Kayıt Ol

Kaçış Günlükleri I

Çevrimdışı rainmaker

  • *
  • 9
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Kaçış Günlükleri I
« : 23 Şubat 2014, 16:16:05 »
12 parçalık bir hikaye denemesi. Yorumları bekliyorum :fight:

kaçış günlükleri I
17 Ocak 2011, 00:23
Kadim zamanlardan kalma dağların savunması kolay vadisi ağırlıyor bu gece karanlığımı. Kar taneleri düşüyor günlerdir yüzüme. Ve buz kaplı zemine işleniyor ayak izlerim. Gökyüzü fırtınalar vaat etmiyor. Uzun yaşamımda ilk defa bu kadar ihtiyacım varken güçlü fırtınalara, örtsün diye izlerimi.
 
Gece de mahsur kalanlar hatırlar sonsuz çölün fısıltılarını, bedeli asla unutmamak olsa da. Kumulların yer değiştirmesi değildir yada başıboş çöl avcılarının yorgun ayak sesleri. Modern zamanların boğulduğu sanal ışıkların yokluğunda kendini gösteren çıplak gökyüzüdür görülebilen. Sadece nefesimi duyabildiğim sessizliğe hükmeden parlak yıldızların  ruhlardaki yansıtmasıdır duyulan…
 
Ve kurtulduklarında geçmişin peşinde kendini bulamayan tarihçiler; sadece çöl fısıltılarını anlatabilirler asla anlayamayacak torunlarına…
 
Neden çöl zamanlarını hatırladığımı biliyorum ne kadar inkar etsem de  buzdan vadimde. O zamanlarda korunaklı vadiler aramazdı kavmim. Çölün çıplak düzlüğünde ve avcıların pençelerinde de olsa hayat korunaklı kumullar aramazdık. Bilirdik kayıplar versek de devam edeceğimize birlikte olmaya.
 
Ya şimdi,… yüzlerden çok ırksal benzerliklerimizle var olduğum kavimden kovulmuş olan ben tek girişli koyağım da özlemle mi hatırlıyorum o zamanları. Yada bu yabancı buzlar vadisinde vadi kadar yabancı olması mı gökyüzünün bunları düşünmeme sebep.
 
Sert savaş melodisini duyuyorum daha önce karşılaşmadığım kalın yeşil derili savaşçı kabilenin şamanının.. lanet hava örtmedi izlerimi. Dokunduğumda ısınıyorum büyüsü solmaya başlamış yayıma… ve oluklu uzun hançerimi hissediyorum sapını sol elimle kavrayabildiğim.
 
Vadiden çıkmam gerek ne kadar korunaklı olsa da. Kaçışım yeniden başlıyor dünyanın diğer ırklarının topraklarında.; eski evimi bulana kadar…
Si vis pacem, para bellum...

Çevrimdışı rainmaker

  • *
  • 9
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kaçış Günlükleri I
« Yanıtla #1 : 23 Şubat 2014, 16:17:13 »
ve devamı...

kaçış günlükleri II

Güneşin dorukları ısıtmamasına seviniyorum vadimden çıktığım bu şafakta. Kışın suyunu azalttığı nehri geçince geride kaldı vadim. Vadim mi? Sadece saklandığım bir bölgeyi mi benimsedim yoksa. Geçen mevsimleri hatırlamakta zorlanırken arayışımda; bu vadiyi bırakmak istemediğimi fark ettim. Coğrafyanın oluşturduğu bir korunaklılık sadece geride bıraktığım. Yada uzun zamandır hissetmediğim bir huzur duygusu.
 
Şimdi yapraklarını çok önce bırakmış ağaçlar arasında ilerliyorum. Soğuğun daha da gürültülü hale getirdiği nefesim bozuyor ormanın ahengini. Sanat ta gücü bir kozalağı ağaç yapacak noktada olan ben kendi ciğerlerimi iyileştiremiyorum hala. Ölümlülüğümü hatırlıyorum her nefes alışımda. Kalın cüppemin bildik sessizliğine sığınıyorum. Kaçıncı kez ardıma düşen düşman, tanrısı adına gürültülü ilahiler eşliğinde peşimde… Gülümsüyorum ilk defa bir tanrının işe yaramasına.  Takipteyken ilahi söyleyen bir güruhun tanrısından ne beklenebilirse.
 
Rüzgar kar fırtınasının kokusunu taşıyor. Şansımı da kaybediyorum yavaş yavaş görüşüm gibi. Ateşsiz ve soğuk bir uyku daha gelecek bulduğum terkedilmiş mağarada. Uykuya dalmam gerek toparlanmam için. Uzun zamandır sahip olduğum kısa ve huzursuz rüyalarıma.
 
Ordayım. Vaat ettikleri uğruna kabilemi terk ettiğim kızıl gözlünün laboratuarında. İstediği her canlıyı yakalayıp, istediği her bitkiyi getirdiğim, İnsan aklının tanımlayamayacağı büyüler ve korkunçluklara şahit olduğum,  kadim zamanlardan kalma harabelerin altında.  Bana güç ve ihtişam verecek büyüsüne hazırlanıyor efendim. Gözlerinin kızıllığı yakıyor bedenimi…
 
“eminmisin” diyor. Her verilenin bir karşılığı olur sanatın dalgaları arasında.
 
Eminmiyim… kabilemin başına geçeceğim büyük güçlere sahip olmak için eminmiyim. Bunca kan bulaşmışken hançerime, eminmiyim. bedelmiş. Ne fark ederki?
 
hırs ve aptallığın eski dostluğu…
 
uyandım ve fark ettim fırtınanın durduğunu.
Si vis pacem, para bellum...

Çevrimdışı rainmaker

  • *
  • 9
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kaçış Günlükleri I
« Yanıtla #2 : 23 Şubat 2014, 16:18:19 »
kaçış günlükleri III

Söylendiği kadar güçlümü gizemli büyülerin dedim, yaldızlı cübbesinde komik gözüken cüceye.  Elinde ki kadehi doldururken yüzüme bakmadan cevap verdi;
Mağarama sığındığında öldürdüğün melez golemim sadece gölgesiydi savunmalarımın. Ama takımyıldızlarının gelecekteki halini, öngörecek kadar naçizane olan bilgeliğim çözemez senin üzerindeki laneti..
 
Gülerek hançerimi fırlatmak istiyordum bu ufaklığa. Ve biliyordum ki kudret görünüşle değil görüntünün altındaki iradeyle ilgilidir. Ve o andaki keyif cücenin mahzeninden kupama dolan baharatlı şaraptaydı.
 
İmgeler uçuşuyordu etrafımda, hangisi daha aptalca diye düşündüm bir an; hırslarım nedeni ile kızıl gözlü büyücünün lanetine saplanmak mı yoksa başka bir cüce büyücüyle sarhoş olmak mı? Dost seçimlerime kahkaha attım.
 
Sana bir sır vereyim diye fısıldadı cüce. “peşindeki laneti kaldıramam ama birkaç yıl kadar uzaklaştırabilirim. Tabi bana küçük bir iyilik yaparsan?”
 
Bakalım başıma daha ne belalar açılacak. İkinci fıçı şarabın sonuna gelmişken bir cüceyle pazarlık yapmak. Tanrıların hepsi bana sırt çevirmiş olmalı. Gülümsedim. Ama teklif ilgimi çekmişti. Gözlerimi sabitledim yüzüne. İyilik nedir?
 
Hafifçe gülümsedi ve memnun bir ses tınısıyla verdi cevabını. “basit bir şey yarı insan. Bir buz ejderhasının inine gideceğiz”…
Si vis pacem, para bellum...

Çevrimdışı rainmaker

  • *
  • 9
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kaçış Günlükleri I
« Yanıtla #3 : 23 Şubat 2014, 16:19:25 »
kaçış günlükleri IV

Hazırlanmamız birkaç gün sürdü. Cücenin bana farklı gelen ama tınısına alışık olduğum büyüleri örüldü silahlarıma. Daha önceki sahibini merak etmediğim güçlü bir zırh vardı artık cübbemin altında.
 
Günlerce yürüdük. Fırtınaya ve buza rağmen yürüdük dağlara doğru. Ne ateş yaktık nede ısınma büyüleri kullandık. Ejderhanın büyüleri sezeceğinden korkuyordu ufaklık. Gerçekten de korkuyordu biz yaklaştıkça. Her adımımızda söyleniyordum kendime ve pazarlığıma. Yaşayamayacaksam ne farkeder ki lanetin uzak kalmasının.
 
Defalarca anlattı cüce ejderhayı ve koruma büyülerini. Asıl anlatmadığı neden gittiğimizdi. Neden kendini tüketebilecek bir büyü sözü vermişti bana. Mücevherler mi? İnanması zor belki ama biz sanata bulaşanlar için altının değeri yoktur. Sadece başka bir parşömen almaya yarar altın. Ve insanların açgözlülüğü ile onlara hükmetmeye.
 
 Dağın zirvesini aşıp güney tarafına indik sonunda. Kuzeyden esen rüzgarın vurmadığı, keskin ve vahşi doğasının bozulmadığı güney yamacı. Buzun yansımasında rengi maviye dönmüş gecede son uykuma daldım ejder inine inmeden önce. “Oradaydı” hissediyordum. Soluduğum havaya karışmış gibiydi varlığı. Hançerimi elime kaydırdım usulca, bir işe yaramayacağını bilerek. Kokusunu alabiliyordum. Devamlı irin akan bedeninin yaydığı çürümüşlük kokusu. Ve gördüm. Bana bakan iki kızıl boşluğu. Zevk alıyordu avlanılmasından eski çırağının. Yerin derinlerinden çıkıyormuş yankısıyla sesinin bana sesleniyor. “her verilenin bir karşılığı olur sanatın dalgalanmaları arasında”
 
Hançerimi savurarak uyandım kabusumdan. Beni ayaklarımdan tutan cüce “tanrımın beni biraz ufak yaratmış olması ne lütuf” diyerek geriledi birkaç adım. Haklı olduğunu fark ettim. Hançerim sadece birkaç parmak üzerinden geçmişti başının. “eskiden ıskalamazdım, soğuk yavaşlatmış beni” diyerek doğruldum. Homurdanarak “insan tarafın azalmış ama insan kibrin hala yerinde” diyerek anlamadığım bir dilde devam etti. Küfrettiğini anlamak için dili bilmeme gerek yoktu. Yapılacaklar listeme reflekslerimi ufaklıklar için yeniden oluşturmayı ve bir lisan taşı bulmayı ekleyerek ayaklandım.
 
“gidiyor muyuz yoksa lanet ejderha gelene kadar küfür mü edeceksin.” “sakinleşene kadar küfredeceğim, o lanet ejderha da o lanet kızıl safirde yüzyıllardır aşağıda, biraz daha beklesinler”
Söylemişti sonunda. Kızıl bir safir. Anladı ne yaptığını. Gözlerini kısarak “anlaşmamızı unutma, şimdi ejderhanın kölelerinin girip çıktığı kapıyı bulmalıyız” diyerek yürümeye başladı.
 
Kızıl bir safir. Neden tanıdık gelmişti, hatırlayamadım. “Anlaşma, anlaşmadır” diye mırıldandım arkasından giderken. En kötüsü ölürdüm. Ölebilirmiydim…  Kılıç yada ok öldüremezdi beni. Ya ejderha nefesi. Tek hile yapan cüce değildi.
 
 Ve gördüm kapıyı. Üzerinde kızıl bir göz mührü bulunan doğal bir kaya girintisiydi…..
Si vis pacem, para bellum...

Çevrimdışı duhan

  • **
  • 284
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kaçış Günlükleri I
« Yanıtla #4 : 23 Şubat 2014, 21:34:27 »
Selam. Sürekli devrik cümleler okuyunca sıkıldım açıkçası. Virgüller olması gerektikleri yerlerde değil ve cümlelerde devrik olunca aynı cümleyi defalarca okumak zorunda kaldım bazen. Akıcılıkta büyük sıkıntı var.

Çevrimdışı grikunduz

  • **
  • 368
  • Rom: 6
  • Est solarus oth mithas
    • Profili Görüntüle
    • HayalGezer
Ynt: Kaçış Günlükleri I
« Yanıtla #5 : 26 Şubat 2014, 12:22:25 »
Bence mükemmel olmuş.  Dilinize bayıldım tek kelimeyle. Hikaye aldı götürdü beni. Karakter çok iyi çalışılmış. 

Bazı imla hataları varsa da beni pek rahatsız etmedi. Kesinlikle devamını bekliyorum.

Çevrimdışı Quid Rides

  • **
  • 399
  • Rom: 17
  • #800000
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kaçış Günlükleri I
« Yanıtla #6 : 26 Şubat 2014, 13:56:32 »
Devrik cümleler bana okuma zevki versede aynı ölçüde dikkatimi dağıttı. Üsluba alışana kadar hikayeyi anlamakta zorlandım. Son bölümlere doğru azda olsa düzgün (devrik değil) cümle kurmanız hem okumamı kolaylaştırdı hemde hafiftende olsa hikayeye dahil olmamda yardımcı oldu. Öte türlü sanki hikaye bana biraz uzak gibiydi. Güzel bir hikaye olmuş açıkçası. Okurken aklımdan manzum hikaye şeklinde verilemezmiydi diye düşündüm ama tabikide tercih sizin. Yapacağım tek uyarı ise, zannedersem üçüncü bölümdeydi, labaratuvar kelimesini kullanmış olmanız. Bu kelime hikayenizin geçtiği düzlemle bir tezatlık oluşturuyor. Hikayeye daha uygun bir kelime bulmanız bunu giderebilir.

http://turanmemre.wordpress.com/
Bana dönek demiş itin birisi
Açığım ne imiş sor hele hele

Çevrimdışı muaet

  • **
  • 215
  • Rom: 12
  • Carai an Ellisande!
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kaçış Günlükleri I
« Yanıtla #7 : 26 Şubat 2014, 20:56:35 »
Cümlelerin anlattıkları hoş ancak cümlelerin yapısı için aynını diyemeyeceğim. Devrik cümleler ilerleyişi ciddi anlamda aksatıyor. Kurguyu neredeyse kavrayacaktım ki, dedim artık yeter ruhum sıkıldı.
“My father used to say that there are two kinds of people in the world,” Kaladin whispered, voice raspy. “He said there are those who take lives. And there are those who save lives. I used to think he was wrong. I thought there was a third group. People who killed in order to save.” He shook his head. “I was a fool. There is a third group, a big one, but it isn’t what I thought. The people who exist to be saved or to be killed…The victims. That’s all I am.”

Çevrimdışı M.K.Immortal

  • **
  • 290
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kaçış Günlükleri I
« Yanıtla #8 : 28 Şubat 2014, 15:49:43 »
Herkes aynı şeyi yazmış. Ama sanırım nedenini ve çözümü hakkında ufak bir fikir verebilirim.

Düz öykü okurken insan cümlenin yüklem ile biteceğini düşünüp okur. Devrik bir cümle olunca ise tam yüklemi gördüm bitti derken, araya iki-üç kelime daha giriyor ve önceki cümleyi tamamlıyor. Sizin öykünüzde ise, o iki üç kelimenin ne demek istediğini kafada yorarken bir sonraki cümle de aynı şekilde karşıya çıkıyor ki olaylar kafada çorbaya dönüyor.

Öyküyü düz değil de mısra mısra, şiir tadında yazmış olsanız hem cümlelerin nerede biteceğini görüp ona göre okurduk ve anlam kaybı yaşamazdık, hem de bu güzel, edebi cümlelerinizi daha da değerli hale getirirdi.

Konu ve kurgu hakkında bir yorumda bulunamıyorum çünkü ben de bitiremedim. Kusura bakmayın. Ellerinize sağlık.

Çevrimdışı rainmaker

  • *
  • 9
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kaçış Günlükleri I
« Yanıtla #9 : 01 Mart 2014, 12:22:29 »
emek ve zaman harcayarak yorum yapan tüm arkadaşlara teşekkürler. ilk başlarda kısa kısa deşarjlar halinde yazıldığı için tamamını yeniden revize etmem gerektiği açıkça ortada. Ancak 5. hikayeden sonra dil ve kurgu farklılaşıyor. Biraz daha emek ve zaman harcarsanız sevinirim...
Si vis pacem, para bellum...

Çevrimdışı rainmaker

  • *
  • 9
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kaçış Günlükleri I
« Yanıtla #10 : 01 Mart 2014, 12:27:46 »
kaçış günlükleri V

Bir insanın eğilerek girebileceği girintiden süzüldük içeri. Sessizce önden ilerliyordu cüce. Görülme ihtimali daha az olduğu ve kısa süreli sessizlik büyülerine sahip olduğu için. Çok uzun gelen bir yürüyüş den sonra küçük bir avlu ve beş ayrı giriş karşıladı bizi. Donmuş duvarlar garip ve soğuk bir aydınlığı beraber taşıyordu sonsuz yansımalarla.
 
“labirentler odasındayız yarı insan, sen seç girişi” dedi hafifçe kayarken yana. Şaşırsam da bana bırakmasına tercihi, yoğunlaşmaya çalıştım tüm girişlere. Girdiğimiz andan beri farklı bir şeyler vardı ruhumda. Bu soğuk diyarlara geldiğimden beri sadece ılık dokunuşunu hissedebildiğim büyü gücüm ısınmaya başlamış, gözlerim kartal keskinliğine sahipmiş gibi. Kontrolümü ilkel duygularıma bırakmaya başladım yavaşça. Böyleydim ben. Yarı insan. Bütünü olmayan bir şeyin yarısı sadece.
 
Konuşmadan soldan ikinci geçitten yürümeye başladım dağın derinliklerine doğru. Dikitler ve küçük oyuklar arkasında gizlenerek devam ettik. Giderek karanlığa boğulan yer altında,  sarkıtlar ve dev cadı kazanları üzerindeki ince köprülerden yürüdük. Sayısız nöbetçi oyuklarını geçtik. Zaman kavramını kaybedene kadar yürüdük. Soğuk giderek arttı. İlerideki kavisin kör noktasına sığınarak bekledim cüceyi. “bir terslik var.” Cücenin gözleri kavisin ilerisine odaklandı. Gülümsedim gergin aptallığına. “Hava soğuyor, ısınması gerekmezmiydi derinlere indikçe?” Eli cübbesinin ceplerinden birine kaydı cücenin. “Ne bekliyordun yarı insan. Bir buz ejderhasını lanet bir lavateich de güzellik uykusunda bulmayı mı?”
 
 Kavisin diğer tarafından gelen yankılar susturdu geveze cüceyi. Yanımızdaki dikitin pürüzlü yüzeyine tırmandım sessizce. İleride yürüyen grubu incelemeye başladım. Cüce ile karşılaşmadan gördüğüm koyu yeşil derili, ufak boylu savaşçılardan yedi tanesi bir insanın peşinden gidiyorlardı. Farklı bir ezgide fısıltılı bir ilahi söylüyorlardı bu sefer. İnsan dişi durdu, zarif ama çok hızlıca döndü. Ve gözlerini bulunduğum dikite sabitledi aniden. Görülmemek bulunduğun gölgelere karışmaktır sadece. Ve gördüm…
 
Eli hafifçe kemerindeki hançerinin üzerinde kıpırdandı. Eli hançerine mi yoksa hançerinin yanında var olan büyü keselerine mi gidecek kararsız kaldı.  Sol omzunu, astığı kanatlı yayı eline kaydırabilecek kadar düşürdü. Yeşil derililerin meşale ışığında alev rengine dönen kahverengi saçlarının arasından gördüm ince kulaklarını. Yarı elf fısıltısını duydum dikitin diğer tarafından. Cüce ve muhteşem görünmezlik büyüsü. Gülümsemem dondu bir anda kızıl bir ışık parıldamasında. Yarım elf in kuğu beyazı boyun çukuruna yerleşmiş kızıl safirin ışığı. İçinde tüm kızıl tonların tehlikeli biçimde dönerek kızın gözlerinin kadim ormanların renk tonlarını yansıtmasına neden oluyordu.  Yorgunmuş gibi hafif halkaların daha da belirginleştirdiği iki parlak gece yıldızı. gözleri... Gözlerime kilitlenmişti. Beni görebildiğini hissettim. İmkansızdı. Cüce büyüsü varken imkansızdı. Sonra döndü ve yürümeye devam etti. Grubu da arkasından. “Büyün işe yarıyor” dedim tanımlayamadığım sesimle. “ama bu kadar, bundan sonrası için saklamalıyım gücümü” diyerek matarasına uzandı. “nasıl devam edeceğiz?” sakince içinde su olmadığından şüphelendiğim matarasından içip cevap verdi. “Sessizce devam edeceğiz. Sessizce ama yeni ruhları göndererek tanrılarına. Grubun gittiği yol devasa bir salona açılır. Ejderhanın kabul odasına. Ve etraf da çok fazla mürit olacak.” Müritler. Okunan ilahiler. Tanrı diye bir ejderhaya mı tapıyordu bu yeşil derililer? Gerçi suskun, taştan heykellere tapanları da görmüştüm. En azından bunların tanrısı konuşuyordur. Dikite dayayıp sırtımı ayaklarımı hızlı kalkacak şekilde tutarak oturdum. “safiri nasıl alacağız.” Sessizlik için daha yakınlaştı cüce. Eğleniyor gibiydi. “merak etme yol arkadaşım yarım elfe zarar vermeyeceğiz. Bizi mağarama nakledecek fırsatçı bir kaçış büyüm var.” Merak mı ediyordum. İtiraz edecekken sustum. Kızın kusursuz ahengine zarar gelmesini istemediğimi fark ettim şaşırarak. Neden? Sadece bir engel o lanetimden uzak huzurlu zamanlar için.       
 
Bekledik ve dinlendik. Gözlerimi kapatıp anılarıma, içimde dengeyi sağlayan ilkel yanıma uzandım. Düşüncelerim yavaşça silikleşmeye başladı. Sessizce, palamı sağ elime hiçbir insanın dövmediği hançerimi sol elime aldım. Hissettim onları. Güvendiğim tek dostlarımın her bir kıvrımını, üzerlerine vurulan her çekiç darbesinin etkisini hissettim. İçlerindeki özü, büyüyü hissettim. Kanımda var olan ateşi akıttım silahlarıma. Kollarımın uzantısı, benim bir parçam gibi hissedene kadar ne varsa içimde süzdüm üzerlerine. Ve süzüldüm, grubun arkasından.
 
Kavisin arkasındaki ilk mürit basitti. Ses çıkartamadı hançerim boğazını sustururken. Sonraki iki tanesi de öyle. Ben yolu temizleyeyim diye sessizce düştüler arkamdan. Enseleri şaşırtıcı derecede yumuşak ve kemiksizdi yeşil derililerin. Ancak alt çenelerinden üste doğru çıkan çift dişleri sağlamdı. Keskindim artık, gözlerimde basit bir pus ve sadece ilkel bir yok etme içgüdüsü. Düşen her bedende daha çok acıkan bir ruh emiciydim. Son nöbetçiden sonra salonun uç kenarının üstünde bir sütunun arkasındaydım basitçe. Ve ejderhayı gördüm. Onlarca metre yüksekteki kubbesi altında gözleri kapalı uzanmış bir dağ gibiydi. Ön pençeleri devasa kafasının altında, gövdesinin uzun boynundan sonrası salonun karanlık kısmında uzanmıştı. Etrafında koyu yeşil cübbeli onlarca şekil hafif sesli bir ilahiyi aynı anda ve tek bir ses gibi söylüyorlardı. Fark ettim ilahinin amacını. Büyüydü bu. Tanrılarını mutlu etmek için, parıldayan görkemli pulların koruduğu bedenine durmadan buz büyüsü yapan rahipler. Zekice diye düşündüm. Diğer canlılar donmadan ejderhaya keyif veren bir buz evi. Ve salonun sağ köşesinde onu gördüm. Korkutucu bir kusursuzluktu güzelliği. Acaba gülümsemesi nasıldır? Ejderha uyanırsa asla öğrenemeyeceğim bir soru daha işte. Arkalıksız, küçük bir tahtta oturmuştu. Kuyruklu yayı tahtın yanında, ok dolu sadağı açık olan ucu sağ omzunun üzerine gelecek biçimde arkasında asılı. Neden çıkarmazdı ki insan sadağını? Ya kullanmayı umuyorsa. Birden bizi beklediğini düşündüm. Bulunduğum yerin güvenli olduğuna inandıktan sonra yanıma gelen cüce; “plan basit. Buradan atlayarak yarım elfe doğru ilerleyeceksin. Tabi hızlı çalışman gerekecek aşağıdaki güruhu halletmek için. Hemen arkandan geleceğim. Kıza yaklaştığımızda elimdeki ipi atmam için önümden çekileceksin. İp safiri taşıyan bedene değdiği anda saracak onu. Sonra yanına gidip, bom. Gözümüzü mağaramda açacağız”  Dalga geçiyor olmalıydı. “Ölmek için daha iyi bir yok bulamadın mı cüce. Mesela direkt kendimizi bir volkanın içine atsak? Daha kısa sürer en azından”
 
“pazarlığın kendine düşen bölümünü yap. Bende benimkini. Ama hızlı ol. Hemen aşağımızdan daha içlere giden tünel içerdeki başka salonlara açılıyor. Ve emin ol, bu yeşil derililer çok hızlı ürerler. Birkaç yüz tanesi daha gelirse haklı çıkarsın” diyerek cübbesinden çıkarttığı garip görünüşlü, canlıymış gibi duran ipi sağ bileğini gevşekçe sarmaya başladı.
 
Pazarlık. Ne çabuk unutmuştum yüzlerce yıllık lanetimi. Ancak başka bir savaş mı bana huzur getirecekti. Unutmak için gireceğim başka kılıç oyunları mı? Kaç ceset bırakacaktım arkamda huzur adına. Silahlarıma kaydırdım benliğimi ve bıraktım kendimi boşluğa.
 
Ne olduğuna anlayana kadar ikisini yere sermiştim. Üçüncüsü uzun kargısıyla savunmaya geçti hızlıca. Palamla savunmasını bozup hançerimle hızlı bir kesik attım. İleriye doğru bir tam tur atarak kendi etrafımda önümdekileri kestim. Biliyordum seri hız dengesini bozacaktı önümdekilerin. Ve bozulmuş dengeyle bloklama yapamazlardı silahlarıma. Üzerime gelen bir kargının yönünü hançerimle değiştirip palamla çapraz kesme hareketini gönderdim kargının sahibine. Bir an için arkama bakabildiğimde şaşırtıcı bir hızla ilerlediğimiz fark ettim. Hemen dibimdeki cüce, kendini yormayacak küçük yıldırımlar ve alevden oklar gönderiyordu önümdekilerin ayaklarına. Kollarım ve yüzüm yeşil bir sıvıyla kayganlaşmıştı. Bütün bağırışlar arasında arkamızda kalan tünelden boru seslerini duydum. Yeni müritler geliyordu. “hızlı daha hızlı” diye bağırarak bir alev topu fırlattığını gördüm cücenin. Tanıdık ve metalik bir ses duydum geriden. Sonra bağırışlar. Merakımı bastırdım. Ve palamın balçağı ile zor durduğum bir hamleyi geri savuşturdum. Büyümle alevler kapladığım palamla savurma ve kesme hamlelerini hızlı bir ritimle tekrarlıyordum. Çaprazımdan hamle yapan yeşil deriliye bir ok saplandı. Başımı kaldırdım ve gördüm, üzerine doğrulmuş çift bıçaklı ok ucunu. Biraz önceki atışa bakılırsa kötüymüş yeteneği diye düşünürken sağ tarafa kaydırdım bedenimi. Gelen ok biraz önce bulunduğum yerdekini geriye fırlatırken. O mesafeden kaçırmışmıydı gerçekten.! Cücenin bağırdığını duydum. Şimdi, şimdi çekil önümden. Tekrar sola kaydım çifte savurma hamlesi ile. Ve ipin sinir bozucu tıslamasıyla acı dolu bir çığlık duydum. Cüce yanındaydı alev saçlının. Acıdan yüzü kasılmış bedeni tuttu cüce ve bana baktı. “Üzgünüm yarım insan. Bir defada sadece bir kişi. Yaşamaya çalış.” Bir patlama ve sis yayıldı etrafa. Cüce ve kız gitmişlerdi.  Ve ejderhanın kükremesini duydum, sesin şiddetinden tüm salondakilerin yere yapıştığı anda….
 
Kendimi yerden kaldırmaya çalışırken beynimin içinde bir ses duydum. Tanıdık ama kadim bir lisanda… “sadece başını kaldır ve önümde diz çök” dedi.  bakmamı sağlayan cüceye küfretmekle meşgul olmamdı sanırım. Baktım. Muhteşem ama korkutucu yüzüne ejderhanın. Zihnimdeydi, anılarımdaydı, benim bile giremediğim karanlıklarındaydı sanki. Ve ağzı oynamıyordu konuşurken. Tanrılar adına!! zihinlerle konuşuyordu. Aynı anda tüm zihinlerle. Birden bir girdabın içinde buldum kendimi. Etrafımda renklerin uçuştuğu, zerreciklere ayrıldığım bir girdap. Soğuk bir zemin hissettim.
 
Gözümü açtım. Her hücrem isyan ediyordu bana. Her uzvum başka bir yerde olmak istiyor gibiydi. Tepemde bir sandalyede oturuyordu hilekar cüce. “sanırım nakletme büyüm iyi gelmiyor sana, nihayet kendine geldin” dedi. Kalkıp üzerine saldırmayı düşünürken elindeki meçi bana doğrultarak devam etti. “sakin olmanı tavsiye ederim. Pazarlığın sana düşenini yerine getirdin. konuşmalıyız bence, sakin ve uzun bir konuşma yapmalıyız.”
 
Devasa kubbenin altındaki kadim salon büyüler ve patlamaların erittiği buz yüzünden oluşan su buharı ile dolmuştu. Buz ejderhası arkadaki tünellere doğru bakarak seslendi tüm müritlerinin duyacağı biçimde; “gel eski dostum önüme gel” tünellerden tek kolu yeşil derilerin kanından yeşile dönmüş kılıç olan bir savaştı çıktı salonun aydınlığına. Gözleri ejderhanınki ile kesişti. “Onu serbest bıraktın alev kıran. Neden izin verdin yarıminsanın gitmesine?” binlerce sesin ahengi gibi bir kahkaha duyuldu ejderhadan. “alev kıran… Çok uzun zamandır kimse böyle seslenmemişti bana. Sen neden takip edip müritlerimi katlettiysen o yüzden. Eski efendiydi o. Yansımasını gördüm kızıl gözlerin. O hatırlamasa da ve keyifli olacak aynı hataları yapmasını izlemek. Tanrı olmak bazen sıkıcı olabiliyor”  Normal hale gelen kolunu ovarak devam etti savaşçı. “hatırlayacak… bir dişi, kızıl safir ve bir cüce. Sıkıcı olmayacağı kesin senin için. Ama yanılıyorsun. Bu sefer yapmayacak o hataları”
“inancın eğlenceli. Ama yanılıyorsun. Kızı hatırladın mı? Safir taşıyıcısını.”   Hatırlamıştı. Görmüştü geçmişin karanlık gölgelerini. Sert dağ yollarının prensesi dedi içinden. her şeyin başlamasına sebep olan. Şüphelerini attı içinden. Ama ya yeniden yaşanırsa yazgı. “şimdi ne olacak?” dedi zemine otururken yavaşça.
 
Kadim yaratık boynunu hızla uzatıp buz saçan yüzünü yaklaştırdı kılıç kollunun uzun sarı saçlarını örten yüzüne. “sende biliyorsun, kardaki ayak izlerini takip ediyor o. Kendi izlerini…ve şimdi chakall armalı savaşçı. Konuşacağız seninle. Benim binicimken yaşattığın zaferlerin anısına”     
 
Gözlerini dikti ejderhanın gözlerine. Ve gülümsedi. “Umarım bu kolay ölen müritlerin şarap yapmayı biliyorlardır. Çok susadım çünkü” kahkahası tüm yeraltında çınladı alev kıranın. “kolay ölenmiş… herkes öyle sana göre”
Si vis pacem, para bellum...

Çevrimdışı rainmaker

  • *
  • 9
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kaçış Günlükleri
« Yanıtla #11 : 01 Mart 2014, 12:31:37 »
kaçış günlükleri VI

Sakinleşmiştim. Cücenin büyü kitapları ile dolu özel mağarasında dinliyordum. Kısık gözleri ve uzun sakalı saklıyordu tüm kurnazlığını. Sakince bir parça daha aldı nereden geldiğini hiçbir zaman anlamadığım sıcak somunundan.

“sözümde duracağım yarım insan. lanetini uzak tutacağım. Sonra ne yapacaksın. On yıl sonra, elli yıl sonra yüzyıl sonra…” sonra ne yapacaktım. Çiftçi olacak değildim. Ne yapmayacağımı sıralamaya başladım kendi çimde. Şaşırtıcı ama pek bir şey kalmıyordu geriye.

“aile mi kuracaksın, yeşil derililerden cariyeler mi yoksa bir insan eş mi bulacaksın. Çocuklar mı?”  
Birden lanetli takibimi özlemeye başladığımı fark ettim. Gülümserken kendime devam etti. “ Lanetin geri geldiğinde hepsinin ölümünü seyretmek için..” arkalıklı sandelyeme yaslandım rahatlamak için. “ejderhayı konuşarak öldürmeye çalışmadığına şaşırıyorum cüce. Elf şarabı içmedim ve hala sana kızgınım. Konuya gel.” Yavaşça gümüş sürahisinden su içmesini bekledim. Neyin peşindeydi bu kurnaz yine. “Sana bir önerim daha var. Kızıl gözlüyü bulup öldürmene yardım edeyim. Her şey sona erer böylece. Ve özgürlüğünü alırsın, sonsuz özgürlüğünü.”

Kahkaha atmaya başladım. Kızıl gözlüyü öldürmek mi? Aptal cüce. “bize neler yapabileceğini biliyormusun? Nelere hükmedebildiğini, gücünün sonsuzluğunu” aklımda büyük bir soru belirdi sakince. Ne çıkarı vardı ki güvenilmez arkadaşımın. “ ve senin çıkarın ne” alçak taburesinden kalktı yavaşça ve kitaplarının durduğu raflara yöneldi. Eline siyah deri kaplamalı parşömen yığınları üzerinde gezdirdi. “kitaplar dostum. Tüm dünyaların kaosundan yaratılmış muhteşem büyüler. Onları istiyorum...”   kitap mı? Buna inanmamı mı bekliyordu. “Hilekarlıklarından biri daha mı cüce? Kızıl gözlü o. tanrılara meydan okudu, onlar bile çekiniyor ondan. kendini tanrıya dönüştüreni öldürmekten mi bahsediyorsun sen. Onu yorma cüce ve git kendini bir volkandan içeri at.”

Sakalının titrediğini gördüm bir an. Hırstan mı öfkeden mi anlayamadığım hızlı ve kesin bir titreme. Kendini kontrol altına alınca konuşmaya başladı tekrar. “hala ölümlü O. ne için istediğim seni neden ilgilendirsin ki. Yardım öneriyorum pazarlığın bana düşen bölümü için. Ve inan yarım insan, yapılabilir.”

“Nasıl” lanet merakım. Biliyordum sadece bir kelime mühürleyecekti yine yazgımı. Gerçekten bilmek istiyormuydum cevabı. Tüm o uzun yıllar avlanmama sebep olan, kanımın dökülmesinden zevk alan, sahip olduğum her şeyi yok eden ustamın ölmesini istiyormuydum. Evet. İntikam fısıltıları yanıyordu damarlarımda.

Karşıma oturdu sakallı dostum. Elinde zamanın soluklaştırdığı, örümcek diliyle yazılmış parşömenleri önüme itti. “kızıl safir hakkında ne biliyorsun?”

Başlamıştık…
Si vis pacem, para bellum...

Çevrimdışı rainmaker

  • *
  • 9
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kaçış Günlükleri I
« Yanıtla #12 : 02 Mart 2014, 15:15:55 »
kaçış günlükleri VII

Şaşırdım. Okuyabiliyordum örümcek dili ile işlenmiş el yazmalarını. Nasıl?  Sadece iblislerin ve karanlığa tapanların diliydi bu. Ama okuyabiliyordum adı belirtilmeyen yazmanın karanlık fısıltılarını;
 
“ sadece öz vardı zamanın başında. Ve kaos zamanında yaşayan ben o özü parçalamayı başardım” 
 
Sonrası çalışmalarını anlatıyordu yazmanın. Hemen her türlü ırk üzerinde yaptığı acımasız, dehşet verici deneylerini. Bütün enerjim tükenmiş gibiydi okumayı bitirdiğimde. Bana merakla bakan cüceye döndüm. “nedir bu ve safirle ne ilgisi var?” cevap vermeden bana bakmayı sürdürdü. “nasıl hissediyorsun?” nasıl mı hissediyordum. Hissetmiyordum ki. “içindeki tüm su çekilmiş aptal bir meyve gibiyim”… Masanın etrafında yürüyerek mırıldanmaya başladı cüce. Sadece hımım, ilginç, acaba, yoksa olamaz sözcüklerini duyabiliyordum homurdanmaları arasından. Şanslısın cüce hançerimi kavrayacak gücüm olmadığı için diye düşündüm. Yavaşça geri geliyordu yaşam. Birden durdu; “ bu dil okuyanın yaşam gücünden beslenir. Parşömenin dayanıklılığı artar aldığı her enerjiden. Ve sen tamamını okudun neredeyse.” Demek o yüzdendi. Uyarmadan önüme atmıştı parşömenleri. Listemdesin artık uzun sakallı. “Kızıl gözlünün beni neye dönüştürdüğünü bilmiyorum hala. Ve büyüsünün neler yaptığını bana. Ne anlama geliyor bu yazılar?” bezgin bir ifadeyle bana baktı. “okuyabiliyor ama anlayamıyor. Neyse bu kadarı da yeterli. Bence “O” da başardı özü bölmeyi. Hatta kendi özünü bölmeyi de. Ve tahmin et kızıl safir in içinde ne var?”…
 
Gerildiğimi fark ettim. Haklı olabilirdi. Ama neden gerildim. Haklıysa safiri yok edip bitirirdik bütün bunları. Safiri yok etmek. Anladım neden gerildiğimi. Safir taşıyıcısı. Onu yok etmek mi. Yapabilir miydim yada izin verirmiydim cüceye. “korkmana gerek yok dayanıklı arkadaşım” dedi. “Yarı elfe zarar vermeyeceğiz… henüz” aklımı mı okuyordu bu sakallı. Yoksa düşündükleri yüzüne yansıyan zayıflara mı dönmüştüm. Çok fazla soru… “diyelim ki haklısın ufaklık. Şimdi ne yapıyoruz” öfkeyle bana döndü. Vayy.. Ufaklık demek kızdırıyordu bizimkini. Not ettim bunu eğlenmek için. “ne mi yapıyoruz yarım. En kolay bölümdeyiz, gidip bir kadını kandıracağız.” En kolay mı? Kolayı buysa ilk defa ürktüm önümüzdeki günlerden. “nasıl?”
 
Eline bir meşale alarak yürümeye başladı bir yandan söylenirken. “yüzlerce yıl yaşayıp kadınlar hakkında hiçbir şey öğrenmemeyi nasıl başardın sen. Dürüstlükle dostum sadece dürüst bir gerçeklerle.”  Buz inini özlemeye başladığımı fark ettim o anda. 
 
Mağaralar zincirinin daha altlarına nakletmişti yarım elfi. Kapısı içerisini görecek küçük pencerelerle dolu, sağlam ama rahat bir odaydı baktığım. Bir yatak, cinsini bilmediğim bir ağaçtan masa, çeşitli meyve ve peynirlerden oluşan yiyecekler, elf işi zarif sürahide şarap, su, ince işlenmiş ama soğuğa dayanıklı kadın giysileri sunulmuştu taşıyıcıya. Kapının önünde durdurup cüceyi; “Giysileri nereden buldun. Sık sık misafirin geliyor gibi gözükmüyorsun. Gelseler de sana göre biraz uzun değimli bunların sahibi” dedim. Sırıtarak karnıma sıkı bir yumruk geçirdi uzun sakallı. “Unutma yarı insan. Sizin sakalsız ve çirkin kadınlarınıza dokunmaktansa ejderhayı öpmeyi tercih ederim.” Sakal mı? Sakalları mı vardı cüce kadınlarının. Bende yarım insan olduğuma üzülürdüm.
 
İçeri girdik sakince. Ayaktaydı. İnce bedeni gerilmiş bir yay gibiydi. Ve gözleri. Korku yoktu gözlerinde. İnce, koyu renkli bir boyunluk gizlemişti safirin bulunduğu yerin beyazlığını. Ve deri bir bantla arkaya topladığı saçları gizlemiyordu elf yanını ortaya çıkartan hafif sivri kulaklarını. Gurur duyuyor gibiydi her iki kanından. İkimize birden bakarak; “bittimi incelemen ucube ve neden buradayım cüce” sesi ne tizdi nede sert. Sözcükler akıyor gibiydi. Ne demişti bu. Ucube… “bir insan erkeğinin zorla sahip olduğu bir elf kadının çocuğu için ilginç kelime seçimlerin var. Bil ki bu ucube hayvani dürtüler sonucu değil aklının alamayacağı büyüler sonucu yaratıldı” ince üst dudağını öfkeden ısırdığını gördüm. Tam isabet…   
 
“Masaya gelinde konuşalım.” Mağara odacığının tam ortasında duran masaya rahatça kurulmuş sakince kadehlere şarap dolduran cüceydi konuşan. Sakince geçtim yanına. Ama taşıyıcı hala bozmamıştı duruşunu. “Ucubeler ve ufaklıklarla oturmam ben” ufaklık ha. Sevebilirim bu tarzı diye düşünürken gülümsemesini bozmamaya çalışan hazırcevap cüce “yeşil derili aptallar ve ejderha ile yaşayan biri için iddialı sözlerin. Gel ve otur. Bir teklifim var sana.” Teklif, şarap ve pazarlık. Tanıdık gelmişti birden. Yavaş ama akıcı bir şekilde karşımızdaki masaya oturdu. Cücenin önüne ittiği kadehi tutunca gördüm ince bileğinin üzerindeki yanık izini. Onu yakalamak için kullandığımız büyülü ip. Büyü neden yaksın ki bir yarım elfin tenini. Tabi üzerindeki büyü karanlık gölge büyüsü değilse. Uzun sakallı giderek daha ilginç olmaya başlıyordu.
 
Sessizce masanın üzerindekilerin tadına bakmaya başladık. Kadehler azalınca hemen dolduruyordu ev sahibimiz. Taşıyıcı benim tersime çok az içiyordu. Ufak yudumlar sadece. Pazarlığın kokusunu almıştı insan tarafı. Benden akıllı bir yarım elf.
 
Gürültülü biçimde boşalmış tabağını önünden iterek “şimdi yanımdaki dostum sana öyküsünü anlatacak. Sonrasında da sen bize kızıl safirin nasıl derine işlendiğini ve safirle ilgili bildiğin her şeyi anlatacaksın. Ve en sonunda bende sana bir teklif sunacağım. Kabul etmezsen gitmekte özgürsün!” buna ben bile şaşırmıştım. Ne diye anlatacaktım. Ve neden gidebiliyordu. Tehlikeli bir kumardı oynadığımız. Cücenin sertçe dirseklemesinden mi başka şansımız olmamasından mı bilmiyorum, anlatmaya başladım. Ve anlattıkça ruhumun altında ezildiği ağırlığın hafiflediğini hissettim. Ve daha çok anlattım. Topraklarımı, kabilemi, kadim kalıntılar arasında bulduğum çalışma odasını, kızıl gözlünün çırağı olmamı, onun için yaptıklarımı ve beni bölen son büyüyü.   Ve durdum. Lanetim de durdum. “devam et” dedi vurgusu olmayan akıcı sesi ile. Ve gözlerim başka bir zamanı seyrederken başladım.
 
“son büyüyü yaptığında ustam, kendimi gölgeler dünyasında gördüm. Bendim, karşımdaki de bendim, yanımdaki de. Ama yüzlerimiz aynı değildi. Bazıları sadece huzur ve mutluluk bahşediyordu etrafına bazılarıysa kan ve korku, bazıları asil gibi duruyordu bazıları kibirli, bazıları yeni doğmuş bir insan bebeği kadar masum görünüyordu bazıları iblislerin kendisi gibi. Sonra acı geldi, bedenimin her zerresini kavuran, eriten sonsuzmuş gibi gelen bir acı. Her damarım ayrı ayrı sökülüyordu sanki. Ne kadar sürdüğünü hatırlamıyorum. Bayılmışım. Kendime geldiğimde yere çizdiğimiz altıgenin ortasındaydım. Bütün laboratuarı alevler alazlamıştı.  Kendimi farklı hissediyordum. Derimi fark ettim, gördüğünüz çok çabuk iyileşen bu açık safran rengi derimi.  Sonra onu gördüm.  Yerdeydi. Albino renginden fışkırıyordu boynunun tamamını saran parlak pullar. Gözünü açtı. Kızıldı. Bütün göz etrafı kızıldı ama göz bebekleri benim gibiydi. Deniz yeşili… Günlerce koştum. Hissediyordum onu. Peşimdeydi. Yıllarca kaçtım. Kaçarken bedenimdeki değişimleri öğrendim, içimdeki büyü gücünü hissettim. Ustamın bana öğrettiği teknikleri kullanmaya başladım. Paralı askerlik yaptım, Sırf kendimi güçlendirmek için tehlikeli hazine avlarına katıldım. Ama kurtulamadım peşimde olduğu duygusundan. Ve sadece bir defa, liman kıyısında bulunan bir kasabada gerekenden fazla kaldım. Bazı geceler benim geçtiğim kasabalara girdiğini, zevk için insanların derisini yüzdüğünü, elflerin kulaklarına damgalar yaptığını, hayvanları çıplak elleri ile boğduğunu, evleri yaktığını, canlı olan her şeyi yavaşça öldürdüğünü, insan kanı içtiği görüyordum kabuslarımda. Ve fazla kaldığım kasabada öğrendim gördüklerimin kabus değil gerçek olduğunu. O yaparken bende yaşıyorum onunla., onun gözleri ile bakıyorum bazen, onun elleri ile dokunuyorum. Aldığı zevki hissediyorum. Deliliğini, gücünü, kendinden geçmesini hissediyorum. O oluyorum sanki. Öğrendim; sadece benim kendi lanetim”
 
Sustum. Her şey sustu. Ne kadar sürdüğünü bilmiyorum sessizliğin. Yüzüne baktım. Gülümsedi. Bana, bir ucubeye gülümsedi. Neydi peki gözlerindeki; şefkat mi?
 
Ve başladı öyküsünü anlatmaya…
Si vis pacem, para bellum...

Çevrimdışı rainmaker

  • *
  • 9
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Kaçış Günlükleri VIII Safir Taşıyıcısı
« Yanıtla #13 : 02 Mart 2014, 15:25:00 »
SAFİR TAŞIYICISI I

Yüksek arkalıklı ahşap sandalyesine yaslandı. Elleri önünde duran kadehi sardı. Masada bir noktaya bakmaya başladı. Ne gördüğünü tanrılar bilir. Geçmiş mi? belki. Bekledik. Ben ve cüce sadece bekledik. Meşalelerin gölgeleri arttırdığı bir saatte sesi fısıltı halinde akmaya başladı.       
 
“Doğumum pek çok insanın düşündüğünün aksine yağma veya tecavüz eseri olmadı. Babam yüzlerce yıl ömür hediye edilen bir elf di. Annemse şifacılık yapan ve ömürleri sadece bir anlık alev parlaması kadar süren bir insan. Nerede, nasıl karşılaştıkları ve yaşadıkları maceralar bambaşka bir öykü. Ama aralarındaki sevgi birbirlerini erken kaybedecek olmalarının hüznünü aşıp babamın klanından izin alıp doğduğum sahil kasabasına yerleşmesine neden olacak kadar büyüktü. O zamanlarda ırkları birbirinden ayıran, genç tanrıların bile nedenini unuttuğu karşılıklı nefretin başlangıcı; Tanrılar Savaşı yaşanmamıştı.”
 
Doğduğum kasaba güzel ve huzur doluydu. Sabahları güneşin doğuşuna eşlik eden martıların sesini, havanın taşıdığı deniz kokusunu, av iyi geçmişse balıkçıların neşe içinde karşılandığı limanı ve kasabanın arkasında yer alan kadim dağlardan gelen bahar esintisini, elf kadınlarının ormandan topladığı meyvelerin, erkeklerinin çıktığı uzun avların taze etlerinin, insanların yakaladığı balıkların, demirci ustası cücelerin körüklerde yaptığı süslerin ve ok başlarının sergilendiği Pazaryerini hatırlıyorum. 
 
Kasabanın dağlara bakan kıyısında, birbirine bağlı üç kulübenin hilal biçiminde dizili olduğu evimizde doğmuşum. Babam doğduğum gece gökyüzünden bir yıldız kaydığını söylerdi. Bu yüzden yazgımda büyük bir şeylerin parçası olacağımın yazıldığına inanırdı. Ben de inanmıştım. Annemin şifalı merhem ve karışımlarını yaptığı uç odanın loş karanlığını ve babamın porsuk ve akağaçlarını zarif yaylara çevirdiği imalathanesinin tutkal, deri ve ağaç kokuları ile büyüdüm. Birkaç ağacı berbat etmemden sonra babam yay yapmak için değil sadece kullanma yeteneğim olduğuna karar vermişti.”
 
Gülümsediğini gördüm. Çocukluk zamanı. Acaba kaç yıl sürer bir yarımelfin çocukluğu? Ve hiç duymadığım tanrılar savaşı ne zamandı? Yıllardır sıkıcı parşömenleri sadece satmak için ele geçirip içindekine bakmayan benden ne beklenebilirdi ki. Kadehinden ufak bir yudum alıp devam etti anlatmaya.
 
“İlk okçuluk eğitimimi babamdan aldım. Doğal yeteneğim olduğunu düşündüğüm yatkınlığımla ilk kibrimle tanıştım. Kasabada yapılan müsabakalarını kazanmak, eğlence olsun diye meyveleri ağaçlardan yayla düşürmek ve kasaba halkının şaşkın alkışlarını almak çok keyifliydi. Nasıl olsa büyük olaylar işlenmişti yazgıma. Çocukluktan çıkma törenlerimin yaklaştığı zamanlarda elf haberciler belirdi kasabamızda. Annemin üzgün babamın kızgın olduğunu hatırlıyorum. Ve evimizde yaptıkları fısıltılı konuşmaları. Klanının sözcüsü babamı çağırmıştı. Ve bilmiyorduk o zaman tüm klanların kendi üyelerini topladıklarını. Ve elf savaş tanrıçasının kılıcını kınından çıkardığını. Babam ve tüm elfler çağrıya uydu. Ve annem orta yaşlarını bitirmeye başladığı zaman korkunç haberleri almaya başladık. Babamın klan sözcüsü tanrıçanın gölgesinde yapılan mecliste tüm klanların sözcülüğünü talep etmişti. Ve bölünen elfler tarihlerinde ilk defa birbirlerine karşı silaha ve büyüye sarılmışlardı. Hala ağıtlarında yer alır kardeşkanı dökülmesi.
 
Şimdide klan savaşı, kardeşkanı. Ne sanıyor bunlar beni? Zamanını tozlu raflar ve parşömenler arasında geçiren sıkıcı bir ihtiyar mı? Birde anlatılanlara bilmişçe sakalını çekerek onay veren düzenbaz cüce. Eski efendimin yanında olmayı tercih edeceğim neredeyse. 
 
Birden cücenin gerildiğini fark ettim. Taşıyıcının kızıla çalan kahverengi saçlarına, aynı anda hem ince hem de ışıltılı bir kırmızılıkla dolgun olabilen dudaklarına, pek çok ton barındıran gözlerine, ezgili bir fısıltı gibi gelen sesine odaklanmaya çalıştım.  Ama görebildiğim beyaz boynundan hafifçe parlamaya başlayan safirin renk oyunlarıydı sadece.
 
“….kasabanın arkasından yükselen yeşil dağ sırasının arkasında tek bir yüksek zirve dururdu. İnsan gözlerinin sadece açık gün ışığında görebildiği, kadim, taştan dikitlerin olduğu karlı zirve. Soğuk kış gecelerinde ortak salonda hakkında hikayeler anlatılan, perilerce korunduğu ve gitmeye kalkanın delirdiği söylenen dikitler. Annemin gitmemi yasakladığı tek yer. Gençtim, kibirli ve tüm doğruları kendimin bildiğini düşünecek kadar tecrübesizdim. Anneme karşı gelmenin, geri geldiğinde babamın benimle gururlanacağı hayalinin cazibesi baş döndürücüydü. Rüyalarımda, zirveyi ve bir elin parmakları gibi sıralanmış beş dikiti görüyordum. Ve bir sabah ava gideceğimi söyleyerek tek başıma yola çıktım. Elf kanının bana verdiği hız, soğuğu hissetmeme ve uzun görüş yeteneklerimi ilk defa sınıyordum. Olaysız geçen birkaç gün içerisinde zirvedeydim. Çocuk masalları anlatan ihtiyarlara gülüyordum. Nefes kesici bir manzaradan kasabama, doğduğum eve, yüzmeyi sevdiğim denizime ve avlandığım ormanıma bakıyordum. Rüzgar taş parmaklar arasından kendine has ve devamlı tekrarlanan bir ezgi mırıldanıyordu kulaklarıma. Sonra sesin dokusunda bir farklılık hissettim. Bir anlık. Taşların birbirine çarpması gibi tok ve hafif bir farklılık. Yayımda demir uçlu okum, hafifçe dikitlerin içine girdim. Dikitler… Tam bir çember yapmadan kasabaya bakan bölümünde elin dış ayası gibi bir boşluğun olduğu, zemini tanımadığım beyaz bir taştan örülmüş ve metrelerce yükseklikte devasa yapılardı. Boşluktan içeri girdim. Ses ortada yer alan en büyük dikitten gelmişti. Temkinlice yanına gittim. Normal gözlere taşın damarları gibi gözükecek çizgiler arasında tanımadığım silik rünlerin hatlarını oluşturduğu bir kapı gibiydi. Ve ilk defa orada duydum adını. Nazik ve içten bir ses fısıldıyordu sanki; Amrasalcarin….  Babamdan öğrendiğim vurgulara dikkat ederek tekrar ettim. Amra zal karin. Taşın damarları hafifçe ışıldayarak bir geçit açtı.”
 
Sessizlik. Elleri kadehi sıkmaktan buz rengine bürünmüş bedeni kendini sıkmaktan seğirmeye başlamıştı. Cücenin anlamadığım bir dilde mırıldandığını duydum. Gözlerini kapatmış, aralıksız birbirini takip eden ve yapışkanmış gibi bir his uyandıran bir dilde mırıldanıyor, sağ el parmakları havada bir desen dokuyordu. Sesini aniden yükseltti ve dokuduğu büyüsünü yarımelfe doğru fırlattı. Sandalyeden fırlarken çektiğim hançerimi cücenin kalın boynuna dayadım. Şaşkın gözleri hançerimin parıltısına kilitlenmişti.  “sakin, sakin ol evlat” diyerek küçük nasırlı parmaklarını hançerin ucuna yasladı. “kalın kafanı çevirip bakarsan O nu kurtardığımı görürsün.” prensesin bedenindeki seğirmelerin geçtiğini, ellerinin renklendiğini gördüm. Ama transta gibiydi, boşluğa bakıyor ve anlatmaya devam ediyordu. Tereddüt etsem de hançerimi yavaşça geri çektim ve kılıfına koymadan sordum. “neydi o yaptığın?” cüce bir yandan elleri ile kısa boynunu ovalarken cevap verdi. “aptal aptal hayallere dalacağına kıza gerçekten baksaydın konuşurken safirin tepki verdiğini anlardın. Sanki o da kızla beraber hatırlıyor gibi. Geçici bir rahatlama sağladım sadece. Önce beynin sonra çeliğin yarım. Sende ilkinden pek kalmamış olduğu için affediyorum bu seferlik. Şimdi otur ve sus.” Dediğini yaptım. Ne oluyordu bana. Neden korumuştum yarımelfi. Ve neden şaşırmamıştı cüce…
 
“ geçidi aştım. Sanki düşüyor gibi bir histi. Kısa bir koridoru geçip geniş bir odaya girdim. Girişin iki yanında cübbeli birer insan duruyordu. Beyaz cübbelerinin kol yenlerine ve yere sürten eteklerine kapıda gördüğüme benzer siyah rünler işlenmişti. Cübbelerinin başlıkları kapalı ve kalpleri üzerinde renksiz tek bir göz işlenmişti. Biri yerinden kıpırdamadan iki elini de bana doğru uzattı. Hiç konuşulmasa da yayım ve ince avcı bıçağımı istediğini anladım. Garipti ama korku hissetmiyordum. Silahlarımı teslim edince ellerini davetkar biçimde salona doğru uzattılar. Penceresiz, yüksek kubbeli, yuvarlak bir salondaydım. Duvarlarda çeşitli halıların asılı olduğu meşalelerin ve şöminenin aydınlattığı geniş sıcak bir salon. Rahip olduklarına karar verdiğim başka bir beyaz cübbeli yanıma gelerek eli ile onu takip etmemi istedi. Salonun aşınca benzer salonlara bağlanan uzun koridoru geçmeye başladık. Diğer salonlarda aynı şekilde giyinmiş onlarca kişi vardı. Bir kısmı bir salonda parşömenlere sessizce yazıyor, bir kısmı binlerce olduğunu düşündüğüm yazıtların konduğu rafları temizliyor, bir kısmı kalın ciltli kitaplara dalmış okuyorlardı. Etraf da sadece tüy kalemlerin kağıda akarken çıkardığı sürtünme sesi ve yumuşak deri sandaletlerin çıkarttığı belirsiz ritim dışında hiçbir ses duymuyordum. Bilgeliğe adanmış sessiz bir huzur hissi şöminelerden gelen sıcaklık gibi kaplıyordu her yanı. Yeşile çalan uzun tuniğim, kahverengi deri çizmelerim, çeşitli malzemelerin takılı olduğu çizmelerimle aynı renk geniş kemerim ve gümüş bilekliklerimle kendimi var olan ahengi bozacak kadar kaba ve çirkin hissettim. Koridorun sonunda aşağıdan yukarı doğru sarmallar çizen kızıl ve siyah damarlı beyaz mermerden bir merdivene geldik. Rahip yürürken önünde saygı ile birleştirdiği ellerini açarak merdiveni işaret etti. Ve hafif öne eğilmiş, elleri birleşik durumda beklemeye başladı. Merdivenler anlamsız biçimde inanılmaz davetkar görünüyordu. Sarmal merdivenlerin sadece tek tarafında var olan ve halen çam kokusunu üzerinde taşıyan trabzana tutunarak çıkmaya başladım. Ne merdivenler de ne duvarlarda nede trabzanlar da ekleme yerleri veya zanaatkarların imzası gibi olan hafif keski izleri yoktu.  Sanki hepsi yekpareymiş gibi doğal ve canlıymışçasına ışıltılıydı. Merdivenlerin bitiminde iki rahip daha duruyordu. Bu seferkilerin siyah cübbelerinin kol ve eteklerindeki rünler beyaz ve kalplerinin üzerinde bana bakıyormuş gibi hissettiren parlayan tek bir göz ise kızıldı. İki rahip de önünde durdukları çift kanatlı, kalın meşeden yapılmış ama cilalanmamış bir kapının kanatlarını açarak diğer elleri ile içeriyi gösterdiler. Derin bir nefes alıp merakla içeri adım attım.   
 
Oda, kasabamın ortak evinden daha büyük ve salonlar gibi daire biçimindeydi.  Girişin tam karşısında tek parça gece kadar kara bir masa, masanın üzerinde yazı takımı ve çeşitli derilerden işlenmiş sayfaları olan kitaplar duruyordu. Masanın arkasında büyük arkalıklı ve kenarlıklı sade bir koltuk duruyordu. Duvarlara simetrik aralıklarla ışık veren ama is çıkarmayan meşaleler yerleştirilmiş, meşalelerin arasında ise farklı varlıkların ve daha önce duymadığım olayların işlendiği renkli goblenler asılmıştı. Goblenlerin en solundakine üzerinde binicileri bulunan yedi farklı ejderhanın süzülüşü, yanındakinde bizim barbar kabilelerin gibi giyinmiş sarışın, uzun saçlı kadın ve erkeklerin gökyüzünde bulutlar arasından bir adamdan altın bir çekiç almaları tasvir ediliyordu. Bir sonrakinde farklı renkli güller, orkideler ve sümbüllerle bezenmiş bir bahçede lir çalan kanatlı küçük kızların baştan aşağı parlak zırhlı bir adama mücevherlerle süslü bir kılıç vermesi, hemen yanındakinde çöllerin ortasında yükselen piramitlerin etrafında toplanmış beyaz giysili insanların diz çökmesi, diğerinde uzun, siyah pullarla kaplı, uzun dişli yaratıkların gökyüzünde uçan birçok gemilere bindiği, masanın tam karşısında girdiğim kapının üzerinde bulunan en sonuncusun da benim gibi bir yarı elfe benzeyen bir kadına sarılmış kırmızı cübbeli bir adam ve adamın baktığı yönde çatallı bir mızrak taşıyan kuyruklu korkunç bir canavarın gülümsediği farklı “an” lar tasvir edilmişti. Goblenlere dalmış bakarken arkamda havanın büzülmesi gibi bir akım hissettim. “beğendin mi?” diye sordu ne genç ne yaşlı, ne zayıf nede çok güçlü, ne neşeli nede öfkeli olan bir ses. Ağır hareketlerle masaya doğru döndüğümde onu gördüm.
 
Geniş arkalıklı koltuktaydı. Arkasını yaslanmış masanın üzerinde birleştirdiği ellerinde taşlı bir yüzük takılıydı. Siyah cübbesinin başlığı etrafına gümüşle işlenmiş rünler soğuk bir ışık yayıyor ve gözlerini saklıyordu. Bedeninden hem güven veren bir ısı hem de her an saldıracak bir tehlike hissi yayılıyordu. Yüzünü göremesem de omuzlarından dökülen sarı saçları ve soluk teni ürkütücüydü. “Bir soru sordum” dedi. “Çok farklılar” kelimeleri döküldü kendiliğinden. “onların hepsi paralel evrenlerde yaşanılan hayatlara ait diyerek karşısında duran sandalyeyi işaret etti. Aklımı toplayamaz halde karşısına oturdum. Üzerinden yayılan kudreti tüm hücrelerimde hissediyordum. Yüzünü bana çevirdi ve yavaşça başlığını çıkarttı. Gözleri kor ateş kızılıydı. Bağırmamak için kendimi zor tutarken yüzünü gördüm. Gülümsemesi hüzün yüklüydü sanki. Gözlerimin içine baktığında tüm ruhumu okuduğunu hissettim. Bir parçam çığlık atarak kaçmak bir parçam ona sarılıp sonsuza kadar öyle kalmak isterken “çok uzun zamandır seni bekliyordum” dediğini duydum. Ve karanlık tüm odayı sardı.
Si vis pacem, para bellum...

Çevrimdışı Quid Rides

  • **
  • 399
  • Rom: 17
  • #800000
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kaçış Günlükleri I
« Yanıtla #14 : 05 Mart 2014, 08:05:34 »
Hikayeyi okurken, özellikle son bölümlerde, kimin ne yaptığını anlamakta olayları kafamda canlandırmakta çok zorlandım. Hele son iki bölümde kim ne yapıyor, nerelere gidiyor, anlatan kim bazı yerlerde kaybediyorum. İlk başta (son bölümde) hikayeyi anlatanın dişi yarıelf olduğunu düşündüm meğer bizim yarım elfmiş. En azından ben öyle anladım. Birde ejderhayla konuşan bir arkadaş varya heh ben o arkadaşla ejderhanın konuşmasını çözemedim.

 Bunların dışında hikaye oldukça güzel bir şekilde devam ediyor merak uyandırıcı. Yalnız bu tanrılar savaşı Unutulmuş Diyarlardakini anımsattı bana. :D

İlk bölümleri yayınladıktan sonra içinde benimde bulunduğum bir grup tarafından bunları manzum hikaye tarzında yapsan anlamak daha kolay olur diye bir öneri yapılmıştı. Haddim olmadan ilk bölümü cümleleri değiştirmeden sadece belli yerlerden bölerek tekrar düzenledim. Beğenir misiniz bilmem ama hikayenizin bu şekilde daha iyi anlaşılabileceğini düşünüyorum. Eğer uygun görürseniz sadece bazı yerlerde tarafınızdan düzeltilmesi/değiştirilmesi gereken yerlet var. :D

Spoiler: Göster
kadim zamanlardan kalma dağların,
savunması kolay vadisi ağırlıyor bu gece karanlığımı.
kar taneleri düşüyor günlerdir yüzüme.
ve buz kaplı zemine işleniyor ayak izlerim.
gökyüzü fırtınalar vaat etmiyor.
uzun yaşamımda ilk defa bu kadar ihtiyacım varken
güçlü fırtınalara, örtsün diye izlerimi.

gece de mahsur kalanlar hatırlar
sonsuz çölün fısıltılarını, bedeli asla unutmamak olsa da.
kumulların yer değiştirmesi değildir
yada başıboş çöl avcılarının yorgun ayak sesleri.
modern zamanların boğulduğu sanal ışıkların yokluğunda
kendini gösteren çıplak gökyüzüdür görülebilen.
sadece nefesimi duyabildiğim sessizliğe hükmeden
parlak yıldızların  ruhlardaki yansıtmasıdır duyulan…
 
ve kurtulduklarında geçmişin peşinde kendini bulamayan tarihçiler;
sadece çöl fısıltılarını anlatabilirler asla anlayamayacak torunlarına…
 
neden çöl zamanlarını hatırladığımı biliyorum
ne kadar inkar etsem de  buzdan vadimde.
o zamanlarda korunaklı vadiler aramazdı kavmim.
çölün çıplak düzlüğünde ve avcıların pençelerinde de olsa
hayat korunaklı kumullar aramazdık. bilirdik
kayıplar versek de devam edeceğimize
birlikte olmaya.
 
ya şimdi…
yüzlerden çok ırksal benzerliklerimizle var olduğum
kavimden kovulmuş olan ben tek girişli koyağım da
özlemle mi hatırlıyorum o zamanları.
yada bu yabancı buzlar vadisinde vadi kadar yabancı olması mı
gökyüzünün bunları düşünmeme sebep.
 
sert savaş melodisini duyuyorum daha önce karşılaşmadığım
kalın yeşil derili savaşçı kabilenin şamanının..
lanet hava örtmedi izlerimi.
dokunduğumda ısınıyorum büyüsü solmaya başlamış yayıma…
ve oluklu uzun hançerimi hissediyorum
sapını sol elimle kavrayabildiğim.
 
vadiden çıkmam gerek ne kadar korunaklı olsa da.
kaçışım yeniden başlıyor dünyanın diğer ırklarının topraklarında;
eski evimi bulana kadar…


(Paragraflarıda bitiştirmedim ki tuğla gibi olmasın)
http://turanmemre.wordpress.com/
Bana dönek demiş itin birisi
Açığım ne imiş sor hele hele