Bölüm 8: ‘Çalınmayan yumurtanın hırsızı olmaz.’
“Bu gece pek çok insanın hayatını kendilerine bağışladınız. Siz olmasaydınız hiçbirinin kurtuluşu yoktu.”
Yakınlardan gelen melodik sesle arkama döndüm ve benim yaşlarımda olduğunu tahmin ettiğim alımlı bir kızla göz göze geldim.
Ölüydü, ancak yine de güzel olduğunu anlayabilirdim…
“İsabetsiz bir atış yahut kader. Zahmetimizin dışında bir ziyanı yok.”
“Metanetli duruşunu bozabilirsin Soleir. Bu vakitten sonra onların da kalbini karartmaktan vazgeçmen icap ederken neden pes etmiyorsun? Bırak kötülük yapmayı beceremesinler… Bu bir yeti değil, bunu sen de idrak et.”
O an adımı kullanan nadir kişilerden biri olduğu gerçeği üzerinde durmadan öfkeyle çıkıştım, “Sen ne diye müdahale etme gereği hissediyorsun ki hilkat garibesi? Ben onlara dile getirdiklerinden farklı bir şey sunmuyorum, aksine; onları ve onların namlarını himaye ediyorum. Ne yazık sana ki bir iyilik ucubesi olarak kalmayı yeğlemişsin!”
“Kötülük yapmak her zaman bu denli lezzet vermez prenses. Ötede bir vakit senin de canın yanacak…”
Aşağılık laflarına karşın zehirli sözler akıtmak istemeyince boşlukta kalan bu süre zarfını gözlerinin içine bakmakla geçirmiş bulundum. Esasında böyle birinin saf olmasını beklersiniz, fakat bu kız değildi. Zira, ciddiyet ve olgunluk izlerini taşıyordu hareketlerinde.
Diğerlerinin geldiğini görünce -hiçbir şey olmamış gibi- omuz silktim. “Pekala, senin için de fevkinde geçen geceler dilerim.”
Ölü kız nevrimin döndüğünü gördüğünden sözümün üzerine başka bir söz ekmedi. Hala siyah kalan buklelerini savurarak geçitten aşağı, yeraltı dünyasının derinliklerine indi.
Biz de aynı yolu takip etmeliydik, ancak ben kızın peşi sıra harekete geçmek ve aynı yola girmek için acele etmeyi istemiyordum.
“Yangının çıkması hakikaten büyük talihsizlik. Üstelik de bula bula bugünü buldu. Umarım hemen vazgeçmeyi aklınıza koymadınız Prenses…” Frohn son cümlesini hayal kırıklığı içerinde eklemişti.
Ben ise zihnimin tasalarla dövüldüğü bu esnada derinlemesine düşünmüş ve çözümü, planların detaylarında boğulup durumu olduğundan daha da karışık bir sorun haline getirmeden halletmeye çalışmakta bulmuştum. “Bir dahakine daha az uğraşla daha büyük bir başarı elde etmiş olacağız.”
Hepsi keyifleri yerine gelmiş gibi kıkırdadılar.
“Artık hepimizin bünyesine yorgunluk hâkim. Bilhassa Grevan kendini uyumaktan alıkoyamıyor. Ötede beride bıraktığınız fazlalıklarınızı toplayın da bir an evvel saraya dönelim.”
Odama sapasağlam geri gelmiştim ancak aynaya baktığımda rastlaştığım donuk surat cenaze töreni ertelenmiş bir naaş gibi durmamı sağladığından sağlıklı olmanın getirdiği bir huzurdan söz edemeyeceğim.
Jax odama girdiğinde bir müddet için gözlerimi aynadan alamadım. Anlık süreler içinde değişen yüz ifademe bir anlam yükleme girişimi sonuçsuz kalınca “Tek kelimeyle öldükten sonraki ömrümde gördüğüm en takıntılı insansın!” dedi ve güldü. “Cidden.”
Tabi. Jax ve öteki yarı ölülere kıyasla çok daha menfi bir kişilik göstergesine sahip olduğumun bilincindeydim. Fakat ‘takıntılı’ gibi bir söz şafaktan şafağa daha da soğuk bir kadavraya dönen birinin endişesini nitelendirmek adına fazla acımasız bir yargı olurdu. Sonuçta çürüyordum, ve bu her gün, ben henüz yaşıyorken oluyordu.
“Beni alaya mı alıyorsun?” Söyleyeceklerime daha dokunaklı bir hava katmak için iki tutam beyaz saçımı alıp hususi olarak küstah bir edayla ona doğru fırlattım. “Evvela sen bana şunu de; bir yarı-ölü olmaktan nasıl haz alırım? Dirlik içindeydim, şimdi ise soğuğu, sıcağı, acıyı bile hissedemez hale geldim! Ben, kafası koparıldığında damarlarından kanlar fışkırtmak benzeri bir vasfa bile sahip değilim!”
“Biliyorum…Biliyorum... Ve elimde bunu değiştirebilecek ya da sizi rahata kavuşturacak hiçbir şey yok. Belki bir puro…”
Derintilerin içinden çıkarılmış gibi duran nefti rengindeki yeleğiyle uyumlu yırtık, kısa pantolonunun cebinden bir puro çıkarttı ve ucunu tutuşturduktan sonra birkaç nefes içine çekiverdi. Böylece gri dumanlar deri ile çevrelenmiş olması gereken dişlerinin arasından ve göğüs kafesindeki boşluktan sızmaya başladı. Puroyu bana uzattığında onu geri çevirdim.
“O vakit gel de biraz meydanda gezinelim. Bunun gerginliğini gidereceği kanaatindeyim.”
“Bu refikiniz de sizlere iştirak edebilir mi acaba prensesim? Witante hürmetinize hazırdır.” Yapmacıklı sözüne dudaklarındaki dehşet verici dikiş emarelerine rağmen sevimli bir gülümseme katmayı başardı ve önümde eğildi.
İzlere bakarak sordum “Bunlar… Sen öldükten sonra mı atıldılar? Eğer öncesinde ise, ölüm kararını melekler konseyi almamış demektir ve eğer öyleyse, seni kimin öldürdüğünü öğrenmek isterim Witante. Elbette bir sakıncası yoksa…”
“Ah, şüphesiz!” diye karşılık verdi yine sözlerine sinmiş bir saygı ifadesiyle. Böylelikle peşi sıra kraliyet sarayının girişine doğru inmeye başladık. “Ve isabetli bir tahminde bulundunuz; melekler konseyi benim adıma ölüm kararı vermemişti. Tam elli yıl önce, faytonların yeni yeni yaygınlaşmaya başladığı dönem… Hayır. O şekil gülmeyin prenses, faytondan düşmedim! Kötülük krallığının surları dışında yaşayan, sade; halktan biriydim. Babam ve annem halâ sağlar, fakat şimdileri surların içinde yaşıyorlar... Aynı yüksek tabakadan bir kimse gibi. O zaman, surların içinde bir yerde ev bulmak için yeterli kepemiz yoktu, fakirdik. Her zaman bir atım olsun istemiştim ve şaşaalı faytonlar gördükçe de bu isteğim arttı.”
“Surlar içine taşınırken büyük bir fayton kiralamıştık. İçine birkaç parça eşyamızı atıp, krallığa giden yolu kat etmeye koyulduk. Fakat yolda eşkıyaların saldırısına uğradık. Taşıyabilecekleri iki üç parça mal için bütün diğer eşyaları ve faytonumuzu kullanılamaz hale getirdiler. Annem ve babam da bu esnada ağır yaralandı. Bense atın üzerinde olduğumdan, düşünce, işte olan bu…”
“Faytondan düşmedim demiştin değil mi Witante?” Jax güldü.
“Evet, faytondan düşmedim. Attan düştüm!”
“Pekala. Pekala. Witante, ailenin hala sağ olduğunu söylüyorsun... Onları daha sık ziyaret etmelisin.”
Yüzüme bakarak bu kez o güldü. “Ziyaret mi? Yarı ölüler hakkında hiçbir şey bilmiyorlar!”
“Ne? Onlara neden hala onları görebileceğini söylemedin?”
“Evet Witante. Sen ahmak mısın?”
“Ah! Onlara söyleyemezdim ki… Beni böyle kabul ederler mi kestiremiyorum. Ayrıca eskisi gibi bir aile olabilmemiz için ölümü göze alabileceklerinden de emin değilim.”
“Görüyor musunuz prenses? Bir de size takıntılı diyordum.”
“Doğrusun ama prensesinizin bu konuda güvenilir bir fikri var. Kötülük krallığına-”
“Şu krallıkların gerçek bir adı yok mu? Kendimi ünlü bir çocuk hikâyesinin klişeleşmiş başkahramanlarından teki gibi hissediyorum.”
“Âlâ Jax. Krallıklara ülke isimleriyle hitap edebiliriz… Herneyse. Ben babamla konuşmak için Cycel-on’a gitmeyi planlıyorum. Yani eninde sonunda öldüğümü öğrenecek ve bunu kabullenmesi gerekecek. Aynı şeyi sen de kendi adına düşünebilirsin Witante.”
Witante saray kapısını kavradı ve olağan gücüyle büyük kapıyı iteledi. Merdivenlerden aşağıya indiğimizde sonunda meydana çıkmıştık.
“Belki de haklısındır prenses. Onlarla konuşarak en doğrusunu yapmış olurum. Ben de sizinle gelip ailemi göreceğim!”
“Bize katılmayı düşünür müsün Jax?”
“Jax ‘Çalınmayan yumurtanın hırsızı olmaz.’ gibi beyin zorlayıcı bir atasözü üretmeye çalışıyor olmalıydı ki Witante bu soruyu sorduğunda tasarılarından sıyrılırken ani bir titreme geçirdi. “Bir şey mi dedin Witante?”
“Bizimle Cycel-on’a geleceksin değil mi?”
“Ne vakit yola çıkmayı arzu ediyorsunuz prenses?”
Cevap vermek, daha doğrusu doğru zamanı tahmin edebilmek için biraz durdum, ve sonra doğru zamanın olmadığını fark etttim.
“Bugün ya da yarın; krallığa ne zaman gittiğimiz hiç fark etmez. Siz ne zaman müsaitsiniz yoldaşlarım?”
Witante bir kahkaha attı. “Biliyorsun prenses… Sadece alışkanlık olduğu için yemek yiyen ve uyuyan ucubelere uygun oldukları zaman sorulmaz. Biz her yolculuğa hazırız.”
Ben de keyifle gülümsedim. “Pek iyi o halde, bu akşam Yeraltı 102’den ayrılıyoruz... Yolculuk için hazır olun!”