Kayıt Ol

Tengu: Bölüm 1-30, final

Çevrimdışı Malkavian

  • *****
  • 2152
  • Rom: 57
  • I was lost in the pages of a book full of death..
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tengu: Bölüm 1-26
« Yanıtla #60 : 08 Aralık 2010, 18:32:09 »
Ben takip ediyorum bu seriyi fakat Nihbrin'in yazdığından daha yavaş okuyabiliyorum son zamanlarda. Bu yüzdendir yorum yapmamam. Yoksa okuyorum hikayenin yarısında filanım :)

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Ynt: Tengu: Bölüm 1-26
« Yanıtla #61 : 08 Aralık 2010, 18:52:46 »
Teşekkür ederim Koyu, 25. bölümün benim için anlamı büyüktür. Hadrhune sineye çekilmedi, backdoor aramaktan bıktı ve daha direk ama uzun vadeli bir plana girişti yani evet, onu bir ara deus ex olarak hikayede kullanım faktörü listeme ekledim. Bir başka başlık da Arlion'un belirttiği üzere "Yazar, fantastik kurgu bir hiakyede kültür ve antropolijik yaklaşımı okura anlatma hükmünde ve bu yazarın rahatça yazmasına biraz mani oluyor" ancak deus ex'ler işin balı kaymağı haline geliyorlar, gerçek kurguda yapılamayacak dönüm noktaları Tengu da benim için çok pratikler.

"O zeref hangi Zeref?" bir düşün  :P

Malkavian, ben de "27 eklemek lazım bir ara 14 Kasım da yazmışım en son! Çok sallamışım!" diye iç geçiriyordum ama siz ikinizden başkalarının da yorumlamasını istiyorum ve açıkçası 1-26 gibi bir ibare görmek bence milleti ürkütüyor (Bunu Amras da söyledi bir ara) olabilir. İlk zamanlar 4-5 gün yazmadığımda "devam edecek misin?" diye soran arkadaşlara tekrar teşekkür ediyorum, yoksa devam etmezdim büyük olasılıkla. Ancak insanların şu sıra aynı hevesle okumadıklarını düşünüyorum.

Hikayenin sonunu biliyorum ama oraya nasıl geleceğime pek emin değilim elimdeki tüm malzemeyi kullanarak. Ön görülü bir kurgu değil bu, bolca yazılabiliyor bu yüzden ama arap saçına döndü azıcık.

Yavaştan alıyorum şimdilik, aydan aya yayınlayabilirim belki. Hem zaten sınavlar vardı bitti, dünya pek güzel gözümde, vapurlar felan.

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Tengu: Bölüm 27
« Yanıtla #62 : 11 Aralık 2010, 13:54:25 »
Bölüm 27


Karanlık oda ıslak hayvan ve kanlarının kokusu ile ağır bir esansa bulanıktı. Malchizedek’in çalışma odası için temiz bir ortam olduğu söylenemezdi. Dar bir yer değildi ama o kadar çok hayvan, masa, cam tüp ve boru istiflenmişti ki odaya giren biri tümünün arasında boğulurdu. Her şey adam Ozethreth’e çalışmasını önerdiği kitabı gösterdikten dört yaz sonra başladı.

Malchizedek kendini barışa adamış bir adamdı ancak ne tapınaktan çıkar ne de görünürde çok iş yapardı. Daha önce hiçbir çalışma odasına ihtiyacı olmamasına rağmen bu odanın en acele şekilde hazırlanmasını istedi. Pek çoğu durumu onun yaşına verdi. Malchizedek genç biri sayılmazdı ve her ne kadar saygı değer birisi olursa olsun mazur görülmesini gerektiren davranışlarda bulunması doğal karşılanıyordu.

Ozethreth onun çalışma odasında uzun vakitler geçirirdi. Yüksek sorumluluk sahibi tapınak yöneticisi rahiplerden teki bile başrahip ile bu denli zaman harcamıyordu. Kimse Ozethreth’in ne gibi bir farkı olduğunu anlayabilecek durumda değildi. Binlerce yıl sonra adı ‘yedinci büyük kıyım’ olarak anılacak savaşlar serisinin ilkleri en şiddetlilerinin artçıları halinde yankılanıyordu bile. Gond rahipleri hiçbir savaşa sırtlarını dönemezlerdi, onlar Gond’un en elit savaş gücüydüler.

Malchizedek işte böyle bir zamanda sadece sembolik bir değer taşıyordu. Onlarca yıldır yaşadığı tapınaktan başkente taşınmasını gerektiren kraliyet önerisini de reddetti ve iyice odasına kapandı. Ozethreth dışında herkes onu saygıyla yargılıyordu. Ozethreth onun ne istediğini bilen tek kişiydi. Ebedi barış.

Malchizedek’in ona kara kitabı ilk gösterdiğini günü unutamazdı. “Bak Oz, bu kitabın bir yazarı yok, sayfa numaraları yok ve baskı numarası taşımıyor. Buna rağmen el yazması olamayacak kadar özenli ve baskı olamayacak kadar ayrıntılı. Bir sayfadaki her harf birbirinin her anlamda eşi olmak ile beraber hiçbir sayfanın kaligrafisi bir öteki ile aynı değil.”

“Bildiğim hiçbir baskı makinesi bu kaligrafiyi işleyemez. Dilini çözmek için bir yıl harcadım ve anladığım tek şey her sayfanın sayısız farklı şekilde deşifre edilebileceği gerçeği oldu. Bazı sayfaları ikinci defa okumak mümkün değil, ancak ve ancak belli şartlar altında tekrar gözüme görünüyorlar. İkinci yılımı yapabildiğim kadarını deşifre ederek harcadım. Görüyorsun ya bininci cilde yaklaşmak üzereyim. Bu tek kitap aslında koca bir kütüphane.”

“Aynı cümleyi tek klasik yirmilik düzende çözümlediğimde ‘Kumsalda adımlayan kuzuların yelesinden yapılma ayakkabı’ olarak okunurken on dokuzluk düzende ‘Kilerin kapısını çalan hırsızın açlığı’ haline gelebiliyor. Cümleyi değil tüm paragrafı on sekizlik düzende çözümlediğimde ‘Kumsalda ölü yatan çobanın ayakkabıları’ halini alıyor. Ne müthiş değil mi? Her düzen tek başına tüm kitaba uygulandığında sonunda anlam taşıdığı gözlenebilecek bir hikâye oluşturuyor. Bu şekilde koca bir kütüphane yığdım ve bildiğim tüm şifre çözümleme metotlarının sonuna gelmek üzere olmama rağmen arzuladığım hikâyeye rastlayamadım.” Dedi hüzünle.

“Peki, sizin istediğiniz nedir ve orada olduğunu nereden biliyorsunuz?” dedi merakla Ozethreth adamın kan oturmuş ve mürekkep ile lekelenmiş ellerine bakarken. Adamın yorgun yüzü aniden aydınlandı ve sanki gençliğinden geriye kalan az bile olsa ışığı geri yakaladı, “Ebedi barış. Çünkü bakacak başka hiçbir yer kalmadı.” dedi. Ozethreth’e bu komik geldi. İnsanlar sihirli bir değnek ile savaşan herkesin bu isteğini söndüremezdi. Mümkün olsaydı bile haklının haksıza bir şekilde baş kaldırabilmesi yine gerekirdi, peki bu nasıl çözümlenebilirdi? “İnsanların insan olmayı bırakmaları gerekiyor efendim.” Dedi noktaya parmak basmak istercesine.

Malchizedek o anda ne yapıyorsa durdu ve konuşmadı. Bir oğlana bir de kitaba baktı. Oğlan on altı yaşındaydı ve onunla ilk tanıştığında bile oldukça zekiydi. Kitabı kendi seçtiği bir metoda göre çözümlerse ne çıkardı? Başrahip görmek istiyordu ancak Ozethreth’in kitaba dokunmasını nedense istemiyordu. İşte kalbini sıkan gerçek buydu, arzuladığı ulvi amaca ulaşmanın tek yolu öğrencisinin kitaba dokunmasından geçiyor olsaydı bile onun kitabı okumasına izin vermezdi. Makul bir sebebi yoktu. Elindeki çeviriye bakarken bunları düşünüyordu. Dönüp oğlana aklındakini söylemek ister gibi oldu ve baktığında az daha küçük dilini yutacaktı. Malchizedek’in aklında bir önceki yıl çevirdiği ciltlerden birisi geldi oğlanın yaptığı korkunç eylemi izlerken.

“Her kim ki düzeni bilinçsizlik ile bozar, elleri kargaşa ile lekelenir. Her kim ki düzene en saf elini uzatır, bilgi ile mükâfatlandırılır. Düzeni düşman bilen korkusuz olmalı zira ne delilik ne de aptallık vuku bulan günahın mazereti olamaz.”

Ozethreth deri kaplı kara kitabı eline almış inceliyordu. Malchizedek bugüne kadar ona dokunmaması gerektiğini hiç söylemedi ve oğlan da dört yıl boyunca kitaba hiç dokunmadı. ‘Neden dokundun?’ diye sordu içinden dehşet ile. Neden onu uyarmayı her düşündüğünde kalbi ağırlaştı? Ozethreth’i meraklandırmış olmalıydı. ‘İş işten geçti, şimdi onun öğrenebildiği kadarını yazması gerekiyor yoksa her şey boşu…’ düşünceleri oğlanın kitabı kapatması ve yerine geri koyması ile son buldu.

“Kitabın tüm sayfaları mürekkebe batmış gibi kapkara, anlamıyorum. Hepsi dolu.” Dedi kafası karışmış bir şekilde. Ozethreth masasının başına oturmuş hocasına baktığında aniden onunla ilgili normal olmayan şeyler hissetti. Sanki yaşlı adamın etrafındaki hava ağırlaşıyordu. Aynı tekinsiz kitabın az önce gördüğü sayfaları gibi teni kararıyor ve kıyafetleri bozuluyordu. Ancak hepsi algısının çok farklı bir basamağında oluyordu. Yaşlı adama baktığında bu yanık ve bozuk çarpılmış imge canlanıyordu kafasında ama gerçekte eskisi gibi göründüğünü de biliyordu. Algı basamaklarını kullanmayı Xhyn’in dört gardiyan kitabından öğrenmişti ve ilk kez bir işine yarıyordu.

“Mürekkebe batmış gibi mi dedin?” dedi çatlak sesi ile adam. Masasından kalktı ve oğlan ile kitabın yanına yürüdü. “Ellerine bak, ahmak!” dedi sesi aniden gürlercesine. Ozethreth anlamadan ve biraz da korkarak ellerine baktı. Başlangıçta farklı bir şey görmedi. Ancak aynı hocasının üzerinde yaptığı gibi öteki basamakları aynı saydam sayfalarmışçasına kaldırdı ve ne olduğunu bilmediği bir basamağa bakarken buldu kendisini. Ellerini sanki mürekkep hokkalarına batırmış gibiydi, zift gibi ağır sıvı kesintisiz bir sicim halinde parmak uçlarından yere akıyordu. Refleks olarak ellerini üstüne sildi, gerçek bir şey görmediğini kendisine telkin etmesi uzun sürmedi ve zaten mürekkep de ellerlinden çıkmadı. Taş zemine şırıl şırıl siyah sıvı akıyordu.

Malchizedek öfkeyle kitabı aldı ve sayfalarını karıştırdı. Dört yıl boyunca ne zaman kitabı açsa farklı sayfalar görürdü ancak bu kez farklıydı. Tüm sayfalar boştu.

***

Vodlun’un dili tutulmuştu. Güneş batarken uzayan gölgeler çınlayan çeliklerin kıvılcımları ile bir aydınlanıp bir kararıyordu. Ne yaptığı önemli kuşatma ne de o anda dünyada olup biten diğer ne varsa önemliydi. Bunca yıldır askerlik yapıyordu ancak ömründe böylesine soluk kesici bir düelloya şahitlik etmemişti.

Tengu iki elini birden kullandığında Panus’un her hareketi havayı yırtıyordu. Zeref denen adam her kim ise Tengu’nun bildiği hiçbir sanatı uygulamıyordu. Sanki bir tarzı yoktu ve doğaçlama yapıyordu. Uzun kılıcı onun birlikte doğmadığı ama sonradan bulduğu bir uzvu gibiydi. Tengu’nun hamlelerini kaba kuvvet ile karşılamaya kalkışmıyordu, sanki her defasında zarif dokunuşlar ile Panus’un yönünü değiştiriyordu.

Zeref isterse bastığı topraktan tek adım oynamıyordu ve yine de her şeyi bir kenara iterek saldırabiliyordu. Adam kısa olduğu için Tengu normalde bu tip hasımlarda uygulaması gereken bel altı hamlelere de kalkışamıyordu. Boyu ilk kez onun için bir dezavantajdı.

Tengu’nun olan biteni fark etmesi tamı tamına on dakika aldı ve bu da Zeref “Saldırı sırası şimdi bende” dediğinde oldu. Aslında Zeref’in yaptığı tek şey isterse onun da en az Tengu kadar iyi ve hatta daha iyi kendisini savunabileceği idi. Zeref dövüşü tam anlamı ile ciddiye almıyordu bile.

İkisi kısa süre için güvenli mesafeden birbirlerini süzdüler. Zeref saldırmak yerine konuştu, “Ustan kim bilmek isterim. Ellerinde ve bedeninde en az otuz yılın emeği olduğuna yemin edebilirim ancak yüzün bu rakamın yarısı kadar olgun bakmıyor.” Dedi.

Tengu afalladı. Esrod dışında kimse onun gerçek doğasını bilmiyordu. Hatta Alice’in bile bir fikri yoktu. Ancak Esrod’un bir defa bundan bahseder gibi olduğunu hatırlıyordu. “Bir gün öyle bir insan ile cenk edeceksin ki kılıçlarınız çarpıştığında birbirlerinizin yüreğinizi dahi görebileceksiniz. Sen öldürebilirsin ama bunu öldürme isteği ile yapamıyorsun. Öncelikle bunu değiştirmeliyiz. Karşındaki seni ne pahasına olursa olsun öldürmek isteyecek ve sen umursamayacaksın bile. İşte en büyük zayıflığın bu, eğer öldüreceksen bunu istemelisin yoksa asla karşındakinin kalbini okuyamazsın.”

Sonuçta Tengu için ölümün yolunun olanak dışı olduğunu görmeleri uzun zaman almadı. Sadece iyi yüreklilik değildi bunun sebebi, sadece birisi onun canına kast etse dahi ona öfkelenecek kadar negatif duygu hissedemiyordu hepsi bu.

Düşünce bulutlarını dağıtan Tengu Zeref’i yanıtladı, “Kılıcı ile kesmesini değil kesmemesini bilen adamın çırağıyım” dedi. Tengu ne kadar uğraşırsa uğraşsın Esrod’un adını ağzından çıkartamadığında bununla çıka geldi.

Zeref şaşırdı, sonra “Ne yani bir usta değil misin? Şu halin ile ustana göre halen bir çırak isen ustan korkulası birisi olmalı” dedi huşuyla. “Peki, öyle ise, içindeki ustayı ortaya çıkartmaya ne dersin?” dedi sinsice bir gülümseme eşliğinde. Tengu Zeref’in yüzündeki hiçbir kas kompozisyonunun ona güven vermediğine yemin edebilirdi.

Zeref ayak bileklerini yaylandırarak hafifçe yukarı aşağıya zıplamaya başladı. Parmak uçlarını yerden çok az ayırıyordu ve iki ayağı aynı anda yerden kesiliyordu. Toplam dokuz kez yaptı bunu. Kılıcını ters tutuyordu, yani keskin kısmı başparmağından değil serçeparmağından itibaren devam ediyordu. Kılıcı sol elindeyken sırtına yasladı ve birden bire gözden kayboldu.

Adeta bir sihir gibiydi. Bir salise önce ayakta durduğu noktada uçuşan yapraklar girdaplar çizerek havalandılar ve indiler. Her yan sessizdi. Tepenin aşağısında düelloyu izleyen askerler ne olacak diye bekleşiyorlardı, kuşatma kimsenin umurunda değildi.

Tengu izliyor, dinliyor ve yerde hissedebileceği en ufak titreşimi bile tüm dikkati ile bekliyordu. Gözleri Alice’in beklediği uzak koruluğa gitti ister istemez. Aralarında yaklaşık iki yüz metre olmalıydı. Adamın yok olması üzerinden dört saniye geçti ve Alice’in olduğu yerde bir gölge Tengu’nun dikkatini çekti. Gölge gibi de değildi aslında, daha çok yazın sıcak bir kayanın üzerinde dalgalanan hava gibiydi. Uzun kılıç aniden Alice’in karnından sonuna kadar kana bulanık çıktığında kadının yüzündeki şok Tengu’nun aklını kaçırmasına sebep oldu.

Tengu ilk defa öldürmek istiyordu.
[*]Aerith must die! Fikri kafama sokan sesin Koyu! Ah koyu ne yaptın koyu! :P[/*]

Çevrimdışı KoyuBeyaz

  • ********
  • 2753
  • Rom: 59
  • Rasyonalist dominant.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tengu: Bölüm 1-27
« Yanıtla #63 : 13 Aralık 2010, 16:15:25 »
Amanın. Ben bir canavar yaratmışım!

Ama bu hakikaten şok oldu. Alice ölmemeli ya, Aerith gibi olmamalı sonu!

Zeref'e olan bütün sempatimin solduğu bir bölüm olmuş bu. Ozereth'in elindeki mürekkebi kendisi için kullanmayı öğreneceğini düşündüm başta, sonra o kitaba ve kütüphaneye ne olduğunu düşünürken Hadrhune geldi aklıma birden. Onun macerası da böyle bir kitapla başlamamış mıydı?

Hikayen bahsettiğin kitap gibi olmaya başlıyor, söylemedi deme.
Uzay elbisemle kavgaya hazırım.

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Ynt: Tengu: Bölüm 1-27
« Yanıtla #64 : 14 Aralık 2010, 16:29:01 »
Koyu, bu kitabın o kitap olduğu (yani Genkai adlı kısa öyküdeki Hadrhune'un doğuşu hikayesindeki kitap) aşikar değil mi şu haliyle? Birkaç defa da sözünü ettim aynı kitabın.

"... doğası vardı. Hadrhune bu gerçeği ölümlü hayatının sonunda elde ettiği değerli bir kitaptan öğrenmişti. Düzene dair her şeyi simgeleyen..."

Ayrıca 10. bölümde uzun uzun bu kitabın ortaya çıkışından bahsettim;
Alıntı:
Spoiler: Göster
Omnipotent olan Obliu'nun Düzen ile olan konuşması: "Kitapta senin bildiğin ama senden başka kimsenin bilmediği her şeyi yaz. Eğer ki biri onu okursa aradığın kişi olmak için bir adım atmış olur. Her adımda hayallerindeki olanaksız kayaya benzer ve sonunda sevgili düzen, şampiyonun kaosun girdabında yılmadan dikilir. Biliyorum ki bu kişinin üç ruhu olacaktır tek bir bedende. Ancak bunun karşılığında tek bir arzu sergilerim. Sen düzensin, sana veriyorsam almak zorundayım. Kitabını ilk okuyan insanın adını ben koyacağım.”


Şu anda bölümleri normalde olması gerekenden daha ayrı düşündüğüm için tam olarak bir organik kurgu bağlantısı yokmuş gibi duruyor olabilir. Ancak temin ederim ki her şey tıkırında bana göre  :P sonraki bölümde epey toparlayacak gibiyim.


Çevrimdışı Malkavian

  • *****
  • 2152
  • Rom: 57
  • I was lost in the pages of a book full of death..
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tengu: Bölüm 1-27
« Yanıtla #65 : 30 Aralık 2010, 12:39:33 »
Öncelikle yorumdan önce belirtmeliyim ki 16. Bölümdeyim. Hikaye çok iyi gidiyor. Merak ettiğim birkaç konu var ama devam bölümlerinde karşıma cevaplar çıkacak sanırım.

Hikayenin sürekli merakta bırakmak yerine okuyucuyu bir olaya hazırlayıp, ona bir konuyu işleyip sonra hazırladığı konu üzerinden yine okuyucuyu şaşırtmasını çok beğendim. Yazım tarzı burada oldukça devreye giriyor. Okuyucuyu bir gerçeğe hazırlamak küçük ayrıntıların heryere serpiştirilmesi ile olur ancak ve duyguların betimlenmesi ile. Şu ana kadar bundan büyük keyif aldığımı söylemek istedim.

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Tengu: Bölüm 28
« Yanıtla #66 : 06 Şubat 2011, 01:52:11 »
Bölüm 28


Jonnarius onunla beraber bekleyen kardeşine anlamlı bir şekilde baktı. “Biliyorsun Ramuthra, bazen evlatlarımızın kaprislerine katlanmak zorunda kalırız, bu olayı bir zayıflık olarak görmeni kabullenemem.” Dedi duygusuzca.

Ramutra Jonnarius’tan daha genç, çok genç, bir kadın görünümündeydi. Herhangi bir yöne ait olmadığı için kardeşlerinin yanında zaman geçirirdi. Ne zaman hangisinin yanında ne kadar süre kalacağını hiç biri kestiremezdi. Radohin efendileri Ramuthra’nın habersiz ziyaretlerini her defasında rahatsız edici bulurlardı ama aralarında biri vardı ki özellikle nefret ederdi.

Jonnarius normalde insanlar arasında soğuk, kalpsiz ve yılan gibi dilini her işe sokan bir orta yaşlı güzel kadın duruşu sergilerdi. Ancak kalede ne zaman Ramutra’nın siyah elbisesi ile yalın ayak dolaştığı görülse hizmetçiler Jonnarius’tan mümkün olduğunca sakınırlardı çünkü zaten çok sığ olmayan sabır sınırının zorlandığını bilirdiler.

Koyu kırmızı ve boynu dahil bedeninin her yanını örten uzun elbisesi içinde Jonnarius gerçek bir kraliçe gibi duruyordu. Ramuthra ise gerçekten çok kaliteli görünmesine rağmen mümkün olduğunca az hayal gücüne yer bırakacak siyah kumaştan bir entari kuşanırdı. Ayakları her zaman çıplaktı ve saçları düzensizdi. Yine de konuştuğunda insanlar önünde diz çökerlerdi.

Kale Jonnarius’un ilk oğluna aitti. O gün ilk kez bir radohinin, oğlunun, insan dişisinden bir evladı olacaktı. Kimi radohinler bu durumu onaylamayan fikirlerini birebir olarak Jonnarius’a sunmuşlardı. Ne var ki Jonnarius bile durumdan hoşnut olmamasına rağmen ‘soyun devam edebilmesi için başka bir yol daha’ olarak tanımlamıştı olan bitenleri. Kimse buna karşı gelemedi. Özellikle de kendilerine ejderha avcıları diyen insanların belirişinin rahatsızlığı yüzündendi karşı gelememelerinin sebebi.

Henüz hiçbir insanın bir radohine zarar verebildiği duyulmamıştı ama Jonnarius durumu otoritesini sergilemek için iyi bir fırsat olarak görmüştü. Yine de elindeki tavuk budunu kemiren salaş kardeşi Ramuthra’nın yargılayan bakışları onu rahatsız ediyordu.

“Annesi, büyük olasılıkla doğumdan kurtulamayacak biliyorsun değil mi? Enik, eğer insan suretinde doğarsa ona kim bakacak? Sen mi?” dedi hınzırca. İyi bir noktaya parmak basmıştı ve Jonnarius kendisi de buna verecek bir cevap bulamıyordu.

Jonnarius’un arası insanlar ile iyi değildi. Hele ki çocuklar ile. Doğumun olduğu salonun dışındaki koridorda kardeşi ile atışıyordu ama annenin tüm kalede yankılanan çığlıklarını ilk duyanlar da hep onlar oluyorlardı. İnsan çığlığı hoş bir ses değildi. Radohinler, yani insanların onlara seslendiği isim ile ejderhalar özgün formlarında korkulası ve endamlı canlılar olmalarına rağmen kana susamış değillerdi. Efendileri onları doğal bir asalet taşıyacakları biçimde tasarlamış olmalıydı.

Sonunda kadının çığlıkları durdu ve Ramuthra kemirdiği kemik parçasını kıtırdatarak midesine indirdi. İkili oturdukları taş banktan ayağa kalktılar ve çelik kapıların açılmasını beklediler. İçeriden hemşirelerin birinin çığlığı duyuldu ve kardeşler bakıştılar. Bekleyecek zaman yoktu ve hemen kapıyı kırarcasına içeriye girdiler.

Gördükleri sahne ne kadar grotesk ve korkunç olursa olsun iki kadının da ciddi mizacı bozulmadı. Olabileceğin en kötüsüne hazırlıklıydılar. Ayrıca Jonnarius’un oğlu da bir köşede gayet sakin oturuyordu. Yüzünden hiçbir şey okunamıyordu ama Jonnarius onun aslında ne kadar üzgün olduğunu görebiliyordu. Radohinler de sevebilirdi, insanları bile.

Normalde odada altı hemşire olmalıydı. İkisi diz çökmüş dua ediyorlardı, biri yatağın berisine saklanmış kafasını dizlerinin arasına sıkıştırmış pozisyondaydı ve sallanıyordu, diğer ikisi koşarak kardeşlerin yanlarına gelmekteydiler ve sonuncu da ortada görünmüyordu. Ancak yatağın her yanı insan kanı ve kemik parçaları ile kaplıydı. Hepsinin ortasında ölü olması dışında gayet tek parça halinde annenin bedeni görülebiliyordu. Peki bebek neredeydi?

Gelen hemşirelerden biri Jonnarius’un ayağına sığındı, titriyordu. Öteki kekeleyerek sağ eli ile bir yandan titrerken odanın diğer ucundaki kapağı biraz açık dolabı gösterdi. Ne konuştuğu anlaşılmıyordu, kadın tamamen aklını yitirmişti. Bu sırada tavandan tam bir sıra omur yapıştığı yerden yavaşça yere sarktı ve koparak düştü. Kan ile karışık halde yoğun ve yapışkan bir sıvı ile kaplıydı.

Ramuthra seri adımlar ile dolaba gitti ve kapağı bir kerede açtı. Jonnarius’un tek görebildiği kardeşinin yüzüydü. Yüzünde şaşkınlık vardı. Ayağını sefil insandan kurtardıktan sonra dolaba, onun yanına gitti. Bu sırada oğlu konuştu, “Kraliçem ve annem, sana umduğunu veremediğim için umarım beni affedersin.”

Dolabın içindeki yaratık ne bir insandı ne de radohin. Aslında iki türü de andırmıyordu. Bedeni kapkara katran gibi bir sıvıyla kaplıydı. Sanki uzuvlarının yerleri her saniye yer değiştiriyordu ama kafası sabitti. Yer yer siyah ve tam gelişmemiş kuş tüyler seçilebiliyordu. Derin, eflatun, kedi gözü gibi gözleri vardı. Bir burnu veya ağzı yoktu. Kafasından geriye doğru sayısız  ve başlangıçtan sonlarına doğru gittikçe sivrilerek incelen uzuvlara sahipti. Genel olarak küçük bir şeydi, korkmuş görünüyordu. Uzuvlardan biri küçük dolabın diğer yanında ölü hizmetçinin kopmuş bacağına sarılı duruyordu. Ucu kana batıktı ve sanki yavaşa kanı bedenine doğru pompalıyordu.

Jonnarius, “Kime çektiğini öğrenmiş olduk.” Dedi histerik bir kahkaha eşliğinde. Ramuthra sinirli biçimde güldü, “Bizden korkuyor, ne olduğumuzu biliyor. Aklındakileri görebiliyorum.” Dedi kardeşinin kahkahasına sessiz bir katılımla. Jonnarius’un oğlu oturduğu yerden kalktı ve yanlarına gitti. Bu sırada hizmetçiler odayı koşar adımla terk ettiler. Gördüklerini birilerine anlatmaları üçünün de umurlarında değildi. Radohinler insanlara sadece onlar ihtiyaç duyduklarında hükmederler ve eğer ki tabaları baş kaldırmaya karar verirse durumu aynı umursamazlıkla kabullenir ve kendi yollarına giderlerdi.

“Adam huşu ile sordu, “O nedir? Byakkoya’nın hiçbir yerinde böyle bir canlı görmedim” dedi. Hayal kırıklığını gizleyemiyordu. Jonnarius düşündü, “bir oğlan ancak ismini göremiyorum. İsmi belirsiz olsaydı pek önemsemezdim ama görünüşe bakılırsa bir ismi yok, ona kimse hükmedemez” dedi kardeşi ve oğlunu şaşırtarak. Bazı insan büyücülerin radohinlerin gerçek isimlerini öğrenmeleri durumunda tehlikeli olabildiklerini gözlemlemişlerdi. Radohin toplumu büyücülere bu yüzden yaklaşmazlardı ve her iki tarafın iyiliği için kendilerini her zaman gizlerlerdi.

Kalenin koridorlarında bir çift ayak sesi yankılandığında dolabın önündeki üçlü dönüp açık bırakılmış kapıya baktılar. Kapıda beliren adamı üçü de tanıyordu, Ozethreth. Kesinlikle belirmesi beklenebilecek en son kişiydi. Ancak her zamanki şık, genç ve pişkin ifadesi değildi gördükleri. Yaşlı, sırtı dik, pejmürde olmaya yakın ama güçlü bir kişilikti. Jonnarius karşılarındaki adamın başka bir Oz olduğunu hemen kavradı ve aklının bir köşesinde karşılaşabileceği her büyüye karşı birer önlem hazırladı. Tüm bunlar saliseler içinde gerçekleşti.

“Yanılıyorsun Güneyin efendisi. Onun bir adı var ancak burada bulunmaktaki amacım bu ismin asla ona verilmemesini sağlamaktır.” Dedi kendinden emin bir biçimde. Ozethreth’in her yanında kuzey doğudaki bir kabilenin kullandığı ve çıkması yıllar alan bir deri mürekkebi ile yazılmış rünler vardı. Sadece göz ve ağız çevresi bu mürekkepten nasibini almamış gibi görünüyordu. Adamın her iki eli de yeni değiştirildiği anlaşılan temiz sargılar ile sarılıydı ancak sargıların kenar noktalarında biraz siyah ve yayılan leke izleri seçilebiliyordu.

Güneyin radohini onda sıra dışı bir atmosfer seçebiliyordu. Düşman değildi, buna emindi. Çünkü Byakkoya büyücülerinin en kudretlisi olduğu var sayılan Ozethreth ile üç radohinin, hele ki Ramuthra veya Jonnarius’un önüne çıkamazdı. Buna rağmen yine de isterse onlara karşı gelebileceğini düşündüğünü üç radohin de anladı. “Ne demek istiyorsun insan?” dedi yeni baba olmuş radohin.

Büyücü ellerini her zaman görülebilecek şekilde önünde tutarak yavaş adımlar ile önce kana bulanmış büyük yatağa sonra da dolaba doğru yürüdü. Radohinler ile arasında üç adım kalana kadar yaklaştı ve ne olduğu belirsiz yaratığa baktı. “Bu zavallı yaratığın yazgısı hepinizin hayallerinin ötesindedir. Sizlere yalan söylemeyeceğim, Bildiğiniz her şeyin sonu onun elinden olacak. Bunu sağlayacak tek şey ona belli bir ismi vermenizden geçmekte, ne garip değil mi? Sadece bir isim, basit, kısa ve bu dünyaya ait olmayan bir isim. Ancak ismin mührü yokluğun tarlalarında yürüyen adamın hükmünü taşıyacaktır.”

“Ben burada sizi uyarırken bile beni bulmaya geliyorlar. Arkamdan kapattığım binlerce düğümü çözüyorlar, kapıları kırıyorlar ve aklımda beni delirtmek için bir açık arıyorlar.” Ozethreth’in gözlerinde ilk kez korkuyu gördüler.

Ramuthra konuştu, “Obliu ölümlü dünyanın işleri ile ilgilenmez insan. Doğruyu söylediğini bir an bile düşünmedim. Gerçek amacını bana şimdi söyle veya burayı derhal terk et!” dedi öfkeyle. Sesindeki o tatlı ve salaş kız gitmiş yerini korkunç ve kadim bir yaratık almıştı.

Ozethreth’in yüzünde aniden çarpık bir gülümseme oluştu, “Kendimden de en az bu kadarını beklerdim zaten. Nasılsın Ramuthra? Ben Ramuthra!” dedi adam gözleri parlak bir kırmızıya dönerken.

Radohinler aniden geri çekildiler. Adam oğlunu kucağına aldı ve kapıya doğru seyirtti. “Hayır, o kadar hızlı değil sefil ikinci nesil!” dedi öfkeyle Ozethreth. Elinin tek hareketi ile yüzlerce yıl yaşamış ve erişkinliğine ulaşmış bir radohini insan bedeninde olmasına rağmen şaşılacak biçimde duvara mıhladı. Radohin acıyla kan kustu ve olduğu yerde bayıldı. Çarpmanın etkisi ile taştan duvarda dairesel bir göçük oluştu. Ozethreth elini indirirken adam da duvarda mıhlandığı yerden aşağıya düştü.

Jonnarius bu sırada sessiz durmuyordu. Hazırladığı tüm gücü hasmının üzerine boşalttı. Odaklanmış alevler ince bir sütun halinde alnının birkaç parmak ötesinden başlayarak Ozethreth’in omzunu deldi ve yoluna devam etti. Bakışlarını hareket ettiren Jonnarius büyücüyü kafasını ikiye ayıracak biçimde öldürmeyi amaçlıyordu ama alev sütunu aniden yoğun bir siyah sis tabakasına dönüştü. Bu gerçekten Ramuthra’nın yeteneklerinden biriydi.

Büyücünün omzundan boynuna kadar derin bir yanık yarık vardı ama sisler yarığa dolarak onu anında iyileştirdiler. Jonnarius kardeşine hızlı bir bakış attı. Ramuthra şoka uğraşmış gibiydi. Neler olduğunu anlamıyordu. Gerçekten karşılarında bir başka Ramuthra vardı, buna emindi ve ne yapacağını bilmiyordu. Ama bu nasıl olabilirdi? Oz Jonnarius’un bu açığını değerlendirdi ve tüm bedenini siyah sise dönüştürerek aniden kızıl radohinin dibinde bitti. Elini onun boğazını kavrayacak biçimde maddeleştirdi. Tek bir dokunuş ile radohin sıradan bir insan gibi hisseder oldu. Tüm gücü, asaleti, duygusuz ateşten kalbi söndü gitti. İnsan olmanın ağırlığını iliklerine kadar ilk defa duyumsayan radohin an içinde delirmenin eşiğine geldi.

“Ah sevgili kardeşim, hepiniz de öyle zavallısınız ki. İnsan olmak böyle bir şey, düşündüğünüz gibi miymiş? Efendimiz bizi öyle mükemmel yarattı ki acıyı öğretmeyi unuttu. Oysa onların çektiği acı işte bu kadar büyük ve tüm hayatlarını böyle geçiriyorlar. Böyle uyanıp, çalışıyor, nefes alıyor, uyuyor ve ölüyorlar” Dedi sıkışını sertleştirirken.

Bu sırada Ozethreth’i avatarı olarak kullanan geleceğin Ramuthra’sı bedenin üzerine yazılmış tüm rünleri aktifleştirdi. Rünler parlıyor, dönüyor, şekil değiştiriyor ve zamanla tek tek yok oluyorlardı. “Rünler bittiklerinde tüm yaşam gücün bana ait olacak.” Dedi Ozethreth’in ağzından Ramuthra.

Jonnarius bu şekilde bittiğine inanamıyordu. Böyle olmamalıydı. Çaresizliği tattı, insan olmanın acizliğini duyumsadı. Hepsi her gün bunu mu yaşıyorlardı? Ağlamaya başladı. Ağlıyordu ama kendi hayatı için değildi, insanlar için ağlıyordu.

O anda kimsenin beklemediği bir şey oldu. Jonnarius onu havaya kaldıran Ozethreth’in arkasında sanki ona aitmiş gibi açılan bir çift dev kanat gördü. Tüyler siyahtı. Radohin kanatları gibi deriden değildiler. Kanatların sahibi ayakta doğrulurken acı çekiyor gibiydi. Jonnarius’un gözleri kararmaya başladı ama olan biteni görmek için bilincini açık kalmaya zorladı, nefes alamıyordu.

İnce keskin bir ses duydu. Kanatların sahibi orak gibi pençesiyle Ozethreth’in bedenini ikiye ayırdı. Ancak beden hemen formunu kaybetmedi. Karın bölgesi yavaşça siyah ince bir çizgi kazandı ve aynı yavaşlıkta az bir eğimle yere kaydı. Büyücünün gözlerinde su götürmez bir acı ve öfke vardı. Jonnarius’u kavrayan eli gücünü kaybetti. Güneyin efendisi hemen gücünü geri kazandı ve Ozethret-Ramuthra’nın bedeni kendisini rejenere etmeden hemen küle döndürdü. Ortaya çıkan ısıya kendisi bile şaşırdı. Tek bir defa parmağını şaklatması yeterli oldu. İçinde tarif edilmez bir hayat enerjisi duyumsuyordu. Güçsüz düşen bedenden Ramuthra’nın tüm gücünün ona aktığını anladı. Bu sayede tek bir parmak hareketi ile saniyeler içinde onu küle döndürebilmişti.

Siyah kanatların sahibini ilk kez o anda açıkça görebildi. Korkunç bir yaratıktı, üzgün görünüyordu. Eflatun gözlerinde yaşlar vardı. Sessizce ağlıyordu ve bir yandan annesinin ölü bedenine doğru gitti. Kanatları ile onu sardı ve bir bebek gibi yanına kıvrıldı.

Kardeşi Ramuthra’ya tekrar baktı, tüm olay boyunca donakalmıştı. Aniden dizleri boşaldı ve yere yuvarlandı. ‘Geçmişteki kendisini saf dışı bırakmanın yolunu biliyor olmalı?’ diye düşündü radohin. Ancak o günden sonra Jonnarius Ramuthra’ya hiç güvenmedi.

Siyah kanatlı yaratık annesinin yanından kalkarak babasının yanına gitti. İlk doğduğundaki gibi minik bir bedeni yoktu artık. Jonnarius yaratığın tüm korkunçluğuna rağmen şefkat sergilediğini gördü. Dönüp büyük annesine baktı ve bu defa da gözlerinde insanlığı gördü. Eflatun gözler yerlerini insan gözlerine bırakmışlardı.

“Adın Tengu.” Diye buyurdu radohin.  İlk doğduğu günden sonra hızla deforme olan Tengu sonunda sorunlu, küçük, çarpık ve sakat bir insan gibi görünmeye başlayana kadar değişti. Ancak Jonnarius’un ona olan sevgisi asla azalmadı. Çünkü radohin her şeyden öte, insan olmanın ne demek olduğunu artık biliyordu.

[*]Tüm 28.bölüm Fırtınakıran'ın cumartesi yayını boyunca yazılagelmiştir.[/*]
[*]Malkavian yorumunu yeni gördüm afedersin, umarım cevapları 16. bölümden sonra istediğim gibi aşamalı olarak verebilmeye başlamışmıdır. İşin kötü tarafı cevapladığım her soru için 2 yeni soru ile çıkagelmiş olmam.[/*]

Çevrimdışı KoyuBeyaz

  • ********
  • 2753
  • Rom: 59
  • Rasyonalist dominant.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tengu: Bölüm 1-28
« Yanıtla #67 : 10 Şubat 2011, 21:02:33 »
Son bölüm için yorum; Yok artık!

Herhangi bir fantastik kitaba başlamadan önce bu hikayeye başlayın, pişman olmayacağınıza garanti veriyorum. Sözüm hâla bu hikayeyi okumaya başlamayan insan topluluğunadır.

Son bölüm her zamanki gibi yeni sorularıda beraberinde getirmiş ama her seferinde finalleri bu kadar etkileyici yapabilmeni özellikle takdir ediyorum. Hikayenin iki bölüm sonra bitecek olması insanı üzüyor olsa da biliyorum ki bittiğinde tekrar baştan okuyacağım, hatta bir değil iki değil bir kaç kez. Her bölümde ayrı bir dünyayı anlatıyor gibiyken hepsinin aynı evrende olduğunu öyle güzel belirtiyorsun ki... Şahane.

Tengu'nun kimliği ciddi anlamda beni şoka uğrattı fakat aklımda bir kaç soru da belirdi aynı zamanda. Bunların başında da Esrod'un Tengu ile ilgili gerçeği bilip bilmediği var.

Eğer son iki bölüm olacaksa bu kez sorulara vaktin kalmadı sanırım. Cevapları vermek en az iki bölüm sürecektir çünkü eminim!
Uzay elbisemle kavgaya hazırım.

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Ynt: Tengu: Bölüm 1-28
« Yanıtla #68 : 11 Şubat 2011, 00:40:59 »
Ateşli yorumun için teşekkür ederim Koyu.
Esrod adlı (esasında adı bu olmayan) karakter benim yazdığım hemen her metinde arzu ettiğinde yer alma özgürlüğüne sahip biri. Uzun zaman önce ona basit bir hikaye figürü olarak bakmaya son verdim. Esrod ile ilgili benim de bilmediğim o kadar çok şey var ki eğer onunla ilgili gizem perdelerini aralamaya karar verirsem onun adına bir bu uzunlukta başka bir hikayeye başlamam gerekir.

Son 2 bölümde sorulara pek yer kalmadı evet, cevaplamam gerektiğini düşündüğüm birkaç soru var hep öncelerden kalan. Elzem şeyler onlar,
Spoiler: Göster
Doğunun radohinine binen oğlan kim? Hikayedeki yeri neydi? Alice'in akıbeti ve alakalı durumlar ne olacak? Tengu neden diğerlerinden farklı ve buna sebep olan kişi/şey diğer herkesten ne istiyor? Ramuthra'nın Tengu'nun ölmesini istemesindeki sebep neydi? Obliu, Jack, Esrod ve kızı'na ne oldu? Nereye, neden gittiler?


Şöyle bir baktığımda çok fazla karakterin olmasının getirdiği bir "peki amaçlanan nedir? Kim ne yapmak istiyor bu kurguda?" gibi bir soruya cevap bulamama durumu var. Elbette benim kafamda bir son var ama önceden belirtmeliyim, aslında hikayeler asla bitmezler.

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Tengu: Bölüm 29
« Yanıtla #69 : 19 Şubat 2011, 21:15:48 »
Bölüm 29


Kuzgun Jack yorgun kanatlarını son bir defa daha çırptı ve üzerilerinde hiç meltem esmemiş gölgeden çimenlerin üzerine kondu. Bir süre için dışarıdan bakan bir gözlemci onu kuzgun olarak değil, dev bir anka kuşu gibi görebilirdi. Kanatlarını kapattığında sanki bedeni çekip küçüldü ve arda kalan boşlukta yolcuları beden buldular. Esrod, Mathilda ve üçlünün yeni tanıştıkları Obliu isimli tuhaf adam, çimenlerin üzerine bastıklarında yokluğun hükümdarlığında ilk soluklarını aldılar. Ne kadar zamandır yolculuk yapıyorlardı veya bulundukları yere gelmek adına ne kadar mesafe kat etmişlerdi hiçbir fikirleri yoktu. Bu bilgiler Sadece ve sadece Jack’e aittiler.

Obliu yorgun düşmüş kuşu yerden aldı ve onu omzuna yerleştirdi. Jack tek kelime etmeden tek ayağı üzerinde kaldı ve kafasını kanadı altına sokarak uyuklamaya başladı. Esrod’un yüzünde kaygılı bir ifade vardı. Burası neresiydi böyle? Gök karanlıktı, çimenler karanlıktı, toprak kokusuz ve hava durgundu.

Engin çayır her yönde sonsuza kadar dümdüz ilerliyormuş gibiydi. Kendi kıyafetlerinin hışırtısının ve soluk alıp vermelerinin dışında hiçbir ses yoktu. Gök yıldızsızdı ve Esrod sanki göğün ardını görmeye çalışıyordu. Mathilda ise babasını izliyordu. Herhangi bir duygu sergilemiyordu ama ‘sırada ne var?’ der gibi bir hali vardı. Obliu ise ikisine kıyasla sakin olandı. Yerden birkaç çimen yolmuş koklamıştı ama yaptığı bundan ibaretti.

“Burası ölü bile değil ancak hayatta olmaktan da bir o kadar uzak.” Dedi sonunda Obliu ortamın kozmik sukutunu rahatsız edercesine. “Bu kadar basit değil, yokluğun düzlüklerinde yürüyen adamı arıyoruz, unutmayın. Bir şeyleri unutmaya başladığınızda her şey çok hızlı olup bitecek. En sonunda kendinizi de unutacaksınız ve sizden geriye bir son bile kalmayacak.” Dedi Esrod soğukça. Mathilda’nın kaşları çatıldı, “Peki neden buraya geldik? Bulunduğumuz yer her neresiyse, zamanımızın kısıtlı olduğunu söylüyorsun ve bu her kimse – Obliu “yürüyen adam” diye kesti – yürüyen neyse işte, onu hiç bulamazsak ne olacak?” dedi huzursuzca.

Sorusunun cevabı olarak ufukta bir çift eflatun göz belirdi. Aslında ufuk demek çok doğru olmazdı çünkü yeryüzü olabildiğince düzdü. Yavaş adımlar ile onlara doğru gelen bir adamın dış hatlarını görmeleri zaman aldı. Çok uzaktaydı ama adımlarının sesi yanı başlarındaymış gibi duyuluyordu. Bu muhtemelen aradıkları kişiydi. Esrod ve Mathilda yaklaşan adamın her adımında sanki bir şeyleri unutuyorlardı. Esrod, yanlarındaki Obliu’nun tepkisiz kalmasını anlamlandıramadı. Adam ile ilgili her şey çok tuhaftı. Baba ve kızı değerli birkaç anlarının hiç geri gelmemecesine kayıp gittiğini fark edebiliyorlardı.

Eflatun gözler bir an ilerlemeyi kestiler ve kısa süre için kapandılar. Tekrar açıldıklarında gözlerin sahibi, Esrod’un bir kol mesafesi kadar yakınındaydı. Gözler gerçekten uzun boylu bir ‘şeye’ aittiler. Sanki çok rüzgârlı bir günde kuruması için asılmış aşırı geniş bir çarşaftı sürekli olarak salınıyordu. Oysa hava çok sakindi. Katran çukuruna düştükten sonra üzerine parlak bir boya ile bir çift göz çizilmiş gibi bir hali vardı. Olduğu yerde uzvu yokmuşçasına dalgalanıyordu. Bir bedeni vardıysa bile onu bir bütün halinde ve tanımlanabilir bir somut obje olarak tutma çabası sergilemiyordu. Bazı anlar dış hatları dik duran uzun boylu bir adamı andırsalar da çoğu zaman suya atılan siyah yağlı boya gibi dağınık ve kararsızdı. Esrod’un aklına sürekli olarak Hadrhune geliyordu. Hadrhune’u sadece bir defa ve uzaktan görebilmişti. Tengu ile dövüştüğü zamandı bu ve endişenin anısı ile gülümsedi. Huzurunda durduğu adam bile bazı şeyleri silemezdi.

Üçlü (insan olan Obliu’nun omzunda uyuklayan Jack’i saymazsak) bu belirsiz varlığın önünde farklı şekillerde reverans yaptılar ve bir tepki beklediler. Esrod’a sanki kızı can çekişiyormuş gibi gelmeye başladı. Sıra dışı miktarda dengesiz bir atmosfer vardı onun etrafında. Öte yandan onlara yolu göstermiş olan adam sanki günlük bir orman gezisine çıkmışçasına rahattı. Esrod’un kendisi bile orada bulunmaktan hoşnut değildi. Dikkatini Obliu isminin gerçek taşıyıcısı olduğunu bildiği adama verdi – ki bu inanılmaz zordu – aklında bir soruyu toparlayabilmek için büyük bir çaba sarf etti, “Bizim kim olduğumuzu, buraya neden geldiğimizi ve benim sizden ne istediğimi biliyorsunuz.” Dedi soluk soluğa kalarak.

Eflatun gözlerin kısıldığını gördü. Bu karşısındakini tartmaya çalışan birinin kısılan gözleri de olabilirdi, gülümseyen birinin de. Gerçek Obliu kolunu uzattı ve elini tutması için Esrod’un önünde havada tuttu. Esrod onun bildikleri anlamda ses oluşturacak biçimde konuşamadığına hükmetti. Obliu’nun önüne sadece tek bir şeyi öğrenmek ve mümkünse bu şekilde mevcut bozulmuş olan dengeyi nasıl tekrar kuracağını belirlemek adına gelmişti. Obliu’nun elini tuttu ve birden bire bulundukları yerden çok uzakta, yaşam dolu bir handa buldu kendisini.

***

Yaşlanmış ahşap döşeme ve duvarların neme meydan okuyan canlı ve tatlı kokusu ile bezeli sıcak bir handı. Esrod herhangi bir şekilde moleküler düzeyde bedeninin bir yerden ötekine aktarılmadığına emindi. Halen aynı yerde, Obliu’nun huzurunda olması gerekirdi. Rahat bir sandalyede oturuyordu ve geniş yuvarlak bir masanın önündeydi. Yanında Mathilda aynı şekilde bir sandalyedeydi ama uyukluyordu, omzunda Jack ona eşlik ediyordu. Karşısında ise birlikte geldikleri adam, insan-Obliu vardı.

“Umarım bu şekilde konuşmamıza bir itirazın olmaz Est’ir uh Radun?” Adam kendi bedenine bir göz attı, “Ya da Esrod mu demeliyim? Bugünlerde hangi isim ile dolaştığını bilmiyorum, affet.” Dedi neşeyle. Han kalabalıktı, garsonlar müşteriler için koşuşturuyor, pişen etlerin kokusu dört bir yanı dolduruyordu. Üzüm ve pirinç şarabı, her türlü biranın esansı ile dans edercesine Esrod’un burnuna doluyordu. Gürültülüydü ama Obliu’yu net bir şekilde duyabiliyordu. Onay verircesine başını salladı. Az önce bulundukları karanlık diyarın aksine kendisini rahat hissettiğini kabul etmeliydi ancak konuşmak yine de zordu.

“Anladığım kadarı ile kendisine benim adımı veren bu adam Enoch adlı bir dostunu aramakta. Umarım ona verdiğin sözünü konuşmamızdan sonra tutarsın çünkü ne de olsa onun haberi olmasa bile bedenini alı koyduğum bu kişi benim mührümü taşımakta. İsmi kendisi aldı, ben vermedim, biliyorsun ki zaten benim kimseye verecek hiçbir şeyim yok ama onlar alabilirler.” Dedi imalı bir şekilde.

“Bundan tamı tamına dokuz yaratılış önce Sasha adında bir kadın ile aynı oturduğun sandalyede ve bu handa konuştum. O benim kim olduğumu biliyordu ama kendisini tanımıyordu. Sasha farkında olmasa bile Düzen’di. Düzen’in avatarıydı ve bir arayış içindeydi. Konu hakkında bir fikrin var mı emin değilim, ancak belirtmeliyim; Düzen ve Kaos asla birincil elden eylemde bulunmazlar. Ölümlüleri birer sembol olarak kullanırlar ve bu sembollerin yaptığı minik, sıradan, önemsiz gibi görünen eylemlerin kozmik etkileri olur.” Dedi açıklarcasına. Esrod’un durumdan haberi vardı ama ikincil bir kaynağın onaylamasının iyi olduğunu düşündü.

“Sasha’nın aynı seninki gibi ama daha zarif ve belki biraz da zayıf bir yeteneği vardı ki onu bu şekilde tanıyabildim. Sasha iki yaratılış önce üstün bir ırk tarafından est’roct cog’taire şeklinde isimlendirilmiş bir gücü elinde tutmaktaydı. Hayal Kırıcı. Öyle ki tanrının ve iblisin dokunuşunu kendi dokunuşu ile kaldırabilirdi. Kaderin düzenini yok sayabilir ve şansı defederek tüm olayları sadece, dokunduğu kişi veya nesneyi, kişinin o andan sonra yaptığı eylemlere göre tekrar düzenlenmiş kaderi ile baş başa bırakırdı. Kısacası geçmişi ve geleceğin kesinliğini ortadan kaldırabilirdi ve ona karşı hiçbir hüküm veya büyü kullanılamazdı. Ne yazık ki gücü yüzünden okuduğu akademiden atılmıştı. Onu uzaklaştıran adamın adı Zhyn Zenephreth idi.” Dedi Obliu yüzünde hınzır bir gülümseme ile.

Esrod dehşete kapıldı. Zhyn efsanevi bir kişilikti. Tamı tamına on iki yaratılış süresince aynı bir ölümsüz gibi hayatta kalabilmiş ve tarihin işleyişinde büyük yer sahibi olabilmişti. Normalde kişiler tek başlarına bunu gerçekleştiremezlerdi. “Kaos?” dedi Esrod cevabı gerçekten duymak istediğine emin olamayarak. Obliu evet anlamında kafasını salladı.

“Düzen ve Kaos’un iki avatarı aynı çatı altında büyük bir olaya sebep olmaksızın barınamazlar. Kimse o ikisine aslında kim olduklarını, nasıl bir düğümün göbeğinde yer aldıklarını anlatamazdı ve bunu yapmak benim de görevim değil. Zhyn bilmeden kadını kendinden uzaklaştırdı, mazereti mantıklıydı ve Sasha’yı bildiğim kadarı ile bir daha hiç görmedi. Sasha büyü veya hüküm icra edenlerin etrafında bulunduğunda onları yatıştıran bir etki gösteriyordu. Ben bu fenomene dinginleşme adını veriyorum. Büyü ve entropi Kaos’un hükmüdür, doğa ve dinginlik ise Düzen’in.” Dedi Esrod’un zaten bildiği bir şeyi vurgulayarak. “Her neyse, Sasha benim kim olduğumu zannediyorum ki tamamen tesadüf eseri bu benim mührümü taşıyan adama dokunduğunda anladı. Bana öyle bakma, bu adam senden de uzun zamandır evrende dolaşıyor. Kendimi adamın bedeninde bulduğumda, ilk defa, nasıl da şaşırdım bilemezsin.” Dedi düşünceli düşünceli.

“Sonuç olarak Sasha benim kim olduğumu hemen anladı, ne de olsa yokluk ile düzen uyum içindedirler, varlık ise Kaos ile aynı tipte ilişki sergiler. Küçük bayanın tatlı bir mizacı olduğunu kabul etmem gerek, bana buyurgan davranmadı çünkü kendi gücünün farkında değildi. Akademisinden atıldığından beri dünyayı dolaşmıştı ve bir şeyleri görebilmeye başlamıştı. Bilirsin işte, Zhyn’in yanından ayrıldıktan sonra dinginlik dört bir yanını sarmış olmalı. Daha saydam bir camın ardına bakmaktaydı ve bilerek veya bilmeden Kaos’un neden olduğu girdabı hissetmeye başlamıştı.”

Esrod sabredemeyerek söze girdi, hana geldiklerinden beri benliğini yeniden geri kazanabildiğini duyumsayabiliyordu ve artık daha rahat konuşmaya hazırdı. “Ne olursa olsun ona yardım etmemeliydiniz.” Dedi. Obliu onun ani çıkışına şaşırdı, “Zaten yapmadım. Ona sadece bir fikir verdim ve karşılığını da aldım. Dengenin, yani senin, hükmü gereği Bir alışveriş söz konusuydu. Bu hükme her ne kadar “O” uymak zorunda olmasa da ben sözümden çıkmam.” Dedi ve Obliu ciddileşmeye başladı. “Sasha ile aramızda geçen konuşma yanlış anımsamıyorsam aynen şu şekildeydi” dedi.

***

Sasha denen kadın koyu yeşil bir cübbe giyiyordu. Akademiden atıldığından beri sahip olduğu tek kıyafetti bu. Ağır işlerde çalışamazdı ve zengin bir aileden de gelmiyordu. Altı yıl eğitim aldıktan sonra elleri ile yapabildiği tek şey dikiş ve nakıştı. Elleri ortaya çıkardığı gücü anında yok ediyorlardı. Bu da yetmezmiş gibi diğerlerinin de bir şeyler yapmalarını engelliyordu.

Aç olduğunu ilan eden midesine kızgındı. Akademinin başındaki Zhyn denen bunak herife kızgındı. Onu doğururken ölüp giden annesine de kızgındı. Gond denen bu ülkede pek inanılmazlardı ama tanrılara bile kızgındı. Öfkeyle elindeki son iki bakır paraya baktı ve önünde dikildiği hanın kapısını kırarcasına açtı. “Yemek istiyorum hancı, hem de hemen” dedi. Sasha kızgındı. Ne var ki sözler daha on sekizinde bile göstermeyen çıtı pıtı, saman sarısı saçları uçuşan ve soğukta yüzü kızarmış bir kızdan çıktıklarında komik oluyorlardı. Anlık sessizliğin ardından ona bakan han müşterileri ve birkaç garson kız gülmeye başladılar. Daha sonra da gürültünün arasında unutuldu gitti. Cüppesinin başlığını kafasına çekerek bu kez utançtan kızardığını gizlemeye çalıştı.

Boş gibi duran bir küçük masaya gitti ve oturdu. Yanına gelen garson kız süt dökmüş kediye bakar gibi baktı ona. Sasha elindeki parayı uzatarak, “Bununla alabileceğim ne var? Ne olursa?” dedi. Sesinin umutsuz çıkmamasına özen gösterse de garson kızın değişen mizacından bunda başarılı olamadığını fark etti. Sanat icra etmeyen insanların – ki çoğunluktaydılar – Sasha’ya doğal olarak bir iyi davranma eğilimleri oluyordu. Sasha bundan nefret ederdi.

“Tabi tatlım, bekle, birazdan bir şeyler ile gelirim. Paranı kendine sakla –Sasha’nın kulağına doğru biraz eğilerek - istersen arka tarafta biraz hazır sıcak su var. Duş alabilirsin” dedi gülümseyerek. Sözlerinde samimiydi ve Sasha her kelimesine gıcık olmuştu.

Sasha insanların ona sebepsiz biçimde iyi davranmalarına akademiye gidene kadar alışıktı. Kimileri yetimhane hayatının korkunç bir travmadan farksız olduğunu düşünürdü ama Sasha için bu doğru değildi. Tüm insanların böyle iyi kalpli olduklarını düşünmemesi için bir sebebi yoktu. Ancak on ikisinde akademiden gelen bir adam onu yetimhaneden “Yetenekli” mazereti ile alıp götürdüğünde işlerin aslında böyle olmadığını anlamaya başladı. Ne diğer öğrenciler ne de öğretmenler ona iyi davranıyorlardı. Okuduğu süre boyunca hep dışlandı çünkü bir şekilde ona yaklaşan herkesin işini bozuyordu.

Herkes daha ikinci yılında herhangi bir hayvana söz geçirebilirken Sasha bunu bile yapamıyordu. İşin garibi hiçbir güç sarf etmeksizin aynısını basit birkaç kelimeyi rica edercesine hayvanlara fısıldadığında başarabiliyor olmasıydı. Bu ve benzeri hileler ile altı yıl okudu. Gerçekten bir şeyler yapabiliyordu ama diğerleri gibi değildi. Zhyn adlı başöğretmenin ve okulun kurucusunun onu fark etmesi işte bu kadar zaman aldı.

Sasha sürüklenmeyi severdi. Aynı ağaçtan düşen bir yaprak gibi olmak isterdi. Ne yetimhanede sevilirken ne de okul da hoş karşılanmazken mutsuzluk duydu. Çünkü gittiği her yerde bulunmayı kendisinin seçtiğini düşünürdü. Nedenini ise o bile bilmezdi. Şimdi ise ne kadar pis koksa, pasaklı görünse ve ağzını bozsa dahi insanlar onu sevebiliyorlardı. Hemen oracıkta para dilenmeye başlasa zengin olacağına emin gibiydi. Sasha bu durumu artık sindiremiyordu, ona göre tüm insanlar eşit olmalıydılar. Yaşlı birileri ile bu derdini ve ruh halini paylaşacak olsa büyük olasılık ile ona “ergenlik” derlerdi.

Masasına oturan koyu kahverengi cüppeli adamı fark etmesi belki bu düşünce seline boğulmasındandır bilinmez, uzun zamanını aldı. Bu sırada garson gelmiş, yemekleri getirmiş ve yan gözle adamı şöyle bir süzmüştü. Sasha bakışlarını kaldırarak adamı görmeyi başardığında dondu kaldı. “Hey! Sen de kimsin?” dedi bağırarak. Adamın kaşları çatık, gözleri kısıktı. Sanki kızın kafatasını delip beynini görebilecekmiş gibi iki gözünün arasına bakıyordu. “Han’a girerken kapıyı çarparak açtığında bana dokundun.” Dedi suçlarcasına.

Sasha afalladı, adam ne demeye çalışıyordu? Sonunda birisi ona kötü davranmaya mı karar vermişti? İnanılmaz biçimde orta yaşlı bir adamı taciz etmekle mi suçlanıyordu? Yoksa adam da okuldakiler gibi miydi? Bozuntuya vermeden “Özür dilerim, istemeden oldu. Lütfen beni yemeğimle yalnız bırakın.” Dedi. Adam ikna olmamış gibi görünüyordu. Elini uzattı, el sıkışmak mı istiyordu?

Sasha düşünmeden kendisinin de elini uzattığını görünce korkudan ne yapacağını bilemedi. Elini kendisi kaldırmıyordu ama yine de adama doğru gidiyordu işte. Sanki okuldaki şu sihirli metal objeler gibi, ona doğru çekiliyordu. Gerçekten da adam sadece el sıkışmak istemişti. Elini sıkarken “Benim adım Obliu, galiba benimle konuşmak istediğin bir şeyler var?” dedi birden rahatlayarak.

Sasha da tedirginliğini birden bire üzerinden atabildiğine sevindi. Adam ondan ne istiyordu? Bu sırada boşta kalan eliyle birkaç haşlanmış patatesi ve ekmek dilimini ağzına tıkıyordu. “Bweenm ahdum dha Tassha!” dedi her ne kadar ağzı sonuna kadar dolu olsa da bağırarak. Sonunda yutabildiğinde devam etti, “Ehem, Sasha. Gond’a geldim çünkü burada insanlar bana pek bulaşmıyorlar”

Obliu dudak büktü, “Başka yerlerde neden sana bulaşıyorlar ki?” dedi merakla. Sasha bu tanımadığı adamla neden konuştuğunu bilmiyordu. Sanki adamın onunla değil de Sasha vasıtasıyla bir başkası ile iletişim kurduğu izlenimi hâkimdi. Aynı akademide onca zaman kalmasını sağlayan içgüdüsü yine bir şeyler söylüyordu ona. Obliu ile konuşmalıydı ama ne hakkında? “Onların işlerini bozuyorum, ben şanssızım bayım, bela getiriyorum.” Dedi somurtarak. Bu sırada lezzetli patateslerden birkaçını daha midesine indirdi. “O zaman aynı yerde uzun zaman duramıyor olmalısın? Çok gezer misin?” şeklinde sordu adam. Sasha meyve suyundan koca bir yudum alırken kafasını salladı.

Birden bire Obliu denen adamın etrafındaki tüm atmosfer değişti, “Peki hayattan ne istiyorsun Sasha?” dedi güçlü ve bariton sesiyle. Sasha ağzındaki lokmayı yutarken titriyordu. Korku değildi onu titreten, soluduğu havanın soğuduğuna yemin edebilirdi. Biri hanın uzak köşesinden “biri camları mı açtı yahu, kapatın şunu!” diye bağırdı dişleri zangırdayarak. Sasha an içinde tüm han gürültüsünün sustuğunu ve sadece kendisi ile Obliu’nun soluk alış verişlerinin geriye kaldığını duyumsadı. Ortamdaki enerji adeta emilip tükeniyordu. Cevabı sunan yine içindeki o sesti.

“Zaman nehri girdaplar ile dolu. Bulanık ve çalkantılı, içinde yüzmek artık çok güç. Belki sorun kaynaktadır, bilemem ama bir çare bulmak gerek.” Dedi kendisi de ne söylediğini anlamadan. Sözleri biçimlendiren dudaklar ona ait değildiler belki. Obliu’nun kaşları kalktı ve aniden tüm atmosfer geri, eski haline, döndü. “Peki, öyleyse, madem çok geziyorsun gördüğün her şeyi bir kitaba yazmalısın. Ancak sadece senin gördüklerini yaz Sasha, kimsenin bilmediği ama sadece senin bildiğin şeyler olmalılar. Belki bir gün biri onu okuduğunda güzel bir vakit geçirir.” Dedi sıradan bir şeyden bahsediyormuş gibi. Sasha son lokmayı da yuvarlarken düşünmeden sordu, “Nehrin ortasında bir kaya gibi durabilmeli o kişi?”

***

“Her şey Tengu’yu işaret ediyor ama kitap ona çok uzak” dedi Esrod dişlerini sıkarak. Elinden hiçbir şey gelmiyordu. Obliu’nun ona anlattığı bu hikâye her şeyi daha bulanık yapmaktan öteye gidemedi. Obliu, “Göründüğü kadar basit değil. Kitabı bulup yok etmeyi görevin biliyorsun. Bunu anlıyorum ama onu tek parça halinde bulamazsın. Sonuçta kitabı okuyan her kim olursa olsun her defasında farklı bir şeyler öğreniyor. Sonunda kitabı yeterince fazla kişi okuduğunda hepsinin bildikleri kısımlar, bir arada, tüm kitabı oluşturacaklar. Ancak hiç düşündün mü? Birleştikleri nokta bir kâğıt parçası olmak zorunda değil. Tengu aradığın şeye ‘dönüşmek üzere’”. Dedi kurnazca.

“Peki, siz, Sasha’dan bunun karşılığında ne istediniz?” dedi Obliu cevabı zaten bildiğini düşünerek. “Nehrin ortasında dikilen kayaya bir isim takma şerefine sahip olmayı tabi ki.” Dedi. Bunu Zhyn Zenephreth’in yarattığı şeylerden birinin vasıtasıyla yaptım. Sanırım ‘şeyin’ adı Ramuthra olmalı. En sadık hizmetkârımdır. Büyük olasılıkla sen sormayacaksın ama belirtmem gerekli, kitabın son parafını taşıyan varlık bundan haberdar değil ve geçmişte bir dönem bahsini ettiğim hizmetkârımın oyununa gelmiş olmalı. Eğer onu bulup yok edersen Tengu tamamlanamaz ve sen de bir anahtarına daha kavuşursun.” Dedi şeytani bir son gülümsemeyle “Bu arada Hadrhune’a dikkat et, kısa süredir benim mührümü taşımıyor. Bir daha görüşmek üzere, Denge” dedi. Aniden Obliu’nun gözlerinin feri kaçtı ve kafası masaya düştü.

Esrod Obliu’nun bu denli konuşkan olduğunu bilseydi onu bulmayı en baştan önceliği haline getirirdi. Artık Jonnarius’u tekrar bulup her ne kadar istemese de onu ortadan kaldırması gerektiğini biliyordu. Ancak bu düşündüğü kadar kolay olmayabilirdi çünkü tüm bu zaman boyunca öğrendiği bir şey varsa o da Sasha adlı yazarının kaleme döktüğü kara kaplı kitabın son bölümünün ölümünden hemen önce kaleme alındığı yönündeydi.  Ölümünün bu son kısmı yazmasının hemen ardından hiç de doğal olmayan bir şekilde geldiğine dair kayıtlar da vardı. Eğer ki Byakkoya’nın güneyine hükmeden kızıl radohin kraliçesinin bu etkiye bir bağışıklığı varsa ortaya koyabileceği direniş Esrod’u şaşırtabilirdi.

Kafasını kanadının altından çıkaran kuzgun hızlı hareketler ile alık alık etrafına bakındı, “Ne oldu? Bir şey kaçırdım mı?”
[*]Galiba bu yazdığım en sıkıcı bölümdü[/*]
[*]Bölüm başlığı olarak kullandığım resim normalde planladığım resim değil. Forum için uygun kaçmayabileceğini düşündüm ve sadece blog da en baştan planladığım resmi paylaştım[/*]
[*]30 ile final yapmam gerektiğinden emin değildim ama bu bölümü yazarken ne kadar sıkıldığımı görmek kararımı kesin olarak vermeme yardımcı oldu. 30 = Final[/*]


Çevrimdışı KoyuBeyaz

  • ********
  • 2753
  • Rom: 59
  • Rasyonalist dominant.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tengu: Bölüm 1-29
« Yanıtla #70 : 20 Şubat 2011, 23:37:56 »
Yeni soru vermediğin için bu bölümde sıkılmışsındır bence, ama cevapları almak da kesinlikle eğlenceliydi. Elbette daha çok verilmesi gereken cevap var fakat açıkçası ben son iki bölümü sıkıştırmak istemeyip biraz daha uzatırsın diye ümit ediyordum. Kısmet, böyle de gayet güzel.

Son bölümün yazılışını bilmem fakat okuması gayet zevkliydi, tıpkı öncekiler gibi. Hatta bazı şeyler hakkında düşündürmesi oldukça da hoş olmuş. Okumayı bitirdikten sonra da bi süre hikayenin içinde kaldığımız bir bölüm gelmiş. Son bölüm sanırım süprizlerle, şoklarla ve etkileyici sahnelerle dolu olacak, nasıl bağlanacağını çok merak ettim gerçekten.

Bu arada bir ümidim de, son bölümün üç bölümlük bir yazıya eşdeğer olması yönünde. Bakalım bakalım...  :)

Ekleme: Bazen karar değişikliği iyidir.

Alıntı
düşünceliyim Tengu konusunda, en fazla 2-3 bölüm daha devam eder ve biter.
Uzay elbisemle kavgaya hazırım.

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Ynt: Tengu: Bölüm 1-29
« Yanıtla #71 : 21 Şubat 2011, 17:53:46 »
 :D o alıntının ben de farkındayım. Sırf eğlence olsun diye uzattığım kısımlar oldu bir ara. Ancak Byakkoya kurgusunda yer alan başka (herhangi) birilerini, ana hikayenin, öncesini bozmamaya dikkat etme endişesi taşımaksızın yazma arzum karşı konulmaz seviyelerde artık. Bugüne kadar Tengu başlığı altında yazdığım karakterlerden biri de olabilir bu, tamamen yeni biri de. Başka bir şeyler anlatmak istiyorum.

Tengu hikayesinin hak ettiğini düşündüğüm bir sonu var. Umarım bir çuval inciri dağıtmam, biraz uzun olacak evet. 29. bölüm olarak normalde yazdığım bir şeyler daha vardı ama atmosferi o[*]euhuheuh[/*] havaya soktuktan sonra birden kesmek istemedim bu kez. Her şey bittikten sonra belki Sasha ile ilgili yazabilirim, malum bir tapınaktan çaldığı bir taş ile ilgili bir hikaye var kafamda. Belki 30. bölüm bittiğinde aradan birini seçer ve onunla yürürüm başka bir başlıkta. Öyle işte ^^

Bugüne kadar okuduğun için teşekkür ederim. Ha unutmadan, 30'u bu başlıkta yayınlamayacağım büyük olasılıkla, yani en azından tek başına...  ;) [*]ssshhhh![/*]

16 Mart 2011 Edit: 30. bölüm yakın zamanda bu başlıkta yayınlanacaktır. Derleme işinin altından kalkamadım; Tengu'nun haricinde bir bütün olarak "romanlaşabilecek" kısa hikayelerin derlemesi işi için çok geniş bir zamana ihtiyacım olduğunu fark ettim. Acı verici oldu ama uzun bir tatil sürecine girmedikçe halledemeyeceğim.

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Tengu: Bölüm 30, Final
« Yanıtla #72 : 08 Nisan 2011, 03:18:53 »
Bölüm 30: Final


Kılıcı tutan elin kabza üzerinde olan müthiş kavrayışının çıkardığı sıkışma, sessiz göğün altında, metrelerce öteden duyulabiliyordu. Tutan elin uzantısında omza giden koldaki her kasın gerilmesini ise biraz daha uzaktan işitmek mümkündü. Ancak omzun tepesinde duran baştan gelen diş gıcırtısıysa, ta Zeref’in kulaklarında bile yankılandı. Zaten sonrasında gelen birkaç saniye boyunca, bilinçli olarak, duyularının herhangi birinin algılayabilmiş olduğu tek şey bu oldu.
Sıradan bir gözlemcinin olan biteni anlaması çok zordur. Zamanın akışını normal insan algı standartlarına göre seçtiğimizde Zeref, Alice ve Tengu arasında geçen öfke, delilik ve her nasılsa mantık yüklü anı betimlemek ise imkansızdır. Zamanın akışını saniyenin binde birinin normal bir saniye olduğunu kabul ederek görecelendirdiğimizde ise makul bir eylem dizisi anlatımı elde edilebilecektir.

Zeref genellikte reflekslerine güvenirdi. Bir saldırıyı savuşturması için düşmanını görmesi veya duyması gerekmezdi, sadece hissederdi. Ona doğru savrulan kılıcın an içinde ikiye böldüğü havanın ona doğru akması ve kendi hayali savunma küresinin herhangi bir noktasına bu havanın temas etmesi yeterdi.

Problem şu ki, hava hareketsizdi. Boğulur gibi olduğunda bir şeylerin ters gittiğini anlayabildi. Sonraki saniyede anladı ki hava hareketsiz olmaktan farklı bir davranış sergiliyordu. Orada değildi bile! Etkin atmosfer basıncı sıfırdı. Tengu’nun nasıl becerdiğini bilmiyordu ama bir şekilde, uzaktan, onu boğuyordu. Gözlerini hedefini bulmak için kullanmayı düşünemezdi, ilk yapması gereken kılıcını saplı olduğu bedenden uzaklaştırmaktı. Kılıcını bırakıp uzaklaşabilir ve silahsız savunmaya geçebilirdi, ancak bu onu üstün konumdayken, kuşkusuz, birden bire zor duruma düşürecekti.

Yaraladığı ve belki sonraki anlarda ölebilecek bedenin aslında bir kalkan olduğunu var sayacaktı ve saldırının ilk dalgası son bulduğunda kılıcını çekecekti. Plan buydu ve saldırının Alice’in şaşkınca heykel gibi durduğu an sırasında onun yönünden gelemeyeceği gerçeğine güveniyordu. Öyle ise saldırı arkadan gelmek zorundaydı, tek yapması gereken saplı kılıcı çıkarmadan, radohini döndürecek biçimde hızla savurmaktı. Alice savrulurken kılıçta bir sonraki an bedenden otomatik olarak ayrılmış olacaktı. Tek hareket ile iki eylem, işte Tengu’nun bilmediği ve öğrenmekten henüz çok uzak olduğu savaş sanatı bunu gerektirirdi.

Her şeye rağmen Alice savrulurken Zeref’in kılıcı da yavaş çekimde ileri doğru, onunla birlikte gitmekteydi. Neden böyle oluyordu? Kılıcı sıkıca kavradığına emindi. Acının beynine varması biraz zaman alacaktı ama anladığı üzere kolu dirseğinden biraz ileride elinden ayrılmış durumdaydı.

Kendi kandamlacıklarının fışkırmaya üşendiği saniyeler içinde bile Zeref paniğe kapılmadı. Hesaplanamamış bir hamlenin gerçekleşmesinin tek mantıklı sebebi olabilirdi, Tengu artık kendisi değildi. Ya da daha geniş bakılırsa, artık kendisiydi. Zeref bu durumda hayatını kaybetmemek için ne yapabilirdi? İlk akla gelen ve etkili olması mümkün seçenek silahlı ve çok hızlı bir düşmana karşı silahsız ve daha hızlı bir göz bağı uygulamaktı. Gerçek bir büyüden daha kolay ve ivedi olurdu. Öte yandan Zeref gerçek bir büyü yapma kabiliyetine sahip değildi veya daha önce deneyimlediği üzere kayda değer sonuçlar ortaya çıkartmaktan uzaktı.

Numara basitti ve bir saniye kullanarak beş saniye kazanma amacı güdüyordu. İkinci saldırının üç saniye içinde gerçekleşeceğini biliyordu ki bu daha önce hesapladığının dokuz yüz katı hızlıydı. Ancak bu kadar hata payına izin verebilirdi çünkü Tengu’nun daha çok hızlanması durumunda zaten yapacak hiçbir şeyi kalmazdı. Acı kolundan beynine ulaşmak üzereydi, bu acıyı Tengu’nun sırtı olduğunu düşündüğü noktayı etkileyen beyin sinirine odaklayacaktı. Gerçek bir yara oluşturmayacaktı ama en zeki ve kararlı canlı bile bilinci dışında dahi olsa, bir acı hissinin oluşturacağı odak bozulması etkisine maruz kalmaktan, kendini alı koyamazdı. Bu taktiğin başarısızlığa uğraması için pek çok sebep vardı ancak en temel sebep Tengu’nun beynine bir saldırı düzenlediğinde ıskalama veya karşı koyulma olasılığıydı.

Buna rağmen sırt sancısı sinyalini yolladığı anda kafasından olması gerekirken hayatta olduğunu gördüğünde en azından 4 saniye kazandığını anladı. İlk ‘kılıcını bırakarak uzaklaşmak’ fikri artık ona tek seçenek gibi görünmeden edemiyordu. Kolu elbet tekrar uzardı ve elbet büyük kuzeni Gandrim onun için bir kılıç daha döverdi. Sahi, her şey bittiğinde Gandrim’in onu Tengu’nun üzerine yolladığı için Zeref’e vermesi gereken ciddi bir hesap vardı. Dört saniye boyunca parmak uçlarında yaptığı hava yürüyüşü ile altı yüz metre yol kat etti ve bu gerçek zamanda saniyenin ikiyüzelli de biri kadar sürdü. Artık nefes alabiliyordu, vakum etkisi hissedilir olmaktan uzaktı. Tengu onu arıyor olmalıydı, bulamazdı, galaksi de Zeref’ten daha hızlı hareket edebilen tek bir canlı yoktu.

“Biliyor musun ne? Işık kendisini çok hızlı zanneder ve yavaşlamakta bile güçlük çeker. Hatta çoğu zaman insanlar ondan daha hızlısının olamayacağı fikrine kendilerini öyle kaptırırlar ki önemli bir gerçeği gözden kaçırırlar. Işık nereye giderse gitsin, orada önce karanlığı bulur. Çoktan varmış ve beklemektedir. İşte karanlık o kadar hızlıdır.” Dedi yabancı bir ses. Sesin niteliği kalın veya ince değildi, yankılı veya sönük de değildi. Açıkçası niteliksizdi, bahsettiği karanlık kadar kimliksiz ve farklıydı. Hızlı kılıç ustasının yüreği umutsuzluk ve korkuyla doldu. Sesin sahibinin kaynağının gücü ile Zeref’in bedeni öyle ağırlaştı ki son hızla giderken tüm kasları aniden kitlendiler ve sağlam olan kolunun üzerinde yere çakıldı.

Darbenin etkisi ile yerde ufak bir yarık açıldı ve zaman diğer izleyenler için normal akışına geri döndü. Onların gördükleri Alice’in Zeref tarafından mıhlanması ve birden bire yüzlerce metre uzakta bir sonik ses patlaması eşliğinde kalkan toz dumandı. Beyaz saçlı kadın sırtından göğe doğru uzanan uzun bir kılıçla yüz üstü çimenlere serildiğinde bile ne olup bittiğini anlamaktan uzaktılar.

Yer gök kararmaya başladı. Solucanlar topraktan telaşla çıkıyor ve birden can veriyorlardı. Çimenler soluyor, kuruyor ve kül olup rüzgarsız havada oldukları yerde yığılıyorlardı. Toprağın taze ve yaşam dolu rengi bazalt siyahına dönüyor ve kuşlar ötmekten ödleri koparmış gibi tek tek susuyorlardı. İleride tüm olan bitenden habersiz süre gelen kuşatma bile durdu. Kılıçlar çarpışmaz oldu çünkü hem uzun boylu yabancı halkın hem de birleşik krallıklardan birinin kuşatılmış vatandaşlarının kalpleri taşınamaz bir yükün altına girdiler.

Yapabilenler dua ediyorlardı, sessizce. Kendi seslerini duymaktan bile korkan insanlar nefeslerini kontrol etmeye çalışırlarken delirecek gibi oluyorlardı. Çok geçmeden bulutsuz kara gökten koyu gri bir şeyler yağmaya başladı. Başta kül oldukları sanıldı ama bu doğru değildi. Çok geçmeden bunların bir insanı boyu kadar büyük kuş tüyleri olduğu görüldü. Katrana bulanmış gibi olanları da vardı ve onlar ıslak olacaklar ki hava direncinden daha az etkilenerek yere daha erken düştüler. Düştükleri yerde çıplak toprak siyah alevler ile alazlanıyor ve sönmeden yanmaya devam ediyordu.

***

Uzaydan Byakkoya gezegenine bakan birisi onun yeşilini ve mavisini göremez. Genelde bulutlar ile kaplıdır ve tüm gördükleri köpüksü bir beyaz tabakalar zinciri olacaktır. Tabakalar birbirleri üzerine biner, sarılır ve dönerler ama pek az zaman çıplak toprakları veya denizi fark edilir derecede sergilerler. Ancak Esrod ve yoldaşlarının gördüğü sahne oldukça farklıydı. Bir çift dev siyah kanat Gond sınırına yakın bir krallığın Kuzey ellerinde göğe doğru uzanıyordu ve çevresi kapkaraydı. Aynı yüzdeki bir ben gibiydi.

Kuzgun Jack, dostu Esrod’un zihninden geçenleri gayriihtiyari bilirdi. Hızlandı ve kendisini çarpışma için hazırladı. Siyah noktaya ulaşmalarından önce daha on bir dakikaları vardı ve elinden gelen bu kadardı. Gezegen ve yıldız kütlelerine yaklaştıkça hızı dramatik bir azalma gösterirdi. Elinden daha fazlası gelmediği için kendisine kızarken gittikçe büyüyen siyah beneğin Doğu tarafından bir alev dalgası girdi ve merkeze doğru hızla ilerledi. Alev kızıldı.

***

Jonnarius bugünün geleceğini Tengu’nun doğduğu günden beridir biliyordu ama hiçbir şey onu buna hazırlayamazdı. Kendi boyunun dört katı bir radohin duruyordu karşısında. Dev kütlesini kaldırmak bir yana, Byakkoya’nın geri kalanını da sırtlayıp götürebilecek gibi görünen bir çift siyah kuşkanadı benzeri kanadı vardı. Bedeni insan formundayken giydiği zırhın motifleri ile bezeli oniks siyahı bir metaldendi ve kafasının burun kısmı çok uzundu. Boyutlarının onda uyandırdığı yavaşlık duygusu aldatıcıydı, onun gölgesinden bile hızlı olduğunu biliyordu. Bedeni birden bire bu denli büyümüş olmasına rağmen küçümseme lüksüne sahip değildi. Uzaktan diğer savaşçıyı nasıl yere çaldığını izlediğinde artık onunla yüzleşmesi gerektiğini kabul etmeye hazırdı.

Tengu ile o anda her ne düşünüyorsa doğrudan konuşmak işe yaramazdı. Jonnarius uzun zaman önce Ozethreth’in gücünü kendisine kattığında bilmesi gereken her şeyi öğrendiğinde gelecek, sadece geçmiş bir anı haline gelmişti. Dolayısı ile gerek radohin ırkının devamlılığı ve geleceğinin istikbali için, gerekse de diğer güçsüz ırkların yaşam hakkını gözetmesi gerektiğinden sahiplenmesi gereken bir sorumluluk söz konusuydu. Sadece Güneyin Kızıl Radohin Kraliçesinin yerine getirebileceği bir sorumluluktu bu. Belki Kuzey’in Alice’i (tabi mümkünse) ondan daha çok nefret edecekti. Yüzünde kararlı bir ifade olan kudretli ejderha daha önce her defasında yaptığının aksine bu defa nefesini sınırlamadı. Ölüm ile saldırdı ve güçsüz halkın sessiz dualarına kendi dualarını da katmayı ihmal etmedi.

***

Tengu kendi zihninde sonsuz beyazlıkta, bir boşlukta sabitlenmiş tozlu bir taşa bakıyordu. Taş oturulmaya müsaitti ve boşlukta durduğu hayali düzlemde, yanlarından taze ve güçlü çimenler fışkırıyordu. Sonraki an her yer çimenle doldu ve Tengu gidip taşa oturdu. Üzerinde zırh yoktu, Panus da görünürlerde değildi.  Etrafına daha dikkatli bakmayı denediğinde önünde yan yatmış bir kütük buldu. Kütükte oturan siyahlara bürünmüş ve yüzünde ifadesiz bir maske bulunduran Hadrhune’un imgesiydi. Karşılıklı oturdular güvenli çayırlıklarında. Hadrhune konuşmadan evvel sol eli ile ikisinin de sağında kalan bir kapıyı gösterdi.

Kapının rengi eflatundu ve saydamdı. Tengu ona daha dikkatli baktığında kapının ejderha motifleri ile bezeli olduğunu gördü. Büyüleyici güzellikteydi çünkü motifler her an hareket halindeydiler. Kapının belli bir kanat aralığı veya anahtar deliği yoktu ama onun bir kapı olduğunu biliyordu. Sahi bir kapıyı kapı yapan neydi ki?

Hadrhune sessizliği bozan oldu. “Neden burada olduğumuzu biliyor musun Tengu?” dedi hüzünle. Adam biliyordu. “Alice” dedi sesi titrerken. Hadrhune olumsuz şekilde başını salladı. “Kapıya daha iyi bak. Eskiden bu kadar saydam değildi, gittikçe yitiyor. Alice sadece bir dış etken, asıl sebep senin kapıyı artık istemiyor olman” dedi tane tane. Tengu kaşlarını çattı, “Bu kapıyı daha önce görmedim bile, hem şimdi ne ilgisi var? Geri dönmeliyim ve onu kurtarmalıyım.” Dedi.

Hadrhune başını eğdi, “Evet, kurtarmalıyız. Ancak başkası bizim için şu anda bu işle meşgul olmakta. Kılıcın nerede Tengu?” dedi. Sanki bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Tengu’nun farkına varmadığı bir gerçeği görebilmesi için dolaylı olarak her yolu deniyor gibiydi. Tengu telaşla “bulamıyorum, yine sende olabilir mi acaba?” dedi tek kaşını kaldırarak. Hadrhune zihin âleminde elinde yoktan bir ayna oluşturdu ve Tengu’ya doğrulttu. “Bak, kendin gör.” Dedi. Görüntüsünün kılıcıyla ne ilgisi vardı ki? Baktı ve gördüğü karşısında ne diyeceğini bilemedi.

Yüz bir insanın yüzü değil, bir ejderhanınkiydi. Çok uzun bir burun kısmı vardı ve bedeni hep giydiği zırhın motifleri ile kaplıydı. Ellerinde pençeler vardı, pençeler kılıcının çeliğinden yapılıydı. Gözleri eflatundu. Aynadan biraz uzaklaştığında oturduğu taştan kayıp düştü. Kanatları vardı! Gözlerini aynadan ayırdığında ve kendine daha dikkatli baktığında ellerinin yine insan elleri olduklarını gördü. Panus’tan pençeler yoktular. Hadrhune yine kapıyı gösterdi. “Tamamen yok olduğunda, sen de yok olacaksın Tengu. Ben de ancak bu kadarını biliyorum. O gördüğün şeye dönüşeceksin ve belki ben de artık burada barınamam.” Dedi duygusuzca.

Tengu onun söylediği her şeyin doğru olduğunu biliyordu. Zihninde ikisi baş başa olduklarında Hadrhune oldukça dürüst birisi haline geliyordu. “Nasıl? Nasıl durdurabilirim?” dedi güçsüzce. “Yapamazsın” diye cevapladı maskeli adam, “ikimizin de iradesinin üzerinde bir el var. Esrod’un bile üstünde olmalı. Tilki kılıklı radohin Ramuthra kendisini bir riyakar gibi göstererek kızıl kardeşini bize karşı düşürdü ama bunun da işe yarayacağını zannetmiyorum. Ramuthra, Ozethreth ve Jonnarius’un ortak gücü bile bu şeyi (aynayı gösterdi) durduramaz.” Dedi yine aynı soğuklukla. Ancak sanki daha soğuktu. Tengu ağzından çıkan havanın buhara dönüştüğünü gördü. Zihni soğuktu. Çok soğuktu. “Dışarıda neler oluyor?” dedi korkuyla.

***

Kızıl alevler kara olanlar ile savaşıyordu. Toprak iki desenin mücadelesi ile bezeliydi ve siyah kanatlı radohinin yüzünde patlayan bir alev topu kilometrelerce öteden duyulduğunda insanlar kıyametin yakın olduğunu düşündüler. Kafası dumandan bulutlarla kaplanan radohinin yüzü görülmez oldu.

Kuşkanatlı radohin karşı koymuyordu ama bir zarar görmüş gibi de durmuyordu. Jonnarius ivmelendi ve nispeten küçük kalan bedenini bir ok gibi ona fırlattı. Kalbini tek seferde sökebilirse, belki o zaman kavgayı daha başlamadan bitirebilirdi. Pençesi sert bir şeye çarptı ve darbesi tamamen emildi. Jonnarius şaşkınca sağ pençesine baka kaldı. Buzdan bir kelepçe tüm ufuk çizgisini boydan boya dolanıyormuş gibi görünen bir buzdan duvara sabitlemişti onu. Kara radohinin kanatlarının ancak uçları görülebiliyordu, duvar bu kadar yüksekti işte. Aniden önünde bu denli muazzam miktarda buzdan oluşan bir duvar örebilecek fazla isim sayamazdı.

Tonlarca ağırlıkta olması muhtemel buzdan kazıklar gökten üzerine yağmur gibi boşanmaya başladığında ilk olarak nefesi ile kendisini kelepçeden kurtardı ve kanatları ile kazıklardan sakındı. “Ona zarar veremezsin Jonnarius, buna izin vermem.” dedi ancak ve ancak Alice’e ait olabilecek bir ses. Gökte asılı duran Kuzeyin Buz Kraliçesi Wilvarin’in mirası, Alice’ti.

Kızıl kraliçe onda toyluk görmedi. Oysa Alice’i daha önce hiç radohin bedeninde görmediğini düşündüğünde bunun aksini düşünmeliydi. Neydi onu genç yaşında bu denli kudretli kılan? Tüm kara ve kızıl alevler buza döndüler. Plazmanın hayaletini bile buza döndürecek bir soğuktu onunki. Her şey bir yana Alice’in yere kapaklanışını izlemişti. Onu küçümsemesinin bir sınırı yok muydu?

Jonnarius yapmak zorunda olduğu şey için kendisini asla affetmeyecekti ama günahlarının yanına bir diğerini daha eklemekten çekinecek de değildi. Tengu, dönüşmekte olduğu şeye tamamen dönüşmeden önce yok edilmeliydi ve buna mani olan her unsur ortadan kaldırılmalıydı. Damarlarındaki akan tüm kanın alev aldığına emindi, etindeki tüm hücre çığlık atarcasına kendi közü ile alazlanıyordu ve Jonnarius belki de Tengu üzerinde bile kullanmayacağı kadar güçlü tek saldırısını yaptı. Alice en azından bu kadarını hak ediyordu.

Jonnarius’un ağzı sonuna kadar açıldı ve dilinin ucundan birkaç metre uzakta dönen, parlayan, için çökecekmiş gibi kıvrılan ve güçle titreyen bir koyu mavi alev topu oluşturdu. Işık, alev topunun etrafında bükülüyordu ve adeta içine çekiliyordu. Bölgedeki tüm rüzgarların Jonnarius’a doğru estiği gözlemlenebilirdi. Alev topu binlerce volkanın patlamasına benzer bir ses ile serbest kaldı ve tek bir top halinde değil de toptan fışkıran bir mavi lazer sütunu halinde beyaz radohine doğru vücut buldu. Neredeyse anında lazer bedeni deldi geçti ve uzaya doğru yoluna devam etti. Jonnarius lazeri hemen sonlandırmadı, ağzını biraz açı yaparak eğdi ve bir kılıçmış gibi kullanarak Alice’i ikiye böldü.

Ancak beklemediği bir şey oldu. Milyonlarca derece sıcaklıkta olması olası lazer sütunu aniden açık turkuvaz rengi bir buz sütununa döndü. Buzun etrafını saran kuru karbondioksit katmanı göğe yükseliyordu. Sürtünme kuvvetinden dolayı atmosferin uzak bir noktasında kırılmış olabilirdi. Buhar sicimleri tek bir noktada birleştiler ve tek bir bedeni ortaya koydular. Görünen o ki Alice artık maddenin tek haline hükmetmiyordu. Buzdan sütunun ağırlığını serbest bıraktığı anda yukarıya doğru uzanan tüm kütle birden Jonnarius’un üstüne yığıldı. Yığılma ile eş zamanlı olarak sütun hızla sıvı hale dönüştü ve uzaydan bile görülebilecek kadar geniş bir alanı neredeyse hemen göle döndürdü. Jonnarius’un kızgın bedeni güneş gibi parlaktı. Kızıl kraliçe ellerini toprağa daldırdı ve bekledi. Alice sonraki saldırıyı beklemeyecekti. Jonnarius ona zarar veremezdi! Bunca zaman kendisini sırf Jonnarius bir karşı taktik geliştirecek vakti olamasın diye sakladığını düşükçe çılgın gibi eğleniyordu. Bunca zaman sadece bir tek bu kavga için beklemişti, güçsüz olduğuna kendisini bile yeterince inandırabilirse aklı okunduğunda küçümsenecekti. Neydi tüm bariyerleri kaldıran? Artık hiç bir şeyden korkusu yoktu. Tengu’nun aslında ne olduğunu öğrendiğinden beri yoktu. Eğer başarısız olursa, onun yerine Tengu yarım kalanı bitirebilirdi.

Karanlık gök bir buz fırtınası ile sarsıldı. Kar taneleri o kadar ince ve güçle yağmaya başladılar ki oluşan yıldırımlar daha iyi iyonize oluyor ve normalden daha çok gerilim yüklü hale geliyorlardı. Alice elektriğe hükmedemezdi ama maddelerin enerji seviyelerini onlara temas ederek değiştirebiliyordu ve tüm atmosfer de buna dâhildi.

Yıldırımlar Jonnarius’un olduğu yere hızla ve yılmadan art arda düşmeye başladılar. Düştükleri yerde toprağa karışmıyor, buza dönüşüyorlardı. Alice toprağın altında dallanıp budaklandıklarına emindi, bu sayede etki alanını genişletmeyi amaçlıyordu. Fakat şaşırma sırası artık ondaydı. Yarattığı buzdan duvar binlerce metre genişliğinde tek bir fay hattının içine yuvarlanırken kelime anlamıyla dondu kaldı. Yarıktan yukarıya magmadan yeni bir duvar yükseldi ve öylece asılı durdu. Jonnarius yıldırımlar sona erdiğinde ortalıkta yoktu. Bedenini magmaya dönüştürerek yer altına girmiş olmalıydı ve büyük olasılıkla şimdi duvarın ardındaydı.

Duvarı kolayca camlaştırıp içeriye dalabilirdi ama bu Jonnarius’un savaş alanına bodoslama girmesi anlamına gelirdi. O yüzden yükseldi ve duvarı tepeden geçmeyi denedi. Duvarın onun geçmek istediği yüksekliğe geldiğinde kendisini de yükselttiğini gördüğünde şaşırmadı. Adeta yaşayan bir organizma gibiydi. Jonnarius’un kendisine az önce uyguladığı aynı mavi lazer saldırısını pasif duran Tengu’ya karşı kullanmak üzere olduğunu gördüğünde çaresizlikten ne yapacağını bilemedi. Tengu bunu atlatabilir miydi?

O anda aklına delice bir fikir geldi. Belki birkaç dakika önce Tengu’nun sesi olduğunu düşündüğü sesin izah ettiği üzere ‘karanlık’ kadar hızlı olmayabilirdi ama ondan sonra en hızlı şey olabilirdi. Kendi enerjisini ne kadar değiştirebilirdi? En fazla ne seviyede bedeni buna dayanırdı? Gözlerini kapattığında ve tüm duygularını bir kefeye koyarak tarttığında ibrede “Riske değer” düşüncesi belirdi. Şeytani bir gülümsemeyle parladı ve ışığın kendisine dönüştü.

Her şey o kadar açık hale geldi ki bunu daha önce neden denemediğini düşünürken buldu kendisini. Eğer bir sorun yaşamazsa ışığı kullanmak onda bağımlılık halini alabilirdi. Etrafındaki her atomun ve enerji değişiminin farkındaydı. Ses dalgaları bile adeta havada asılı kalmış kuşlar gibiydiler. Nesneler sabit bir şekle sahipmiş gibi görünmüyorlardı ama Jonnarius’un tam o anda ağzından çıkmakta olan lazer hareket halindeydi. Alice’den sadece biraz daha yavaştı. Hemen bir şey yapması gerekiyordu. Onu anında buza döndüremezdi çünkü bu zaman alıyordu ve lazere açıkça temas etmek zorundaydı. Yanı sıra ışık formundayken diğer maddelerin seviyelerini değiştiremeyeceğine emindi. Bu durumda tek bir seçeneği kalıyordu.

***

“Neden bu denli soğuk?” dedi Hadrhune da soruyu tekrarlayarak. Esasında kendisi de bilmiyordu. Anlaşılan dışarıda işler planladığı gibi yürümüyordu. Kapı Hadrhune için daha önce bir jokerdi. Belirsiz bir özelliği vardı ve diğer kimsenin de haberdar olmaması gerçeğinden yararlanarak kapıyı aktif etmenin yollarını arayıp durmuştu. Tengu ile bir olarak onun rüyalarına erişimini arttırdığı zaman kapının doğasını anlayabilmişti. Kapıyı yaratan kişi Tengu’nun diğer kimliğiydi. Yine Tengu gibi düşünen, onun gibi davranan ve hisseden bir varlıktı ama dünya üzerinde yürüme fikri ona bas bayağı korkutucu görünmüş olsa gerek ki kendisine bir koza örmüştü.

Kozadan çıkması için hangi koşulların gerektiğini bilen tek kişi yine o olmalıydı. Hadrhune kelebeğin belki hiç çıkmayacağını ve bir ihtimalle de her an çıkabileceğini düşündükçe sabretti. Ancak kozayı ilk yırtmak için tek gereken ironik biçimde yine Tengu ile birleşmesi olmuştu. Sonrası ise Tengu’nun duygusal dengesizliğine bağlıydı. Büyük olasılıkla diğer ‘kendisi’ onun insan formunun en ümitsiz anında işitilebilecek yardım çığlığına aşırı bir tepki olarak aniden kozayı parçalamış olmalıydı.

Ortaya çıkacak varlığın Esrod’un çekineceği bir ‘şey’ olacağına güvenmek zorundaydı. Jokeri bundan ibaretti ve kartın avantajlarını tamamen değilse bile yapabildiği kadar kullanmayı amaçlıyordu. Bu sırada Tengu’nun insan benliğinin incinmemesi için elinden geleni yaptığını gördükçe kendisine gülmeden de edemiyordu. Ancak Tengu güvenli çayırlıklarında kararlı bir ifade ile ona baktığında düşünceleri soldu gitti. O bir şeyler yapacaktı ama ne?

“Kontrolü ele almalıyım Hadrhune. Neler olduğunu görmek zorundayım, Alice halen orada.” Dedi ve yok oldu. Hadrhune dehşetle üstü boşalmış kayaya baka kaldı. Tengu’nun bunu yapacak gücü olmamalıydı!

***

Tengu’nun ilk hissettiği acı oldu. Yüzü, göğsü ve kanatları yanıklar içindeydi. Katlanılmaz bir acı değildi ve yavaşça iyileştiğini hissediyordu. İkinci fark ettiği şey kocaman olduğuydu ama ağırlığını hissetmiyordu. Üçüncü ve en önemlisi ise buzdan bir yarım kürenin içinde olduğu gerçeğiydi.

Bazı yerlerden üzerine damlalar dökülüyordu ve bu damlalar inanılmaz soğuktu. Bu şey her neyse su değildi ve damlaların kendileri bile temas ettiği noktalarda nem varsa anında yeni bir buz katmanı oluşturarak yoluna devam ediyorlardı. Dev ayak pençelerinin altında, tek bir pençesinin ucundaki nokta büyüklüğünde bir bedeni seçebildi. Tengu, duyularının olağan üstü olduklarını düşündü ve bedene doğru uzandı. Altındaki toprak ile beraber onu kaldırdı ve daha yakından baktı.

Zeref’in daha önce yaraladığı yerde giysisi kanlar içindeydi ama gördüğü zarar bu yaranın çok ötesindeydi. Gövdesinin sağ yarısı tamamen yok olmuştu. Halen nefes alması bile mucizeydi. Burnunun ucuyla ona zarifçe dokunduğunda kızıl-mavi çıtırtıyı hissetti. Jonnarius’un damgasıydı ve tüm radohinler gücün sahibini yaradan koklayabilirlerdi.

Tengu’nun öfkesi benliğini karanlık ellerine alırken buzdan duvar belli bir bölgede tamamen eridi. Koyu mavi damlalar her yana saçıldı ve dokundukları yerleri asit gibi dağladılar. Tengu zihninin diğer Tengu tarafından tutulup çekildiğini hissetti. Buna izin vermeyecekti. Ne olduğunu kendisi de bilmiyordu ama aniden her şey dinginleşti. Kanatları ile kendi bedenini sardı ve daha küçük olmayı istedi. Öncelikle hantallıktan kurtulmalıydı çünkü Jonnarius’un bile delmekte güçlük çektiği bir buzdan kalkana ucu ucuna kısılmış haldeydi.

***

Jonnarius panik halindeydi. ‘O şey’ uyanmış, Alice’i görmüş ve doğrudan kendi gözlerinin içine bakmıştı. Jonnarius yaratığın gözlerindeki ifade karşısında iki şeyin farkına varmıştı. İlki, tüm ümitlerin sona ermediğiydi. İkincisi ise yine de burada canını verme ihtimalinin yüksek olduğuydu çünkü gözler eflatun değillerdi.

Gözlerinden şelale halinde lavlar boşanan kızıl radohin tüm nefesiyle dev iglonun içini doldurdu. Kor haline gelen fırının içinde ardı ardına patlamalar oldu ve Jonnarius ne pahasına olursa olsun durmamak üzere buna devam etti. Çelikten ciğerleri kuruyana kadar püskürttü. Gırtlağı çürümüş gibi büzülene kadar püskürttü. Kalkan içten eriyene dek, püskürttü.

Magmadan bir tepe oluştu ve üzerine yığılan soğuk sıvı ile anında taşlaştı. Kara radohin görünürde yoktu. Başarmış mıydı? Her şey bitmiş miydi? Yaşlı radohin buna inanmayı her şeyden çok arzuluyordu. Ensesine oturmuş bir siluet ona “Babaannem gibi kokuyorsun.” Dediğinde gözleri fal taşı gibi oldu, hareket edemiyordu. Göz ucuyla sesin sahibine baktı. Kucağında ölümcül biçimde yaralanmış Alice’i tutan, radohin görünümlü Tengu’ydu.

Biraz önce sahip olduğu bedenin aynısıydı ama sadece, daha küçüktü. Buna rağmen Jonnarius onun tüm kütlesinin halen orada olduğuna yemin edebilirdi, sadece hacmi küçülmüştü. Daha fazla havada duramadı ve yere çakıldı. Düşüşü olabildiğince yavaşlatmasına rağmen dizleri üzerinde doğrulamadı ve çenesi yere yapıştı, kalkamıyordu.

“Anlat bana, o nasıl yaralandı? Lütfen anlat ve bileyim.” Dedi üzüntüyle. Jonnarius onun bal gibi de bildiğinin farkındaydı. “Ölmelisin Tengu. Zavallı dişi, olmak zorunda olanı geciktirmek için önüne geçti ve zarar gören kendisi oldu. Olasılıkla, maddeleştiğinde ikinci bir düzenleme yapacak zamanı yoktu” Dedi duygusuzca. Aslında duygularını gizlemek için o kadar çok özen gösteriyordu ki yine de sesinde bir üzüntü tınısı sezilebildi. “Neden? Çektiği acılar yetmedi mi? Şu anda, ellerimdeyken onun tüm geçmişini görebiliyorum. Ne ile karşılaştığımı bilmek ister misin Büyükanne Johanna? Bunca elem ve kedere rağmen iyi olmayı seçebilmiş bir ‘insan’ görüyorum.”

“Benim için anlat ona, yaşayacaktır çünkü ona benim küllerimi vereceksin! Anlat ona yaşadığında Johanna, annesini öldüreni anlat ona. Radohin Wilvarin’in kılıcını çalan adamı, Gandrim’i anlat ona, hepsini anlat çünkü o ne yapması gerektiğini bilecek. Onun daha çok intikam ile dolmasını istemiyorum, onun seni affetmesine izin ver.” Dedi kızılın omzundan atlarken. Jonnarius duyduklarına inanamıyordu. Ramuthra’nın tüm oyunlarına rağmen, binlerce yıldır süregelen bir satrancın son sahnesinde yalın bir insan iradesi hepsine üstün mü gelmişti?

Tengu’nun sırtı ona dönüktü.

***

Tengu kendisi ile savaşıyordu. İçin için onu yiyen ses “AHMAK! SENİ YOK EDECEK!” diye bağırıyordu. Diğer kendisi onu uyarmak için ümitsizce çırpındığını duymazlıktan geliyordu çünkü söylediklerinin gerekli yerler ulaştığına inanma yönelimindeydi. İnsan Tengu verdiği karardan emindi, Byakkoya’dan çok uzaklara gidecekti ama bundan önce en sevdiğini yaşatmalıydı. Sağ koluna baktı, kılıç tutan ve kullanan eliydi. Oysa artık bir pençeydi, ondan kopan bir uzuv alev aldığında küllerden bir yeni radohin doğabilirdi ve radohinlerin düşmüş yoldaşlarını bu şekilde hayatta tuttukları da bilinen bir şeydi.

Peki, o nasıl bilebiliyordu? Daha önce hiç radohin olmuş muydu? Tengu kimdi? Artık o da bilmiyordu. Ancak duygularını dengeye sokabildiğinde ejderha benliğini kontrol altında tutabildiğini bilmek huzur vericiydi. “Keşke” diye düşündü aniden, “Jonnarius, keşke bana saldırmayı seçmeseydin.” Dedi görmediği arkasında patlayan mavi lazeri hissederken. Lazeri durdurmak için bilinçsiz olarak görüş açısının dışında bir kara delik açmıştı. Tüm gücüyle Tengu dışında her şeyi içine çekmeye başlayan vorteks aslında tekil bir noktadan oluşuyordu. Geldiği gibi yok oldu ve geride kocaman, dairesel bir yarık bıraktı. Lazer de sanki hiç başlamamış ve bitmemiş gibiydi. Alice’i yavaşça yere bıraktı ve Jonnarius ile yüzleşti.

Eflatun gözlerin sahibi, “Artık seni kimse kurtaramaz.” dedi. Tam o sırada ikilinin arasında siyah bir kuş tüyünün süzülerek aşağıya indiğini gördüler. Tüy, Tengu’ya ait değildi.

***

Alt üst olmuş kuşatma arazisi ve kuşatılan kale surları yakınlarında kaç insanın hayatını kaybettiği çok uzun yüzyıllar sonra dahi anlatılacaktı. Oysa kimse aslında gereksiz tek bir ölümün dahi olmadığını bilmeyecekti. Çünkü Esrod oradaydı. Esrod kaos ve düzenin sonsuz savaşında ortada kalan ruhların tek kurtarıcısıydı ve daha fazlasından sorumlu değildi. Oradaki tüm insanlar normalde kendi savaşlarında öleceklerdiyse bile artık başka yerlerde, Byakkoya’nın dört bir yanında yaşadıkları korkunun iziyle, hayatlarına kaldıkları yerden devam ettiler. Umulmadık bir ikinci şanstı onlarınki.

Onların bölgeden uzaklaştırılması ile işi bittiğinde halen bolca zamanı vardı. Jack’in omzunda yolculuk ederken zaman ile oynamak onda nahoş bir tat bırakırdı. Toprağa bastığında da kararmış bölge içinde zaman ile istediği gibi düzenleme yapamadığını görmek onu şaşırttı. Bu yüzden sıradan bir insan gibi davrandı ve oyunu kuralına göre oynadı, Jack’in de büyük yardımı dokundu. Kavgaya yetiştiğinde Alice hareketsiz biçimde yerde yatıyordu ve Tengu küçük bedeni ve eflatun gözleriyle Jonnarius’a bakıyordu. “Yanlış kararı verdin kızıl.” Diye düşündü içinden.

“Artık seni kimse kurtaramaz” dediğinde Tengu’nun bildiği kişi olmadığına emindi. Yine oydu ama kendisi gibi değildi veya artık kendisiydi. “Kafamı karıştırıyorsun ama doğru söylüyorsun evlat, kızıla saldırırken sana karışacak değilim. İlk hamleni görmek istiyorum.” Diye düşündü.

Az önce açtığı vorteksin aynısını geri çağırdı ama çıkış noktasını Jonnarius’a yönlendirdi. Alice’in aldığı darbenin aynısına maruz kalan ve öncesinde etkisizleştirilmiş radohin kendi gücünü doğrudan göğüsledi. Çığlığı en uzak sahillerde bile martıların çığlıklarından ayırt edilebilirdi. Ölmeyecekti belki ama uzun süre bu şekilde kalacağı belliydi.

Tengu gözlerini radohinden ayırarak doğrudan Esrod’un olduğu yana baktı. Esrod ise kendine tam güvenle beriye baktı, belki de arkasındaki her neyse tam onun hizasındaydı ve Tengu’nun dikkatini çekmişti. Görülebileceği ihtimali bir an olsun aklından geçmedi çünkü o istemedikçe, fark edilemezdi.

Kulağının dibinde ejderhanın dişleri konuşurken takırdadı ve fısıltıyla, “Öyle sansan da görünmez değilsin, garip kokuyorsun ve benim huzurumda ayakta durabiliyorsun. Kimsin sen?” dedi. Esrod beyninden vurulmuşa döndü, Tengu’nun ağzından çıkanlar belki ona göre basittiler ama Esrod için çok anlamlıydılar. İlki Tengu’nun insan benliğinin tamamen derinlere gömülü olduğu gerçeğiydi. İkincisi bu yaratık her ney idiyse Esrod’dan haberdar olmadığına göre çok uzun zamandır uykudaydı. Üçüncüsü ise onu var olduğu paralel boyut düzlemindeyken algılayabilecek tek bir varlık türünün olmasıydı. Hadrhune.

“Sen radohin değilsin ve ayrıca hiç de garip kokmuyorum.” Dedi usulca. Esrod onunla yüzleşti ve gözlerinin içine baktı. “Kim olduğuma gelince, biliyor olmalısın.” Dedi hınzırca. Tengu’nun eflatun gözleri kısıldı. “Hadrhune ile kaynaştığını görebiliyorum, belki de onun gücünü de sömürüyorsun. Kabul etmeliyim ki o adam artık burama kadar geldi” burnunu gösterdi hızla, “Bana çıkardığı problemlerin ardı arkası kesilmiyor ve şimdi de sen karşıma geçmi… Hey, biri konuşurken saldırmak hiç de … YETER!” dedi ve uzaklaştı. Konuşması sırasında Tengu aynı Zeref’te gösterdiği atiklikte peşi sıra altı saldırı gerçekleştirdi. Şaşkın yaratık soluk soluğa Esrod’a bakıyordu. Alnına bir fiske yemişti.

Esrod derin bir iç çekti, “eh, ne kadar hızlı olursan ol sadece madde tabanlısın.” Dedi. “Zenephreth’in bu kadarını bile bilerek veya bilmeden başarabilmiş olmasına gıpta etmek gerek.” Diye devam etti. Bu sırada ellerini arkasında birleştirmiş, soluk soluğa kalan Tengu’nun etrafını, turluyordu. Ona bakmıyordu bile, kendi adımlarını izliyor ve sesli biçimde düşünüyordu.

Çok geçmeden ikinci saldırı başladı. Esrod ellerini kullanmadı ve sadece savuşturdu. Saldırının önünden daha saldırı yerini bulmandan çekiliyordu. Olup bitenin aslında hızla da alakası yoktu, yaratığın aklından geçenler öyle umarsızca etrafa saçılıyorlardı ki ne yapacağını bilmemek için telepatik açıdan sağır olması gerekirdi. Ancak bu böyle devam edemezdi. Her hamle de etraflarındaki toprak közleniyor, dağlanıyor, parçalanıyor, minik vorteksler oluşturan hava akımları önlerine geleni yutuyordu. “Silahsız birisine silah çekemem evlat. Eğer ki bir hayvansan pençelere lafım olmaz ama ikimiz de böyle olmadığını biliyoruz.” Dedi hafif sinirli bir tonda.

Tengu durdu. Nefesi daha düzgündü, tempoya alışıyordu çünkü bu diğer Tengu çok hızlı öğreniyor ve adapte oluyordu. Radohin görünümünden tamamen olmasa da arındı. Beden hatları bir insanı andırıyorlardı ve pençeleri de geri çekildiler. Boşlukta hemen önünde bir vorteks oluştu ve elini içine soktu. Geri çektiğinde kaldırdığı Panus’tu. Kanatları bırakmamıştı ve dramatik biçimde halen bir ejderhayı andırıyordu. Yüzünde bir ejderha kafası biçimde duran miğfer olağan üstü canlıydı.

“Güzel seçim. İlk hamle hakkını sana vermeyi çok isterdim ama ne yazık ki onu çoktan tükettiniz.” Dedi bu defa resmi bir tonla. İki elindeki kirli sargılar yere döküldüler ve onlar düşerken hızla diz çökerek sağ elinin avuç içini hızla toprağa vurdu. Yerden kalkarken eliyle topraktan bir kılıç çekti. Kılıcın üzerinde hiçbir motif yoktu, süssüzdü, eğimsizdi ve düzdü. Tek bir orta kanalı vardı. Kabzası da basitti ve amacının dışında vurgusuzdu. Boyu bir metreden uzun olmalıydı, çok parlamıyordu ama hiçbir çizik ve çentik de gözlenemezdi.

Tengu ona öğretilen her şeyi unutmuşçasına barbarlar gibi tuttuğu kılıcıyla üzerine geldi. Kanatlarını saldırıyı güçlendirmek için son anda bir defa çırptı ve atıldı. Esrod sakindi, sol ayağını hafifçe geri attı ve pozunu aldı. Karşısından bakan bir gözlemci kılıcını mükemmel bir simetri ile bedeninin iki yarısının ortasında tuttuğunu söyleyebilirdi.

***

Çelik çeliğe çarptığında hiçbir şey olmadı. Tengu şaşkın görünüyordu. Tüm o güce ne olmuştu? Varlığının her damlasını tek bir hamleye odakladığına emindi. Çarpma gerçekleşmese bile karşısındaki savrulan keskin kenarın şok yaratacak etkisinden kaçamamalıydı. Oysa basit bir çınlama ile sonuçlandı. Ardından gelen saniyelerde anlaması uzun sürmedi. Görünen o ki adamın elindeki kılıç düşünüldüğü kadar sıradan değildi. Adam da ona karşı hamlede bulunduğunda beklediği yoğunluk ile karşılaşmadıysa da cevap vermekte zorlandı. Sıradan birer insan gibiydiler!

Adamın kılıcı sahibini ve savaştığı kişiyi normal insan standartlarına çekiyor olmalıydı. Böyle bir dövüşte ancak ve ancak daha zeki taraf kazanırdı. Adam Tengu’nun deneyimsizliğini ona karşı kullanıyordu. İnsan olan Tengu’nun bu adamın kimliğinden haberdar olduğunu ve dahası kılıç dövüşünden anladığını bilse de onun zihnine sızmaya cesaret edemezdi. Elini insan benliğine uzattığı anda kontrolü tekrar kaybedebilirdi. Bunun yerine diğer karanlık ‘şeyden’ yardım almayı seçti. Bilgeliği su götürmezdi.

***

Esrod kendisini talim dövüşü yapar gibi hissediyordu. Sıkıcıydı. Tengu’yu yenmeye çalışmıyordu. Tek yaptığı insan benliğinin kontrole ele geçirmesini beklemekti. Bu yaratık kılıç dövüşünden anlamıyordu ve bir noktada insan tarafına danışmak zorunda kalmalıydı. Tabi hakkını vermeliydi çünkü kanatlarının da yardımıyla oldukça yaratıcı saldırılar düzenliyordu, onun yeteneği doğaldı. Sıkılmasına rağmen tüm dikkatini veriyordu çünkü bu ‘şey’ ile ilgili bilmediği pek çok unsur vardı. Her an bir sürpriz ile karşılaşabilirdi ki öyle de oldu.

Kılıcı bir sonraki atağında Panus’un içinden geçti. Panus çarpışmanın olması gerektiği anda saydamlaştı ve seyirdi. Tengu iki eliyle öldürücü bir hamle yaptı ve Esrod hamleden ucu ucuna kaçınabildi. Kılıcın ucu sağ omzunda derin olmayan bir kesik açtı. Kesikten kırmızı kan aktı ve adam akan kana ilgiyle baktı. “Aslında, bunu özlemişim. Nehegnir’i bulmak için ne kadar zaman harcadığımı tahmin bile edemezsin.” Dedi kılıcına gülümseyerek bakarken. “Nehegnir huzurunda ‘Herşey’ eşittir ve insandır” dedi şeytani bir gülümsemeyle.

“Yine de Hadrhune değil.” Dedi bu boyuttan olmayan sesiyle Tengu. Esrod gözlerini kıstı, “Evet değil. Neden peki? Bunu daha sonra daha dikkatli biçimde araştırmam gerek. Özür dilerim, çırağımın hayatı pahasına yaşamına son vermem gerekiyor.” Dedi. Sesi buz gibiydi.

***

Kuzgun Jack ve Mathilda heyecanla Esrod ve Tengu’nun düellosunu izliyorlardı. Jonnarius can çekişmesine rağmen uzaklaşmak yerine tüm kavga boyunca bir arka plan heykeli gibi kas katı izlemekle yetinmişti. Belki de, gerçekten de hareket edemiyordu.

“Daha önce onu hiç böyle görmedim” dedi kız huşuyla Esrod’u izlerken. Jack, “Ben gördüm, bundan daha farklıydı ve elinde de dövüştüğü adamın silahı vardı. O zaman tek bir kişi ile değil, yüz binlercesi ile cenk ediyordu.” Dedi sinir bozucu bilmişliğiyle. Mathilda daha da şaşırdı, “Yüz binlerce mi? Şaka yapıyorsun. Neden böyle bir şey yapsın ki? Hem kılıç henüz ona ait değil.” Dedi. Jack hep gülümser gibi görünürdü ama bu defa gerçekten gülümsüyor olabilirdi. “Öyle mi dersin? Anahtarlar her zaman ona aittirler.”

İkili bakmazken beklenmedik bir çınlama oldu. Önceki çınlama serilerinden farklı sonlandı çünkü havada uçan bir kılıcın dönen uğultusu duyuluyordu. Nehegnir havalandığı gibi yere düştü ve toprağa saplanıp kaldı. Bunu Jack de beklemiyor olsa gerek ki sustu.

“Ya şimdi, beni öldürecek misin?” dedi alınmış gibi.

“Nasıl? Ne oldu!” derken, Mathilda oturduğu ağaç dalından kalkacak gibi oldu ama Jack havalanarak önünü kesti, “Hayır, bekle.”

***

Tengu geriye itildiğini hissetti ancak bunu yapan diğer kendisi değildi. İhanete uğradığında bedenin kontrolünü Hadrhune’a kaybetti. Onun zihni iki Tengu’nun da toplamının çok ötesindeydi. Hadrhune’a hiç güvenmemeliydi, onu nasıl oldu da küçümsedi ve uzattığı eli kabul etti? Geriye dönüp baktığında kendisini kilitlediği kapının ardında duran siyahlı adamın sayısız gün ve gece onu izlediğini hatırladı. Onu insan benliği ile karıştırmıştı. Uykusunda önem vermedi ama o adam ‘düşünüyordu’. Onu dibe çekecek planı düşlüyor ve kuruyordu. Hakimiyet Hadrhune’a geçtiğinde kılıçlı adam ile yaptığı savaşı kazansa da iç savaşını kaybettiğini anladı. Nehegnir denen silah onu zayıflatan ve yok oluşa sürükleyen birincil etkendi ama bu sırada Hadrhune’u yücelten de Tengu’nun ahmaklığından başkası değildi.

“Ya şimdi, beni öldürecek misin?” dedi Esrod. Hadrhune yaşadığı muhteşem duyguyu isimlendirmekte beceri sergileyemiyordu. Öyle mutluydu ki, bu başka bir şey olmalıydı. Ahmak adam kendi ölüm fermanını hazırlamışçasına ona karşı olabilecek en etkisiz ama Tengu’yu yok edebilecek silahı seçmişti. Hadrhune’un kendisini gizlemek için artık hiçbir sebebi yoktu

Hadrhune ‘zaten’ bir insandı ve diğerleri kadar eşitti. Hadrhune’u özel kılan şey sahip oldukları değil, sahip olmadıklarıydı. Hiçbir büyülü veya efsanevi nesne ona bunları geri veremezdi. Oysa ne Esrod ne de Tengu öyleydiler. Onlar temelde insandan fazlasıydılar. Panus’u yavaşça adamın boynuna yaklaştırdı ve vaziyetin keyfini çıkarttı.

“Hayır, ben bir insanım” dedi dudakları aniden. Hadrhune afalladı, bunu söyleyen kendisi değildi. “Seni gücendirdiysem özür dilerim dostum ve yoldaşım. Sana karşı kin beslemiyorum. Anlıyorsun ya, o benim ustam ve ona kendisi istemedikçe el kaldıramam. Ben senden daha fazlasıyım Hadrhune. Kaybettiğin her şey için üzgünüm. Umarım bir gün, sen de aradığını bulursun.” Dedi. Son defa Alice’e özlemle baktı. Kılıcı ile önce Hadrhune’un kalbini, ardından da kendi kalbini hedef alarak parçaladı.

“Bir ejderhanın kalbini sökebilecek bir kılıç istemiştim usta. Tek istediğim buydu.” Dedi ve Tengu ile Hadrhune’un yaşamı o gün Byakkoya da sona erdi.

Son Söz:

Derler ki Jonnarius büyük afetin sonrasında bir daha görülmemiştir. Onun gücü gökteki çift aydan birinin üzerinde mavi, derin ve dev bir kanyon ile tarihe kazınmıştır. Mavi radohinler Byakkoya’nın her yanında görünmeye başladıklarında insanlar önce korkmuşsalar da onlardan zarar değil yardım geldiğini görerek bir nebze huzur bulabilmişlerdir. İnsanlar arasında çıkan savaşları durduran Batının Mavileri halen çoğu kimsece savaşın galipleri kabul edilirler. Bazı yerlerde gönüllü, bazılarındaysa gönülsüzce insanlık onların boyunduruğa altına girmiştir.

Gerçek mavilerin zaferinden pek ıraktır ve hatta onlar için ‘akbaba’ benzetmesinde bulunmak isabetli olacaktır.

Alice son nefesini verirken Tek kuşkanatlı radohin, Tengu’nun küllerinden tekrar doğmuştur. Bazı ozanların Kuzey ellerinde onların şarkısını anlattığı yılın bazı zamanları halen duyulabilir. Tabi en çok bilinen mit, rahibe Alice’in tanrıların hikmeti ile şeytan Ramuthra ve ona hizmet eden Jonnarius’u Byakkoya’dan def ettiğine dair olandır. Hangisinin gerçeğe en yakın olduğu onları dinleyenlere kalmış olsa da Tengu ile Jonnarius’un arasında geçen savaşın izleri bu günlerde bile Son Ejderha Savaşının geçtiği ovalarda incelenebilir. Tektonik olmayan bölgede zamanında sayısız volkan ve deprem olduğu gerçeği merak uyandırıcıdır.

Anneler kızlarına halen Alice gibi olmayı öğretirler. Sabırlı ve sağlam. Babalar ise oğullarına halen Tengu gibi olmayı öğütlerler. Güçlü ve cesur. Bazısı Alice’in Panus’tan geriye kalanlar ile Byakkoya’yı dolaştığını savunurlar. “Mavileri güden adamı durmaksızın her korulukta ve ormanda arar” derler. Belki de bu, tek gerçek mittir.

Tek bir ağız dahi Esrod, Mathilda ve Jack’ten bahsetmez ve akıllar da onları bilmez. Heyhat bazı gezgin hayalcilerin anlattığı gizli bir öykü vardır. Öykü Alice’in Tengu’nun ölümünü öğrendiğinde kılıç üzerinde hak talep ettiğinden bahseder. Esrod bu hakkı doğru kılar çünkü bilir, Tengu’nun kalbi her zaman Alice’e ait olagelmiştir.
[*]Umarım beğenmişsinizdir. Belli revizelerden geçtikten sonra daha düzenli bir hal alacak ama sonunu değiştireceğimi hiç zannetmiyorum.[/*][*]Her zaman "Öldürmek değil, yaşatmak zordur" diyen birisiyimdir ama bu kez "this made sense"[/*]

Yazarın notu: 30. final bölümünün ardından arzu edenler, konu ile ilintili olarak Monolit isimli öyküyü okuyabilirler.

Çevrimdışı KoyuBeyaz

  • ********
  • 2753
  • Rom: 59
  • Rasyonalist dominant.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tengu: Bölüm 1-30, final
« Yanıtla #73 : 11 Nisan 2011, 01:16:47 »
30. bölüm öykünün gerçekten de hakkını veren bir final olmuş, bunu rahatlıkla söyleyebilirim. Sonunda böyle olacağını tahmin etmiştim bir yere kadar -en azından temel kısmını- fakat şu ana kadar okuduğum bölümlerin içinde en akıcı ve akılda kalıcı bölümün de final olması gerçekten ayrı bir güzel olmuş. Cevaplar ve cevapsız kalanlarla birlikte, bu denli geniş bir hikayeyi bu kadar başarıyla noktalamış olmanı da -üç nokta da olabilir tabi- ayrıca takdir ederim. Tengu gerçek bir destan olmuş başından sonuna kadar ve gerek dili ile, gerek hikayesi ile, gerekse karakterleri ile gerçekten kitap olmayı hak eden bir destan olmuş. Bunu son bölümü de okuduktan sonra genel itibariyle rahatlıkla söyleyebiliyorum. An itibariyle tüm bölümlerini okumuş tek kişi ben miyim bilmiyorum fakat eğer öyle isem gerçekten kendimi gururlu hissederim. Çünkü inanıyorum ki er ya da geç bu destan baştan sona bir çok kişi tarafından okunacak ve herkes kaçırdıklarını anlayacaktır.

Tebrik ederim. Bu hikayeyi bir çok kitaba tercih ederdim ve okumayanlara da çok şey kaçırdıklarını söylemek istiyorum. Monolit'i okuyacağım yakında fakat son bölümün üzerine biraz dinlenmesi gerekiyor insanın. :)
Uzay elbisemle kavgaya hazırım.

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Ynt: Tengu: Bölüm 1-30, final
« Yanıtla #74 : 11 Nisan 2011, 08:01:10 »
2010 Mayıs sonunda başladığımdan beri neredeyse bir yıl içinde sonlanmış olduğunu (yeni) görüyorum. Esasında daha kısa sürede rahatlıkla bitebilirdi ancak ilgili pek çok minik, yan hikaye de çıkardım ve göründüğünden daha geniş olduğuna inanıyorum Byakkoya ve içinde döndüğü evren kurgusunun. Bu övünülecek bir şey değil çünkü tüm çeşitliliği tek bir dünyaya indirgemek için uğraşmaya Tengu ile 'ancak' başlayabildim. Byakkoya adı bile sanırım 10'lu bölümlerden sonra ortaya çıktı. Tüm bu düzensizliğime rağmen şu "1-30, final" şeklinde son bölümü yolladım ya, gerçekten huzura erdim diyebilirim.

Senin bile hepsini okuduğunu zannetmiyorum Koyu ama bütüne en çok yaklaşmış kişi olman şiddetle muhtemel. Mit'in Monolit'i okuduktan sonra yaptığı yoruma baktıkça halen gülümsüyorum. Sen ve geri kalan henüz yarım okumuş herkese teşekkür ederim ^^