Kayıt Ol

Kimsenin Ölmediği Gün

Çevrimdışı duhan

  • **
  • 284
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Kimsenin Ölmediği Gün
« : 16 Ocak 2014, 17:13:58 »
Lokman 28 yaşında, gençliğinin baharını ve saçlarını tıp fakültesinde bırakmış  orta boylu, iyi huylu, kendi halinde bir doktordu.  Babası sanki geleceği görmüş gibi ona  Lokman ismini koymak istediğini söylediğinde annesi yüzünü ekşitse de ses çıkarmamıştı. Babasının tek hayaliydi tek oğlunun doktor olması. Ve dahi bunun için elinden gelen her şeyi de yapmıştı. Okulsa okul, dershaneyse dershane… Yememiş içmemiş fakülteyi bitirmesi için kendini harap etmişti.  Diplomasını görememişti ama Lokman  babasının yüzünü kara çıkarmamış  takılmadan fakülteyi bitirmişti.

Yaşadığı şehirde özel bir hastanede pratisyen hekim olarak iş bile bulmuştu.
Zor gelmişti ilk başlarda. Uzmanlığı olmadığı için genelde uzun ve yorucu nöbetlerle  geçiyordu mesleğinin ilk zamanları. Acil servis doktoru olmak ilk zamanlar fazlasıyla yormuştu onu. Gördüğü hastalar ya karnı ağrıyan insanlar ya da trafik kazasında kafası gözü patlamış, orası burası parçalanmış insanlar oluyordu. Etkilenmemesi imkansızdı, yapamayacağını düşünse de zamanla üstesinden gelmeyi başarıyordu. Her seferinde daha az etkileniyor, işine daha iyi konsantre olabiliyordu. Aslında onu en çok yoran hastadan çok kapının önünde bekleyen çaresiz ve korku dolu gözlerle ağzının içine bakan hasta yakınları oluyordu. Bazen tartaklandığı bile oluyordu ama empati kurabilen bir insandı ve bu doktorluğun cilvelerinden biriydi.

Yine uzun ve yorucu bir nöbetin sonuna gelmek üzereydi. Saat sabahın 6 sını biraz geçiyordu.  Yorgundu ve tek isteği eve gidip sıcak bir duş alıp yatağa gömülmekti.  Karnından gelen gurultular ona aç olduğunu haber verirken sabretmeye karar verdi.  Nöbeti devredeceği arkadaşı geldikten sonra rahat ve güzel bir kahvaltıyı duştan hemen sonrası için kafasına not etti. Ayak üstü atıştırmalarından hiç memnun değildi. Poğaça ve simitle beslenen bir varlık haline gelmişti ve o bundan hiç hoşnut değildi. Gözü kısa aralıklarla saate takılırken cebinde titreyen telefon dikkatini dağıttı.

Cebinden çıkardığı telefonun ekranına bakarken yüzü ekşidi. Muhtemelen kötü haber gelmek üzereydi. Bezgin bir ses tonuyla  cevapladı. Görüşme kısa sürdü ve tam beklediği gibi moral bozucu oldu. Nöbeti devralacak doktor arkadaşı onu 2 saat kadar idare etmesini istemişti.
 
“ İşi varmış peh !!! “

Telefonu cebine koyarken  kendi kendine konuşmaya devam etti ;

“ karısı gelecekmiş te, havaalanından onu alacakmış ta… sanki yolu bilmiyor karısı…”

Yapacak bir şey yoktu. Mesai arkadaşına kızgın olsa da onu idare edecekti. Duş ve kahvaltı rötar yapmıştı.
Sinirleri gerilince uzun zamandır sigara içmediğini fark etti. Nikotin canavarı fırsatı kaçırmamıştı. Telefona sarılıp çay ocağını aradı ve bir kahve istedi. Aç karnına kahve ve sigara içmek tarzı değildi ama vakit geçirmek ve beynini kemiren nikotin canavarını dizginlemek için bir seferlik  kendine izin verecekti. Sigarasını ve çakmağını kapıp odasından çıktı, yolunun üstündeki çay ocağından kahvesini de alıp arka bahçeye çıktı. Temiz havayı ciğerlerine çekti. Olması gerekenden daha karanlık bir gökyüzüne bakıyordu. Bulutlar tehditkar görünüyordu.  Griden siyaha doğru bir renk sıkalası kaplamıştı gökyüzünü. Yağmur  geliyordu.

Sigarasını yaktı, derin bir nefes çekti. Nefesini verirken ayak  ucundan  başına doğru hızla yayılan karıncalanmayı sindirmek için gözlerini kapattı. Ardından derin bir nefes ve kahveden bir yudum aldı. Midesi isyan etti bu duruma ancak aldırış etmedi Lokman.

Tam bir nefes daha çekecekti ki ; yine cebinde titreyen telefon bozdu planlarını. Sigarasının ağzına kıstırıp telefonu çıkardı. Arayan Aynur Hemşireydi.

“ Efendim ??? “

“ Doktor bey  nerdesiniz ?? Hemen yoğun bakıma gelmeniz lazım “

Gece yarısı gelen trafik kazası yararlılıklarından ikisinin durumu oldukça ağırdı. İlk etapta adamlardan birinin durumunun kötüye gittiğini düşündü.

“ Tamam tamam hemen geliyorum”

Nefes bile çekmeden fırlattı sigarasını, kahve bardağını da  çiçekliğin içine attı, koşarak servise gidiyordu.
Yoğun bakım ünitesinden içeri  savrularak daldı. Bir bayan ve bir erkek yüksek sesle tartışıyor gibiydi. Kadın Aynur hemşireydi ama paravan adamın kim olduğunu görmesini engelliyordu. Muhtemelen hasta yakınlarından biri yine taşkınlık yapmış olmalıydı. Yatağa yaklaşıp paravanı açınca gözlerine inanamadı.

Gece  geçirdiği trafik kazasından sonra ambulansta iki kez kalbi duran adam şu an yoğun bakımda avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Şuurunu kaybettiğini düşündü. Yorgunluktan hayal gördüğünü zannetti Lokman.  Adam vücuduna bağlı onlarca kablodan kurtulmaya çalışırken bir yandan da  yataktan kalkmaya çabalıyordu. Aynur Hemşire de adamı yatakta tutmak için olanca gücüyle dirense de pek başarılı olduğu söylenemezdi. Lokman Aynur Hemşireye takviye kuvvet edasıyla destek olmak için olanca gücüyle adamı kucaklarcasına sarmalayıp yatağa yatırmayı başardı. Bir yandan da sakinleştirici  getirmeleri için odaya doluşan hemşire ve hasta bakıcılara bağırıyordu.

“ Bırakın beni bişeyim yok benim..”

Gerçekten de sağlıklı görünüyordu adam. Lokman bunun nasıl olduğunu anlamamış olsa da adamın yataktan kalkmasına izin vermek istemiyordu. Hemşirelerden biri iki arada bir derede iğneyi adamın koluna saplayıp enjeksiyonu yapsa da pek işe yaramış gibi görünmüyordu.  Adam daha beter hiddetlenmiş küfürler etmeye başlamıştı.

Herkes yorulduğunda çaresizce adamı bırakmak zorunda kalmıştı. Adam çakı gibi ayağa dikilip etrafındakilerin ne yapmaya çalıştığını anlamak istercesine şaşkın şaşkın bakarken, Lokman da dahil olmak üzere benizleri sararmış personel de aynı şekilde karşılık veriyordu adama.

“ Manyak mısınız  öldürmeye mi çalışıyosunuz beni. Ne işim var benim burda. Elbiselerim nerde hepinizi mahkemeye vericem”

Adam kapıdan çıkıp giderken kimse nereye diye bile soramamıştı. Keza  ne akıl ne derman kalmıştı odadakilerde.
Akciğerde ödem, beyin travması, karaciğer ve dalakta ağır hasar, 3 kırık kaburga, kırık sol kol…
Ve sanki 150 km hızla giderken beton bariyere çarpmamış  kadar sağlıklı bir adam…

Şoktan kurtulmaya çalışan personel, yavaş yavaş yükselip ardından tüm hastaneyi dolduran anlamsız bağırış çağırışların farkına vardığında yeni bir şok dalgası tüm benliklerini sarıyordu.  Çalıştığı inşaatın 3. Katından asfalta çakılan inşaat işçisi 3 günlük yoğun bakım uykusundan uyanıp, şaşkın ve anlamsız bakışlar arasında kapıdan çıkıp giderken  bunun bir kamera şakası olma ihtimali  akıllarına geliyordu. Ardından bir başka trafik kazası yaralısı  alçılı iki bacak ve mumyaları andıran baş sargısına aldırış etmeden yatağından kalkıp, tepkisiz, öylece servisin ortasında kalakalan personelin önünden homurdanarak geçip gitmişti. Yoğun bakım servisinden  yükselen ve başka zaman herkesi seferber eden o uzun bip sesi  tüm hastaneyi sarmıştı. Hastalar kalkıp gittikçe ses daha da artıyordu.

Ynt: Kimsenin Ölmediği Gün
« Yanıtla #1 : 16 Ocak 2014, 19:56:14 »
Merhabalar.

Hikayeniz pek âlâ olmuş, özellikle konusu çok orjinal, insan "Keşke ben düşünseymişim!" diyor ister istemez. Bununla birlikte, söylemeden geçemeyeceğim birkaç husus var, müsadenizle aktarayım.

İlk olarak bilhassa benim en çok sevdiğim şekilde, yani sonunu tamamen okuyucuya bırakarak bitirmişsiniz. Şu an kafam sonlarla dolu adeta. Ancak bize bıraktığınız kısma açılan pencere biraz fazla büyük gibi. Belki de okurken ben atlamışımdır -öyleyse şayet mutlaka belirtiniz- ama hastaların neden birden bire iyileşip gittiklerine dair en ufak bir ipucu bile bırakmamışsınız, veyahut da ben fark edememişim. Ama her halükârda, insan bu kadar merakta bırakılmaz efendim, yazıktır. :)

Bununla birlikte imla, sentaks ve noktalama konusunda biraz özensiz olduğunuzu fark ettim. Eğer noktalama işaretlerini gerekli yerlerde kullanmaya erinmezseniz bu hikayeniz çok daha etkileyici olabilir kanımca. Elinize sağlık, keşke ben de bu kadar çarpıcı şeyler düşünebilsem!
"The woods are lovely, dark and deep,  
  But I have promises to keep,  
   And miles to go before I sleep,  
    And miles to go before I sleep."

Sentetik Distopya tüm kitap sitelerinde mevcuttur a dostlar. (Ayrıca, daginikoda.com'a bir bakın derim)

Çevrimdışı M.K.Immortal

  • **
  • 290
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kimsenin Ölmediği Gün
« Yanıtla #2 : 16 Ocak 2014, 20:37:14 »
Açıkçası ben de "öykünün bir devamı var sanırım" diye düşündüğümden yorum yapmamıştım. Yani "daha konuya yeni girmiş yorum yapmak için bir bölüm daha bekleyeyim en iyisi" diye düşünüyordum :D Devamı olup olmayacağı konusunda bir yorum yaparsanız seviniriz sanırım :)

Çevrimdışı duhan

  • **
  • 284
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kimsenin Ölmediği Gün
« Yanıtla #3 : 16 Ocak 2014, 21:12:23 »
Güzel yorum için teşekkürler. Final kısmetse yarına artok. Biraz daha merak edin:)

Çevrimdışı duhan

  • **
  • 284
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kimsenin Ölmediği Gün
« Yanıtla #4 : 17 Ocak 2014, 16:40:54 »
İçmeden sarhoş olmak mıydı bu yoksa uyanıkken rüya görmek mi? Karabasan dedikleri bu olsa gerekti. Uyanmak isteyip te uyanamamak. Çıldırdığını da düşünmüyor değildi Lokman koridordan gelen sesler, üst kattaki servislere, kafeteryaya, hastanenin her yerine yayılmıştı.  Hızla dışarı attı Lokman kendini. Kalabalıktan sıyrılması düşündüğünden çok daha kolay olmuştu. Kendini odasına attığına dua ediyordu. Rahat koltuğuna atıverdi kendini. Başını ellerinin arasına alıp şakalarını ovdu, gözlerini ovuşturdu. Sesleri dinledi, güldü. Ayağa kalktı, sonra vaz geçip tekrar oturdu. Parmaklarıyla kulaklarını tıkadı, film koptu.

Gözlerini açtığında ilk gördüğü şey, ilaç firmalarından birinden gelen promosyon duvar saatiydi. Dijital saat 06:32 yi gösteriyordu.  Kısa süre uyumuştu ya da bayılmıştı. Ama o sanki yorgun ve uykusuz günlerin ardından sıkı bir uyku çekmiş gibi rahatlamış ve dinç hissediyordu kendini. Seslere kulak kesildi ama hiçbir şey duyamadı. Koltuğunu olduğu yerde 180 derece döndürüp, jalûziyi parmaklarıyla araladı. Arka bahçeye bakan camdan dışarıya göz attı, anormal bir şey gözüne çarpmadı. Olması gerektiği gibiydi sanki her şey.  Sabahın bu saatinde nasılsa öyleydi. Ayağa kalkıp gerindi,  tatile ihtiyacı olduğuna kanaat getirdi. Sigarasını kapıp ön bahçeye çıktı.  Hava daha da kararmıştı sanki. Sigarasını ağzına yerleştirdi, çakmağını ateşledi, derin bir nefes aldı, sanki dumanın tek bir zerresini bile heba etmek istemiyormuşçasına… Tekrar derin bir nefes daha çekti, sigarayı parmaklarıyla alıp garip garip baktı, hiç tat alamamıştı, ot gibi derler ya işte öyle. Sanırım hasta oluyorum diye düşündü. Yere çaldı sigarayı, ellerini cebine sokup içeri girdi. Odasına gidip sabah haberlerine bir göz atmaktı niyeti. Koridoru aşarken bir şey dikkatini çekmişti. Bu saatte hep sessiz ve sakin olurdu hastane ama bu kadar da değil. Kendinden başka kimse yokmuş hissine kapıldı bir an.

Odasına gitmekten vazgeçip hastanenin hem bekleme salonu hem de kafeterya olarak hizmet veren bölümüne yöneldi. Büyük salon koridorla birleşiyordu. Gelip tam ortasında durdu. Etrafına bakındı, uzun bir koltuğun üzerinde cenin pozisyonunda yatan bir adam gördü. Ayakkabıları düzenli biçimde hemen koltuğun dibinde duruyordu. Hasta refakatçilerinden biriydi muhtemelen. bir başkası da ellerini başının altına yastık yaparak masaya kapanmış uyuyordu. Bu da bir başka refakatçi olmalıydı.

Bitmek bilmeyen bu nöbettin son saatlerini harcamak için sohbet edecek birini bulmak geldi aklına. Aynur hemşire ile iyi anlaşıyordu. Hem rüyasını da anlatırdı. Hemşire odasına doğru yönelmişti ki, önünden geçmekte olduğu pansuman odasının ortasında gördüğü karaltı dikkatini çekti.  Usulca kapıya yanaşıp kafasını uzattı. Yerde bir kütle olduğu kesindi ama, penceresi olmayan bu odanın içini görebilmek için ışığa ihtiyacı vardı. Anahtarın yerini bildiği için, kapının eşiğinden uzanıp, bir iki yoklamayla anahtarı bulup bastı ama ışık yanmadı. Bir daha denedi ama, sonuç değişmedi. Elektrikler kesilmiş olmalıydı ama jeneratör devreye girerdi böyle durumlarda.  Daha fazla düşünmedi, telefonunu çıkarıp el feneri gibi kullanmaya karar verdi. Yerde gördüğü karaltının üzerine doğru tuttu ışığı bir iki adım attı ve ne olduğunu anladı. Yerde yatan bir insandı bu. Hemen hızlıca başına gidip başucunda çömeldi, üniformadan bir hemşire olduğunu anlaması zor olmadı. Yüzü koyun yatan kadını çevirip, telefonu yüzüne tuttuğunda paniğe kapıldı. Aynur Hemşireydi bu. Hemen koltuk altlarından tutup koridora doğru sürüklemeye başladı, ışığa ihtiyacı vardı. Kadını koridora taşıyıp usulca yere bıraktı ve hemen başının arkasına eliyle destek verdi. Hem ismini söylüyor, hem de nazikçe tokatlıyordu. Kendine gelmediği her an sesin ve tokadın şiddeti artıyordu ama nafile, Aynur Hemşire cevap vermiyordu. Hemen nabzını kontrol etti. Boynuna koyduğu iki parmağı nabzı alamıyordu. Aynur Hemşire ölmüştü. Yardım istemek yeni aklına gelmişti, avazı çıktığı kadar bağırdı ama telaşla koşup gelen kimse olmamıştı. Usulca yere bıraktı Aynur Hemşirenin başını. Ok gibi fırlayıp az ilerideki hemşire odasına daldı telaşla ama girdiğine gireceğine pişman olmuştu.

Ayten Hemşire koltukta, Nalan Hemşire odanın ortasında yerde, ATT Recep sandalyede ve ismini bilmediği, yeni işe başlayan hemşire de dinlenmek için kullandıkları üçlü koltuğun üzerinde ölmüşlerdi. Oturuş pozisyonlarından çıkarmak mümkündü bunu. Uyuyan bir insanın almayacağı pozisyonlardaydı her biri. Paniği ve korkusu artarken, mesleğinin getirdiği içgüdüyle, teker teker nabızlarını kontrol etti. Yaşayan birini bulamadı.

Hala uykuda olduğunu, rüya içinde rüya gördüğünü düşündü. Karabasanın da böylesi… Kendine tokat attı, hiçbir şey olmadı. Tekrar denedi yine hiçbir şey olmadı. Rüya değilse gerçekti ama bu nasıl gerçek olabilirdi ki?
Hemşire odasından koşarak çıktı, nereye gittiğini bilmeden koştu, ön kapı gözüne ilişti, hızla çıktı kapıdan. Dışarıda yardım isteyebileceği birilerini aradı gözleri, ama yoktu.  Zaten şehir dışında bir arazide kuruluydu hastane ve genelde çevrede, hastaneye gelip gidenler dışında pek insan bulunmazdı. İnsan yoktu ama hiç hayvan da yoktu. Kuşlar neredeydi? Bu saatte uyanmış olmaları gerekirdi. Nerde bu kuşlar?

Cevabı çok geçmeden öğrendi. Bahçedeki tüm ağaçların altında öbek öbek kuşlar yatıyordu. İnsanlar ölmüştü, kuşlar niye ölmüştü peki? Yıldırım düşmüş olabilirdi ağaca. Bütün ağaçlara yıldırım düşmüş olma ihtimali o kadar saçmaydı ki, hemen vazgeçti bu fikirden.  Delirmesine ramak kalmıştı. Tekrar hastaneye koştu. Yoğun bakım ünitesine daldı, derin bir sessizliğin içinde buldu kendini. Hastalara bağlı  tıbbı cihazların uğultusu, fışırtısı, bipleri…. Hiç biri duyulmuyordu. Teker teker yatakları dolaştı. Trafik kazası yapan adam, çatıdan düşen işçi, bacakları kırık adam… Hepsi yerli yerinde yatıyordu ve ölmüşlerdi. Kime el atsa nabız alamadı.

Niye böyle bir şeye gereksinim duyduğunu bilmeden, parmaklarını kendi boynuna götürdü.  Önce sağ taraftan denedi, sonra sol taraftan… Nabız alamadı. Korktu. Korkunun en saf ve şiddetli halini hissetti benliğinde. Nabzı atmıyordu. Tekrar denedi ama sonuç aynıydı, nabzı atmıyordu. Sonra daha kötü bir şey fark etti. Nefes almıyordu. Bir an duraksadı, kontrol etti ve acı gerçekle yüzleşti. Elini burnuna götürüp elinin dışını siper etti. Teninde hissedeceği sıcaklığı aradı ama bulamadı.

Ne yapacağını bilmiyordu, nereye gideceğini hiç bilmiyordu, neler olduğu hakkında ise en ufak bir fikri bile yoktu. Yine amaçsızca koşmaya başladı, koridorda uçarcasına gidiyordu ki, bir an odasının kapısını fark etti, odaya dalıp kapıyı kapattı, ellerini kapıya dayayıp alnını kapıya yapıştırdı. Sakinleşmek istiyordu ama heyecanlı değildi. Nefes almadığına göre kalbi de atmıyordu, o halde heyecan belirtisi de yoktu. Yine de bir an duraksadı, elini cebine daldırdı, telefonunu çıkarıp ekranı açan tuşa bastı ama ekran yanıt vermedi. Tekrar denedi yine olmadı. Sol tarafında kalan oda duvarında asılı saate kaydı gözü..

06:32

Bu nasıl olmuştu? En az yarım saattir oradan oraya koşturuyordu, en son odadan çıktığında saat  06:32 idi, yoksa… yoksa saatte mi ölmüştü?  Labirente salınmış bir fareden farksız hissediyordu kendini. Deney faresi gibiydi, nereye gitse duvarlar çıkıyordu önüne, bu lapandan nasıl çıkacağını bilmeden oradan oraya koşuyordu. Peki ya bu kapanın bir çıkışı yoksa?

Gözünü tırmalayan bir şeyi daha yeni fark ediyordu. Beynine çiviler çakılmaya başlamıştı sanki. Koltuğunda biri oturuyordu. İlk görüşte kim olduğunu anlamıştı ama idrak edememişti, belki de etmek istemedi. Koltukta oturan kendisiydi. Başı geriye ve hafif yana düşmüş, ağzı yarım aralanmış vaziyette öylece duruyordu. Çığlık atmak istedi ama atamadı ya da atmadı. Kendine doğru yürüdü, kendine bakıyordu ama bu aynadan kendine bakmaktan farksızdı. Tek fark görüntünün aynadan yansımıyor oluşuydu.  Kendine dokunmak istedi, dokunduğunu görüyordu ama hissedemiyordu. Tekrar denedi yine olmadı. Dönüp masadaki kalemi eline aldı, kalem elindeydi ama kalemi hissedemiyordu. Felç olmuş gibiydi. Ellerini şaplatmak geldi aklına, belki de uyanmak için iyi bir yoldu. Avuçları patlarcasına alkışlamaya başladı ama birbirine çarpan ellerinde herhangi bir reaksiyon görünmüyordu. Ses çıkmıyordu ve avuçları acımıyordu. Boyut değiştirmiş, gerçeklik hayal olmuş gibiydi.
İçini kaplayan huzursuzluk ve ümitsizlik içinde son bir kez koltukta oturan kendine baktı. Aynur Hemşire adamı yatakta tutmaya çalışırken Lokman ona yardıma koşmuştu, arbede sırasında adamın tırnağı lokmanın yüzünde ufak bir çizik oluşturmuştu, şimdi o çiziğe bakıp, her şeyin gerçek olduğunu anlamaya başlıyordu. Her şey gerçekti ama neydi bu olanlar?

Arkasından gelen sesle irkildi Lokman.  Belki de her şeyin açıklamasıydı bu ses;

“ Ey Halit oğlu Lokman… Vaktin tamam”