İstanbul! Ne hoş bir şehir değil mi, Türkiye’nin kalbi? Benim İstanbul sevgim sizinkinden çok farklı ne var ki. Uçarı hayallerle değil sevgim, ne yıldızlara karşı yatmak ne de boğazda yemek keyiften anlayışım. İstanbullu değilseniz bilirsiniz zaten İstanbul’u; ne! İstanbullu musunuz, o zaman bilmezsiniz hemen açıklayayım size…
Taksim meydanındaki karmaşayı görmek bana keyif veren. Gazeteciye uğrayanları, otobüse koşturanları, umarsızca metroya inenleri, burger king’e karnını doyurmaya giden aceleci gençleri yahut oradan çıkan karnı tok gamsız çiftleri…
İstiklal’den aşağı inerken, renk cümbüşünden başka bir şey olmayan insan kalabalığını izlemek bana keyif veren. Çok farklı olduklarını düşünen, gururla gülümseyip, arsızca kahkahalar atan emolara ve punklara tiksintiyle; rastalı saçları, elpekten pantolonlarıyla gazetelerine göz atarak cadde boyunca yürüyenlere hayranlıkla, sağına soluna bakarak hararetle konuşan turistlere şefkatle bakarak. Gloria Jeans’ten yayılan kahve kokusuyla, balık pazarı’ndan burnuma ulaşan balık ve maltın cezp edici kokularıyla tünele kadar yürümek keyif veren. Orada perküsyon seslerini dinlemek sadece sigaramın bitiş süresine kadar.
Galata ayağında biramı yudumlarken denizin kesilmek bilmez senfonisiyle dalgın dalgaları izlemek bana keyif veren. Oradan geçen insanların ne kadar “normal” olduğunu düşünmek… Dalgalarda yüzünü aranmak yahut…
Gayet uygun bir fiyata çıkılan boğaz turunda, köprüye altından bakmak bir kez de. Değişikliğin hoşluğunu düşlemek… Villalara bakıp lüks hayali kurmak, ulaşamadıklarıma sövmek kedi misali…
Fazla şey aramam ben; Beşiktaş esnafıyla konuşmak çay eşliğinde bana keyif veren. Barbaros’tan yukarı yürürken ter dökmek hatta… Evet! Hatta sonunda Dikilitaş’a vardığımda ağzımdan sevinç dolu bir nida çıkmasına izin vermek, kuzenimin evine girerken keşke ben otursaydım burada demek.
En keyif vereni, burayı evim bellemek!