Tak tak tak tak tak...
Devasa sütunların arasından yürüyen kadının gösterişli zırhı, yere her basışında tıngırdıyordu. Geniş salonda yankılanıp büyüyen bu yürüyüş sesleri dışında ortama ölüm sessizliği hakimdi. Öyle ki, kadın sonunda yürümeyi bırakıp tek dizi üzerinde yere çöktüğünde, etrafta bekleyen hizmetçilerin, gardiyanların ve soyluların nefes alış verişleri bile duyulabilir hale gelmişti. Kadın kusursuz bir şekilde selam verdi hemen önündeki yüksek tahtında oturan krala. Kral basit bir el hareketi ile ayağa kalkmasını işaret etti kadının. Uzun bacaklar tekrar dikleşirken üzerindeki zırhın tıngırtısı bir kez daha odanın sessizliğini bozdu.
Kadın deniz mavisi gözlerini krala dikerek sabırla bekledi. Uzun düz saçları sırtına doğru dökülmüş, sanki her bir teli simetrik bir şekilde yerleştirilmiş gibi düzenli duruyordu. Sert yüz kasları her daim gerginmiş gibi görünür, bir çift parlak göz o yüze bakanların kafasını hemen başka yöne çevirtirdi. Öyle ya, bakışları da kendisi kadar ünlüydü Muhafız Selia'nın. Bazıları hiç bir silahı kalmasa bile o gözleri kullanarak karşısındakini yere serebileceğini söylerdi. Kral da biliyordu bunu elbette, karşısında dikilen bu sert kadına sayısız görev vermişti; ne var ki hiç bir zaman gözlerine uzun müddet bakmamıştı o da. Şu anda da kendisine dikilmiş bakışlara karşılık vermek yerine dirseğini tahtının kenarına dayamış, yumruk haline getirdiği elini de çenesine destek etmiş bir şekilde boşluğa bakmaktaydı düşünceli bir şekilde.
Kral Kranon, Selia'nın aksine yaşının da getirmiş olduğu etkilerle sarkık bir yüze sahipti. Sakalı ona gençliğinde olduğu gibi büyük bir ihtişam vermiyordu artık, yalnızca yaşını gözler önüne seriyordu. O da kestirmeyi bırakmıştı bu yüzden, boynunu geçmek üzere olan yeni taranmış uzun sakallara sahipti şimdilerde. Ölene kadar kesmemeye karar vermişti o sakalları, uzayan her tel onu ölüme bir adım daha yaklaştırıyor gibi hissediyordu. Yaşlanmıştı. Sarkık yüzü, eskiden umutla bakan fakat şimdilerde tüm heyecanı sönmüş olan bulut grisi gözleri, arasında yer yer beyazlar çıkmış kirli sarı sakalı ve çökük duruşu ile bir kralda olması gereken o azamete sahip değildi artık. Düşünceler her daim aklındaydı; ölüm düşüncesi, ölüm korkusu.
Derin bir nefes koyarak elini çenesinden çekti Kral Kranon. Kafasını kaldırdı, tahtında dikleşti ve belki de ilk kez bu denli bir cesaret ile karşısında sabır ile kendisini bekleyen, en sadık askerinin gözlerinin içine baktı. Taht odasındaki tüm hizmetçiler, soylular, generaller ve kralın hemen yanındaki alçak tahtta oturan prenses dahi nefesini tuttu o bir dakika boyunca. Gri gözler daha önce kimsenin bakmaya cesaret edemediği o yırtıcı bakışlarla buluştuğunda sanki görünmez bir güç yayılmış ve herkesi sersemletmiş gibiydi. Kranon avuç içi yukarıya bakar vaziyetteki elini uzattı. Selia bir müddet kıpırdamadan durdu, o an görenler fark ettiler ki ilk kez insancıl bakıyordu o efsane muhafız. İlk kez kaşları çatık değildi; ilk kez emir bekleyen bir avcı gibi değil, şefkat gösteren bir insan gibi bakıyordu. Konuşurken dahi hiç bir kırışıklık görülmeyen gergin yüzünde hiç bir şey değişmemiş olsa da o an taht odasında bulunan herkes gördükleri şeyin tarihi olabileceğinin bilincindeydi.
Muhafız ağır adımlarla tahta yaklaştı ve kralının kendisine uzattığı eli tuttu göz temasını kesmeden. Kranon'un bakışlarında artık hüzün görülüyordu. Acıma, hayal kırıklığı, üzüntü, çaresizlik... Bir zamanların ihtişamlı kralı Selia'nın elini sıkarak ayağa kalkarken güçsüz bir ihtiyardan farksızdı. Üzerindeki işlemeli ipek giysilerin, başındaki tarihi tacın ve ayağa kalkarken kullandığı altın bastonunun dahi ihtişamı silinmişti sanki o an. Büküktü kralın vücudu, boynu, omuzları. Selia'dan bakışlarını yavaşça çekip kendisini endişeli bir şekilde izleyen kalabalığa döndü ve görebileceği her yüze tek tek baktı bir süre.
''Sizi koruma görevimi yerine getiremedim sevgili halkım. Bana olan güvenlerinize karşılık veremedim. Sizi yaklaşmakta olan felaketten kurtarabileceğimi söyleyebilmek için elimdeki her şeyi verirdim, inanın bana. Sahip olduğum her şeyi. Ama bunu yapacak gücüm yok artık. Hiç kimseye bu topraklarda güvenli bir şekilde, huzurlu bir şekilde, barışçıl bir şekilde yaşama hakkı veremem. Yakında aranızdan ayrılacağımı hepiniz biliyorsunuz. Yaklaşmakta olan tehlikeyi de hepiniz biliyorsunuz. Yüz yıllardır yaşadığımız bu topraklara olan bağımız ne kadar kuvvetli olsa da, bazı şeylere karşı koyacak gücümüzün olmadığını da hepiniz biliyorsunuz. Ve her ne kadar yeryüzünde görülmüş en kudretli savaşçılara sahip olsak da, ölümün bir gün hepimizi alacağını da biliyorsunuz. Ne var ki ben size barışçıl bir yaşamın sonunda huzurlu bir ölüm hakkı veremedim. Sevdiklerinizin elini tutarak, onların gözlerine bakarak ve hayatın onlar için devam ettiğini, üzülmemeleri gerektiğini söyleyerek ölme özgürlüğünü veremedim.''
Kral Kranon'un gözleri son cümlesinden sonra kapandı. Hala ayakta duruyor, beli bükük bir şekilde bir eliyle bastonuna diğer eliyle ise ifadesiz bir şekilde duran Selia'nın eline tutunuyordu. Salonda hıçkırık sesleri yankılandı bir kaç kez. Prenses de ayağa kalkmış, babasının hemen yanında duruyordu ve gözünden gelen yaşlara hakim olamamıştı.
Kranon derin bir nefes çekti içine ve gözlerini açtı yere bakar vaziyette. Son cümleleri diğerlerinden de kısık ve çaresiz bir şekilde döküldü dudaklarından.
''Sizden yanınıza alabildiğiniz en gerekli eşyaları alıp güvenli yerlere kaçmanızı istiyorum. Halkımın güvenliği için yapabileceğim hiç bir şeyim olmasa da, size verebileceğim son emir, son 'istek' budur. Ordumuz sizin kaçışınızı güven altına almak için, sizin hayatlarınız için savaşacak. Onlar için yapabileceğiniz en doğru şeyi yapın. Uzaklaşın ve hayata devam edeceğiniz düşüncesinin kalplerini ısıtmasına izin verin. Belki, her şey geçtikten sonra bu kutsal yerlere geri dönebilir ve benim başaramadığım şeyi başarabilirsiniz.''
Titreyen elleri daha da sıkılarak tuttu kızı ile Selia'nın kolunu. Zorlukla olduğu yerde geriye döndü. Tahtının bulunduğu platformdan aşağı inmeden önce bir müddet düşünceler içinde bekledi. Sonunda taht odasından son kez çıkmadan önce eski günlerini anımsatan güçlü bir ses ile halkının duyduğu son kelimeyi söyledi.
''Elveda.''
Şehirde bir koşuşturma havası vardı. İnsanlar at arabalarını yüklüyor, yanlarına alacakları eşyaları seçmeye çalışıyor, son işlerini hallediyorlardı. Şehrin pürüzsüz taş yollarını şimdiden at arabalarının tekerlekleri arşınlamaya başlamıştı bile. Halk, güneydoğu surlarındaki hareketliliği son bir haftadır yakından takip ediyordu, bu da bazılarına olayların nereye varacağını tahmin etme şansı vermişti. Hazırlığını önceden yapmış olanlar sevdikleriyle ve yuvalarıyla vedalaşıp yollara düşerken, diğerleri de ellerinden geldiğince hızlı bir şekilde ayrılmak için uğraşıyorlardı. Şehrin akıbeti belliydi artık. Henüz savaş başlamadan her şey kafalarda bitmişti.
Kral Kranon'un ölüm döşeğinde olduğu biliniyordu ve yalnızca yakınları ve baş hizmetkârları onun yanında duruyorlardı. Son konuşmasını bir kaç gün önce yapmış ve tahtına yeni bir varis atamamıştı. Prenses de Kral gibi etrafta görünmüyordu o günden beri. Saray da boşaltılıyordu, yalnızca sayılı kişi girip çıkıyordu artık o devasa beyaz duvarlarla çevrili bahçenin içine. Bu kişilerden biri olan Selia da saraydan geri dönmüş, dar bir sokağın sonundaki kahverengi taş bloklardan oluşmuş küçük evine gidiyordu. Evin hemen dışında yere bağdaş kurmuş oturan ve elindeki eski kılıcı kirli bir bezle silen bir adam gördü. Adamın başına gelip batmakta olan güneşi arkasına alarak gölgesini üzerine düşürdü. Adam kılıcını silmeye devam ederken tekdüze bir ses ile konuştu.
''Kranon'un yaptığı sence doğru mu?''
''Doğru ya da değil. Bizim işimiz belli. O kılıcı silmek yerine bilesen daha çok işine yarar, biliyorsun.''
Adam güldü ve kafasını kaldırarak Selia'ya baktı. Bakışları buluştuğunda diğer herkes gibi çevirmedi yüzünü adam. O alışıktı bu bakışlara. Hatta dikkatli bakan biri aynı derinliği bu adamın gözlerinde de bulabilirdi. Aynı deniz mavisi gözler, aynı keskin hatlar. Fakat o garip korkutuculuk yoktu yüzünde. Saç renklerine kadar aynı fiziksel özellikleri taşımalarına rağmen davranış olarak oldukça farklı oldukları söylenebilirdi. Bunu gösteren bir hareket ile yerinden kalktı adam. Kılıcını yere dayadı ve bir anda yükseldi olduğu yerde. Ayağa kalktığında görülebiliyordu ki boyları dahi aynı uzunluktaydı.
''Ne kadar vaktimiz kaldı?''
''İki gün. Belki üç. İki türlü de, yeterli değil.'' diyerek evin kapısını iteleyip içeri girdi Selia. Adam kılıcını belindeki kınına yerleştirerek takip etti onu. Burası üç odadan oluşan küçük bir evdi. Bir yanda mutfak ve yemek masası olarak kullanılan tahta masa, diğer yanda oturulacak küçük minderler, yan odada ise zar zor sığan iki yatak vardı. Selia masanın üzerindeki dumanı tüten yemeğin başına oturdu. Adam da küçük masanın çevresinden dolanıp karşısına geçti. Yemeklerini sessizlik içinde yediler, Selia pek konuşmak istemiyor gibiydi. Adam kafasını kaldırıp sessizliği bozdu ciddi bir ses tonu ile.
''Ne yapacağına karar verdin mi?''
Selia ağzına götürmekte olduğu ekmeği durdurdu. Ağzındaki lokmayı çiğnerken sakin bir şekilde cevapladı soruyu.
''Kararımı biliyorsun Fabben.''
''Ve sen de bunu doğru bulmadığımı biliyorsun Selia.'' dedi adam. Normalde hiç bir insanın göremeyeceği bir şekilde bu kez gözlerini kaçıran kişi Selia oldu. Ayağa kalkarken otoriter bir sesle cevap verdi ikiz kardeşine.
''Kararım kesin. Halk ne derse desin, burada korunması gereken yerler var. Destek gelecektir, yalnızca bir kaç gün kuşatmaya dayanmamız gerekiyor.''
''Hangi askerle dayanacaksın Selia?'' diye çıkıştı Fabben. ''Elimizde ne yeterli asker var, ne yeterli silah. Adamların yüreklerinde bir damla cesaret kalmamışken binlerce yaratığa karşı nasıl duracaksın? Seni bile aşan bir savunma bu. Desteği beklemek yerine geri çekilerek kuzeydeki elf şehri Farrón'da da savunma yapabiliriz. Daha yüksek surların arkasında, onları yenme şansımız çok daha yüksek olur, bunu sen de biliyorsun.''
''Ve oradaki elfler de ölür.'' dedi arkası dönük bir şekilde kardeşinin konuşmasını dinleyen Selia. Üzerindeki ağır zırhları çıkarıp diğer odaya geçerken tekrarladı.
''Kararım kesin.''
''Neden aksini düşündüm ki?'' diye mırıldanarak yerinden kalktı Fabben de. Söylenerek masanın üzerindeki bulaşıkları kenara kaldırdı ve küçük minderin üzerine çökerek piposunu doldurup yaktı. Selia yeniden odaya girdiğinde Fabben yanındaki minderi işaret etti ona.
''Burada kalmanın asıl sebebi nedir?''
Selia hala sular damlayan saçlarını elindeki bezle kurularken bir of çekti. Fabben'in yanındaki mindere oturdu halinden memnun olmayan bir şekilde, gene de cevapladı kardeşinin sorusunu.
''Şehre gelecek saldırının başında Zeina'nın olduğunu biliyorsun. Ordusu her gün büyüyor. Ayrıca cehennem yaratıklarını yer altından çağırabildiği ve kontrol edebildiği de bir gerçek. Buraya saldırmasının batıya geçmekten farklı sebepleri de olduğundan korkuyorum.''
''Büyük bir şey planladığından mı korkuyorsun?'' diye sordu Fabben meraklı bir şekilde. Selia kolayca endişelenen bir insan değildi. Aslında onun gözlerinde endişe görmek imkansız sayılırdı, fakat Fabben eğer dili varsaydı şu haliyle kardeşinin bir şeylerden korktuğunu söylerdi. Gözleri boşluğa dalmış bir vaziyette cevapladı sorusunu.
''Korkmaktan daha fazlası, biliyorum. Şehir meydanındaki elf şifacının kaidesi. Hedefi orası. Elindeki gücü arttırmak için bir çeşit büyü yapacak ve bunun için o heykelin önüne gelmesi gerekiyor.''
''Nereden biliyorsun bunları?''
Selia'nın gözü dalmış olduğu boşluktan kurtulup kendisini meraklı bir şekilde dinleyen Fabben'e döndü.
''Kranon ölmeden hemen önce söyledi.''
Ayağa kalktı ve saçlarını kurutmaya devam ederek yan odaya geçti. Fabben şimdi anlamıştı kardeşinin neden şehri savunmakta ısrar ettiğini. Kral ölmüştü. Bunu kimsenin bilmesini istemiyorlardı çünkü şehirde korunması gereken önemli bir 'şey' vardı ve askerlerin cesareti kırılmamalıydı. Ne var ki bu iş hiç hoşuna gitmemişti. Herkes şehirden ayrılmaya hazırlanırken ve askerlerin bile akıllarında vakit bulabildiklerinde kaçmak varken nasıl bir savunma yapabilirlerdi ki? Hem de uzun zamandır tek dövüştükleri şey vahşi hayvanlardı. Ordudaki bir çok kişi hayatlarında hiç savaş görmemiş yeni yetmelerdi. Gözü kabzasından sarkan kılıcına çarptığında düşüncelerinden sıyrıldı. Canı sıkkın bir şekilde ayağa kalktı, pelerinini alıp sırtına geçirdi ve evden dışarıya çıktı.
Güneş ufku henüz geçmişti ve şehir yarı karanlık bir haldeydi. Bir müddet yürüdükten sonra duraksayarak yanındaki hana baktı. Bu saatlerde daima kalabalık olan Altın Kupa Hanı bugün sinek avlıyor gibiydi. Normalde böyle güzel bir havada, özellikle herkesin işinin bitmiş olduğu bu saatlerde Altın Kupa Hanı ağzına kadar dolar, insanlar günün yorgunluğunu burada atardı. Masaları içeri taşımakla uğraşan hanın cüce sahibine eliyle selam verdi Fabben, cüce de elleri dolu olduğundan kafa sallayarak karşılık verdi. Bu şehirde tüm muhafızlar tanınır ve insanlar onlara saygı duyardı.
Kısa bir yürüyüşün ardından Fabben büyükçe bir dükkanın önünde durdu. Sokağa bakan kısmı açıktı bu dükkanın, içeriden çekiçle örsün buluşma sesleri geliyordu. Şehrin en büyük demircisinin önündeydi. Dükkanın sahibi, hanı işleten cücenin kardeşi ve demircilik konusunda inanılmaz maharetleri olan bir cüceydi. Fabben içeri girdiğinde hummalı bir çalışmanın yürütüldüğünü gördü. Oradan oraya insanlar koşuyor, çekiçler kılıçlara vuruluyor, ocaklar kaynıyordu. İçeride yaklaşık on beş kişi çalışıyor ve dükkanın sahibi olan cüce Takhi ard arda talimatlar yağdırıyordu etrafa. Bir köşede yığılmış onlarca kılıç ve zırh bulunduğunu gördü Fabben. Savaş yaklaşınca hanın yoğunluğu demirciye taşınmıştı adeta. Cüce Takhi, Fabben'i görünce terlemiş alnını elinin tersi ile sildi ve gür sesiyle karşıladı onu;
''Fabben Mottlir! Bu ne şeref! Gel, gel. Ortalık biraz dağınık kusura bakma, malum savaş öncesi.'' İçerde koşuşturan kalfalarına aceleyle bir kaç talimat daha verdi ve eliyle dükkanın arka tarafında bulunan odaya davet etti Fabben'i. Küçük bir odaydı burası, dinlenme yeri olarak kullanılıyordu. Fabben buraya sayısız kere gelmiş, Takhi ile sayısız sohbetler etmişti.
''İşlerinin yoğun olduğu görüyorum Takhi. Seni fazla meşgul etmek istemem.'' dedi Fabben güler yüzlü bir şekilde. Cüce bir elini kaldırıp sinek kovalar gibi iki yana salladı.
''Bildiğin asker yaygarası işte. Elimde yeterince hammadde olduğu sürece beni kimse yavaşlatamaz.'' Bir masanın üzerinden genişçe bir şişe aldı ve iki büyük kupaya içindeki koyu renkli içkiden doldurmaya başladı.
''Eğer vaktin varsa senin için bir işim olacak.'' diyerek belindeki kılıcı çıkardı Fabben. Bir eliyle kabzasından, diğer eliyle de ucundan tutarak yüzünü dönmüş olan cüceye gösterdi. ''Hala parlak olması seni yanıltmasın, ot bile kesemeyecek halde.'' Takhi kılıcı bir süre gözleriyle süzdü, ardından doldurduğu kupalardan birini gülerek Fabben'e uzattı.
''Senin için uygun bir şeyler bulabilirim sanırım.'' diyerek kupasından büyükçe bir yudum alıp tekrar kenara bıraktı cüce Takhi. Büyük adımlarla odanın öteki köşesinde bulunan bir tahta kapının yanına gitti ve cebinden bir anahtar destesi çıkararak bir süre uygun olanı bulmaya çalıştı. Sonunda başarılı olduğunda kapıyı iterek depo olarak kullandığı küçük odaya girdi ve beş dakika sonra büyükçe bir kutu taşıyarak yeniden odaya döndü.
''Bunu aslında başka bir şey için yapmıştım ama görünen o ki senin daha çok işine yarayacak.'' diyerek kutuyu masanın üzerine dikkatlice yerleştirdi. Fabben de meraklı bir şekilde yanına gelince gözleri parlayarak kutuyu açtı cüce.
İnce uzun kutunun içindeki bir kılıçtı. Fakat Fabben bu gördüğünün yanında kendi kılıcına ancak sopa diyebilirdi. Kutudaki kılıcın metali odadaki loş ışıkta bile pırıl pırıl parlıyordu. Kabzasında tırnak ucunu geçmeyecek incelikte işlemeler vardı. Kılıç çift taraflıydı ve tam ortasından ucuna kadar ilerleyen sarmal yapıda bir işleme bulunuyordu. Ayrıca bu işlemenin bittiği yerde fındık tanesi büyüklüğünde pürüzsüz bir kristal vardı. Silah tam anlamıyla bir şaheserdi. Takhi kılıcı dikkatlice eline aldı ve Fabben'e uzattı.
''Bunu Kral Kranon için yapmıştım. 6 aydır bununla uğraşıyorum aslına bakarsan. Şu gördüğün kristali oraya yerleştirmek tam 25 gün sürdü ve ben hala yeterince sağlam oturmadığını düşünüyorum! Ama sonunda ortaya çıkan sonuçtan memnun olmadığımı kimse söyleyemez. Kranon ölmek üzere olduğuna göre, eh. Bu kılıcı senden başka emanet edecek kimseyi tanımıyorum. Onu daha faydalı kullanabileceğin kesin.''
Fabben kılıcı eline aldı ve her yeni silahta yaptığı gibi dengesini ölçmek adına iki eliyle de bir kaç kez çevirdi. Kılıç beklediğinden daha hafifti fakat savrulmuyordu, inanılmaz bir dengesi vardı. Takhi güldü.
''Adı Vlon. Onunla iyi anlaşacağına eminim.''
Bakışlarını kılıçtan ayırabildiğinde Cüce Takhi'nin gözlerinin nasıl parladığını gördü. Cücenin kıllı yüzü ışıl ışıl parlıyordu bu kılıca bakarken, bütün yorgunluğu gitmiş gibi görünüyordu adeta. Onun için sıradan bir silahtan çok daha fazlası olduğu aşikârdı.
''Minnettarım Takhi, ama ben bunu...''
Sözü içeri dalan yüzü kirli bir genç tarafından kesildi. İçeride çalışan genç bir oğlandı bu. Yüzünde bariz bir korku ifadesi ile Takhi'ye baktı.
''G-geldiler! Şehre saldırıyorlar! Güney surlarında kocaman bir ordu var!''