Yazarın Notu= Evet, devam etmeyeceğimi söylemiştim. Fakat gelen yorumlardan ve kendimle yaptığım hararetli tartışmadan sonra böyle bir konuya başlayıp da yarım bırakma hakkımın olmadığını fark ettim. Madem Kayıp Rıhtım konseptini bir şekilde kullanmayı düşündüm ve buna el attım, bu başlık benim keyfimi beklemek zorunda olmamalı. [*]+2 meşe ağacından yapılma sopayla ilgili de çekincelerim olmadı değil.[/*]
Aşağıda eğik yazı ile yazılmış bölümler bahsi geçen öykülerin içinden alınmıştır. Daha bir çok öyküyü koymak isterdim fakat ben yalnızca en çok bilinenleri koymayı uygun gördüm.

İskeleye attığı ilk adımdan itibaren önünü beyaz bir sisin kapladığını gördü. Çıplak ayakla bastığı tahtalar soğuk veya pürüzlü değildi, aksine sanki denizin değil bir alev çukurunun üzerine kurulmuş gibi sıcakcıktı. Her adımda gıcırdadı tahtalar, sise aldırmadan ilerlerken yavaş yavaş çevresindeki her şey gibi yıldızların ışığı da silindi. Sonunda rüzgarı hissedemez, attığı adımlardan emin olamaz duruma gelene kadar yavaşça yürümeye devam etti. Olduğu yerde durarak arkasına döndü ne kadar ilerlediğini görebilmek umuduyla. Fakat sis, yere baktığında ayaklarını dahi göremeyeceği kadar sarmalamıştı onu artık. Bembeyaz bir örtünün içinde, artık iskelenin koyu renkli tahtalarını bile göremez olmuştu. Bir süre bekledi sisin geçmesi için, fakat değişen bir şey olmadı ve sonunda devam etmek zorunda olduğunu düşünerek iskelenin devamı olduğunu düşündüğü bir yere doğru adımını attı. Ne var ki ayağını bastığı yer iskelenin sıcak tahtası olmadı.
Kısa bir an düşüyormuş gibi oldu, fakat ayakta durabildiğini fark etti. Ayağının altında basabileceği bir yer yoktu fakat düşmemişti. Havadaydı ve dengedeydi. Bir adım daha atmayı denedi düşmekten korkmadan. Ve düşmedi de, havada biraz daha ilerledi. Bir süre bu şekilde yürüdükten sonra çevresindeki beyaz örtünün açılmaya başladığını fark etti, etrafını berrak bir gökyüzü kapladı ve rüzgarın esintisini hissetti yeniden. Ayalarının altına baktı, tahmin ettiği gibi havada duruyordu hala. Fakat altındaki dünya sabit değildi, sanki o yukarıda tek başına beklerken aşağıdaki her şey hareket ediyor, bakış açısını değiştiriyordu. Sonunda, yer ona doğru yaklaştı ve çevreyi seçebileceği kadar yakınına geldi.
Sarp kayalıkların arasına kurulmuş büyük bir şehir gördü yeryüzünde. Şehrin dışına doğru geniş surları, ve öbür yanında büyükçe bir nehir vardı. Surların dışında ise beyaz noktalar seçiliyordu. Yer küre hareket etmeye devam edip oraya doğru yaklaştığında bunların çadır olduğunu fark etti. Ve çadırların çevresinde kahverengi derili, yüzleri deforme olmuş, üzerlerinde zırhlar ve ellerinde silahları ile binlerce yaratık vardı. Bu yaratıkları ilk kez gördüğüne emindi fakat onlara ne dendiğini bildiğini fark etti şaşkınlıkla. Bunlar orktu.
Daha yakına geldiğinde ise surların dışında binlerce zırhlı insanın toplanmış olduğunu gördü. Silahları hazır bir şekilde karşılıklı iki ordu, savaş için buradalardı.
Orkların kalın tok ses çıkaran borularından gelen sesler insanların fildişinden yapılma beyaz ve süslemeli savaş borazanlarına karıştı. Atlıların ve orkların ayaklarının gürültüsü yeri sarstı. Ortaya çıkan toz bulutu her iki tarafın da görüşünü engelliyordu ama iki tarafta hızlarını arttırarak birbirlerine doğru ilerlemeye devam ediyordu. Aniden arkasından gelen bir cisim fark ederek döndü ve
kuyruğu gökkuşağının o göz kamaştırıcı renklerine bürünmüş bembeyaz bir atın havada dört nala üzerine geldiğini gördü. Atın üzerinde kahverengi saçları rüzgarla havalanan ve parlayan zırhıyla göz kamaştıran bir şovalye vardı. Üzerine doğru gelen bu 'atlı'dan kaçmak için hamle yapmaya çalıştı, fakat at ona hiç aldırmadan yanından geçip gitmişti bile. Görünüşe göre kimse onu göremiyordu. Atlıyı gözleriyle takip etti, hızla iki ordunun arasına doğru inişe geçmişti.
Atlıyı gören ordular birden yavaşladılar ve şovalye iki ordunun tam ortasında yere inerek bir sancak dikti. İki ordu da savaş için koşmaya başlamamış gibi karşılıklı olarak durdu ve liderleri ortaya inmiş olan şovalyenin yanına geldiler.
Sanki tam olarak başlamak üzere olan bir savaşın ortasında değil de evde sandalyesinde oturmuş şömineye bakar gibi tek düze bir sesle konuştu Şovalye.
''Neden dengeyi bozuyorsunuz?'' * Ses sanki tüm gökyüzünde yankılandı. Bir anda rüzgar durdu, yer küre hızla yeniden dönmeye başladı ve beyaz sis hiçlikten ortaya çıkarak çevresini sardı yeniden. Şaşkın bir biçimde çevresine bakındı, her yer bembeyaz olmuştu gene. Fakat ayağının altında sanki bulutlar hareket ediyormuş gibi hissediyordu. Havadan bile hafif bir esinti vardı. Beklemeye karar verdi, yapabileceği başka bir şey de yoktu görünüşe bakılırsa. Fazla beklemesi de gerekmedi, bir süre sonra sis yeniden açılmaya başladı.
Bu kez bir odanın içindeydi. Geniş ve mum ışıklarıyla kısmen aydınlanmış bir odanın. Duvarlar çeşitli motif ve işlemelerle kaplanmıştı, pencereler süslü, perdelikler ihtişamlı ve odadaki her şey fazla gösterişliydi. Ortada bulunan ahşap çalışma masasının önünde oturan beyaz saçlı bir adam fark etti. Önündeki kağıtlara bir şeyler karalamakla meşguldu. Adamın üzerinde odanın atmosferiyle oldukça uyumlu olarak oldukça gösterişli bir kıyafet vardı. Ayrıca kıyafetin üzerinde haç sembolleri bulunduğunu da görmüştü. Adamın kim olduğu aklına fısıldandı bilinmeyen bir ses tarafından. Papa Innocentius.
Bir anda odanın öbür yanındaki kapı hafifçe açılarak içeriye siyahlara bürünmüş bir adam girdi.
Papa adama bakmaksızın konuşmaya başladı.
"Ah, eski dostum Alexander..." Bir yandan bir kağıda bir şeyler yazıyor ve mührünü basıyordu. "Ziyarete gelmen ne kadar ince bir davranış. Sana nasıl yardımcı olabilirim?"
Alexander masanın diğer tarafında durdu. "Innocentius... Dostlarım senin zamanının geçtiğini söylüyorlar. On bir sene yeterli."
Papanın kalemi durdu ve Alexander'a dik bir şekilde baktı. "Yoo bunu isteyemezler."
Alexander hızlı bir hamle ile Papa'nın arkasına geçti ve boynundan yakaladı. "Ne yaşlı ne güçlüsün Nosferatu köpeği. Yeterince izin verildi, bir haftan var. Sonra gidiyorsun."
"Ve yerime sen geleceksin öyle mi? Alexander?" sesinde kibir ve nefret vardı.
"Beni küçümseme. Buradaki işin bitti. Mezara yattıktan sonra seni alacaklar. Sen yaşamına devam edebilirsin ancak, Papalığın burada bitti. Khaibit soyu yeni hükümdürlar, en azından bir süreliğine."
Innocentius hiç bir şey demedi. Teslimini belli eden bir şekilde kafasını salladı sadece. Alexander bunun üzerine odadan çıktı ve ağır adımlarla sarayı terk etti. ** Korkudan donakalmıştı ve yüreği korku ile hızlı hızlı çarpıyordu. Daha önceki atlının onu görmediği gibi 'Alexander' ismindeki bu adam da görmemişti, fakat gene de onunla ilgili bir şeylerin çok farklı olduğunu fark etmişti ve bu farklılık onun yüreğini korku ile doldurmuştu. Adamın normalden hızlı adımlarla odadan ayrılışını da donmuş bir şekilde izledi ve kapı kapandığında çevresinin bir kez daha bulanıklaştığını fark etti. Buradan gittiği için seviniyordu, fakat içinde daha sonra olacakları merak ettiğini de hissetti. Kesinlikle ilginç bir yere gelmişti.
Bu kez etrafını kaplayan sis siyah oldu. Daha yoğun, daha katı. Fakat diğerlerinin aksine daha hızlı da dağıldı. Ve yeni durağına görmek için çevresine bakındı kalp atışlarını düzenledikten sonra.
Gene karanlık ve geniş bir odada buldu kendini sis açıldığında. Fakat buranın atmosferi oldukça farklıydı, keza içindekiler de öyle. Bir çeşit toplantı salonuna benzeyen soğuk mekanda bulunan tek insan kendisiydi. Öyle ki odanın içinde siyah derileri, sivri kulakları ve acımasız yüz ifadeleri ile korkunç yaratıklar bulunuyordu. İsimleri fısıldandı kulağına gene o bilmediği ses tarafından. 'Drow' Hepsinin yüz ifadesi taş gibi sertti ve görünüşe göre bir şeyi tartışıyorlardı. Dikkatini toplaması uzun sürmedi ve odada olan biteni anlamaya çalıştı.
Odanın ortasında diğerlerine göre daha küçük görünen bir drow bulunuyordu ve görünen o ki bütün dikkatler onun üzerinde toplanmıştı.
"Varlığınıza şahit olmak bir onur yücerahibeler!"
"Elinnya Keraunzaa, hakkında sakat bir kız olduğuna dair söylentiler geziniyor. Bunu bize kanıtlamalısın. Eğer yapamazsan sen ve ailen Lloth'un hiddetiyle titreyecek."
Elinnya anladığını belirten bir şekilde kafasını salladı. Ardından belindeki kuşağı çekip saçlarını topladı ki boynu ve yüzü açıkça görülsün diye. Kuşağın çıkmasıyla serbest kalan ve dökümlü bir hala elbisesini çıkardı acele etmeden. Çırılçıplak kalana kadar soyundu ve drow dişilerinin gözleri önünde hiçbir sakatlığı omayan genç bir beden kaldı. *** Odadaki drowlar hiddetle tartışmaya başladılar bundan sonra. Bir süre etrafına baktı bir şeyler anlayabilmek umuduyla, fakat bilmediği çok şey vardı. Öncesini ve devamını görebilmeyi dilediğinde etrafa yeniden siyah bir sis doldu ve görüşünü kapattı. Daha görülecek çok yer olduğunu hissedebiliyordu.
Bu kez çevresindeki karanlık atmosfer hızlıca dağıldı ve daha çabuk bir şekilde değişti sahne. Karanlık bir ormandaydı şimdi, yanı başında yorgun bir eşşeğin çekmeye çalıştığı bir at arabası bulunuyordu. Yükü dev bir sandık, sürücüsü kısa, kaslı ve sakat görünüşlü korkutucu bir tipti arabanın. Aracın diğer yanında ise bir ağaca yaslanmış olan uzun boylu bir adam fark etti.
Ağaçların kabuğu ile birdi entarisi. Başında bir başlık vardı ve ellerinde bordo sargılar sarılıydı. Küçük bir taşı sağ eli ile havaya atıp tutuyordu ve onu izliyordu. Uzun boylu bir adamdı. Giysisi gibi olan ağaca yaslanmış onun yanına gelmesini bekler gibi duruyordu. Sürücü arabadan indi ve
sarsak adımlar ile bozuk bedenini ağaca yaslanmış adamın yanına taşıdı.
''Uzun günler ve hoş geceler efendi.''
''Selam olsun. Evlat, sanırım kayboldum. Burası neresidir bilir misin?''
''Sanırım buraya Uyanış diyorlar efendi.'' Başlığını kaldırarak yüzünü açığa çıkardı. ''Ben, hmm, Estu! Buralardan değilim ama her yer gibi buraları da bilirim.''
''Ben Tengu, evimi ararım. Glond kasabasını bilir misin evlat?''
Estu denen adam dudak büktü. Düşünüyordu. Düşünürken bakışları arabaya kaydı. ''Ne taşıyorsun usta demirci?'' dedi ona merakla.
''Sadece bir demir parçası, onu satmak istedim ama alıcısı beğenmedi.''
''Ya? Görebilir miyim peki?'' **** Uzun boylu adam ve demirci arabanın yanına gittiler birlikte. Adının Tengu olduğunu söyleyen demirci yavaşça açtı sandığı. Estu denen adamın yüzündeki hayret görünce sandığın içinde ne olduğunu o da çok merak etti ve görmek için yanına gitmeye çalıştı ki, attığı ilk adımla birlikte yer titredi, ağaçlar üzerine eğilir gibi oldu. Daha ne olduğunu bile anlayamadan Estu ile demici gözünün önünden kayboldu ve çevre bir kez daha bulanıklaşıp tekrar netleşerek değişti. Fakat bu sefer tanıdık bir manzarayla karşılaştı sis dağıldığında. İlk adım attığı iskelenin tahtalarını hissetti yeniden çıplak ayaklarında, ve önü açıldığında iskelenin başlangıcına doğru dönmüş olduğu gördü. Tereddüt etti yürümeden önce, fakat rüzgarı yeniden hissetmeye başlayınca kuşkusu kalmadı. Geri dönmüştü.
''Erken döndün?'' dedi tanıdık bir ses. Arkasını dönüp baktığında şaşırmadı. Aynı ince adam önünde durmuş gülümsüyordu.
* =
Denge** =
Gölge*** =
Sakat Rahibe**** =
TenguYıllar sonra gelen edit: Bitmişti hikaye burada, evet. 