Kayıt Ol

Cennetin Anahtarları

Çevrimdışı Madam Vio

  • **
  • 376
  • Rom: 16
  • "Each thing I show you is a piece of my death."
    • Profili Görüntüle
Cennetin Anahtarları
« : 14 Aralık 2010, 19:42:55 »
CENNETİN ANAHTARLARI

   Hepimiz bir diğerinden habersiz, kendi dünyamızda yaşıyoruz bir ölçüde... Fakat böyle bir yargı kimin yaşama hakkını elinden almaya yeter ki? Hele de sizi ölüme çarptıranlar haksız menfaatleri uğruna katlanılamaz gaddarlıklara imza atan ve hiçbir zaman bu zalimliklerden vazgeçmeyecek olan bir grup 'papaz' ise, bu son daha da katlanılmaz, belki de intikam arzusunu coşturan ve sizi hayat boyu hissedebileceğinizden daha da güçlü bir hırsla yaşama bağlayan bir hal alır elbette...

   Sonuçta, onu bir daha göremeyecek olma düşüncesi bile içimi titretmeye yetiyordu. Onun açısından herşeyi ve herkesi bir anda kaybedecek olmak, kimsenin kendini onun yerine koyamayacak kadar cesaretsiz kılan ne acı, ne iç burkucu bir gerçekti...

***

   Hüznü hissetmiş gibi görünen bulutlar acımasız rüzgarın iniltisi eşliğinde gitmeye hiç de hevesli olmadıkları bir yöne doğru sürükleniyordu. Meraklı kalabalığı oluşturan insan öbekleri lacivert kabarcıklı denizin gümüş sahilleri kucakladığı bu sonsuz kumsalın ortasına dikilmiş tek bir ölüm mekanizmasının arkasında toplanmışlardı. O vakit tümüyle lanetlenmiş gibi görünen bu köyün sakinleri her zamanki umursamaz tavırlarıyla dehşet dolu bir sahneye şahitlik etmek için birbirlerini ezme meşguliyetindeydiler... Ben de ilk saniyelerde artık her hafta tekrarlanan bir tiyatroyu izlemeye gelmişim gibi onların arasına katıldığım halde, bu sefer asılacak olanın kim olduğu düşüncesinden kaynaklanan bir tedirginlik içinde, sarsak adımlarımı sabit tutmakta zorlanmıştım... Zaman ilerledikçe zihnimde daha çok yer edinen soru işaretleri sabrımı zorlamaya başladı. Sır perdesinin aralanmasını beklerken kafasına kese kağıdı geçirilmiş bir adamın tahta basamağa çıkarılmasıyla kuru kalabalıktan ortaya atılan dedikodular da çürümeye yüz tuttu…

   Sakince beklemeye devam ettim. Hayatına son verilecek olan kim olursa olsun, bunu hak etmediğinden emindim. İşte sürekli düşlerimin kaynağı olan bu korkulu sahne, kendim için yazdığım bir senaryonun da ortak sonuydu... Kendimi onun yerine koymak, acımın kat kat arttığını, üzerimde dayanılmaz bir ağırlık yaratıp, bana acıyla işkence ettiğini hissettiriyordu.

   Sonunda beklenen oldu, papaz mazlum kurbanın başından kese kağıdını çıkarırken nefesler tutuldu. Ve sonra o yüzü gördüm... Bilindik, zihnimde bir flaş gibi patlayan anılara sebep olan... O an için, ne düşüneceğimi pek kestiremedim. Beynim donmuş bir halde, herhangi bir tepki göstermeme izin vermedi. Fakat pek az bir zaman sonra akıp gidenleri kavramaya başladım. Gerçekliğe geri çelikmiş zihnim ani gözyaşlarını tetikledi ve zapt etmekte zorlandığım bir inilti gırtlağımı parçalayarak dışarıya fırlamak üzereyken benileyerek kendime geldim.

   "Sakın ağlama!"

   Sesin geldiği yöne bakmak istememe rağmen uzaklarda ve oldukça derinlerde yolculuğa çıkan gözlerim kendinde bunu yapacak yeterli gücü ya da cesareti bulamadı her nasılsa. Bir anda yorgun, işe yaramaz bir ceset gibi hissetmeye başlamıştım. Nasıl susabilirdim, haykırmak ve avazım çıktığı kadar çığlık atmaktan beni ne ya da kim alıkoyacaktı? Göğüs kafesim ciğerlerimi sıkıştırıp nefesimi böylesine kestiğinde, bana o son soluğu kim geri verebilirdi ki? Canım acıyordu... Dertli sızlanmalarımı dışarı vurma gibi bir lüksüm bile yokken, sustum, ve bütün ağlama hissine karşın yapmam gerekenleri hatırlayıp sakinleşmeyi bekledim...

   "Biliyorsun, bir damla bile gözyaşı akıtırsan onun yanında yerimizi alırız."

   "Canımı alıyorlar Patric.” dedim hüzün içersinde, oldukça sessiz… “Onu öldürecek olamazlar! Birşeyler yapmalıyız. Onu buradan kaçırmalıyız... Bana yardım et; buradan kaçarız, gerisi önemli değil… Lütfen... Yalvarırım... Yoksa bu acı dayanılmaz olur..."

   Bana bir süre cevap vermedi. O can alıcı bir süre boyunca soluduğum hava ağırlaşmış, derin nefeslerimi daha da zorlayıcı kılar olmuştu… Dört bir yanım havayla çevriliyken nefes almanın bu kadar zorlayıcı olduğunu hatırlamıyordum oysaki… Zaten boğuk ve nemli hava yeterince baskı yapıyordu üzerime. Zaten grinin bin bir tonuyla bezenmiş gümüş hava yeterince kasvetli ve hüzün vericiydi. Belirsiz, neredeyse hayali bir sis bulutunun üzerine çöktüğü kederli köyün gölge gölge yansımalarından fazlasını görmüyordum işte bu yüzden. İs, leke ve asi rüzgarın gözden ırak bir kaç unutulmuş köşede biriktirdiği küller ve diğer toz duman, ama fazlası değil. Sadece ortada o nihayetsiz nefretimin odak noktası bir katedral vardı şeytan ve melek figürleriyle bezenmiş duvarlar ötesinde. İşte güneş görmeyen bu tepede her nasılsa ışığa maruz kalmaktan renklerini yitirmiş, solgun köy evlerine diz çöken bu kumsal, o mazlumun son nefesini verdiği yegane yer olacaktı...

   "Olmaz... Bunu yapamayız. Eğer o da bizden bir yardım istiyor olsaydı, çoktan bunu yapmış olurdu. O yüzden böyle bir hataya düşme. Sadece sabır, sadece bir süre için bu acıya katlanman gerek..." diyerek beni sakinleştirmeye devam etti Patric.

   Gözlerimi kapadım ve düşünebildiğim en olumlu sahneyi gözümde canlandırmaya çabaladım. Yine de hiç tatmin edici değildi. Boynuna bir yılan gibi dolanan o ipi kesmek belki de saniyelerimizi alacakken can dostumun ölümünü izlemek... Hele de sonrası. Ölüm onu bir kez alacaktı, ben ise her gün ölecektim... Onsuz, uğruna savaştığımız şeylerin; bu davanın hiç bir getirisi olmayacaktı... Onu bulduklarına göre, bizi de bulacaklardı… O öleceğine göre, biz de ölecektik...

   “Bir asinin ibretlik sonuna şahitlik etmek için toplanın! Toplanın ey halk. Toplanın ve tanrının istekleri doğrultusunda hareket etmeyen günahkarların sonunu görün. Onlar ki, tanrının elçilerine; bizlere baş kaldırdılar, nihayetsiz bir işkence tadacaklar… Haydi kör fani, haydi… Kızgın alevler baki bir acı tattırmak için tütmekte…”

   Yüreğime korku salan sözlerle dolu o tehditkar sesin giderek azaldığı saniyelerde gözlerim hala kapalıydı. Bekledim… Bekledim... Sonra anlamsız bir ölüm fısıltısı gibi duyulan o kısık inilti geldi kulağıma. Yavaşça, gözlerimi araladım. Gözyaşlarımın sebep olduğu bulanık perdenin arkasından görebildiğim tek şey onun boşlukta benliksizce sallanan zavallı bedeni olmuştu. Ve ardından göğsümün ağırlığa daha fazla karşı koyamayıp yere doğru çekildiği bir anda, güçlü bir çift el tarafından yeniden yükseltildiğimi hissettim. Ayakta olduğumu biliyordum, fakat ayaklarımda ve ellerimde bunu gösteren hiç bir his yoktu. Boşluğa atılmış gibi, hissiz ve bilinçsizdim. Gözlerime kara bir perde inmiş, ruhum bana ait olmayan bir bedene hapsolmuş gibiydi. Yeniden ellerimin titrek hareketini hissettiğimde, gözlerimi bir kez daha kasvetli, basık ve sıkıntı dolu bir yerde açmıştım. Odadaki loş ışık yüzünden şekillerin keskin hatları gölge içinde kalıyor ve eşyaları seçmemde gözlerimi amaçsız kılıyordu. Sonunda, hatırladıklarımın az önceye kadar içinde bulunduğum bir kabusa değil de tüm iç burkucu gerçekleriyle yaşanmışlığa ait olduğunu kavrayacak kadar kendime geldiğimde, başrahip ağır bir hava içersinde konuşmaya başladı.

   “Seni suçlamak gibi bir niyet içerisinde değilim. Lakin hata ediyorsun çocuğum, her kim ölürse arkasından kimsenin tutmadığı yası tutuyorsun… Hiçbir şey kendini böylesi üzmeye, böylesi işkence ettirmeye değmez. Zaman her şeyin ilacıdır. Acını öylesine kalbine gömmek zorunda olman bile çok büyük bir haksızlık, biliyorum… Ancak her şeyin düzeleceğine tüm benliğimle inanıyorum. Tanrı yardımcınız olsun…”

   Başrahibin söylediklerini ağlamaklı bir şekilde dinlerken, ayağa kalkmaya yeltendim fakat oldukça afallamış bir kafa işlevini görmekte zorlanıyordu. Dengesini yitirmiş bir zihin ve çelimsiz bacaklar da yürümeme pek yardımcı sayılmazdı zaten... Yine de Patric’in kendimi zorlamamı engellemek için yaptığı tüm girişimleri görmezden gelip yataktan doğrulmam saniyelerimi almıştı. Öylece, söyleyebileceğim birkaç cümleyi toparlayabilmek için düşündüm. Oysa dudaklarımı bile aralayamamıştım. Soyut bir yumru, boğazımda düğümlenip konuşmamı imkansızlaştırıyordu. En azından bana konuşmaya bile yeltenirsem ağlamaya başlayacağım hissini veriyordu…

   “Evet, haklısın rahip… En azından onu yakarak öldürme girişiminde bulunmadılar, Patric ve ben de samanlarını toplamak zorunda kalmadık diye şükretmeliyim değil mi? Çünkü, öbür türlü, bunu reddetmek durumunda kalırdım… Hani olur da beni de yakalarlar ya… Değil mi rahip? Önemli olan davamız…”

   “Laurene! Rahibin üstüne gitme!”

   “Bırak içini döksün Patric. Bu hepimiz için üstlenmesi güç bir savaş halini aldı. Sanırım sizin de kendinizi kurtarma zamanınız geldi. Kimse daha fazla acı çekmek zorunda değil. Kiliseyle birkaç genç ve yaşlı bir adam başa çıkamaz. Papazların geri düşünceler ve saptırılmış bilgilerle dolu zihinlerini de değiştiremeyeceğimize göre, evet, istemeyerek sizden yolunuza devam etmenizi rica edeceğim…”

   Patric hırçın bir tavırla yerinden fırladı. “Ne demek vazgeçin? Rahip, bu zalimlikleri onların yanına bırakır mıyız? Onlar inanç kaynaklarımızı değiştirecek, bize istemediğimiz şeyler yaptıracak… Yasaklar koyacak, yasaklara uymayanları; istemediklerini öldürecek, biz de seyirci kalacağız öyle mi? Kütüphaneden yasak kitabı ‘çalmış’ diye babamı öldürdüler rahip, bunun öcünü almayacak mıyım?”

   “Kindarlık ve öç bize yakışan olgular değil oğlum… Elbet herkes hak ettiğini bulacak. Ama aceleci davranıp öfkene yenik düşersen, kabahatın sadece sana daha fazla acı getirecektir. Hele ki bizim karşımıza aldığımız sadece birkaç kilise papazı değil, bu halka göre koca bir din. Hatta halkın kendisi de… Lütfen daha fazla insanın hayatını feda etmeyelim… Sizden son kez huzuru bulacağınız bir yer aramak için buradan ayrılmanızı istiyorum…”

   Zihnimin gururlu yanımı ortaya çıkarma konusunda yarattığı karmaşaya rağmen derinden gelen en mantıklı sesi seçtim ve pes edercesine kafa salladım… Patric’in yaşlı bir dostun bizden yerine getirmemizi istediği son dileğini kabul edip etmediğini görmek için kafamı kaldırdığımda onun çoktan rahibi son bir kez kucakladığını görmüştüm.

***

   Rahibin arkasından dışarıya süzülür süzülmez kaynağı sonsuz gibi gelen nahoş bir yanık kokusu burnuma doldu, fakat kaynağı belliydi... Birkaç kuru samanın yarattığı alevler tarafından durmaksızın tazelenen koyu dumanın kokusu değildi bu havada asılı kalan. Yine dumandandı, ancak yananın kendisi farklıydı. İdrak etmem uzun sürecekti belki de, ama küller bir zamanlar onları bir arada tutan yerden dışarı savrulmaya ve suratıma yapışmaya başlayınca neyin yandığını anladım. Bu, onun cesediydi…

   Rahibin bizi duyamayacağı kadar uzaklaştığını hissettiğimde alevleri izleyen Patric’i dürttüm. “Gerçekten de pes mi ediyoruz? Şehirdekilere ne diyeceğiz? Onları yarı yolda bırakmak istemiyorum… Gerçekten istemiyorum!”

   “Biliyorum…” dedi. “Bu yüzden yola devam edeceğiz… Rahip bunu bilmeyecek. Ben Raimond’la beraber şehre ineceğim, orada diğerlerinin yerine birkaç bildiri yayınlayacağız ve geri döneceğiz. Tabi bir olay patlak verir de yakalanmazsak…”

   “Raimond mu? Onu yanına alamazsın! Çok tehlikeli! Bu işi beceremez!”diye haykırdım istem dışı bir tepkiyle.

   Güldü. Bu işi becerebilecek biri varsa o da saklanma yeteneği ve içgüdüsüyle ortaya çıkan Raimond’dı elbet. O da ben de karşı çıkarak ortaya sürdüğüm şeyin uyduruk bir bahane olduğunu biliyorduk ve bu Patric’in fikrini değiştirmeye yetmeyecekti…

   “O zaman ona sormaya ne dersin? Eğer isterse, benimle şehre gelecek…”

   “Eğer seninle şehre gelirse sağlam dönmesi gerekecek… Aksi takdirde sen de dönme!”

   “Sana canımın üzerine yemin ederim Laurene, onun kılına zarar gelmeyecek…”

   Sahilin berisindeki barınağa doğru yürümeye başladık. Barınağa girer girmez Raimond yanıma koştu ve bana henüz haberi olmaması gereken şehre gitme planlarından bahsetti. Ben de bu fikir hakkında yeni bilgi sahibi olmuş gibi aynı haşin tepkiyi verdim ve açıkça “Olmaz!” diyerek direttim. Fikrini celp etmek oldukça zordu, aynı Patric’de olduğu gibi. Ve çabalarım bir kez daha sonuçsuz kalmıştı.

   “Yarın gideceğiz.” dedi. “İsyan çıkarırsak bastıracaklar. İşimizi ses çıkarmadan yapmalıyız. Ve asla yakalanmamalıyız…”

   “Ben de geliyorum!” dedim. Amacım gençlik ateşimin etkisiyle bir anda verilmiş kararlara yenik düşmek ve hayatımı feda etmek değildi tabi. Fakat biricik sevgilim tehlikenin kalbine doğru yürüyorken arkasından el sallıyormuşum gibi hissettiren o utanç verici hissi bırakırdı bana eğer yanında olmazsam… Kabul etmez ise, yine şehre onunla birlikte gidecek ancak herkes için bir engel teşkil ediyor sayılacaktım. Onun genç ruhunu benden uzaklaştıracak her şeyin önünde duracaktım. Ve tabi ki, öleceksek, yine beraber ölecektik…

   Tartışma yarım bir şekilde kaldığında kafamı kaldırıp çevreme göz atma şansını buldum. Barınağın yosun kokulu atmosferinin ortasında dolanan, fakat acının eseri bir yorgunluk üzerlerinde, ayakta duramayacakmış gibi görünen fakir insanlar, ve sefilliklerini gördüm... Cılız bedenlerini sarmalayan, ve geçmişin acısını taşıyan izlerin onlar için umursanmayacak derecede eskiye dayanmasına rağmen öylesine can alıcıydı ki, bu görüntü; çaresizliğimizin dipsiz bir batak olduğu ve bundan kurtulamayacağımız fikrini daha da pekiştiren, işe yaramaz bir düşünceden fazlasını ortaya koyuyor sayılmazdı. “Bitecek! Hepimiz için ‘mutlu’ bir son hala var…” sözlerinin sonu yoktu belki de... “Ve başaracağız!” Ancak kaderin bir araya topladığı bu masumlar için geleceğin daha parlak, en azından daha yaşanılabilir olması için çaba sarf etmesi gereken kişiler bizlerdik ve maalesef biz, bu büyük sorumluluğu yerine getirebileceğimiz kadar güçlü de değildik… Çünkü rahibin de dediği gibi biz, sadece bir köy ahalisini değil, onlarca bütün bir dini de karşılarına almış günahkarlardık... Çünkü insanların refahını, saadetini, güvenini sağlaması ve onları iyiye yöneltmesi gereken dinimiz eziyet ve baskı sever ruhban sınıfına ait kilise mensuplarınca sapkınlaştırılıyor, kişisel çıkarlar adına ilahi şeklinden uzaklaştırılıyorken biz bu duruma seyirci kalmak yerine müdahale eden asilerdik…

   Bahsi geçen kimseler tarafından giderek daha da sapkın bir hal alan bu köyde artık samandan çok insan yakılmaya başlanmıştı ve bu barınakta, karşımda yatan yüzler de aynı kilisenin eseriydi…

   Birkaçının bedenleri verem, sıtma gibi çirkin hastalıkların sancılarıyla kırılırken, yan yana yatmaları, sonuç olarak benzer illetlerin diğerlerine de bulaşma ihtimali kimseyi rahatsız ediyor gibi gözükmüyordu. Biz de kıvrıldık ve tekimizin ancak sığabileceği döşeklere üçer beşer yerleştik. Sabahı zor edeceğimi düşünüyordum ama beklediğim gibi olmadı; üzerime çöken yorgunluk beni derin uykulara düşürmeye yetti.

   Ertesi sabah güneş perdenin arasından geçirebildiği bir tutam ışık demetini gözüme gözüme sokup benim tatlı uyanma merasimimi baltalarken yavaşça doğruldum, ve bir kez daha tanıdık bir yerde uyanmanın verdiği garip hisle barınağa bakındım. Gözlerimin beklentilerimi karşıladığını söyleyemeyeceğim; ortalıkta Raimond’dan eser yoktu... Hatta dün yaşadığımız olaylarla ilgili çelişkiye düşmemi sağlayacak bir biçimde arkasında iz bırakmamıştı genç sevgilim giderken. Bir süre, hemen onu aramaya koyulmak yerine prensiplerimin ötesine geçerek olur da geri döner diye onu beklemeye karar verdim…

   Ancak burada durmuş onun çıkagelmesini beklemek hiçbir şey ifade etmiyordu. Sonuçta Raimond gittiyse, hele de bunu yapmış olma potansiyelinin çok yüksek olduğunu düşünürsek, asla beni almak için geri dönmeyecekti... Bu yüzden toparlanmalı ve arkama bakma hatasına düşmeden aynı yoldan devam etmeliydim. Eğer daha fazla oyalanırsam, zamanında şehre varma şansım kalmayacaktı ve ben de bunu hiç istemezdim… Dolayısıyla birkaç sıkı dostumla vedalaştım ve çok az bir kıyafeti de yanıma alarak barınaktan dışarı fırladım.

   Durup nerden gideceğimi kestirmek için düşünmem sadece bir kaç kısa saniyemi almıştı. Oysa durduğum anda hiç de nazik olmayayan iki el birden omzuma uzandı. Bu arkamdakiler papazların işbirlikçileri muhafızlardan yalnız iki tanesiydi. Bir tanesi elimi tuttu ve kıvırdı, arkamda birleştirerek bir iple bağladı… Diğerinin direnişime müdahale etmemesi bile bir mucize…

   “Nedir bu iş?” diye haykırdım bir anda. İçime nahoş bir sezgi doluyor ve cılız bedenimi titretiyordu. “Neden tutuklanıyorum siz muhafızlar?”

   İçimi rahatlatabilecek bir cevap alabilmek için yüzümü iyice muhafızlara doğru çevirmiştim ki burada görmeyi beklemediğim bir suratı gördüm. Bana umutsuzca bakıyor, oysa beni kurtarmak için hiçbir faaliyette bulunmuyordu… Olacakları görmek niyetiyle orada durmayı, çırpınışlarıma bir son vermek için beni muhafızların elinden kurtarmaktan daha cazip kılan şeyin ne olduğunu düşünürken içime bir korku düştü ve benim ondan yardım dileyen gözlerime bakıp da harekete geçmediği her saniye içimdeki korkuyu büyüttü... Beni Patric’in yakalatmış olabileceği ihtimali o kadar canımı yaktı ki, masum olduğuna dair o ufak umut kırıntısını taşıyıp hapisanede şüpheyle kıvranarak geçireceğim uzun ve bitmek bilmez günleri, gerçekle yüzleşmek zorunda kaldığım şu ana binler defa tercih ettim… Eğer aklımı çelen bu şüphe gerçekse, dostum diye bildiğim o yüzün bizi teker teker avlatan bir muhpire ait olduğuna mı yanardım, yoksa aynı yüzün ben sıramı beklerken sevgilimi de infaza götürecek olmasına mı yanardım bilemiyorum…

   “Sen ne yaptığını çok iyi bilirsin… İnkar etmekle kendini yoracağına zorluk çıkartma da bir an önce seni hapishaneye ulaştıralım…” dedi muhafızlardan teki sabırsız bir şekilde.

   “Hani bizim ‘arka taş’ımız, can yoldaşımızdın…” diye bağırdım Patric’a doğru beni duyabildiğini farzederek. “Oysa sen, onun; dostunun kuyusunu kazıyordun… Senin emelin bana onun ölüm haberini getirmek değildi; oysa sen, Raimond’u koruyacağın yerde bize ne belalar getirdin! Buna bir son ver! Bana canının üzerine yemin ettiğin şeyi yerine getir!”

   En sonunda pes etmiştim ve Patric’ın suratına bakmaya gücüm yetmediği zaman iki muhafızın beni sürükleyerek köyün aşağısındaki hapishaneye götürmelerine izin verdim…

***

   Beni ellerindeki sümüklü bir mendili fırlatır gibi parmaklıkların arkasına doğru iti verdiler. Bir süre boyunca tek yapabildiğim herhangi bir şey düşünmeksizin dikilmek oldu... Nihayetinde durumu kabullendim ve ileriki altı gün için tekrarladığım şeyi yaparak duvarın kenarına atılmış eski bir peşkirin üzerine oturdum. Beş gün sonra değişen hiçbir şey yoktu… Hala o eski peşkirin üzerinde oturuyor, ve hala önümdeki o bayatlamış yemeğe bakıyordum. Ardından o gün beni yakalayan iki muhafızdan biri, arkasında bir papaz parmaklıkların kilidini açı verdi… Ayağa kalktım ve anlayıştan yoksun, verilmesi gereken bir cevap bekleyen gözlerle papaza baktım.

   “Yazık yazık… Neden yaptın bilmiyorum ama kilise camlarının hepsini taşlamışsın… Eskiden sadece asiydin, şimdi çevrene de zarar veriyorsun… Bilmem farkında mısın ama kilise bağışlarının içinde babanın da parası vardı. Gerçi o cennetlikti… Kızının büyüyüp nasıl da günahkar, cehenneme laik biri haline geldiğini görseydi çok üzülürdü…”

   Muhafızın araladığı parmaklıklardan sıyrılıp özgürlüğüme kavuşurken, “Yapma rahip…” dedim. “Babam o bağışlar karşılığında sizden bir çift altın anahtar da almıştı… Unuttun mu? Bende de cennetin anahtarlarından var; yani benim o sizin bir türlü mükafata laik görmediğiniz naciz ruhum da cennete ait...”

   Bir cevabı olmadığını biliyordum bu yüzden herhangi bir şey söylemesini beklemedim. Hapishaneden çıktım ve yarı bilinçsiz bir halde köyün arkasındaki tepeye doğru uzanan yolu takip etmeye başladım. Katedralin yanından geçerken tuzla buz olmuş renkli cam parçalarını gördüğümde aklım bir kez daha neler olup bittiğinden hala emin olamadığım gerçeğine kaydı. Aslında sorulacak birçok soru vardı… Henüz kurtulmuş olduğum hapishaneye nasıl düştüğümden başlayarak, en önemlisi; Raimond’un nerede olduğuyla son bulan…

   “Ben… Üzgünüm…”

   Sesin geldiği yöne dönmek bir anda çok yorucu geldi. Hayır, içimde sevdiklerimin ve bu zamana kadar diretip ayakta tuttuğum davamın intikamını almaya, en azından bize yapılan bu haksızlığın hesabını sormaya dair en ufak bir arzu yoktu… Dönüp de ne işitecektim? “Siz kafirleri diğerlerini de günaha koymaktan başka nasıl alıkoyabilirdik?” sözlerini mi? Hayır, benim başka bir merhametsizin daha lafını dinlemeye mecalim kalmamıştı…

   “Biliyor musun, ne ettiysen kendine kalsın… Çünkü umurumda değil… Sadece beni yalnız bırak! Ben burada sevgilimi bekleyeceğim… Olur da bir gün genç yari gelir aklına, o güzel diyara beni de götürmesini bekleyeceğim…”

   “Ah Laurene…” dedi ve sığ uçurumun kenarına, yanıma oturdu. “O gelemez… O artık bizi bir daha göremeyecek…”

   Yüzünde bana yönelemeyecek kadar utanç içinde yanan gözler bulma ümidimi de kaybettikten sonra intikam alır gibi, oysa aynı ümitle uzanan ellerimle suratını kavradım. “Onu sen öldürttün değil mi? Peki neden beni de öldürtmekte bu kadar geç kaldın?”

   “Onu öldürtmek mi? Ah Laurene, ah… Ruhum kanıyor, canım acıyor… Tıpkı sana olduğu gibi... Ama onu ben öldürtmedim ki. Sana yemin ederim elimde değildi. Onun ölümüne mani olamadım…”

   “Ya ne oldu Patric? Sen o muhpir değil misin? Beni hapse attıran değil misin? Raimond’ımı kim öldürdü?”

   Gözlerime bakacak gücü yoktu belki de, böylece bana cevap verirken gözleri çok uzaklara kaydı. Belki de bakışları sonsuzluğa uzanan ufuk çizgisi boyunca dolanmaktaydı sadece ama o gözlerin derinlerinde çok farklı düşünceler yattığını hissediyordum ve acı çektiğini fark edecek içgüdüye ancak o zaman kulak verebildim. Aslında en başından beri Patric’in bize bunu yapmayacağını biliyordum, oysa görünenler inanmak istediklerimden farklıydı ve bana pek de bir seçenek sunmuyorlardı. Zaten bu zorlu hayat yolculuğunda bana, ruhuma anlam bahşedecek manevi kaynağım; sevgimin ve aşkımın sahibi genç yarimin benden ayrılıyor olma düşüncesiyle her an yas tuttuğum şu sıralarda gerçekle hayali ayırmak bile pek bir zor geliyordu bana…

   “Onu durdurmaya çalıştım. Ama kendini ortaya çıkarmak hiç umurunda değilmiş gibi düşünmeden fırlayıvermişti aralarına... Kımıldayamadım. Onun en iyi dostlarından birinin infaz gösterisine katlanmayacağını bilmeliydim bu kez. Tanrıya şükürler olsun en azından Edmundo kurtuldu. Ama ben onu kurtaramadım Laurene… Kurtaramadım…” diyerek ağlamaya başladığında ben de kendimi yeniden zayıf birine dönüşmekten alıkoyamadım... Gözyaşlarım irademin dışında, göz pınarlarımdan haykırırcasına boşalmaya başladı. Ben onu istiyordum... Tek istediğim sevgilim, ve hiçbir zaman bana ait olmayan özgürlüğümüzdü…

   Birden bir ses duydum. Gözlerimiz onları bulmadan bize kilise mensuplarının geldiğini gösteren konuşmaları gelmişti kulağımıza. “Bulduk! Buradalar!” diyerek bağırıyorlardı…

   Patric yüzüme baktı. “Bu zevki onlara bırakmayacağız değil mi?” diye sordu.

   Lakin, cevabından emin olduğum halde bu sorusunun altında yatan teklifi yerine getirebileceğimden şüpheliydim; “Ruhumun Raimond’ın cennetine ait olduğundan emin değilim. Korkuyorum…”dedim dokunaklı bir ses tonuyla.

   Yüzünde aptal bir gülümseme belirdiğinde ne söylemek üzere olduğunu merak etmiştim.

   “Unuttun mu? Sende de ‘cennetin anahtarları’ var…”

   Ben de güldüm fakat arkamda giderek yükselen sesler yüzümde yer bulacak en ufak bir tebessüme bile maniydi.

   “Eee?” dedi, “Gelmiyor musun?”

   Evet, gidecektim… Zira huzurumuzu bulacağımız bir yere gitmemiz başrahibin en başından beri bizden yerine getirmemizi istediği bir dileğiydi… Dolayısı ile elimi tutmasına izin verdim, ve beni ruhum üzerinde mutlak irade sahibi kılan o son hamleye geri sayımında zihnimin duvarları arasında yankılanan sesine eşlik etmekten zevk aldım…

   “Üç…”

   “İki…”

   “Bir!”

***

   Aniden, öyle ki hala daha kavramakta güçlük çektiğim bir zaman diliminde nurlu bir ruhun fısıltısını işitmiştim. Rüzgar uğulduyor sandım önce, bir ot hışırtısıdır dedim, her ne iseydi, geldi ve geçti…

Ölümün eşiğinde, o kader yarası almış gözlerin derinine bakıp da uzaklaşırken, senin kimedir kinin? Yaşananları olduğu gibi kabul edip yaslarını ertelemekten usanmışsın, oysa aldığın her darbe ile hayata karşı tanıdığın şanslar da azalıyor ve sonunda, ta ki üzüntü ve keder hayatın tadı sayılsın, ağlamaya devam etmekten başka var mı yapılacak? Sen hala bilemiyorsundur ne demeye getirir o insanlar. Birkaç kuru baş sağlığı bu, tebrik değil ki sevinesin… Nedeni hatırlatılmadan yasını bile tutamaz olursun, acını paylaşmak isteyenler bile sadece bir tutam daha tuz dokur kanayan tenine. Ne çare, her suçun bir bedeli ve iyiliğin mükafatı var buyurup, sana ‘Bu bir sınama’ denilmiş. Ya dünü bugün gibi yaşatan, unutmaya çalıştıkça daha da netleşen hatıraları silmeyi göze alırsın zihninden ve bir nebze suçluluk duygusu yerini alır hüznün, yahut gözlerinde hiçbir yaşam pırıltısı kalmayana dek bitirirsin, ölmeden öldürürsün kendini…
Seçim senin, yolcu olan sensin…

   İşte o nağmeler, belki okuduğum kadim bir kitabın parçası, belki unutulmuş satırların bilinçaltımın şekil verdiği haliyle bir bütünü idi, ben bilemedim… Kulağıma fısıldandı sanmıştım önce, evet… Ancak hayalden uyanınca bana ait olduklarını sezdim. Hoşnutsuz gözlerim göğe çevrildi önce… Ne olduğunu anlamak için. Nerede olduğumu anlamak için… Semanın çıplak tenine yapışan buharları ve bu çiğ taneciklerinin yarattığı pırıltıları görünce pek bir sevindim. Az önceye kadar intihar etme eğiliminden hiç de vazgeçecekmiş gibi görünmeyen benliğime yaşıyor ve hayatı tatmaya devam ediyor olma düşüncesi bile kafi gelmişti her nasılsa. Belki de demin işittiğim nağmelerdendi, ben yine de bilemedim…

   “İyi misin?” diye sordu latif bir ses. Bu okyanus misali pürüzsüz tını ancak Raimond’a ait olabilirdi… Gerçekten onun olduğuna karar kıldığımda, o mahmur gözlerine bir kez daha bakma arzusu beni hemen kendime getirdi. Zihnimdeki bilinmezlik perdesi çekildi ve erimiş bir görüntüye ait hatlar yeniden belirmeye başladı. İşte o tutkuyla bakmaktan kendimi alamadığım gözler yine karşımdaydı…

   “Raimond… Bir dokunuş uzaklıktaki şu görüntün sahi mi? Bu nasıl bir hayaldir seni karşıma getiren?”

   “Ne hayal, ne de kabus… Her şey bitti güzel sevgilim… Bak, barınaktasın. Şimdi derin uykulara dal ki, dinlenesin ve çabuk iyileşebilesin…”

   Göz kapaklarım tüm yanma hissine rağmen kapanmamak için direndiler. Ona bakmaya doyamıyordum. Yanık teninde kaybolmaya, nefesine karışmaya… Sonra beyhude uğraşımdan vazgeçtim ve bıraktım onun hayali siluetiyle bezenen tatlı uyku beni benden alsın. Uykulara tez teslim olayım ki tez uyanayım…

***

   Başak kokuları rüzgarla yitip kayboldu. Güneş artık güne hükmetmiyor ve bu yüzden gözlerimi sabaha değil akşamın ılık karanlığına açmışım bu kez. Bir müddet daha dinlendim Raimond’ı beklerken ve tahmin ettiğim gibi beni şu aciz halimde yalnız bırakması uzun vakit sürmedi…“Uyandın mı?” diye sordu aynı eski günlerdeki gibi düşünceli bakışlarını üzerimde gezdirirken.

   “Uyandım…” dedim. “Ve iyiyim…”

   Ancak aklındaki düşünceleri açığa vurup vurmamakta tereddüt ettiğini fark ettim ve ona söyleyeceklerini toparlaması için biraz daha zaman tanıdım.

   “Bana kızgın olduğunu biliyorum, çünkü bütün bu çirkin mevzuatlara netice veren yalnız ve yalnız benim gamsız hareketlerimdi. Farkındayım… Ancak benim de sana ne kadar kızgın olduğumu bilemezsin… Hani her daim mutlu olmak için birbirimizi kendimize en iyi şekilde bakmakla vazifelemiştik? Hani olur da hayat tekimize çirkin bir oyun oynarsa diğeri canına kıymayı aklından bile geçirmeyecekti? Ne oldu sana Laurene? Canın çok mu yandı?”

   Cevaplayamadığım sorunun yerini bir başkası aldı; Patric’e ne olduğunu soracakken o, zihnimden hızla geçen sahneleri görmüş gibi karşılık verdi;

   “Patric… O iyi…” diyerek söze girdi ve bilmediğim ayrıntılarıyla beraber tüm geçmişi bir kez daha önüme seriverdi. Başrollerinde oynadığım bütün sahneler yeniden anlam kazanıp gözümde canlanırken, bizi bu raddede çıkmaza sokan olguların ne olduğunu daha iyi yargılayabilir hale gelmiştim.

   Hatalar zincirini bir araya getiren ilk adımı Raimond atmıştı. Arkasından gelmekte direteceğimi bilecek kadar iyi tanıyordu beni… Kilisenin camlarını kırıp, sahte göz tanıklığı yaparak muhafızların beni yakalamasını ve hapishanede tutmalarını sağlaması da şehre gidişimi engellemek adına kurduğu planların birer parçası idi.

   Ve sonra şehirde olanlar vardı… Bu noktada işler hiç birimizin istemediği bir yönde gelişmiş ve gerek kilisenin gücünü azaltmaya çalışarak bildirimler yayımlayan gerek propaganda amaçlı mitingler düzenleyen herkes gibi Raimond, Patric ve diğer köylüler yakalanmıştı. Mitinglere katılanlar asılırken, kimliklerimizi ifşa eden muhpir ile aynı kişi olması muhtemel bir bayan tarafından ele verilen Raimond ve Patric’in hapishanede tutulması kararı alınmış; başta kilise mensupları, şehrin kıdemli yöneticileri ve zengin zümreye ait olmak üzere kimse ‘adalet adına’ bir muhakeme yapmaya dair hiçbir girişimde bulunmamıştı… Sonuç olarak Raimond arkadaşlarının infazını engellerken kendisininkini doğuran bir hata yapmıştı ve Patric için bu bir sondu. Patric buraya, köye döndü ve gerçekten emin olmadan bana Raimond’un ölüm haberini verdi.

   Ve ne yazık ki bütün uğraşlarımızı yıkan ve bizi çıkmaza sürükleyen muhpir her kimse içimizden biri olma ihtimali hala o kadar yüksek ki, kaçışımız sonlandı demeye gücümüz yetmiyor; başrahibe olanları anlatmaya bile yüzümüz yok… Hele de vaziyet böyleyken, onun öğüdü aklımızdan çıkacak gibi değil…

   Buradan uzaklara kaçmak, bir dağ başına çıkmak ve dışarıda bir yerlerde hala iyi din adamlarının olduğunu düşlemek de yeterince tatmin edici bir seçenek gibi duruyordu. Başka bir seçenek de yoktu oysa… Gitmek, nesillerimin toprağına karıştığı bu köyü terk etmek, insanlarına karşı beslediğim bütün hınca rağmen zordu… Oysa gecenin kimi zaman azgın dalgaları kimi zaman sütliman gelgitleri içinde boğuldu bu denizi, güneşin arkasına saklandığı o silik ufuk çizgisini yaran ve bin bir nezih renkle bezenmiş şu koca göğü kucaklayan tepeleri ve boynu bükük çiçeklerin yeşerdiği kömür karası toprak üzerine kurulu bu güzellikleri yüzüne bakıp da haykırmamak için kendimi zor tuttuğum; gafletteyken bu denli pervasız kalan insanlara bırakmak da ayrı bir zor geliyordu.

   Raimond da aynı fikirde olabilirdi, ancak böyle bir kararı almak için aceleci davranmayacaktık… “Hadi, senin daha iyi hissetmen için biraz hava alalım... Sahile gidelim mi?” diye sorduğunda kendimi yokladım ve yürüyebileceğimden kuşkum kalmayınca onunla birlikte barınaktan dışarı çıktım. Beraber belki de son bir kez daha sahile doğru yürümeye başlamıştık fakat bu sefer, içimde çok daha az umursayan ve çok daha az yakaran bir ben vardı…

   Sahile vardık… Ben ıslak kumun üzerinde otururken ve büyük maviyi seyre dalarken dudaklarımda bakilik kazanan o buruk gülümsemenin yüzümde yer etmesi pek bir kısa sürmüştü yine... Elimi püsküllü elbisemin cebine attım, ve babamın ölümünden beri yanımdan ayırmadığım bir çift altın anahtarı ortaya çıkarttım. Kısa bir süre için anahtarların parlak yıldızların altındaki güzel ışıltısını hayretle izledikten sonra onları denizin derin kısmına doğru olağan gücümle savurduğumda içimde garip ve tarif edilemez bir his belirdi. Yine de bu duygudan memnundum ki mazlum gülümsememin yerini muzip bir sırıtış almayı başarmıştı.

   “Ne oldu Laurene? Artık cennete inanmıyor musun?” diye sordu bana Raimond.

   “Hayır.” dedim, çünkü sesli söyleyebilecek kadar iyi hissediyordum;

   “İnanmadığım cennet değil Raimond, anahtarlar... Cennetin anahtarları.”

Çevrimdışı Ancient

  • **
  • 54
  • Rom: 1
  • Ancient
    • Profili Görüntüle
Ynt: Cennetin Anahtarları
« Yanıtla #1 : 14 Aralık 2010, 20:05:19 »
Yazıyı okudum da bana bir şeyi hatırlattı. Sanırım bu yazı benim için iyi bir ders oldu.... :) Güzel olmuş...

Çevrimdışı Borealis113

  • *
  • 46
  • Rom: 1
  • ...Not with a bang but with a whimper...
    • Profili Görüntüle
Ynt: Cennetin Anahtarları
« Yanıtla #2 : 27 Aralık 2010, 20:31:33 »
Okulda da konuştuğmuz gibi hikayenin başı bana V For Vendetta'daki Guy Fawkes'un asılma sahnesini hatırlattı. Hikayenin konusu devrim olduğu için de ilgiyle okudum. Yazı genelinde birçok anlamını bilmediğim kelime kullandın ki "vay be bizim edebiyat kitabındaki hikayelerden birini okurmuşum gibi oldu bu  :hıö" dedim. Ayrıca seçtiğin konu da okulda, felsefe derslerinde gündemde olduğu için daha çekici geldi. Beğendim yani yazmaya devam et  ;)...(Bunları burada yazdım ki yarın sana dönüp bi de hikayeyi nasıl bulduğmu anlatacağıma, 15 dk'lık tenefüs süresini daha ilginç, uçuk, saçma konular üzerinde düşünerek geçirebilelim)!!
Hep denedin, hep yenildin, olsun, gene dene, gene yenil, daha iyi yenil!  ~SAMUEL BECKETT~

Çevrimdışı Madam Vio

  • **
  • 376
  • Rom: 16
  • "Each thing I show you is a piece of my death."
    • Profili Görüntüle
Ynt: Cennetin Anahtarları
« Yanıtla #3 : 28 Aralık 2010, 14:42:16 »
Aslına bakarsan bir ara hikayeye devam etmeyi düşünüyordum ki yazım gerçek bir devrim öyküsü içeriyor olsun. Hatta devamı için açık bir kapı da bıraktım sayılır (muhpirin kim olduğu, vs.) ama en iyisi kısa ve öz olması. Kullandığım kelimeler konusunda, bu hikayeyi birkaç kelimeyle sınırlı olan sözcük dağarcığımı geliştirme ve söz sanatı açısından kendimi sınama amaçlı yazdığımı sana zaten söylemiştim...

Sonuç olarak beğenmenize sevindim, yorumlarınız için teşekkürler...

Spoiler: Göster
Not 1: 'Kısa(!) ve öz derken?' denildiğini duyar gibiyim.
Not 2: Evet.  Şu dahiyane beyninden taşan ucube düşünceler ve zımbırtı fikirler üzerine bitmek bilmez tartışmalar yapmak için bolca zamana ihtiyacımız olacak.

Çevrimdışı Raisor

  • ***
  • 793
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Cennetin Anahtarları
« Yanıtla #4 : 29 Aralık 2010, 12:42:14 »
Fizik notu 3 olan (10 üzerinden) tembel bir öğrenci olarak sonunda hikayeni bitirebildim. Doğrusu ilk başta hikayenin uzun olmasından korkup başlama fırsatı bulamamıştım. Fakat sonunda hikayeyi okumayı bitirdim ve üzerimden büyük bir yük kalkmış gibi hissediyorum. :D
  
Hikayen (daha doğrusu romanın :D) oldukça güzeldi. Mehmet'in de dediği gibi kullandığın bazı eski kelimeleri görünce keşke kullanmasaymışsın diye düşündüm, çünkü anlamak kolay olmadı. Ama hikayenin konusu, yani orta çağ, ilgimi çeken güzel konulardan biri olduğundan sonuna kadar gittim.
  
Korkarak söylüyorum ki bu hikayeye devam edilebilir ve kısa kısa devam edersen okuma şansımız daha yüksek olur.
Vahşet her yanda ulu orta sergilenirken,

Sevişmek için saklanmak zorunda kaldığımız bir Dünyada yaşıyoruz.

-John Lennon.

Çevrimdışı Madam Vio

  • **
  • 376
  • Rom: 16
  • "Each thing I show you is a piece of my death."
    • Profili Görüntüle
Ynt: Cennetin Anahtarları
« Yanıtla #5 : 29 Aralık 2010, 14:56:18 »
Pekala, destansı hikayemi okumaktan kaçtıkları için kimseye "Hey dostum! O koca k...çını kaldır da oku şu hikayeyi!" diyebilecek haddimin olmadığını biliyorum. En azından geç de olsa okuduğunuz ve yorumladığınız için çok teşekkür ederim. Ama içiniz rahatlayacaksa yakın bir zamanda özüme uygun (ucubeliğin dibine vurmuş karakterler arasında geçen, tamamen mizah ağırlıklı) hikayelerimi de tamamlayıp yayına sunabileceğimi umuyorum. Yine de içerisindeki karamsar -ya da farklı bir bakış açısıyla melankolik- havasıyla hafiften bir gotik edebiyatı eseri niteliği taşıyan, az da olsa dini-siyasi konulara dokunan, victorian dönemi öncesindeki sosyal yaşantıya/düzene karşı bir baş kaldırışı konu olan ve dolayısıyla realist tarafımı tatmin eden bir yazı yazmak her zaman istediğim birşeydi ve benim için de iyi bir deneyim oldu. Eğer daha ayrıntılı bir tarih bilgisine sahip olsaydım çok daha iyi bir iş çıkarmış olurdum ama maalesef böyle bir ayrıcalığım hiç olmadı... Devamı olursa hikayenin gidişatını bu bağlamda ilerletmeye daha çok özen göstereceğim.

Çevrimdışı Borealis113

  • *
  • 46
  • Rom: 1
  • ...Not with a bang but with a whimper...
    • Profili Görüntüle
Ynt: Cennetin Anahtarları
« Yanıtla #6 : 09 Ocak 2011, 01:51:54 »
Bence hikaye burada kalırsa çok daha iyi olacak çünkü bir devrim hikayesi olması (yada Alara'nın dediği gibi bu romanın{daha uzun yayımlarsan romana terfi edebilecek olan bu hikayenin}) işte anladınız siz, devrim hikayesi olabilmesi için illa ki devrimin olup bitmesi gerekmez. amaç devrim  oldukça bu o kategoriye girebilir bana göre. ve bazı şeylerin açıklanmaması daha güzel bir tat verdi gibi...ama sen bilrsin, yayımlarsan okurum devamını :)
Hep denedin, hep yenildin, olsun, gene dene, gene yenil, daha iyi yenil!  ~SAMUEL BECKETT~