Kayıt Ol

Beş Yüz Yıl

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Beş Yüz Yıl
« : 24 Ekim 2010, 03:37:06 »

Her dişlinin dönüş hızını bilmek ve bir sonraki döngüde diğerleri ile nasıl bir ilişki içinde olacağını bilmekti onun için yaşamak. Bir kasını germek ve ötekini gevşetmekti. Gerektiğinde düşünmek ve zamanı geldiğinde uyumaktı bazen. Vakitsiz cümleler olmazdı, gereksiz nefes alınmaz ve lüzumsuz tek bir fazladan adım atılmazdı.

Mükemmeli aradığı için değildi bu olan bitenin üzerindeki sorgusuz hâkimiyeti. Belki gözden kaçan bir kusurun oluşabilme ihtimalinin keyfiydi ona hayat katan. Hesaba katılamayacak kadar önemsiz ayrıntıların bozguna birikerek gelmelerini beklemekti onun yaşamının biricik gayesi. Ancak bu olmadı.

Hiç olmazdı zaten. Günler aynıydılar, doğan güneş ekinokslara gerektiğinde girer, ay döngüsünü kusursuz sonlandırır ve yıldızlar beklenenin dışında davranmazlardı. Zamanın kumları sıraya girerlerken anın sayfaları ne çok hızlı ne çok yavaş geçerlerdi. Olması gerekenin aksine bir olayın gerçeklik ile tanışmasını ne kadar çok isterdi oysa.

Bir gece uyandığında tanımadığı birinin kanlı kafasını kucağında bulmayı isterdi. Ertesi gün göğün düşüşünü izlemek, çiçeklerden alevler yükseldiğini görmek ve denizlerin dağları aşıp gelmesini seyretmek isterdi. Yıkım olmak zorunda değildi yenilik için. Bir kelebeğin kozasından arı olarak çıkışını görmek bile yeterdi ona. Ufak ve dengesiz, düzensiz tek bir olayın vuku bulması ilacı olurdu.

Her sabah rahip olmak için eğitildiği tapınağa su taşıdığı köprünün yanındaki salyangoz gibiydi. O salyangozu her sabah görürdü ama yerini pek az terk etmiş olurdu. Her gün bir parça taşı geçer ve yenisinde yavaşça ilerlerdi. Altından akan zayıf dere hep aynı tek düze lıkırdı ile akar, üstündeki gök hep aynı mavi olurdu.

Genç rahip adayı ister istemez kendisini salyangozun yerine koyuyordu. Her gün aynı metinleri tekrar okuyor, benimsemesi bekleniyordu. Aynı bir çift kova ile göl kenarından aynı suyu taşıyor ve bu esnada aynı havayı soluyordu. Her gün aynı yemeği yiyor ve aynı yatağa yatıyordu.

Aynı tavanlara uyanmaya son vermek istiyordu. Dışarıda bir yerlerde farklıyı duyumsamak istiyordu. Sutraları değil maceraları ve yeniliği benimsemek istiyordu. Tapınağın, puslu dağların tepelerine yüz yıllar önce sabitlenmiş temellerinden uzağa düşen bir su damlası olmak istiyordu. Bulutundan ayrılıp yere inene kadar geçen şairane düşüşün hayali bile, kısalığına rağmen, o andaki hayatından iyiydi.

Gerçek bir rahip bile değildi. Bir rahip olabilse tapınaktan ayrılmayı talep edebilir ve şanslıysa bir keşiş olarak her yeri gezerdi. Ona nerede ihtiyaç duyulursa orada olurdu ama günü geldiğinde bu da ona sıkıcı gelmez miydi? Tek düzelik özünde ona bunaltıcı gelmiyor muydu?

Sahi ona bir seçim sunulsaydı yaşamdan ne isterdi? Birileri tarafından nefret edilmek istiyordu. Yine birileri tarafından sevilmeyi de istiyordu. Özlenmeyi istemek bir insanın en doğal hakkı değil miydi? Sizin adınızı düşünen birilerinin oralarda bir yerde yaşaması yeterdi aslında. Kalbinin en derinlerinde bunu istediğini görmek onu hem rahatlattı hem de üzdü. Çünkü bu hiç olmayacaktı.

Genç rahip adayının sessiz yakarışı, kaderin dişlilerinin bir kalbi varsa eğer, onu dağlamış olmalı. Öyle ki zamanın kumlarının arasına karışmış zerre kadar bir çakıl delicesine genç oğlanın üzerine geldi. Umulmayan değil, düşlenmeyen ile karşılaştı. Hiç bilinmeyen ve görülmesi planlanmamış nihai varlık ile gözleri çakıştı o günün sabahı.

Ellerindeki kovalar köprünün başındayken artık sadece ağır değillerdi, adeta yer ile birdiler. Ayaklarındaki kaslar gevşeyip kasılmayı unutmuş ve tamamen donmuşlardı. Aklın dişlileri çalışması gerekirken kilitlenmiş ve gök bile sanki maviliğinden vazgeçmişti. Oğlan yanı başındaki salyangozun ona kıs kıs güldüğünü bile duymuş olabilirdi.

Köprübaşında bir kız vardı. Onun ömründe gördüğü ilk karşı cinsti. Bir yeni doğmuş ceylanın bakışlarındaki masumiyeti taşıyordu. Yılsonu gecesinde pişen kurabiyelerin baharatlarını andıran bir tarçın kokusu ondan kendisine doğru esen rüzgârı dolduruyordu. Duruşunda öyle bir canlılık vardı işte oğlanı her gün geçtiği sıradan köprüye çivileyen.

Konuştuğunda oğlanın paçaları ıslandı. Sonra anlayacaktı ki kovaları düşürmüştü. Sesi tapınaktaki duyduğu insan seslerinin hiç birine benzemiyordu. Onlar ile kıyaslamak bile bir aşağılama olmaz mıydı hem? Kızın tek yaptığı yönü sormaktı ve dili tutulmuş bir rahip adayına anlayışlı bir gülümsemeden fazlasını vermedi. Kıza hayal meyal sorduğu yeri tarif ettiğini duyabiliyordu. Tanrım kendi sesi ne kadar da kabaydı öyle. Karşısındakinin anılarına kazınacak imgesini an boyunca içine çekti.

Boş kovalar ile tekrar su doldurmaya gittiğini pek anımsamıyordu. Geç kalmış bir şekilde tapınağa geri döndüğünde azarlanmayı bekledi ama bu olmadı. Garip bir sessizlik vardı fakat pek önemsizdi onun için. Bu duygunun tasvirini yapmaya çalışıp birbirinden çok ayrı düşen birkaç yazı görmüşlüğü vardı nede olsa. Biliyordu ki bu aşktı.

Tüm öğleden sonra ve akşam odasına kapandı. Yemek yiyemiyordu, uyuyamıyordu ve içinde kıpırdanıp duran zapt edilemez bir his vardı. Acaba sonraki sabah da kız köprüden aynı saatte geçer miydi?

Sabah sayımı için herkes avluya toplandığında bir sonraki başrahip olacağı söylenen adam çıka geldi. Başrahip de neredeydi? İki gün üst üste bu kadar farklılık oğlanın başını döndürdü. Bir an evvel su taşıma görevine gitmek istiyordu. Sabırsızdı.

Görünüşe bakılırsa başrahip önceki gün öğlen tapınağa gizlice giren bir hırsızın çaldığı değerli bir yadigârın peşine düşmüştü. Yanında en değerli üç adamını da almış ve gitmişti.

Sorumlu rahip karşısındaki genç rahip adaylarının onuna birden o öğlen merasim yapılacağını ve resmi şekilde rahip olacaklarını söyledi. O bunları söylerken dünya gencin ayaklarının altından çekiliyormuş gibi oldu. Gök gerçekten başına yıkılmış, çiçekler alev almış ve denizler kabararak üzerine gelmişti.

Sorumlu rahip ile konuşmak için merasim öncesi tapınağın soğuk ve geniş koridorlarını hızla adımladı. Giymiş olması gereken cüppeye dokunmamıştı bile. Kapıyı üç kere çaldı ve cevap bekledi. Rahip onu içeriye davet ettiğinde kalbi deli gibiydi. Az sonra hayatını hiç yapmayı planlamadığı şekilde değiştirecekti ama buna yapmaya gerçekten gücü var mıydı bilmiyordu.

“Usta, affınıza sığınarak bir maruzatımı belirtmek istiyorum.” Dedi. Sesi çatlak ve kısıktı ama yeterli öz güveni sergileyebilmiş olduğunu umut ediyordu. Sorumlu rahip genç biri değildi. Başka bir tapınakta olsa çoktan yıllardır ustalık yapıyor olurdu. “Elbette, çekinme. Lütfen otur.” Dedi bağdaş kurduğu odasında karşısını işaret ederek. Oğlan çekinerek oturdu ve konuya buna kendisi de şaşırarak direk girdi. “Ben rahip olmayacağım” dedi aniden.

Sorumlu rahip bunu beklemiyordu. Karşısındaki oğlan adaylar arasında en çekingen, utangaç ve içine kapanık olandı. Rahip olarak doğup rahip olarak ölecek cinsten bir mizacı vardı ve dışarıdaki dünya ile ilgili tek bir bilgisi bile yoktu. İçindeki korkuyu aşmasını ne gibi bir güç sağlamış olabilirdi? Buna ona sormaya karar verdi, “Neden?”

Oğlan birden başka birisi oldu. Diğer zamanlar kendine güvenmeyen ve gereğinden fazlası için uğraşmaya gönlü olmayan genç adamın gözleri parlıyordu. “Âşık oldum” dedi gülümseyerek. Rahip ne diyeceğini bilemedi çünkü kendisi hiç âşık olmamıştı. Hayatını bu tapınakta geçirmiş kimse buna erişemezdi zaten. Ona kim, nerede ve ne zaman diye sormadı. “Ne kadar?” dedi sadece çünkü önemli olan rahibe göre buydu.

Oğlanın çatlak boğazı düğümlenir gibi oldu. Nasıl anlatacağını bilmiyordu. Ona en zor gelen şeyi düşledi ve bunu anlattı.

“Taştan bir köprü olurdum. Üzerinden kimsenin geçmediği, altından önemsiz bir derenin aktığı yosun kaplamış eski bir taş köprü olurdum. Beş yüz yıl güneşin altında beklerdim ve beş yüz yıl yağmurun. Beklerdim. Sadece bir defa o üzerimden geçsin diye.”