Küçük şehirlerin en güzel özelliği, 22:30'dan sonra sokaklarda kimsenin olmamasıydı. Bu yüzden, hemen hemen her gece, o civarlarda dışarı çıkar, hava kirliliğinin izin verdiği sürece dışarıda turlardı. Yaklaşık dört senedir, sadece bir kez polis tarafından durdurulmuştu, o da kimlik kontrolüydü. O saatlerde polisler bile şehri terk ediyor,sis bir battaniye gibi şehri örterek uykuya hazırlıyor ve yıldızlar, hava kirliliği yüzünden görünmeseler de şehre güzel bir ninni söylüyorlardı. 22:30'dan sonra, şehir uyuyordu.
Yine böyle bir gecede, elleri ceplerinde, amaçsızca şehir merkezine gidip evine geri dönüyordu ki önünde yürüyen bir adam dikkatini çekti. Adamın bu saatte dışarıda gezmesi bile, onun dikkatini çekerdi aslında ama sorun adamın bu vakitte yürümesi değil, yürüyüş şekliydi. İki üç adımda bir geriye bakıyor, eline telefonunu alıp konuşuyormuş gibi yapıyor, yine çaktırmadan arkasına bakıyordu.
Adam muhtemelen korkmuştu. Bu saatte arkasında hızlıca yürüyen birisinin olduğu düşünülürse aslında oldukça mantıklı davranıyordu. Fakat burası Gotham City değildi; o ucuz bir hırsız değildi ve gökyüzünde bir yarasa işareti yoktu.
Adam kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı, belki de gerçekten bir yarasa işareti arıyordu. Neden sonra, adımlarını hızlandırdı ve çok geçmeden koşmaya başladı. Evet, adam sadece korkmuyor; soyulacağını, öldürüleceğini ve tecavüze uğrayacağını da düşünüyor olmalıydı.
İşte tam o anda, arzu beynin kıvrımlarından kalbine aktı ve kalbini hızlandırdı. Kafasında davullar çalıyordu adeta ve aklında tek bir düşünce vardı; anahtarla bir adam öldürülebilir mi?
***
Eve girdiğinde saat 01:32'yi gösteriyordu. Hemen tuvalete gidip kustu. Yüzünü yıkayıp aynaya baktığında ilk defa o bilindik suratı görmedi. Hayır, maske düşmüştü ve kendisine bakıyordu. Az önce bir insanı öldürmeyi düşünmüştü, hayır istemişti. Eve gelene dek aklından bir anahtarın şah damarına saplanması, yere düşmüş bir adamın suratını tekmelemek gibi görüntüler geçmişti. Midesini bulandıran bu görüntüler değildi, maskesinin düşüşüydü.
Yıllardır bu canavarı içinde taşıyordu demek ki. Yıllardır, maskeden bakan gözler bu canavara aitti. Yüzünü tekrar yıkamak için elini lavaboya uzattığında elinin titrediğini farketti.
Korkmamıştı; sadece fazla heyecanlanmıştı.
***
Sıradan olmayan bir gecenin ardından sıradan bir güne uyandı. Evden çıkmadan önce aynada kendine baktığında, maskesini kusursuzca giydiğini gördü. Ama maskenin ardındaki gözler kendisini ele veriyordu.
O gün okul her zamanki gibiydi. Dersler her zamanki gibiydi. Öğle yemeği her zamanki gibiydi. Değişen tek şey bakışlardı; gözleri maskenin deliklerinde fırıl fırıl dönüyor, insanları izliyordu. Eskiden sadece merak ettiği için insanları izlerdi fakat şimdi bir amacı vardı; maskelerin ardını görmek. Kendisinin altından bir canavar çıkmıştı; şu anda oturduğu kantinde kim bilir daha neler vardı.
"Naber abi?" cümlesiyle gözler fırıl fırıl dönmeyi bırakıp sesin geldiği yere kilitlendi. Adının Halil ya da Hakan olduğunu düşündüğü, sınıftan birisi karşısına oturdu ve cebinden Camel paketini çıkartıp masaya bıraktı. Konuşma işini maskeye bırakan "canavar" karşısındakinin gözlerine odaklanıp onu çözmeye çalıştı. Ağız, sosyal yaşamı kusursuz bir biçimde taklit ediyor ve günlük konuşmaları ustaca sergiliyordu. Göz ise karşısındakinin bedenini parçalıyor, ısırıyor ve ruhuna ulaşmaya çalışıyordu.
Başardığında, bunu yaptığına pişman oldu. Çünkü gördüğü şey, koca bir boşluktu. Elini uzatıp "Adı Halil ya da Hakan"ın sigara paketine uzandı ve bir sigara alıp yaktı. Halil ya da Hakan, şaşırmış gibi gözüküyordu.
"Aa, sen sigaraya ne zaman başladın?"
Sigaradan derin bir nefes aldı.
"Az önce."