isen öyle olmak zorunda değildir” dedi hiç beklenmedik bir şekilde gölge ona. Kılıçları karşılaşırken karanlık ormanda gerileyen kişi Tengu idi ama o konuştuğunda ikisi de ayaklarını sabitledi. Tengu akışı avantajına çevirdi ve gölgenin sağ bacağı olduğunu düşündüğü uzva bir hamle yaptı. Hadrhune anında karşıladı. Onun gözlerine Orrendeus formundayken bir kez baktığına zaten pişmandı. Boşluğuna gelmişti ama görünüşe bakılırsa Esrod’un bahsettiği bu güç ancak ve ancak insan formunda geçerliydi.

‘Belki de bu form onun en güçlü olduğu ve bütün olarak kaldığı halidir’ diye düşündü. Ona kırbacımsı hortum ile zarar verebildiğini var saydı. Neydi ona gerçekten zarar veren? Hortumun Orrendeus’un üzerine yıkıldığını gördü ve sanki içinden geçti. Kaçmaya çalışmadan bekledi ama zarar gördü, peki nasıl? Tengu aynı atağın daha zayıf ve oldukça kullanışlı küçük uyarlamalarını kullanmaya karar verdi. Ancak önce Hadrhune ile arasına biraz mesafe koymalıydı. Kılıcı ile bir şaşırtmaca uyguladı ve geriye sıçradı. Hadrhune bu hamleye şaşırtıcı bir karşılık verdi ve sahte darbeden deli gibi sakındı. Oldukça abartılı bir sakınmaydı bu. Sanki kılıcın ona yaklaşmasını ‘gerçekten’ istemiyordu ve onun kendisinden uzaklaşmasını severek kabullenmiş gibiydi.

Tengu denen bu adamın ne yapmayı planladığını hissedebiliyordu. Benzer bir şekilde saldıracaktı ama amacı sadece Hadrhune’u denemekti. Buna izin veremezdi. Sayısız gölgeden uzvunu toprağın kemiklerine kadar uzattı. Gölgeden kılıcı da ona ait bir uzuvdu sonuçta ve sayısız kez Panus ile çarpışmasına rağmen bir rahatsızlık hissetmemişti. Ancak gövdesi kılıca çok yaklaştığında öyle rahatsız edici bir kanama hissi uyanıyordu ki Hadrhune’da, insan olsa çoktan aklını kaybederdi. Kollarını korkusuzca toprağın içinden düşmanına gönderdi.

Tengu eli kılıcın kabzasında, sol ayağı biraz ileride bekliyordu. Ancak Hadrhune tam bir sessizliğe gömülmüş gibiydi. Onunla ilgili sanki bir şeyler tersti. Daha az kolu var gibiydi. Kılıcı tutan eli beyni ona emir vermeden önce davrandı. İlk kılıcı çektiğinde aldığı hız ile sırtının ardına bir girdap verdi. Girdap güçsüzdü ve kısa sonlandı.

Şaklama sesi aniydi ancak gücü Tengu’nun gövdesini hasmına savurmaya yetip de artmıştı bile. Girdabın oluşup sonlandığı yerde sayısız kol onun bir an önce durduğu havayı doğramıştı. Havada gölgeye doğruca son sürat uçarken ne miğferin sesi, ne kılıcın onda uyandırdığı güdü ne de Esrod’un nasihatlerini duydu. Bu kez sadece kendisiydi. Hadrhune’un gözlerine bakıyordu ve en derinlerinde elem gördü. Öyle katıksız bir hüzündü ki kılıcı ile ölümcül bir kavis çizerken ve halen ona doğru uçarken Tengu gözyaşlarına boğuldu. Kim olursa olsun birisinin bunca hüznü taşıması Tengu’ya adaletsiz geldi. Ne kendi canı ve var oluşunu korumak ne de Alice için yaptı son hamleyi. Kılıç Hadrhune için savruldu. Onu azat etmek ve kanayan acı dolu kalbinin yakarışını durdurmak içindi. Çelik onun boynuna doğru dönerken ve o bildik ıslığını çalarken iki düşmanın gözleri buluştu. ‘Her şey bitti’ diye düşündü Tengu ama yine de devam etti. Artık geri dönüşü yoktu.

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Ynt: Tengu: Bölüm 15
« Yanıtla #39 : 22 Ağustos 2010, 04:02:23 »
Bölüm 15 [*]Yoko Kanno: Where does this ocean go? dinlenirken yazılagelmiştir[/*]


Hava sülfür kokuyordu ve Alice bu kokuyu çok iyi tanıyordu. Zaten nasıl olur da aklına kazınmış olan bu kokuyu unutmayı başarabilirdi ki? “Jonnarius” diye fısıldadı dudakları ister istemez. Alice Wilvarin’in külleri ile tekrar doğduğundan beri hiç radohin formuna geçmeden kendisini hep gizledi. Öteki Radohinlerin kokusunu aldığı her defasında nerede hayatını sürdürüyor olursa olsun kaçmak zorunda kaldı.

Şimdi ise karşılaşacaksa buna gerçekten hazır olması gerektiğini düşündüğü ezeli hasmının kokusu dört bir yanı kaplamış ve kalbini korku ile doldurmuşken. “Ah demek tanışıyoruz küçük dişi, buna sevindim zira seni tanımıyorum. Tanımalı mıyım?” dedi ağaçların gölgelerinden gelen ve kulak tırmalayan bir ses. Alice yaşlı ejderhanın bunu bilerek yaptığını biliyordu. Wilvarin’i katlettikten sonra onunla öyle nazik ama kibirli konuşmuştu ki ondan nefret etmeli miydi bilememişti bile.

Jonnarius tam bir aktördü veya sadece deliydi. Onun kendisini çok iyi hatırladığını var saydı. Alice’in yanında hayatından endişe etmesini gerektirecek tek canlı üzerine bindiği atıydı. Sadece bu bile yüreğindeki korkuyu biraz olsun yatıştırmaya yetiyordu. Kız, yaşlının oyununa uydu ve “Adımın kulaklarınızı şereflendirmeye uygun olduğunu mu düşünüyorsunuz?” dedi.

Ağaçların yaprakları aynı o yıllar önceki kibirli sesin tekinsiz kahkahası ile titredi. Gölgeler arasında azametli duruşu ile o ağacın ardına nasıl saklandığı kestirilemeyen bir beden belirdi. Üzerinde vücudunu örtecek çok az kıyafet vardı ama iş görüyorlardı. Jonnarius’un insan görüntüsü aynı Alice’in onu ilk gördüğü gün olduğu gibiydi. Uzun boylu kadın kollarında bir şey taşıyordu. ‘Zavallı bir yaratıktır belki.’ Diye düşündü ak saçlı kız.

Atından indi ve yaşlı Radohin’in önünde diz çöktü. Onu kızdırmamak için tüm gururunu yerlere sermeye hazırdı, ‘henüz zamanı gelmedi’ diye içinden tekrarlarken kadın garip bir şey yaptı. Elindeki canlıyı kristal bir vazoymuşçasına dikkat ile yaprakların bol olduğu bir yere bıraktı. “Sanırım bu sana ait, uzunca bir süredir zavallıyı izliyorum. En olmadık kişiler ile dostluk kurdu ve şimdi bir düşmanı için bu hallere düştü. Canın için dövüştüğün birisine merhamet göstermek başka bir şeydir ama onun için yaşamak başka bir şey. Ne demek istediğimi bir süre anlamayacaksın ancak bilmelisin ki o senin yüzünden bu halde. Ona iyi bak, tekrar bırakıp gitme olur mu? Hmm unutmadan sana bir soru, üzerinde düşün, sonra cevabını dinlerim. Hangisi daha hüzünlüdür? Bir canavar olarak yaşamak mı yoksa iyi biri olarak ölmek mi?”

***

Kadın büyük ama zarif adımlar ile patikadan ayrılarak ormanın derinliklerinde kaybolmadan önce Alice halen şok içindeydi. ‘Yüce Jonnarius birisine gerçekten saygı gösterdi’ diyordu kendi kendine inanamayarak. Yaşlı Radohinin insan sureti bile dev gibiydi ve onun ellerinde yatan bu şeyi ilk gördüğünde küçümsediğini fark etmesi zaman almadı. Bu şey bir insan olamayacak kadar büyüktü. Üzerinde katranımsı bir çamur ile kaplanmış isli ancak bir şekilde halen sağlam görünen zırhı çıkarmaya başlamadan önce bedeni daha güvenli bir yere taşıdı. Kendi üzerindeki zırh onu rahatsız etmiyordu ama hareketlerini sınırlandırıyordu. Önce ondan kurtuldu ve atı güvenli bir noktaya bağladı. Bir nehir kenarında dev gibi bir adam olduğunu düşündüğü bedeni soymak ona garip gelmiyordu ama gelmeli diye düşündü. İnsan duygularını en son ne zaman başkalarına gösterdi anımsamıyordu bile. “O dilsiz adamdı belki” diye düşündü sesli bir şekilde devin miğferini de çıkarırken.

Alice günün ikinci şokunu o anda yaşadı. “Olamaz” dedi sessizce ve yavaşça. Acele etmesi gerektiğini biliyordu, adamın tüm derisi siyah damarlar ile kaplıydı. ‘Ona ne olmuş böyle, sanki zırh vücuduna yapışmış.’ Diye düşünüyordu bir yandan. Sanki zırhın eklem yerleri adamın bedenine kaynamış gibiydi. Kısa bir incelemenin ardından durumun gerçekten böyle olduğunu gördü. Adamın kırılan kemiklerinin yerini zırh almıştı. Kemikleri bir arada tutmak için etini delip geçmiş büyülü bir zırhtı bu. Ancak Alice zırha dokunduğunda onda hiçbir tılsım hissetmediğine emindi. Daha önce hiç karşılaşmadığı bir teknikti bu. Sanki zırh canlıydı ve bir ruhu vardı.

Zırhı çıkarmak için kendi yöntemlerini kullandı. Zırhın ete giren bölgelerini aniden çok fazla soğutarak kırdı ve yerlerine kanamayı durdurmak için hızla müdahale yaptı. Buza olan hakimiyetinin böyle bir işte yararlı olabileceğini hiç hayal etmediğini düşündü bir an. Zırh ise daha gizemli olmayı başardı ve kırılan kısımları dakikalar sonra hiç zarar görmemiş gibi düzeldi. İşini bitirdikten sonra nefes alan göğsünün inip kalkmasından başka hiçbir hayat belirtisi göstermeyen adamın yüzüne bir kez daha baktı. “Kimsin sen?” dedi cevap beklermiş gibi. Sessizlik nehir kenarını kapladığında ikisi bu haldeydiler. Alice o anda doğru gitmeyen bir şeyler olduğunu hissetti.

Hiç ses yoktu, kendi soluğunu dahi duymuyordu. Bunu daha önce de yaşadığını biliyordu. Gök adalarında fırıncıya yerleşmeden önceydi. Raikoben neslinin yıldırım nefesli radohinlerinden kaçtığı dönemdi. Onlardan biri çok yakındaysa havaya yayılan statik enerji küçük hayvanlar için öyle rahatsız edici boyuta ulaşabiliyordu ki bazen böyle keskin sessizlikler oluyordu. ‘Onca zaman içinden şimdi mi olmak zorunda’ dedi öfke ile içinden. Zırhlarını ve adamı karşılaşmanın olması muhtemel süre dâhilinde taşıması mümkün değildi. Bir an ‘Kılıç nerede’ şeklinde düşünürken buldu kendisini. Bu adamın yanında bir kılıç olduğuna yemin edebilirdi, ‘belki adalarda kaybetmiştir’ dedi sonra kendi kendine. Adamı riske atmak zorundaydı, sadece kendi zırhını aldı ve çalılara saklandı.

***

Rahjul orta yaşlı bir radohindi. Yaşadığı dünya için büyük planları vardı. Irkı her zaman perdeler ardında saklanan bir soy ola geldi. Yazılı olmayan radohin tarihinde Raikoben soyunun Batı hanedanlığı her zaman gizemli ola geldi ve kimse onları yaptıkları herhangi bir şey için suçlayamadı. Kendi hallerinde gibiydiler. Ancak her bir Raikoben bilir ki kanatsız tek ırk olmalarına rağmen ölmüş ve ölecek tüm radohinlerin en azın yarısının kaderlerinden onlar sorumludurlar. Kanatsız olmalarına rağmen bulutlar onları kucaklar. Bedenlerini saf enerjiye dönüştürmekteki yeteneklerini sadece ölmek üzere olan düşmanları öğrenir.

Rahjul bulutsuz bir yaz günü Ahnd nehri boyunca sessiz bir balık gibi süzülürken nehir yatağı kenarında rahatsız edici bir varlık sezinledi. Sadece bu seziydi onu suyun dışına çıkartan. Öyle güçlü bir benlikti ki onun yaşlılardan biri olduğuna neredeyse emindi. Merakı kibri ile birleşti ve bir göz atmaya karar verdi. Kibirliydi çünkü bir yaşlıya yanaşabilmeye cesaret edebiliyordu.

Varlığı en son duyumsadığı noktaya vardığında yaşlı radohinin yerinde yeller esiyordu. Ancak Rahjul beklemediği bir karşılaşma yaşadı. Yaşlının kokusuna bulanmış bir insandı bu. Yıldırım nefesli ejderha sudan üzerinde beyaz bir tunik ve çelikten yapılmış değnek ile çıktı. İnsan suretindeydi. Nehir kenarında zırhını çıkartmış uzanan adama yaklaştı. Yaşlının kokusu bir yana adamın kokusunu ikinci kez aldığını fark etti. “Orrendeus? Onunla dövüşen adam değil mi bu? Bir yaşlıyı mı devirdi! Bu olanaksız!” Rahjul’un sesi öfke ve kabul etmezlik doluydu.

Adamın üzerinde gerçekten ciddi görünen tek bir yara yoktu ama derisinden sanki patlayacakmış gibi kabarmış siyah damarlar vardı. Belki de zehirlenmişti? Rahjul onun zırhına baktı ve hiçbir pençe izi bulamamış olsa da onun isle kaplı olduğunu görmeden edemedi. “Uyuyor mu? Bir yaşlı ile savaştıktan sonra öylesine kestiriyor olabilir mi? Sen nasıl bir insansın?” Aklı sorular ile doluydu. Ne yapacağını bilmiyordu. Adama birkaç adımdan fazla yaklaşmadı ve incelemeye devam etti. Başka bir insanın kokusu daha vardı havada. Henüz tazeydi.

Şaşkın radohin’in sorularına cevap olurcasına bir suret belirdi en yakın çalılıktan. Üzerinde kestane rengi işlemelerle bezeli tuhaf bir miğfer eki olan zırhı ile bir kadındı. Rahjul ondan hiçbir duygu duyumsamıyordu. Sanki bu yeni oyuncu sahneye tüm aklını susturarak girmiş repliğini doğru söylemek için kendini zorlayan bir amatördü.

Rahjul’un tüm merakı adamaydı ama belli ki adam ona cevap veremeyecek bir durumdaydı çünkü tüm gürültüsüne rağmen onu duyarak uyanmamıştı. Bu kadının yaşlı ejderhanın sülfür kokusu ve adamın hikayesine dair bir şeyler bildiğine emindi. Önce kadının konuşmasını bekledi.

Alice ne yaptığını kendisi de tam bilmiyordu. Bu radohin her kimdiyse gerçekten güçlüydü. Varlığını gizlemek için hiçbir çaba sarf etmiyordu ve adeta ‘ben buradayım gelin ve kolaysa alın’ der gibi bir hali vardı. Adam ona ‘anlat bakalım’ dercesine baktığında konuşması gerektiğini biliyordu ama aklında hiçbir plan yoktu. Doğaçlama yapmak zorundaydı. “Selam olsun keşiş, biz yorgun şövalyeler için ilaçların yoktur herhalde?” dedi. Adam çelik bir asa tutuyordu ve aynı Gond keşişlerininkine benzeyen ama sadece beyaz olan bir tunik giyiyordu.

Rahjul onun yalan söyleyip söylemediğinden gerçekten emin değildi. Çünkü söylediği şey doğru olamayacak olsa bile onun yalan söylemek için gerçek bir sebebi olduğunu düşünmüyordu. Aklına burada gelişmekte olduğu muhtemel üç senaryo geliyordu.

1- Adam bir yaşlı ile karşılaştı, kadın onun yol arkadaşı ya da karısı ve belki de sevgilisi. İki kafadar yaşlı ile dövüştüler ama bir şekilde ciddi yarayı alan kişi adam oldu. Ya da yaşlı gerçekten onlar ile sadece oynadı ve onların seviyesinde bir kavga çıkarttı.

2- Adam küçümsenmeyecek bir savaşçıydı. Bir radohine denkti çünkü Orrendeus ile hayatını yitirmeden savaşabilmişti. Rahjul kendi başına bile Orrendeus’u indirebilecek güçte değildi ama onunla karşılaştığında kolayca alaşağı edebilmişti. Bu adamın tek başına kendisinden kudretli olduğu anlamına gelirdi. Onunla yolculuk eden bir başkası da onun kadar güçlü olabilirdi ve kadına dikkat etmeliydi.

3- Yaşlı, adam ile karşılaştı, dövüşmüş olmak zorunda değiller. Karşılaşma bir şekilde iyi ya da kötü sonuçlandı ve adam hayatta kaldı. Kadın adam ile nehir kenarında karşılaştı veya onu buraya kendisi getirip soydu. Belki de bir hırsızdı ve yaralı adama yardım etmeye gelen başkalarını soyma niyetindeydi.

Rahjul kadını her üç senaryo dada gereğinden fazla tehdit unsuru olarak değerlendirmedi. Mesafesini koruyarak ona adama ne olduğunu sordu.

Alice havaya yayılan ısıyı doğası gereği hissederdi. En ufak bir değişiklikti tüm beklediği. Beyaz tunikli adamın teninden yayılan ısıda bir farklılık istiyordu. Tansiyonunun yükselmesi Alice’in adama saldırması için gereken tek sebepti. Adamın sorusunu soğukkanlı ama salak görünümlü karakterini bozmadan cevapladı, “Görüyorsunuz ya derler hani, pişmanlığı olmayan biri yaşamış sayılmaz. Silah ortağım gerçekten pişman olacağı bir karşılaşma yaşadı ve bu hale geldi. Sanırım ölümü yakındır. Onun için yapabileceğiniz hiçbir şey var mı?” dedi gerçekten sesine umut bekleyen bir hasta yakını tınısı verdiğini umarak.

Rahjul konunun ilerleyişini beğenmedi. Ona göre üçüncü senaryo ağırlık kazanmaya başladı. İlki olmasını umut ediyordu, bu sayede hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam edebilirdi. Ancak gerçekten bu adam yaşlı ile ciddi bir konuşmada bulunabilmiş ve bundan sağ kurtulmuşsa yaşanılanları tam olarak öğrenmesi ve büyüklerine rapor etmesi gerekiyordu. Sülfür kokusu yerine ozon olsaydı havadaki, bir Raikoben’in oradan geçtiğini bilirdi. Ancak sülfür Radeus’ların işaretiydi. Orrendeus’un ırkının yaşlılarından biri radohinler arasında bile tam anlamıyla efsaneviydi. Kadının güvenini kazanmak için adamı gerçekten tedavi etmeye başladı. Halen temkinliydi ama adamın inip kalkan göğsünden ve kabaran damarlardan nabzı ile oksijen seviyesini anlayabiliyordu. Gerçekten çok yaşamayacak gibiydi.

Beyaz tunikli adam başka bir şey daha söylemeden dev adamın başına geçti ve ellerini göğüs kafesine koyarak gözlerini onun kapalı gözlerine dikti. Bu şekilde dakikalarca bekledi. Alice onun neden yardım ettiğinden emin değildi. Ancak daha fazlasını öğrenmek istediğini anlayabiliyordu. Sülfür kokusunu o da alıyor olmalıydı. Henüz kendisinden şüphelenmediğine emindi ama bunun uzun süreceğini sanmıyordu. Bir şekilde ondan kısa zaman içinde uzaklaşması gerektiğini biliyordu.

Rahjul deneyimlediği şeye inanamıyordu. Adamın iki kalbi vardı. Birinden çıkan atar damar ötekinin topları ile birleşiyordu. Bu yüzden biri koyu mavi kan pompalıyordu, öteki ise pembe kan. Başka bir sorun da adamın karaciğerindeydi, tanımlayamadığı bir enzim salgılıyordu.

Sanki tüm iç organları aniden karmakarışık bir düzene geçmişlerdi ve bu daha yeni olmuş gibiydi. Koyu kan pompalayan kalbin diğerinden daha farklı olduğunu hissedebiliyordu. Yorgundu ama güçlüydü de. Öteki ise genç ama güçsüzdü. Sinir hücrelerine elektrik akımı göndererek onun beynine girdi. O anda ne düşündüğünü görmek istiyordu. İşte sorun tam bu aşamada baş gösterdi çünkü adamın zihni paramparçaydı.

Sanki önceden bir sürü duvar örülüydü ama o anda Rahjul gezerken bir harabeden ibaretti. Aklında gezinirken bu harabelerde anlık görüntüler her yere saçılıydı. Tahtadan kılıçlar, Orrendeus’un üzerine dalışı, eciş bücüş bir el ve tuttuğu çekicin ocak başındaki imgesi, mutluluk ve hüzün, bir fırın ve en önemlisi her yeri kaplayan beyaz saçlı bir kadın. Gözlerini onun aklından ayırarak yanı başında merakla yaptığını izleyen zırhlı kadına baktı. Saçları görünmüyordu ama onun imgedeki kadın olduğuna emindi. Anılara tekrar dalış yaptığında Rahjul ömründeki en büyük korkuyu yaşadı.

Rahjul karanlığa bakıyordu ve karanlık da ona. Kapkara bir kılıçtı belki baktığı. Parlak yeşil bir çift gözdü ardından seçtiği tüm o karanlığın arasında. Kalbi olduğunu düşündüğü yere kabzasına kadar tuhaf bir açı ile saplıydı kılıç. Gölgelerden bir entarisi vardı ve doğruca ona geliyordu. ‘bu imkansız sen sadece bir imgesin’ diyebildi hayatında ilk kez panik ile gerilmiş sesiyle. Gölgenin ona sırıttığına yemin edebilirdi, “Ben hiçbir zaman bir anı olmayacağım” dedi ve aniden her şey karardı.

Alice gördüğüne inanamıyordu ve bu günün üçüncü, son şokuydu. Beyaz tunikli adam ortadan kayboldu. Onun kim olduğunu zaten bilmiyordu ama sonraki saniyelerde yüzünün de neye benzediğini unutmaya başladığını hissetti. “Neler oluyor böyle” dedi. Bunlar da yetmezmiş gibi adamın siyah damarları dinginleşmeye başladı ve sonunda normale döndü.

Akşam olup yıldızlar göğü sardığında Alice’in tek hatırladığı şey dev gibi adamın mucizevi bir şekilde aniden iyileşmeye başladığı oldu. Rahjul Raikoben artık yoktu.

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Ynt: Tengu: Bölüm 16
« Yanıtla #40 : 24 Ağustos 2010, 07:57:31 »
Bölüm 16 [*]Ben çok keyif aldım bu bölümü yazarken ama ön gördüğüm üzere okuyucu için felaket sıkıcı bir bölüm olmuş. Açıkçası önemli bir dönüm noktası. Çaktırmadan pek çok cevap sunuyor. 17 ile bir final yapmayı planlıyorum çünkü blogumu resmen bunlar ile doldurmaya başladım ama halen anlatmak istediğim birkaç şey daha var bitirmek de istemiyorum hani.[/*]


“Baba neden o insana bu kadar zaman ayırdın?” Soru belliydi ve Mathilda kesin bir cevap bekliyordu. Esrod bugüne kadar ona sorduğu her sorunun cevabını verdi ve asla yalan söylemedi. Esrod yalan söylemezdi ama onun gerçeklik yelpazesinden bir doğru seçmesi ara sıra kaçınılmaz olurdu. Fransız tarzı bir açık hava kafesinde oturan ikili bakıştılar. “Çünkü” dedi adam ve duraksadı. Her zaman şekersiz bir fincan çay içerdi. Çay içmenin farklı bir anlamı vardı onun için ama Mathilda babasının bu yanını hiç anlamazdı. Yudumunun tadını çıkardıktan sonra devam etti, “Çünkü bir anahtar yapmayı başardı. Anahtarlarımın herhangi birisince taşınmasına izin veremem öyle değil mi? Emanet edeceksem eğitmeliydim” dedi gayet ortada olan bir gerçeği vurgular gibi.

Mathilda anahtarlar ile ilgili bir hikâye dinlediğini anımsıyordu. Ancak çok kısıtlı bir bilgiydi. Esrod’un ona ‘gerçek ve anlamsız bir yaratılış yaşanır her başlangıcın ve sonun ortasında’ dediğini anımsıyordu ama o anda ikisi kafede oturup gelen geçen telaşlı kalabalığı izlerlerken bu yaşında bile ne kast ettiğini bilmiyordu. Mathilda ne zaman doğduğunu anımsamıyordu. Bir kardeşi vardı ama bu başka bir hikâyedir. Her zaman bir babası vardı ama hiçbir zaman bir annesi olmadı. Bazen Esrod’un Evergreen adında birinden bahsettiği olurdu. Açıkçası babasının mutlu olduğunu düşündüğü bir zaman varsa genelde bu kadın ile ilgili vakitlerdir. Mathilda anıları bir kenara iterek anahtarları anımsamaya çalıştı.

***

Derler ki bir bekçi vardır. Evrenlerin yanıp söndüğü girdabın en dibinde açık duran iki kapının anahtarlarını taşır. Kaos girdabı bazen öyle hızlı döndürür ki her şey birbirine girer ve ne var ne yoksa kapağı çekilmiş rezervuar gibi ona kapılarak en dibe gider. Düzen girdabı dinginleştirmek sorumludur. Bekçi ikisi ile de alakadar olmaz. Tek görevi zamanı gelince kapıların açıldığından emin olmak ve artığın kozmik girdaptan ayrılmasını sağlamaktır. Bu görev hayaller ile kaplanan diyarlar yeşil düzlüklerin alevden tepelere döndüğü her başlangıç ve sonun ortasında tekrarlanır. Kapılardan girmeyi reddedenler olur. İşte o zaman anahtarcı bekçi üçüncü kapıyı açar. Bu her defasında tüm ulvi iradelerin zıttı bir karar ola gelmiştir. Çünkü bir kere yaşananın tekrar yaşanmasının âlemi yoktur.

Ancak anahtarcı farklı düşünür. O ne düzenin ne de kaosun iş ortağıdır ama dengedir. Ona göre tek bir insan, sadece tek bir kötü kararını eğer daha iyi hale getirebilecekse veya bunun zıttı olacaksa, yani bu ihtimalin var olması halinde bile, döngünün tekrarlanması amacına ulaşmış sayılır.

***

“Gerçek dinginliğin ve mükemmel kaosun mükemmel dengesi her şey tamamen aynı yaşanana kadar sağlanamaz” dedi çayının dibini de içtikten sonra Esrod. Adam Mathilda’nın hangi hikâyeyi düşündüğünü çok iyi biliyordu. “Peki, ama sadece 3 anahtar var ve hepsi senin yanında. Nasıl olur da bir insan o kapıların anahtarlarını yapabilir? Hangi kapıyı açıyor?” dedi kız, pasta diliminin son lokmasını çatalı ile yoklarken. Güneşli bir gündü ve Esrod ile baş başa kalmayı seviyordu. Hangi dünyada olduklarını tam bilmiyordu ama insanların aynı günü sürekli olarak yaşadıkları ama bundan bilinçaltlarındaki yakarışlar dışında haberdar olmadıkları, sorunlu bir gezegendi. Adam gülümsedi, bunu yaparken bazen kafasını hafifçe sola eğerdi ve gözlerini kısardı. Mathilda bilirdi ki bu onun ‘Bunun cevabını sadece ben biliyorum ve bundan felaket keyif alıyorum’ bakışıydı.

“Tüm bu dengeyi sağlama uğraşının bir problemi vardır Mathilda. Basit bir dalgalanmadır bu. Bazen zaman döngüsünün bir aşamasında – ama her defasında farklı bir noktasında – bir bozucu etken oluşur. Bu nedir ya da kimdir bilmiyorum. Öyle bakma benim de bilmediğim şeyler var. Suya atılan bir taş gibidir bu ama ufak dalgalar en sonunda nasıl oluyor bilmiyorum ama her defasında fırtınaya dönüşür ve kaos yıkımı sırtımızdan esirgemez. Kader ve onun koruduğu her şeyin dışında bir güçten bahsediyorum. “

“Bu kez sadece zamanın farklı bir noktasına taş atmadı, atılan taşın niteliğini ve sayısını da değiştirdi.” Adam hafifçe sesini kısarak devam etti, “Bu ne olduğunu bilmediğim bozucu etken düzen ile konuştu. Ondan aslında kendi başına asla düşünemeyeceği bir iş gerçekleştirmesini istedi. Bir kitap yazdırdı. Öyle bir kitap ki içinde yalnızca düzenin haberdar olduğu ama başka kimsenin bilmediği her şeyi içeriyor. Girdabın içine hapsolduğu kozmosun en uç duvarlarının ötesini anlatıyor. Örnek vermek gerekirse Enoch adlı zavallı tek kanatlı insan aşk-zademiz bu kitabı okuma gafletinde bulunanlardan biridir. Hmm, görüyorum ki bahsi açılınca halen rahatsız oluyorsun. Belki de sen de ona karşı bir şeyler hissediyorsundur?”

Kız gerçekten rahatsızdı ama sebebi Esrod’un düşündüğünden çok farklıydı. Esrod ona cevabı esirgemiş durumdaydı. ‘Konuyu değiştirmek ile kalmadı, aslında vermesi gereken cevabı da vermedi’ diye düşündü. Üzerine gitmeye karar verdi, “Öyle ise Tengu bu taşlardan biri öyle mi?” dedi sivri bir dil ile. Esrod hesabı isterken kızına şöyle bir baktı, “Hayır, o, taş dibe vurduktan sonra, gözden kaybolduğunda, artık dalgacıklardan başka hiçbir şeyin olmadığını düşündüğünde, nehrin dibinden başlayarak ta öteki dibe kadar inen bir oyuk. Tamamen umulmadık ve düzensiz. Aynen Hadrhune gibi. O ikisinin düşündüğünden daha çok ortan yanları var.” Kelimeleri tane tane ve ağırca söyledi. İkili masalarından kalkarlarken yan masadan bir adam konuşmaya girdiğinde donup kaldılar.

“Bayım, ben nehrin kenarında yürüyen biriyim. İzler ve öğrenirim. Ağacın kenarında oturup şarkı söyleyen sizlerin namelerinize kulak misafiri olduğum için affınıza sığınırım ancak bir dostumun adı şarkınızda geçti. Yalvarırım söyleyin bana Enoch nerede?”

Adamın elinde liberation adında bir gazete vardı. Elleri ile gazeteyi tuttuğu yerler terden lekeliydi. Esrod gerçekten uzun zamandır böyle şaşırdığını anımsamıyordu. Gerçekten onu hazırlıksız yakalayabilecek birilerinin var olması ihtimali bile akıl uçuran bir fikirdi. Enoch’u tanıdığını iddia eden bu adama şöyle bir inceledi. Basitti, ne yakışıklı ne salaştı ne de ikinci kez bakacağınız biriydi. Öylesine bir insandı, yüzünü sorsalar anlatamazdı. Ancak şu vardı ki gözlerinde uzak diyarların Gond’unun en üst keşişin bile sahip olmadığı bir kavrayış vardı. ‘bu adam da kim?’ diye düşünürken sözcükler ağzından döküldüler ister istemez, “Bizle yürürken belki konuşmak istersiniz, ermm…” garip adam çok utanç verici bir suç işlemiş gibi kızardı aniden, “Ah özür dilerim öyle kaptırmışım ki kendimi tanıtmayı unuttum. Adım Obliu’dur, açıkçası sizinle tanışmayı uzun zamandır isteyen sıradan bir hayalciyim.”

Esrod’un kalbi duracak gibi oldu – ikisi birden – bu adı daha önce bir yerde daha gördüğünü hatırlıyordu. Toprakta yürüyen ancak ve ancak tek bir kişi bu ismin taşıyıcısı olabilirdi.

Sağ yanında durumun vahimiyetini henüz anlamamış olan Mathilda ve solunda kendisini Obliu olarak tanıtan garip giyimli adam ile bir meydan çeşmesine doğru yürürlerken kalabalık da yanlarından geçip gidiyordu. Üçlü çeşme kenarına oturdular ve Esrod kalabalığı izlerken mümkün olduğunca adama bakmadan konuşmaya başladı.

“Söyle bana hayalci, beni nasıl buldun. Sana bu dâhil olmak üzere dört soru soracağım ve vereceğin dört cevaba göre bir tedbirde yahut bir talepte bulunmam gerekecek. Önce buna cevap ver.”

Obliu başını eğdi ve gözlerini yerdeki arnavut usulü dizilmiş taşlara dikti. “Enoch, oğlan çok yetenekli. Yanınızda oturan bayanın oldukça isabetli bir resmini çizmiş. Resmin üzerinde sahibi onu görmese bile bir bağ oluşur. Bağı takip etmem kolay olmadı zira garip düğümler ile karşılaştım. Enoch ona öğrettiğim her şeyi aslında ne yaptığını bilmeden uyguluyor ve inanın bana bayım, izini saklama konusunda kızınızdan çok daha başarılı. Bu yüzden imkânsızı takip etmeye çalışmaktansa düğümleri çözmeyi seçtim ve işte karşınızdayım.” Esrod cevaptan memnundu. Düğüm derken neyi kastettiğini çok iyi biliyordu. Evrenin dört bir yanında Alice’ler vardı. Söyledikleri şu ana kadar yalan taşımayan samimi sözlerdi.

“Peki, söyle bana Enoch’u bulmayı neden istersin?” Bu kez sorusunu onun yüzüne bakarak sordu. Gözleri karşılaştığında içlerinde barınan sonsuz karanlıktan bir an yakaladığını sandıysa da sıradan iki kestane rengi göz ile karşılaştı. Obliu ile ilgili her şey unutulması o kadar kolaydı ki Esrod kendisinin olduğu kişi olduğundan şüphe etmeye başlıyordu.

“O benim kardeşim gibidir. Son zamanlarda çok acı çekti ve tekrar onunla beraber yolculuk etmeyi çok özledim. Hayatımın en iyi zamanları onunla beraber diyarları karışladığımız dönemlerdi.” Duraksadı ve ne söylediğini düşündü. Esrod sözünü böldü, “Yani ona seni takip etmesini söyleyeceksin. Onu tekrar sürükleyeceksin öyle mi?” dedi. İşte o an Obliu öyle bir gülümsedi ki meydanda ona bakmasalar bile Obliu’yu görüş alanlarında tutan ve normalde sadece öylesine yürüyüp işine gidecek olan herkes dondu kaldı. Kendilerinden utanarak sanki hiçbir şey olmamış gibi yollarına yavaşça devam ederlerken hepsi ona bakıyordu. Esrod ne olduğunu bilmiyordu ama Obliu ile ilgili bir şey vardı. Özeldi, söylediklerini dinliyordunuz ve sadece o sustuğunda konuşabiliyordunuz.

“Ah hayır, öyle değil. Olur mu hiç, o bana öyle güzel anılar vermiş ve ben öyle mi davranacağım. Hayır hayır asla. Sadece ona yardım etmek istiyorum.” Adam garip entarisinin derinliklerinden artık sararmış kâğıtlar çıkardı. Hepsinin üzerinde çok güzel birer kadının resmi vardı. Hepsi farklıydılar ama her birinin altında ‘Alice’ yazılıydı. Esrod en kızgın ifadesi ile dönüp Mathilda’ya baktı, kız oralı olmuyordu ve sanki hiç dinlemiyormuş gibi başka işler ile ilgileniyordu. “Enoch, arkadaşım, Alice adında birini arıyor olabilir. Bana öyle geliyor yani, emin değilim. Açıkçası kızınızın adının Alice olabileceğini düşündüm ama onun resminin altında hiçbir şey yazmıyordu. Zaten yanınıza geldiğimden beri kağıt nedense boş.”

Zavallı Obliu’nun kafası sorular ile doluydu. Esrod ‘düşen taşların’ özgür kaderlerinin bu kez ne kadar farklı olduğunu bu adama baktığı her anda tekrar idrak ediyordu. “Peki son sorumu soruyorum Obliu. Adını kullandığın kişinin veya nesnenin yerini biliyor musun?”

Adamın kaşları şaşkınlıkla kalktı ve ağzı açık kaldı. “Hikayemi duymuşsunuz! Yüce Esrod hikayemi duymuş!” Obliu ayağa fırlayıp neredeyse dans olduğu iddia edilebilecek bir seri hareket yapmaya başladığında baba ve kızı ne yapacaklarını tam olarak bilemediler. Obliu dansını yaparken sanki çok basit bir şeyi dile getiriyormuş gibi bir çırpıda söyledi, “Obliu unutmuşluğun ve yokluğun engin tarlalarında adımlar. Var olmayanların hükümdarıdır yani onun ismini anabilmek için bile biraz kaybolmak gerekir. Ama derler ya, eğer yeterince uzun süre kaybolursanız her yeri görebilirsiniz!”

Obliu isimli adamın saflığı ve samimiyeti karşısında Esrod iliklerine kadar ürperdi. Yüreğinde tek bir damla kötülük olmayan ve Mathilda’nın izini takip edebilecek kadar keskin biri. Esrod onun sadece düşleyerek Obliu’yu bulduğuna neredeyse emindi. “Söyle bana Obliu, beni ona götürebilir misin? Eğer yapabilirsen ben de seni Enoch’a götürebilirim” dedi bir kumar oynayarak. Garip entarili adamın tüm ifadesi aniden değişti. “Bizi ona ancak Seraphim götürebilir.” Öyle üzgündü ki ona bakarken Mathilda ve Esrod’un da sanki kalpleri ağırlaştı. ‘İmkansız’ der gibi bir hali vardı. Bir karga gakladı ve üçlü tepelerinden geçen telde onlara sanki sırıtırmış gibi bakan kuşa ‘sen?’ dercesine baktı.

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Ynt: Tengu: Bölüm 17
« Yanıtla #41 : 26 Ağustos 2010, 11:08:42 »
Bölüm 17: [*]End is near[/*]


“Sen kimsin?” dedi karanlığa. Karanlık sessizdi. Karanlığın bir yüzü yoktu ama konuştu. “Ben senim, ya da artık öyleyim”. Doğruyu söylediğini biliyordu ama bu gerçekliğe inanmak güçtü. “Neden bırakmadın, ölümü neden inkâr ettin?” dedi üsteleyerek. Karanlık sanki düşündü ve ardından cevapladı. “Benim için bir fedakârlık yaptın. Nasıl biri kendisi için fedakârlıkta bulunan düşmanı bile olsa onu bu daracık dünyada tüm bu duvarların arasında bırakıp gidebilir? Uyan artık, canına kast edeni kurtarmaya çalışmak zaten yeterince utanç vericiyken bari senin için en değerli olanın yanında uyumayı bırak.” Karanlığın bir yüzü yoktu ama gülümsedi. Tengu ondan uzaklaşırken karanlığın göğsüne sonuna kadar saplı olan kılıçtan gözlerini alamıyordu. Neden bilmiyordu ama sanki taşa saplı bir kılıç gibi geldi ona. Bir gün onu çıkaracak birisini bekliyor gibiydi. Yerinden memnundu, ‘bırak beni ve yaşa’ der gibiydi.

Alice adamın yanında tüm gün ve tüm gece kaldı. Ateşi çıktığında endişelenirken buldu kendisini. Sanki adamın ruhu cehennem azabından geçerek bedenine geri dönmeye çalışıyordu. Adamı sıcak ve kuru bir yere götürmeliydi, orman rutubetliydi ve dev adamın üzerini örtecek bir şeyler bile bulamıyordu. Onu kolayca sırtladı. Yoldan geçen birisi Alice’i görse, önce ne gördüğünü kendi kendisine sorgular sonra şaşırır ve ardından gülerdi.

Bunu daha önce de yapmıştı ve bu yüzden biliyordu ki adam bu hasta hali ile o gök adalardaki haline kıyasla sanki katlarca daha ağırdı. Ata baktı ve kesinlikle taşıyamayacağına karar verdi. Sarmaşıklardan bir sedye örse ve sürüklemesini istese bile at büyük olasılıkla yarım gün geçmeden çatlardı. “Ne yedin böyle sen be adam” dedi sinirle. Acelesi yoktu ama belli bir zaman içerisinde belli bir yerde olmalıydı.

Adamı bu şekilde dinlenmeden, yemeden ve uyumadan üç gün boyunca yavaşça taşıdı. Ve evet yol boyunca onu görenler de oldu. İnsanlar gördü, sorguladı, şaşırdı ve güldü ama Alice onlara aldırmadı. Yaşlı radohin bu adamı ona emanet ettiğinde ne düşünüyordu bilmiyordu ama yalan söylemiyordu. Adam onun yüzünden bu haldeydi. Alice’in kalbinde muazzam bir sorumluluk yatar. Öyle bir ağırlıktır ki bu ona, görevinden ve onurundan asla kaçmaz. Bu ağırlığı azaltmak için Alice hayatı boyunca belli bir noktada kalmayarak insanları daha az tanımayı seçti. Kendisini tanıyordu, kişilere çok kolay ve güçlü biçimde bağlanabiliyordu. Sanki bu bağlanma yetisi ona adı verildiğinde bahşedilmiş bir lanetti.

Gezgin yaşantısında arada konaklardı. Birkaç sene orada ve bazen biraz burada, sonra da şurada. Ejderha formunu alsa adamı kolayca taşırdı. Gök adada onu kurtarmak için yarım bir dönüşümde bulunduğunu anımsıyordu. Sadece kanatları ve dengesini sağlamak için kısa bir kuyruk çıkarmış olmasına rağmen uçmanın mutluluğunu halen unutamadığı için kendisine kızıyordu. “Neden senin için dönüştüm ki, ölmene izin vermeliydim”. Ayrıca içini kemiren bir durum söz konusuydu. Taşıdığı yarım ton gelse de sadece bir insandı. Bir insan nasıl olur da kadim radohinlerden birinin saygısını kazanırdı. ‘Ne yaptın?’ diye sayıklıyordu yolculuğunun son aşamalarında her adımda.

Sonunda küçük bir köye geldiler. Köyün bir hanı yoktu ama halini gören birkaç köylü ona kalabileceği bir kiler ve adamı tedavi etmek için şifalı otlar getirdiler. Alice köylülerin şifa konusunda bu kadar bilgili olmalarını garipsedi. Sıradan köylüler değillerdi. İlgisini adamın üzerinde tutmaya çalışıyordu ama köye adımını attığından beri ne bir tırpan ne de tavuk görmediğini de unutamıyordu.

Adamın ateşi üç gündür inmemişti. Yaşaması bir mucize diyordu kocakarılardan biri ona ara sıra kileri işgal edişinin ilk gününde. Ona sorular sorduklarında güneyde çıkan bir savaştan dağılan askerler olduklarını ve adamın onun silah arkadaşı olduğunu söylüyordu. Köylüler bayan bir askerin varlığını garipsiyor gibiydiler. Hepsinin de ona bakışı bir tuhaftı.

Alice bu şekilde büyümemişti. Bir radohin kanı taşıyor olabilirdi ama insanların yaşama telaşına gözlerini kapatmamıştı. İnsanlar cins, renk, yaş güdülmeksizin sonbahar ekinleri gibi tırpan misal kılıçların önünde hep biçile gelmiştliler. Bir insan için bile genç sayılırdı ama bir insan için yaşlı sayılabilecek ruhu vardı.

Dördüncü günün gecesinde adamın ateşi dindi ve gözlerini açtı. Şu bilinmelidir ki Alice Wilvarin ile olan ilişkisinden sonra o güne kadar kimseye gerekli gördüğünden fazla değer vermedi. Bunun onun kontrolü altında bir işleyiş olduğunu var sayardı. Kalbini her şeye kapattığı o cehennem gününde ruhundan da bir parça koptu belki. Kilerin ince küçük bir camı vardı. İçerisi öğlen vakti bile çok az ışık alıyordu. O ışığın altında adam eflatun rengi gözlerini çatık kaşlar ile açtığında Alice kalbini kapatışının ona ait bir karar olmadığını gördü mü bilinmez ama onlar için sessizlik konuştu.

İkisi de bir zamanlar insandı. Biri sevgi doluydu öteki ise hayaller ile. Biri ejderhanın kalbini istedi, öteki ise ejderhaların olmadığı huzurlu bir diyar. Biri ötekini kovaladı ama birinin ötekinden hiç haberi olmadı. Gümüşgöz ve eflatungöz birbirlerine bakarlarken adamın çatık kaşları önce normale döndü sonra da gözleri yuvarlarından çıkacakmış gibi büyüdü. Ağzı  da bir karış açıktı. Alice onun yüzünün bu ani dönüşümü ile gülmekten kendini alamadı.

Tengu o an hiç bitmesin istiyordu. Onu bulmuş olması bir yana, gülmesinin bitmemesini istemenin aç gözlülük olup olmadığını merak ediyordu. Ağzını konuşmak için açtığında gırtlağına sanki kumaştan bir top sokulmuş gibi tıkandı. Konuşamadığını anımsadığında önce gözleri doldu ve onları kırpmadan gümüşgözlü kadına bakmaya başladı. “Boğazın? Ah, yoksa konuşamıyor musun?” endişeliydi. Tengu onu endişeli görmek istemiyordu ama kalbi onun kendisi için endişelendiğini bildiği için mutlu olmaktan kendisini alamıyordu da. Gerçekten çabaladı, denedi ama sesi çıkmadı.

İşte o an karanlık imdadına yetişti. “Geri çekil sefil adam, konuşmayı bile beceremiyorsun. Sana yenildiğime halen inanamıyorum.” Tengu geri çekiliyormuş gibi hissetti. Sanki içindeki tüm organlar ince uzun bir boru ile vakumlanıyordu. Sonra kendisini, arkada otururken at arabasında, yolculuk edermiş gibi bir hissin içinde buldu. Gözlerinden gören kendisiydi ama elleri ve ağzı ona ait değillerdi. Vücudunu kontrol edemiyordu.

Alice adamın konuşamaması konusunda endişeliydi. Hem onun için üzgündü hem de kadim ejderha ile aralarında ne olduğunu öğrenmek istiyordu. Sonra aniden ummadığı bir şey oldu. Adam değişti. Gözler yine o eflatun gözlerdi ama bakışlar farklıydı.

Yüzündeki alık ifade gitmiş yerini kendinden emin ve güçlü bir mizaç almıştı. Adam gözlerini ondan ayırarak önce bir ellerine baktı. Tek tek parmaklarını inceledi. Ellerinin tersini ve sonra kollarına geçti. Sonra acele ile etrafına bakındı. Yattığı saman yatağın yanında parlatılmış bakır bir tepsi vardı. Hemen kaptığı gibi kendisine ayna etti ve yüzünü inceledi. Bir kaşını kaldırarak sanki çok ince ve komik bir espri duymuş gibi gülümsedi. “Hayatımı kurtardığın için söylemiyorum ama gerçekten çok yakışıklı bir yüzün varmış.” Dedi. Alice ne diyeceğini bilmiyordu. Bunu Alice’e mi söylemişti yoksa kendi kendisine mi konuşuyordu?

Alice hafifçe boğazını temizledi ve oturduğu samandan koltukta kıpırdandı. Adamın buna tepkisi daha da garipti. Yüzünden sayısız ifade hızla geçerken kendisini kontrol etmeye çalışıyor gibiydi. ‘Acaba aklını mı yitirdi? Konuşamıyordu ama şimdi kendisi değilmiş gibi konuşuyor’ diye düşündü. Adamın ilgisini çekebildiğinde adam duraksadı. “Ah, ne kadar kabayım. Ben Hadrhune. Görmekte olduğun adamın bedenini onunla paylaşıyorum. Sanki ben yokmuşum gibi davranın. O biraz utangaç, onun yerine ben konuşacağım. Adı Tengu ve seninle birlikte bu karanlık mekanda kapalı olmaktan fevkalade mutlu olduğunu bilmeni istemese bile söylemem gerektiğini düşünüyorum” dedi sinsi sinsi. Alice bu kez gerçekten ne diyeceğini bilemiyordu. Düşünecek bir fikri bile yoktu. Adam konuşmaya devam etti.

“Tengu ile ölümüne bir kavga çıkardık. Ne var ki bu bayım fazla bencil değil ve madem rakibini öldürdü, ona iyi davranmalı ve ruhunu kalbindeki boşluğa alıp yerleştirmeli diye düşündü. Biliyor musun kocaman bir kalbi var. Bu benim kararım değildi, hayır hayır hayır hiç değildi. Gerçek yok oluşu yaşamaktan memnun bile kalabilirdim. Buna rağmen kabul etmekte zorlanıyor. Neyi mi? Hmm nasıl anlatsam, siz madde bazlı yaşam formlarının anlayabileceği şekilde izah etmem gerekirse Tengu 12 gardiyan varlıktan birisi. Her ne kadar bir anahtar taşıyıcısı olduğunu biliyorduysam bile onun gerçekten bir gardiyan olduğunun bilincinde olsam kesinlikle bulaşmazdım. Hahaha, benim geveze olduğumu düşünüyor. Şu anda utancından yerin dibine girmek üzere. Görüyorsun ya sana aş-“

Adam sonraki saniyelerde anlam taşımayan gırtlaktan boğazlanır gibi sesler çıkarmaya başladığında Alice hiçbir şey yapmamaya karar verdi. Günler süren yüksek ateşin etkisi mi yoksa adamın kendi doğasından mı ya da daha uçuk bir ihtimal olarak doğrunun mu dile getirildiği pek de umurunda değildi. Sağ elini ‘dur’ dercesine kaldırdı ve bekledi. Adam iki eli boğazında dondu. Yüzünün bir yarısı başka biri öteki yarısı başka birinindi. Alice olabildiğince resmi konuşmaya özen göstererek sordu, “Söyleyin bana Hadrhune ve Tengu, acaba Jonnarius ile ne gibi bir ilginiz olabilir? Yanlış anlamayın ama sizin halen yaşıyor olmanızın tek sebebi bahsi geçen bu kişidir.”

İki farklı ifadeye sahip yüz birden, ‘ne demek istiyorsun anlamıyorum seni’ der gibi ortak bir yolda buluştular. “Güneyin Jonnarius’unu tanırım ancak onunla ne benim ne de Tengu’nun birebir diyalogu olmuş değil” dedi aynı şekilde dalga geçercesine bir aksan ile Hadrhune. Hmm, yoksa, acaba, olabilir mi ki siz Kuzey’in Alice’i, Abbys’in Ramuthra’sı için telaşa kapılmış olasınız?” dedi aynı o önceki sinsiliği ile Hadrhune. Kadının yüzü şok içindeydi. Adam kilere tekrar şöyle bir bakındı. “Buraya gelirken bilincim bu embesilin aksine açıktı. Onlar sıradan köylüler değiller. Siz burada hekimcilik oynarken onlar her yere kendi acınası büyülerini konduruyorlar. Kapıdan çıkmaya kalktığınız anda oldukça etkili bir patlama ile karşılaşacağınızdan emin olabilirsiniz. Ayrıca Tengu’nun metabolizmasını biliyorum, o hastalanamaz. Güçleri senin buz gibi kalbine yetmediği için onun yeni savaştan çıkmış ruhunu lanetlediler. Baş belasıydı ama laneti kaldırdım.”

Alice konuşup duran bu adamın ağzından çıkan tüm kelimeleri o saniyeden sonra dikkat ile dinlemeye başladı. Haklıydı, havada güç kokusu vardı. Raikoben’lerin statik elektriği gibi bir etkisi vardı bunun. Ancak kokusuzdu ve havada her an yırtılacakmış gibi bir his yaratırdı. Eğer farkında olan birisi bu histen ötekine bahsetmezse haberdar olmayan kişi gücün etkisinden çıkamazdı. Basit illüzyonun temeli buna dayalıydı.

“Sesin Jonnarius’dan bahsederken oldukça tedirgindi Kuzey’in Alice’i. Tahminimce onunla aranda bir meselen var ve sen Ramuthra’dan medet umuyorsun? Ancak o herkese kapısını açacak bir radohin değil, müritlerini peşinden yollamış bile baksana. Benim aslında olduğum şeye, Tengu’nun yok ettiği bedenime en yakın var oluşlardan biridir kendisi. Zamanın belli bir aşamasında benimle aynı bilgilere nail olduğu görüşündeyim ama bu başka bir konu. Şimdi cevaplaman gereken soru, yaşamak istiyor musun, Alice?” Alice yaşamak istiyordu. Birden bire bu adamın söylediği her şeye inanmak istiyordu. Son kelimeyi söylerken gözlerinde samimiyet vardı. Sanki konuşan Tengu’ydu.

***

Derler ki yüce savaşçı Tengu’nun efsanesi zamanla çok değişmiştir ve bilinen en saf hali budur:

Zamanın birinde, yüz adamın gücünde ve yüreği ile tek bir adam yürümüş kırk iki krallık ve Gond imparatorluğundan oluşan Byakkoya adlı kürede. Adamın kalbinde bir boşluk varmış. Hayali bir ejderhanın kalbini krallığının eski prensesi ama şimdinin kraliçesine hediye olarak sunmak ve saygı görmekmiş. Kimse onun nereden geldiğini bilmezmiş. Kraliçe onun hayalini kendi hayali bilmiş ve krallığa musallat olan sürüngenin peşine salmış. Adam sürüngenin peşinde fossegrimlerin mesken edindiği ormanlar, nemflerin aklını çelmek için beklediği nehirler ve adını aldığı uçan iblislerin canını almak için gezindiği dağlardan geçmiş. Adamın adı Tengu’dan başka bir isim değilmiş. Tengu’nun ruhu kılıcıylaymış. Öyle büyükmüş ki onu ancak ve ancak kendisi taşıyabilirmiş. Dört arşın boyunda ve krallığın asla dökülemeyen gizli cevherinden dökülmüş göz alıcı geniş bir silahmış Panus.

Tengu’nun başına buyrukluğu ve amacı başka bir sürüngenin aklını çelmiş. Irkından birisine meydan okumaya yüreği olan adamı karşısına alıp ölçmek istemiş. Güney ellerinden Orrendeus adlı ejder onu hasmı bilmiş ve cenk etmişler. Savaşın ateşi ikisini de ölümün eşiğine getirdiğinde Orrendeus pes etmiş ama Tengu acımasızmış, kalbini almak istediği sürüngen olmasa bile onu küçümsediği için gözlerini oyup Orrendeus’u solucan etmiş. Oonu o halde dövüştükleri gölün ortasında alevi sönmeye yüz tutarken bırakmış.

Ancak Tengu saf değilmiş, bilgeliği onun ejderha ile olan cenginin aslında şansına bu şekilde bittiğini söylemiş. İşte bu şüphe ile dolan kalbinin onu yolundan döndürmeye yüz tuttuğu dönemde Gond’un rahibelerinden birisi ile tanışmış. Rahibe ona sevginin ve yaşamın sırlarını açık etmiş. Gond’un rahibeleri kendilerini tanırlarına adarlarmış ama adam ona âşık olmaktan kendisini alamamış. Onun koruması olarak hayalini en derinlere gömerek kırk iki krallığı dolaşmış. Rahibenin amacı yüceymiş. Byakkoya’nın iblis ejderhası Jonnarius’un hükmüne son verilmesini arzularmış. Bu uğurda tüm krallıkları dolaşır ve savaşın kaçınılmaz olduğu o son gün Gond saflarında onların da ordularını iblis ejderin lejyonlarının karşısında durmaları için çağrılarda bulunurmuş. Tengu’nun kalbi bu uzun yolculuk boyunca zamanla ikiye bölünmüş. Bir yarısı ona ejderhayı kendisinin bulup öldürmesi gerektiğini söylermiş, öteki yarısı ise kadına olan aşkını itiraf etmesini ve karşılık görmeyi en azından denemesini öğütlermiş. Eğer ki ejderhayı öldürürse rahibe ile birlikte gezemeyeceğinden korkarmış.

Bilmediği şey rahibenin aklının Ramuthra adlı gerçek bir iblisçe lekelendiğiymiş. Rahibe ruhunu feda ederek milyarlarca Byakkoya insanının Jonnarius lejyonları karşısında yok olmasını engelleyebileceğini düşünmüş. Ramuthra ona karşı koyabileceği gücü verebileceği konusunda söz vermiş. Kadının tek yapması gereken bir erkek ile tek bir gece geçirmesiymiş. Kadın ümitsizmiş. Ruhunu adadığı tanrısı ona rüyalar bahşetmeyi sonlandırmış. Rüyalarında o güne kadar hep dünyanın Jonnarius’un alevleri ile bezeli hale geleceğini görürken karanlığı görür olmuş. Krallar onu cadılık ile suçlamışlar. Ancak tek bir adam, yüce savaşçı Tengu onun saflığından şüphe etmemiş ve hep takip etmiş. Ya da kadın böyle olduğunu sanıyormuş.

Bir gün ikisi kendilerini Jonnarius’un inine giden yolda bulmuşlar. Düşmanları arkalarında hiçbir ordu yokken bu kadar yakınlarındaymış. Gond inin olduğu dağın kendi topraklarına çok uzak olmasından hiç oralı olmamış. İnin olduğu dağın adı Olunath’mış ve bilinen en yüce ikinci dağmış. Dağın eteklerinde konakladıkları gece iblis Ramuthra tereddüt dolu hedefinin aklını çelmek için pis ellerini rahibeye uzatmış. Tengu’nun kılığına bürünmüş ve rahibenin yatağına girmiş. Rahibe şaşırmış ve kılık değiştirmiş Ramuthra’yı yatağına almamış. İblis onu zorla kendi kadını yapmaya kalktığında kadının çığlığı ve iblisin kükremesi hudutlara kadar duyulmuş. Ancak Tengu iblisin dengiymiş. Rahibe ile tanıştığı günden beri hiç yatakta uyumamış. Kadın nerede uyuyorsa kapısına sırtını yaslar oturarak uyurmuş. Kadının çığlığını işittiğinde odaya girmiş kılıcı Panus’u hiç tereddüt etmeden aynı kendisine benzeyen iblise savurmuş. Tengu bir yandan ağlıyormuş çünkü kadının nasıl bakılırsa bakılsın onu kabul etmediğini anlamış.

Ramuthra ve Tengu yedi gün ve yedi gece boyunca cenk etmişler. Rahibe bu zaman içinde gözünü bir kez bile kırpmamış ve kendisi için kanı ve gözyaşları dökülen adamı izlemiş. Yanında bunca zaman dolaşan Tengu’nun aslında medet umduğu şeytana denk olduğunu görmek onu başta korkutmuşsa da daha sonra içini coşku ile doldurmuş. Ona bunca zaman bu göz ile hiç bakmadığını fark etmesi belki tanrıların en başından beri istedikleri şeydir.

Ancak üçü bilmezken gerçek bir iblis olan Ramuthra’dan daha şeytani bir varlık tepelerinde dört dönüyormuş. Onları izlerken Tengu’nun cesareti ve gücü karşısında Jonnarius’un nefesi kesilmiş. Kendisini onu, ne olursa olsun, lejyonlarının generali yapmak isterken bulmuş. Eğer ki iblis ile olan kavgasında sağ kalmazsa iblisi ve rahibeyi oracıkta yok edecekmiş. Yok eğer Tengu kazanırsa kadını hapsedecek ve onu generali yapacakmış. Buna rağmen reddederse hepsini yok etmekte karar kılmış.

Ancak Jonnarius’un beklemediği bir şey olmuş. Tengu tüm bu yıllar boyunca sevgi ile kavrulan kalbine söz geçirememiş ve iblisi katletmekten kendisini alı koymuş. Ramuthra bir iblis olsa bile onur sahibiymiş ama buna rağmen tüm yaraları ile ölümü kaçınılmazmış. Bu aşamada pek çok şey söylenir. Ancak tek bir konuda ortak konuşulur. Ramuthra ve Tengu tek bir varlık haline gelmişlerdir. Jonnarius bunu beklemiyormuş. Rahibe inancını geri kazandığı için tanrılar onun yedi gün boyunca aç ve uykusuz geçen orucuna cevap vermiş ve dualarını kabul etmişler. Tengu’nun kılıcı Panus’u kutsamışlar ve Tengu gökten inen cehennem ile son bir cenk etmiş.

Bundan sonra üçüne ne olduğu bilinmez. Kimin gerçekten kazandığı veya sağ kalan oldu mu duyan olmamıştır. Ama bilinenler ortadadır. Olunath dağı yerle bir olmuştur ve onu artık sadece yaşlılar bilir. O günden sonra kimse Jonnarius’dan bir haber almamıştır. Krallar ise her sene karşılarına çıkan felaket tellalı cadıyı görmez olmuşlar.

[*]Yazarın hazin notu: Böyle bakınca bitmiş gibi duruyor ama; Bitiremedim! Afasfasdasda + insaf ya 4. sayfaya atsın artık girenlerin gözü korkuyor[/*]

Çevrimdışı mit

  • *
  • 5536
  • Rom: 96
  • Kronik Anakronik
    • Profili Görüntüle
    • Yorgun Savaşçı'nın Günlüğü
Ynt: Tengu: Bölüm 1-17
« Yanıtla #42 : 26 Ağustos 2010, 12:40:00 »
Yahu ben birini bitiremeden sen yeni bölüm ekliyorsun hikayene :) Sekizinci bölümdeyim ve şimdiye kadar okuduğum kısımlar gerçekten de çok güzeldi. Bu senden okuduğum en iyi öykü.
Jackal knows who you are,
Jackal knows where you are.
Try to hide if you dare.
Do your best, i don't care.

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Ynt: Tengu: Bölüm 1-17
« Yanıtla #43 : 26 Ağustos 2010, 13:38:19 »
Hızlı gidebiliyorum bu kurgu içinde. Duvara asılan genişçe bir karton levha hayal et, üzerinde iğneler olsun rengarenk. Dedektif işi hani, önemli notlar, suratlar, mekanlar ve kanıtların listeleri asılıdır her birinde. İpler ile birbirlerine bağlarsın onları ki alakaları gözden kaçmasın. Sonra boşta kalan ipler olduğu fark edilir ve boş not sayfaları asılır yeni iğneler ile. Şöyle diyelim; benim gayet boş bir levham vardı ve rıhtıma geldiğimden beri inanılmaz boş not kağıtları yığıldı bunun üzerinde. Dolu bir sürü not vardı ama bağlamakta güçlük çekiyordum. Hani puzzle yaparken en başlarda  kenarları dizerken her şey zordur (özellikle tek renk ise) ama ortaya yaklaştıkça her şey kolaylaşır ya bunun gibi çözülü veriyor her şey benim için şu ara. Teşekkür ederim.

Bu arada, hikayenin sekizinci bölümü benim favorimdir ^^

Çevrimdışı KoyuBeyaz

  • ********
  • 2753
  • Rom: 59
  • Rasyonalist dominant.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tengu: Bölüm 1-17
« Yanıtla #44 : 27 Ağustos 2010, 04:43:03 »
Son bölüm içime sinmedi. Tengu'nun başından geçen onca olayı o kadar güzel anlattıktan sonra, o son kısım daha kaliteli yazılmalıymış. Kalitesiz demiyorum fakat bu kadar güzel bir hikayenin bir nevi özeti sayılan o bölümün daha çarpıcı ve/veya daha 'vay bee' dedirten cinsten olmasını dilerdim. Hem başlarına ne geldi ne gitti anlatacakmısın bilmiyorum fakat sonu böyle olursa oturur ağlarım. ;D Bari hayatının devamını nasıl sürdüreceğinin ipuçları falan sıkışsın cümlelerin arasına da kafamızda kendi kurgumuzla tamamlayalım.  :P

Diğer öykülerinle kesişmesi ve bu kadar ayrıntılı ve iç içe geçmiş bir senaryoyu hala bu kadar güzel aktarıyor olmana da tekrar şapka çıkarıyorum.

Öykünün bitmesini istemiyorum bu arada ben, devam etsin yahu!  :=)
Uzay elbisemle kavgaya hazırım.