Kayıt Ol

Kull

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Kull
« : 27 Ağustos 2012, 11:26:46 »
KULL

     Kayra Han ve Çalık, günlerdir kâh güneşin sert ışıklarının kâh ayın yumuşak dokunuşlarının altında yol alıyorlardı. Çölü andıran stepleri geçmişlerdi önce, ufukta kum ve tozdan başka bir şey gözükmeyen kum denizlerini aşmışlardı. Geniş otlaklara vardığında ise yaz yavaş yavaş yerini son bahara bırakmaya başlamıştı. Önemli bir görevleri vardı. Kendi kişisel hırsları uğruna Erlik ile anlaşma yapmaktan çekinmeyen ve yolu üzerindeki herkesi her şeyi çiğneyip geçebilecek olan Kull un canını alacaktı. İlimlerin en gizlilerini öğrenen ve ettiği yemine sadık kalmayarak bu bilgisini kendi hırsı için kullanan kötü birini cezalandıracaklardı.

      Ardına düştükleri Kull, yani eski adıyla Ak Bilge Öte kentin uzağında Altın Dağın ücra tepesinde gür kayın ormanının içinde bir okulda ders veriyordu. Tepedeki taş evine ki obanın bilgeleri törede böyle bir binanın olmaması gerektiğini söylüyorlardı Sha-To diyordu. Nedenini niçinini kimse bilmese de Sha-To adı yerleşip kalmıştı dillerine. Akıllıydı, bilgiliydi, cesurdu, iyi yürekliydi Ak Bilge. Bilinen ve bilinmeyen, pek çok bilgiye hükmedebiliyordu. Kendisine Ak Bilge diyorlardı bu özelliklerinden dolayı. Üstelik okulun en yaşlısı ve aynı zamanda okulu yöneten Sarı Bilge'nin yakın arkadaşıydı. Okulu, Kurultayla birlikte yöneten iki kişiydi Sarı bilge ve Ak bilge.

      Bir gün, gökyüzünün tüm hiddetini yağmurla ve yıldırımla boşalttığı bir günün gecesi ormanın uzağına düşen bir kocaman gök taşı Kull’un huyunu ve suyunu değiştirmişti. Neler olduğunu anlamak için ormana giden Ak Bilge, sanki o göktaşından çıkan bir ruh bir Şeytan içine girmiş gibi davranmaya başlamıştı. Yumuşak tavırları sertleşmiş, paylaşmacı davranışları bencilleşmişti. Kull’un davranışları beslenme davranışlarını değiştirecek noktaya gelmişti. Öğrencilerini boğazından ısırma noktasına kadar ilerletmişti melunluğunu. Zamanla Ak Bilge adı unutulmuş Kara Kull denmeye başlamıştı. Durumu değerlendirmek için okul kurultayı toplanarak duruma el atmış, Kara Kull’u otamağa karar vermişlerdi. Kendisi zorla alıkoyarak şamanlar ve hekimler gözetiminde sağaltmaya başlamışlardı. Bu sayede hiç olmazsa fenalıklarının önüne geçiliyordu. Ama Esenlik evinde tutulan Kull bir gece sabaha karşı gün batımına doğru bilinmeyen bir yere kaçmıştı. Bütün bu olanlar ise daha Çalık dünyada yokken gerçekleşmişti.

     Çalık, şaman okulunun en zeki öğrencisiydi. En iyi duaları çabucak öğrenir, tılsımları en güzel yapar, ilaçları en doğru şekilde uygulayabilirdi. Çalık’ın yoldaşı Kayra Han ise budununun en iyi savaşçılarından biriydi. Babası Bozkırın Han’ı için savaşırken öldükten Han’ın oğulluğu olmuştu. Tüm varlığını budununa feda etmeğe karar vermişti. Usta silahşorlardan eğitim almış iyi bir atıcı güçlü bir cengâver olmuştu. Ne Öte kent’te ne de Altın Dağın çevresinde bileğini bükecek bir başka yiğit yetişmemişti.

           İşleri önemliydi ve aceleydi. Kendisi işin maddi zorluklarıyla uğraşacak yanında dolaşan ve çok çene yapan Çalık ise ruhlarla uğraşacaktı. Yol boyu hiç durmadan konuşan esmer ufak tefek delikanlıya üstadı olan Sarı Bilge ne yapması gerektiğini söylemiş ve acele etmesi gerektiğini vurgulamıştı. Kayra Bey kaçağın eğer varsa uşaklarının ve korumalarının işini bitirecek, Çalık ise işini sağlama alacak o melun başı gövdeden ayıracaktı.

       Günün geceye döndüğü saatlerde hayal meyal görmüşlerdi uzaklardaki binayı. Uzaklarda sislerle örülmüş mor dağların yamacında sessiz bir gölge gibi dikiliyordu. Ama kendilerinin Geçmeleri gereken donmuş bir göl vardı önlerinde. Kayra Bey ağır adımlarla gölün kenarına yürüdü. Bu bembeyaz ve yarı mat çölü geçmeliydiler ama nasıl. Eğer çevresinden dolanırsa yolu bir hayli uzayacaktı. Başını hafif kaldırdı ve uzaklarda zar zor seçilen uğursuz gölgeye bir daha baktı. Günlerden beri yollardaydılar ve yolların sonu o gölgeye varıyordu. Birkaç adım ilerledi. Çalık itiraz etmek istedi ama ret edileceğini bildiği için tetikte beklemeyi tercih etti. Kararan günün tüm renklerini yutan gri tabaka dakikalar ilerledikçe koyulaşıyordu. Genç yiğit atından indi Pusatlarını yoldaşına uzattı. Ayağını yavaşça buza değdirdi. Buz tabakası ayaklarının altında hafiften çatırdasa da yine de kendisini taşıyacak kadar sağlam görünüyordu. Ağırlığını arttırdı yine bir şey olmadı. Yapması gerekenin ne olduğunu anlamıştı. Tıpkı çölü aşmaya alışkın develerin ayakları gibi geniş basmalıydı ki ağırlığını buzun yüzeyine yayılabilsin. Sadık atının yularını serbest bıraktı. Serbest bıraktı ki geriden gelebilsin ve eğer kendisi soğuk sulara batacak olursa kurtarabilsin. Her adımda Tanrının adını anarak yürümeye başladı. Kara kuru Çalık ise daha geriden geliyordu. Uzun uğraşlardan sonra gölün öte yanına kazasız belasız vardıklarında gün yerini çoktan geceye bırakmıştı.
 
       Genç adam ateşin başında dalgın dalgın külleri karıştırmaya başladı. Amaçlarına bu kadar yaklaşmışken mola vermeleri gerekiyor muydu? Onca yolu aştıktan sonra onca dertle karşılaştıktan sonra yorulmuşlardı. Üstelik yalnız ikisi değil günlerdir kendilerini taşıyan atları da yorulmuştu. Bozkırın en güzel, en hızlı ve en dayanıklı iki atını vermişlerdi kendilerine. Yine de günler ve geceler geçtikçe iki yağız hayvan yorulmuştu.

     Kull’un kaçmasından sonra olanlar zamanla unutulmuştu. Sarı Bilge kutsal ormandaki okulu yönetmeyi bırakmıştı. Çalık gibi gençler okula öğrenci olmuşlardı. Ama her şey Kaan’ın yazlık çadırına iki yabancının gelmesiyle tekrar başlamıştı. Biri bir hayli yaşlı diğeri daha genç iki Tanrı Misafiri Kaan’larının huzuruna kabulünü dilemişlerdi. “Yıllar önce ülkelerine gün doğusundan gelen kötülüğün kaynağını aramaya çıktıklarını söylemişlerdi. İki adamın anlattığına göre yalnız başına köylerine gelen dilenci kılıklı bir adam zamanla tüm köyü ve civarını etkisi altına almaya başlamıştı. Önce hayvanlarına zarar vermiş ardından da köyün halkına eziyet etmeğe başlamıştı. Dağın başına yaptırdığı ev bütün kötülüklerin merkezi haline gelmişti. Yıllar geçtikçe gücü artmış çevresine kendi gibi bir sürü iblis toplamıştı. Bütün bu anlatılanlar yıllar önce Yurtlarını terk etmiş olan Kull’a aynen uyuyordu.

     Ardından kötülüğü yok etmek hiç beklemeden yola koyulmuşlardı. Dile kolay on günü ve on geceyi aşmıştı yurtlarından ayrılalı. Yaşlı adamın tarifiyle çölleri ve otlakları bataklıkları aşmış ve bu günde buzlu gölü geçmişlerdi. Üstelik hala aradıkları kaçağı bulamamışlardı. Ellerinde yalnızca uzaklarda gördükleri koca ev vardı. Ev yakın gibi gözükse de hala bir günlük uzaklıktaydı. Yine adamların anlattıklarına göre derin bir vadiyi üzerindeki asma köprü ile aşmaları gerekiyordu. Birden bir çıtırtı duydu. Soğuk bir rüzgâr esti içini titreten. Ayağa kalktı çevresine bakındı. Hiçbir şey göremedi. Ama biraz daha dikkatli baksaydı karanlıkta parıldayan sayısız çift göz görecekti. Yol yorgunu bedeni daha fazla ayakta duramıyordu. Tekrar yerine oturdu ve ateşe birkaç dal parçası daha attı.

     Aradan geçen zaman göz kapaklarını iyice ağırlaştırmıştı. Önceleri yani yola çıktığı ilk günlerde at üzerinde rahatlıkla uyuyabiliyorlardı. Ne de olsa oralar kendi yurtlarıydı ve kendi yurtlarında bir tek Tanrı kulunun burnu bile kanamazdı. Dost topraklardan uzaklaşmaya başladıktan sonra tedirginlikler artmıştı. Karanlıkta parıldayan gözler kendilerini izliyor gibiydi. Bazen de kafalarının üzerinde kocaman bir gölge –belki bir kartal ya da alıcı kuştu- dönüp duruyordu. Genç savaşçı kafasının içinde başka biri varmış gibi kendi kendine konuşuyordu. Bir an durduğunda ortalığın sessizliğini fark etti. Gece susmuştu, gecenin sesini oluşturan hayvanlar susmuşlardı. Uzaklardan bir yerlerden ulumalar geliyordu ama duyduğu sesler kendisine tanıdık gelen dost sesler değildi. Yüzyıllardır soyuna yardım eden zamanı geldiğinde yol gösteren dostça mırıltılar vahşi ulumalara dönüşmüş gibiydi. Bir an ürperdi, ensesindeki tüyler dimdik olmuştu. Gece olmadan hazırladıkları kalın dallardan bir kaçını daha ateşe attı. Biraz ötesinde battaniyesine sarılıp uyuyan çelimsiz bedene baktı. Adale gücünün yetmediği yerde kendisine yardımcı olacak şaman yamağı hafifçe kıpırdadı.

     “Korkma Bey” dedi yün keçelere sarılmış bedenden çıkan ses. “Bu ateş yandıkça bizlere ilişemezler”  

     “Hadi şaman efendi daha başka bir şeyler yapabilirsin” dedi. Koskoca Kayra Bey karanlıkta uluyan üç beş çakala pabuç bırakmazdı elbette ama yine de tedbirli olmakta yarar vardı. Ne de olsa buralar düşman elleriydi. Yün keçelere sarılmış ufak tefek beden isteksizce yerinden doğruldu başının altında yastık gibi duran heybesine elini attı. Dudakları kıpır kıpır eski bir şarkıyı ya da Tanrıya yakılan ezgiyi mırıldanmaya başlamıştı. Heybesinden kayın ağacından oyulmuş bir şişe çıkarttı. Şişenin ağaç tapasını çıkarttığında çevreye korkunç bir koku yayıldı. Yerinden doğruldu. Bitmesinden korkar gibi işaret parmağını şişenin ağzına dayayarak parmağını ıslattı ve parmağına bulaşan kötü kokulu sıvıyı fiskeler halinde çevreye attı. O saniye gecenin karanlığından çıkan binlerce kanat sesi ortalığı doldurdu. Ateşin yandığı ağaçların arasındaki küçük meydanlığı uçan tüysüz yaratıklar doldurdu. Kimi çevrelerinde dolanıyor kimileri saldırgan bir tavırla adamlara çarpıyordu. İçlerinden bazıları yükselen alevlere kapılıyor ve ateşin ortasına düşüyordu. En yakın ağaca bağlanmış atları korku içinde kişnemeye başlamışlardı. Genç şaman duasını daha yüksek sesle yapmaya başlamıştı. Elleri ise çevreyi sıvı ile takdis etmeye devam ediyordu. Adamın sesi arttıkça çevrede dolanıp duran tüysüz kanatlılar daha da çılgınca hareket etmeye başlamışlardı. Kayra ise eline ateşin içinden yanan koca bir dal almış sağa sola sallıyordu. Birden tüm yaratıklar dağıldı. Geldikleri gibi aniden kayboldular. İki genç neler olduğunu anlamaya çalışıyorlardı ki karanlığın içinde iki gölge belirdi. İnce uzun bedeni ve ölü gibi bembeyaz yüzleri ile mezardan çıkmış gibi duruyorlardı.

     “Efendimi ele geçiremeyeceksiniz.” Dedi biri  “Ne siz ne de başka bir ölümlü O’na zarar veremez”” devam etti sözlerine. Kayra ileri fırlayacaktı ki şamanın eli kolunu yakaladı.

     “Burası güvenli, orman ise onun. Bırak sabah olsun hele” dedi. Başlarını özlemle geldikleri yere gün doğusuna çevirdiklerinde karanlığın koyu bir maviliğe döndüğünü gördüler. Tan atmaya başlamıştı. Başlarını tekrar gölgeye çevirdiklerindeyse iri kanatlı devasa bir kuşun karanlığı yararak uzaktaki büyük eve yöneldiğini gördüler.

     “Neydi onlar öyle” dedi belinde uzun kılcı sallanan yiğit. Daha yorgun görünen arkadaşı omuzlarını silkerek tek bir kelimeyle yanıtladı “Yek’ler ”  Kötü Ruh Erlik’in en büyük yardımcılarından olan Yek kılıktan kılığa girebilen Şeytan’ dı”  Yerlerine oturdular. Beklemekten başka yapacak bir işleri yoktu.

     Heybelerinde taşıdıkları birkaç peksimeti ve eğerlerinin altında iyice ezilen bastırmayı ağızlarına attılar. Güneş sisli dağların arasından doğmuş ortalık iyice aydınlanmıştı. Eşyalarını toparlayıp tekrar yollara düştüler. Ama ikisinin kafasında da gece olanlar vardı. Bir yandan da kendilerini nelerin beklediğini düşünmeden de edemiyorlardı.

      Saatler ilerledikçe gecenin etkisi azaldı. Yedikleri de bedenlerine enerji olarak akmaya başlamıştı. Yönlerini çakılı gibi duran gri gölgeye döndürmüşlerdi. Tırıs giden atlarının her adımında kendilerini bekleyen kadere biraz daha yaklaştıklarını biliyorlardı.

     Mola vermek için uygun yer ararlarken uzaklarda kırmızı damlı evleri fark ettiler. Yolun inişe geçtiği düzlükte bir köy kurulmuştu. Günlerdir aldıkları yolun doğru olup olmadığını az sonra anlayacaklardı. Atlarının toynaklarının bastığı ilkel yol düzelmiş ve genişlemişti. Birkaç dakika sonrasında köyün taş evlerden oluşan köyün meydanındaki çeşmede atlarını suluyorlardı. Kendilerini uzaktan gören köylüler yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamışlardı. İçlerinden daha iyi giyimli olan ikisi kendilerine yaklaştı. Eğilerek selam verdiler. Günlerdir yanında geveze konuşmalar yapan Çalık’ın köylülerle kendi dillerinden konuşması Kayra’yı şaşırtmıştı. Ne zaman nasıl öğrenmişti bu kaba dili. Çalık ise yoldaşını şaşırtmanın verdiği şımarıklıkla sırıtarak

     “Varacağımız yere geldik” dedi. Eliyle yukarıda görünen kocaman yapıyı göstererek “Sanırım düşmanımız Kara Bilge burada yaşıyor” dedi. Genç savaşçının içi bir garip olmuştu. Ak Bilge kendi yurtluklarındaki Şa-To sundan çok daha büyük ve çok daha görkemli bir konut yapmıştı. Her ne olursa olsun her nerede saklanırsa saklansın artık kötülükle yüz yüze gelmeleri an meselesiydi. Köylülerin davetlerine uyarak günlerdir ilk defa sıcak aş yemek için meydandaki büyük evlerden birine girdiler.

     Bir yandan yemeklerini yiyor diğer yandan köylülerle konuşuyorlardı. Kayra, yoldaşı Çalık’ın bu yaban dilini nasıl bu kadar iyi konuştuğunu anlamamıştı. Bir ara içeriye yaşlı kadınlar doluştu. Yaşlı gözlerini silerek konuştular iki yolcuyla. Sözlerin burasını birilerini tercüme etmesine gerek kalmamıştı. Yüreği yanık analar köle olan çocuklarının kurtarılmasını istiyorlardı besbelli.

     Yemeklerini yedikten ve iyice ısındıktan sonra akşamüzeri tekrar yola çıktılar. Köylüler, bütün kötülüklerin gece ortaya çıktığını ve kendilerinin ertesi günü beklemeleri gerektiğini ısrarla söylemelerine aldırmadan yola çıkmışlardı. Güneş yüksek tepelerin ardında kaybolmuştu. Yanlarına yolu gösterecek bir kılavuz almayı unutmamışlardı. Kılavuz kendilerine asma köprüye kadar yol gösterecek ardından geri dönecekti.

     Ne Kayra Han ne de Çalık bu kadar derin bir uçurum görmemişlerdi ömürlerinde. En hafif rüzgârda bile sallanan bir asma köprü dağ ile köyün düzlüğünü birbirine bağlıyordu. Dağın çevresinden dolanan çay azgın sularla yüzyıllarca yumuşak kayaları oyarak bu derin suyolunu oluşturmuş olmalıydı. İşin kötüsü köprünün genişliği ancak bir kişinin geçebileceği kadardı. Yol boyu kendilerini taşıyan atlarından geride bırakarak yollarına devam edebileceklerdi. Kılavuza yapılan sıkı bir tembihle iki güçlü hayvanı bıraktılar. Hayvanlar sahiplerinden ayrılmak istemiyor gibiydi.

     Onları ikna etmek görevi çenebaz Çalık’a düşmüştü. Bir yandan ağır adımlarla geldikleri yöne doğru yürüyor diğer yandan yetişmiş iki insanla konuşur gibi hayvanlarla konuşuyordu. Bu arada Kayra han sallanan köprüye girdi. Yağmurdan çürümüş tahtalara basmamaya dikkat ederek karşıya doğru yol almaya başladı.  Ayaklarının altında tahtalar gıcırdıyordu. Daha da aşağılarda sivri kayalıkların arasından köpürerek akan çay vardı. Yolu yarıladığı anlarda atların durumunu anlamak için başını çevirip baktığında kılavuzlarının atlarını dizginlerinden tutup köye döndüğünü gördü. O an iki kıyı arasındaki farkı gördü. Geldikleri yer ağaçlık ve yeşillik içindeydi. Önünde ise üzerinde bir yosun ya da bir ot bile bitmeyen kayalıklardan oluşuyordu. Adeta Kull’un nefreti tüm yamacı kaplamıştı. Belli etmemeğe çalışsa da Çalık korkuyordu. Korkusu hareketlerine yansımıştı. Kafasını tekrar varacağı yamaca çevirince şaşkınlık içinde kaldı. Nereden çıktıkları belli olmayan bir çakal sürüsü çıkacakları yamaçta toplanmaya başlamıştı. Her kayanın ardından hırıldayan bir çene görünmeye başlamıştı. Bir an tereddütte kaldıktan sonra Kayra han dudaklarını büzerek küçük bir ıslık çaldı.

     Islık sesini duyan Çalık Beyine bakınca manzarayı gördü. O da adımlarını hızlandırmaya başladı. Çakallar sinsi adımlarla köprüyü tutan koca kazıklara yaklaştı. İçlerinden bir ikisi bilek kalınlığındaki sarmaşıklara dişlerini geçirip kemirmeye başladı. İşte o zaman Kayra tüm dikkatini çakallara vererek koşar adımlarla köprüyü geçmeye çalışıyordu. Çalık ise köprünün ortasında ileriye mi yoksa geriye mi gideceğine karar verememiş gibi kalakalmıştı. Vahşi hayvanların dişleri arasında kesilip kopan her lif köprünün daha çok sallanmasına neden oluyordu. Uzun boylu genç adamla kıyı arasında birkaç metre kalmıştı ki ilk sarmaşık koptu. Vahşi hayvanlardan biri inleyerek yere yığıldı. Göğsüne saplanan ok hayvanın ölümüne neden olmuştu. Kayra Bey göz ucuyla geri baktığında kılavuzlarının geri dönüp kendilerine yayıyla yardım ediyordu. Kılavuzun ne yaptığını anlayan Çalık ta elini sadağına attı. İlk oku Beyinin sağından geçerek diğer çakala saplanmıştı. Canı yanan hayvan cıyaklamalarla kaçtı. Yerini hemen bir diğeri doldurdu. İkinci okta tam isabetle hedefini bulmuştu. Ama ne kılavuzun ne de Çalık’ın okları kayalıklarda öfkeyle saldırmaya çalışan çakalları durdurmaya yetmiyordu. İkinci sarmaşık koptuğunda Çalık sendeledi. Elindeki yayı düşürdü. Üçüncü halatta koptuğunda Kayra ilk adımını kayalara atmıştı. Ne zaman çektiği belli olmayan kılıcı elindeydi. Çevresini kuduz köpekler gibi saran çakallara sallamaya başladığında her hareketinde vahşi bir böğürtü kopuyor kılıcının ucundan kan damlıyordu. Çifte su verilmiş çelik vahşi hayvanların uzuvlarını koparıp atıyordu.  Çevresinde kılıcı yarıçapında bir boşluk meydana gelmişti. Kendisini garantiye aldıktan sonra son sarmaşığı kemiren hayvana yöneldi. Kanlı çelik koyun irisi hayvanın göğüs kemiklerini parçaladığında köprü de kopmuştu.

     “Yetiş Beyim” Çalığın tiz çığlığı derin boğazda yankılandı. Kayra bir an durdu. Yol arkadaşı silah arkadaşı derin kayalıklar arasında kaybolmuştu. Sağda solda kalan birkaç çakala aldırmadan kayalıklara doğru eğildi. Ama ne bir iz ne de bir ses duyamıyordu. Uzayan gölgelere baktığında karanlık kendini hissettirmeye başlamıştı. Geri dönemezdi çaresiz tek başına verilen buyruğu yerine getirecekti. Karşı kıyıda aptallaşan adama köye dönmesini işaret etti. Kılavuzluk yapan adam yayını omzuna astı ve biraz ötede sessizce bekleşen aygırlara döndü. Kayra ile Kull arasında hiçbir engel kalmamıştı artık. Kendisini ne tür tehlikelerin beklediğine aldırmadan kayalıkların arasındaki belli belirsiz basamakları tırmanmaya başladı.

      Bir saate yakın kâh kayalardan kâh dik patikalardan giderek yukarıya tırmandı. Nefes nefese düzlüğe vardığında gece iyice çökmüştü. Karanlıkların içinden karşısına dikilen koca binayı görünce neredeyse dili tutulacaktı. Bozkırdan başka bir yer görmemiş olan genç adam yarı korku yarı hayranlıkla üç katlı ahşap binayı incelemeye başladı. Bu yaban ellerde alışmadığı şeyleri görüyordu.  Birkaç fersah önce köyde aradıkları kişiyi nasıl bir yerde bulabileceğini de söylemişlerdi ama yine de gördükleri şaşırtıcıydı. Kıl çadırda doğmuş bozkırda büyümüş bir çocuk olarak görebileceği pişmiş topraktan yapılan tuğla binalardı. Ana Yurdunda nice çadırlar görmüştü. Hanın oturduğu kente gitmişti.  Oradaki hanları mabetleri görmüş hayretler içinde kalmıştı. Ama her durumda binalar tek katlıydı. Başkaca bildiği de yoktu.  Bu ise dağ başına yapılmış üç katlı bir binaydı. Üç kat ve bir kavaktan daha yüksek bir bina. Her şey kendilerinden yardım isteyen yaşlı adamın tarifine tamamen uyuyordu.

         O koca yapının önünde bunları düşünürken binanın üçüncü katındaki pencerelerden birinde bir ışık yandı. Genç savaşçı nereye gideceğini anlamıştı. Ana kapıya yöneldiğinde ışığında aşağıya inmeye başladığını fark etmemişti. Az biraz zorlamayla çift kanatlı ana kapıyı açtı. Girdiği salon kendisini daha da fazla hayrete düşürdü ama şu an hayretler içinde kalmaktan daha önemli işleri vardı. Karanlık salonda hiçbir şey göremiyordu. Salonun diğer iki köşesinden zayıf bir ışık taşıyan birileri belirdi. Attıkları her adımın tadını çıkarıyor gibi ağır ağır yaklaştılar genç adaman. Ellerindeki kandilin ışığı ancak kendisini aydınlatabilecek kadardı. İnce uzun bedenler seçilebilecek kadar yaklaşınca Kayra’nın içinde kıpırtılar oluşmaya başladı. Uzun boylu ince belli iki kadın yaklaşıyordu. Uzun pelerinlerinin yırtmacından bacakları görünüyordu. Saçlarını hafifçe sallayarak yaklaştılar, yaklaştılar.

      “Hoş geldiniz” dedi biri sıcak nefesi delikanlının yüzüne vuracak kadar yaklaşmıştı. İyi bilmediği ama her canlının doğuştan getirdiği kösnül duygular kaplamıştı içini.

     “Es... Eski bir dostu arıyoruz” dedi titreyen sesiyle. Ama bir yandan da bu kızların gündüz ağlaşan anaların çocukları olduğunu anlamıştı. Ses tonunu sertleştirerek

     “Yıllar önce gün doğusundan gelen Kara Bilgeyi yani Kull’u arıyorum” dedi.

     “Bizler O’nun hizmetkârlarıyız. Kull, yani efendimizde sizleri bekliyordu” dedi şuh bir kahkahayla genç kadın. Güldüğü zaman karanlıkta dişleri parıldadı her iki kadınında. Uzun sivri dişleri gören genç savaşçı ürperdi. Ama irkildiğini belli etmemek için sesini daha da yükselterek

     “Bana efendinizin nerede olduğunu söyleyin yeter” dedi. Usu tekrar kösnül duyguların önüne geçmişti. Bir saniyelik suskunluk esnasında yukarıdan gelen ayak seslerini fark etti. Merdivenlerden biri iniyordu. Ayak seslerini duyan iki kadın birkaç adım geri çekildi. Işığı tutan kişinin önce ayakları göründü. Her adımında ayak sesleri merdivenlerde yankılanıyordu. Aşağı inen her kimse bu inişin keyfini sürüyordu. Birkaç basamak sonrasındaysa simsiyah giyinmiş biri belirdi merdivenlerde. Elinde tuttuğu titrek meşale yüzünü aydınlatıyordu. Kayra Bey elini kılıcının kabzasına atmış bekliyordu.

     “Efendim sizi bekliyor” dedi. Genç adam kendisini karşılayanı görünce az kalsın gözleri yerinden fırlayacaktı. Kendisini karşılayan yol arkadaşı Şaman Okulunun genç öğrencisi Çalık’tan başkası değildi. Kayra’nın anlamadığı bu adam başından beri çaşıt mıydı yoksa bir çeşit etki altına mı girmişti. Çaresizce Çalık’ın gösterdiği yöne doğru yürümeye başladı. Merdivenleri Çalık önde iki güzel hizmetkâr arkada usul adımlarla çıktılar.

     Merdivenlerin sonunda geniş bir odaya varmışlardı. Çok uzun boylu zayıf biriydi. Kapana kısılan bir vahşi hayvan gibi odayı bir uçtan diğer uca adımlıyordu.

     “Geldin demek” dedi. Sesi bir yılanın ıslığı gibiydi. “Sarı Bilge’nin bana daha iri yarı birilerini göndermesini beklerdim. Ama seni ve bu zayıf adamı gönderdiklerine göre sizler görünenden daha yiğit birileri olmalısınız” dedi. “Kuracağım ordu için sizin gibi hünerli yiğitlere ihtiyacım var.”  Ardından hizmetkârlarına dönerek

     “Neden Han’ımıza ihanet ettin” dedi genç adam. Korkunç bir kahkaha yanıt olarak koca evde yankılandı. “Ben kendimi aştım. Sonsuzluğu gördüm, ölümsüzlüğü yaşadım.  Sizin zavallı Han’ınızın zerre kadar önemi yok” dedi. Ardından kendi kendine konuşur gibi

    “O gece yıldırımların ormanı dövdüğü o yağmurlu gece gökten inen bir taş beni aldı. Sonsuz gökyüzüne savurdu. Karanlığın içindeki kötülüğü hissettim. Tüm gücün kötülükte olduğunu gördüm. İşte o zaman Han’ın bana yetmeyeceğini anladım. Ne senin Han’ının ne de diğer Han’ların bana ve içimdeki bene yetmeyeceğini kavradım. Ben dünyaya alt etmek zamana hükmetmek istiyordum. İşte o zaman iki can bir olduk, iki ruh bir bedene sığdık.”

     “Ben de senin delirdiğini anladım ve buraya canını cehenneme göndermek için geldim” dedi genç savaşçı alaycı bir sesle. Bu sözlere kızan adam öfkeyle kükredi

     “Bu adamı alın aşağı indirin. Eğer fazla direnecek olursa ne yapacağınızı biliyorsunuz” dedi. Beş on dakika öncesine kadar kendisine şirin davranan iki kadın genç adamı merdivenlere ittiler. Kadınlar efendilerini iyice eğilerek selamladı. Yine Çalık önde kadınlar arkada aşağı inmeye başladılar. Yoldaşının hiç konuşmaması garibine gitmişti. Bildiği Çalık pek çok şeyden uzak olabilirdi ama gevezelik etmeden duramazdı. Sakin adımlarla aşağı inerken arkadaşına birkaç defa adını fısıldadı. Arkalarından gelen iki koruma duymuştu ama Çalık’ta hiçbir tepki yoktu. İkinci kata indiklerinde seslenmeye uykuda ise uyandırmaya devam etti yoldaşını. Giriş katına geldiklerinde ise dışarıda çakal ve köpeklerin ulumaları başlamıştı. Öyle uzaklardan değil sanki hemen kapının önünden geliyordu sesler. İki koruma bir an duraladılar. Belli etmemeğe çalışsalar da tedirginlik duydukları belliydi. Kapalı kapıların ardından da birkaç kişi çıktı. Olağan üstü bir şeyler oluyordu ya da olmak üzereydi. Kayra bir adım ileri atıp Çalık’ın omzuna dokundu. Ama zayıf bedende hiçbir tepki yoktu. Dışarıdan gelen hayvan seslerine insan bağırışları da eklenmişti. Kadınlar Çalık’ı ve Kayra Bey’i açtıkları kapıdan içeri ittiler. Ardından kapının sürgülendiği duyuldu.

     Kapının açılması ile iki adam karanlık bir çukura yuvarlanmış gibi oldu. Yerden doğrulurken ilk hissettiği içerideki insanın genizini yakan garip bir kokuydu. Kayra Bey birkaç saniye sonra zifiri karanlığa gözleri alışınca tavana yakın küçük bir penceresi olan bir odada kapatıldıklarını fark etti. Elini beline attı küçük bir çıkın çıkardı. Her zaman yanında bir parça kav ve çakmak taşı taşırdı. Yılların verdiği alışkanlıkla çabucak kavı tutuşturmuş ortalığı biraz olsun aydınlatmıştı. Ama o an o aydınlığa lanet etti. Orta yerde yanan küçücük yalazlar, oda duvarlarında kimisi inleyen kimisi ise çoktan canını Tanrıya teslim etmiş olan sayısız asılı bedende dans etmeye başlamıştı. Gözleri bir anda kapının hemen yanında duran meşaleye takıldı. Küçük ağaç kabuğu sönmek üzereyken uzun sapın üzerindeki yağ harladı.

       İçeride yabancıların olduğunu gören tutsaklar yalvarmaya yardım istemeye başladılar tutuştu. Kan kokusu, ter kokusu, idrar kokusu ve tutsaklara uygulanan ecza kokusu genizi yakacak kadar kesifti. Bir an önce buradan çıkmalıydı ve kendisine yardım edebilecek tek kişi yol arkadaşı çalık’tı. Bir kenarda uyutulmuş gibi duran arkadaşının yanına vardı. İki kolundan tutarak sıkıca sarstı. Adam derin bir uyku halinde olmalıydı ki uyanmadı. Bu defa yüzüne iyi bir tokat aşk eti.  Zayıf beden loş odanın orta yerine yuvarlandı ve öylece kaldı. O zaman Kayra, Çalığın cebinde duran küçük şişeyi fark etti. Bir gece önce tüysüz uçan yaratıkları kaçıran ağır kokulu yağ aklına geldi. Ahşap şişenin ağzını açtı. Ortalığa keskin bir koku yayıldı. Parmağının ucuna değdirdiği ıslaklığı Çalık’ın burnuna sürdüğünde adamın boş bakışları canlandı.

     “Tanrının izniyle düşerken bir çıkıntıya tutunmuştum. Orada beni iki güzel melek karşıladı, hatta biri beni boynumdan öptü” dedi eli boynuna gidince iki küçük derin yara gördü. Dalgın dalgın konuşmasını tamamladı  “sonrasını anımsamıyorum” dedi. Kayra’nın yüzünde mutlu ve alaycı bir gülümseme göründü. Mutluydu çünkü arkadaşı geri gelmişti. Alaycıydı zira birazdan iki melekle tanışacaktı. Elindeki şişeden akan sıvıyla Çalık’ın boynunu sildi.

     Dışarıdaki gürültüler çoğalmıştı. Kayra yüksek pencerenin kenarında durdu. Çalık ise bir kedi çevikliğinde arkadaşının omzuna tırmandı. Pencere tam da kendisinin çıkabileceği büyüklükteydi. Dışarı çıktığında karanlıkta oradan oraya koşan meşaleli adamlar gördü. O zaman köylülerin toplaşıp kendilerine yardıma geldiklerini anladı. Bu işi kendilerine kılavuzluk yapmaya gelen genç düzenlemiş olmalıydı. İkinci katın penceresinden aşağı oklar yağıyordu. İlk anda saldıran köylüler durumun ciddiyetini anlayınca geri çekilmeye başlamışlardı. O kargaşada Beyini kurtarmalıydı. Koşarak köylülerin yanına gitti. İlk gördüğü baltayı kaptı ve kapıya yöneldi. Kısa mesafeyi hızla aşıp kapıya vardı. Kapının üzerindeki geniş sundurma kendisini oklardan korumaya başlamıştı. Var gücüyle kapıyı kırmaya çalıştı. Kalın meşe kapı kendisine dirense de hırsla vuran balta darbelerine dayanamamıştı. Kapının kırıldığını gören köylüler Çalık’la birlikte içeriye doluştular.

     İki kadında merdivenlerde durmuş insanüstü bir kuvvetle Efendilerini savunuyorlardı. Çalık ne yapması gerektiğini iyi biliyordu. Bir zaman önce içeriye tıkıldıkları kapıyı aradı. Beyinin sesini duyunca hangi kapı olduğunu anlamıştı. Kapıyı kapatan kalın sürgüyü çektiğinde Kayra elinde kılıcı dışarı fırladı.

     Birkaç saniye sonrasında uzun boylu adam bembeyaz yüzüyle merdivenlerin başında göründü. Hızlı adımlarla kapıya çıktı. Kapıdaki ellerinde meşalelerle hiddetli kalabalığı görünce ejderha gibi ses çıkararak içeri yöneldi. Salonun ilk bakışta görünmeyen diğer kapısından çıktı. Gizli bir işaret çakılmış gibi iki güzel koruması da ardından aynı kapıdan girdi. Çalık aradıkları düşmanlarının nereye girdiğini görmüştü. Peşlerinden oda aynı kapıdan girmek istedi ama kapı adeta duvar olmuştu.

     Öfkeli kalabalık yıllardır kendilerine zulmeden canavarın kaçtığını görünce sevinç naraları atmaya başladı. Evin bütün odalarına girilmiş esir tutulan yakınları dışarı çıkarılmaya başlanmıştı. İşte o an kalabalıktan birisi elindeki meşaleyi ahşap binanın perdelerine tuttu. Ağır kadife perdeler alevlendi. Bu durum diğerlerinin de hoşuna gitmiş olmalıydı ki evin her yerini tutuşturmaya başladılar. Birkaç dakika sonrasında tepedeki koca ev ateş topu haline gelmişti. Alevler tüm günahları temizleyen kutsal su gibi tepeyi yıkamıştı.

     İki kahraman birkaç gün köylülerin misafirleri olduktan sonra tekrar yurtlarına doğru yola koyuldular. Görevlerini tam olarak yapamamışlar Kull’un kalbine şimşir kazık çakamamışlardı. Ama Kull ve Şa-To’ su tamamen yanmıştı. Hatta tepedeki yangın çevredeki ağaçlara da sıçramış ve birkaç günde anca sönmüştü. Yangın yeri iki yabancı tarafından uzun süre araştırıldı. Kull ve iki hizmetkârı konusunda hiçbir iz yoktu. Sanki yer yarılmıştı ve onlar yerin içine girmişlerdi. O halde iş tamamlanmış sayılabilirdi. Herkes durumdan memnundu. Yıllar yüzyıllar boyu o yörede benzer şikâyet duyulmadı. Lanetli tepeye kimse ilişmedi. Doğa ana yangının tüm izlerini sildi Lanetli tepe yeşil bir orman haline geldi. Taa ki bir gün...
  
     “Vlademir!! Vlademir neredesin”  Genç kadının sesi şatonun tüm koridorlarında yankılandı. “Ne buluyor bu çocuk soğuk dehlizlerde” diye kendi kendine söylenerek dolaşıyordu. Diğer kasabalılara göre daha bilgili olduğu için genç prense dadı olarak seçilmişti. Ama genç Vlademir ya da babasını çağırış tarzıyla ‘Vlad’ ders yerine saklambaç oynamayı seviyordu. Kâh yemyeşil avluda kâh bu karanlık labirentlerde saklanıyor dadısının kendisini bulmasını bekliyordu. Artık güneş batmış karanlık çökmeğe başlamıştı. Bir an önce çocuğu bulup yemek odasına götürmeliydi Çocuğu bulamayınca bahçeye çıktı. Tekrar bağırmaya başladı.
 
    Henüz on yaşına giren çocuk babasının yeni yaptırdığı bu şatoda oynamayı seviyordu. Kendince işin en güzel yanı şatonun Lanetli tepe denilen bu yerde yapılmış olmasıydı. Onun için lanet demek gizlilik ve merak demekti, keşfedilecek yerler demekti.  Karanlık koridorlar ve geniş bahçe oynadığı saklambaç oyununu daha güzel bir hale getiriyordu. Saklandığı karanlık mağarada bir yandan bulunmasını beklerken diğer yandan eliyle toprağı eşeliyordu. Birden eli toprağın içine bir metale değdi. Biraz eşeleyince metalin kalın ve paslı bir halka olduğunu gördü. Küçük zorlamalarla halkanın çakıldığı kapağı ortaya çıkardı.
 
    Uzaktan dadısının sesi geliyordu. Sağlam kalın tahtalardan yapılmış kapak az bir uğraşmayla açıldı. Karanlığa ve bilinmeze uzanan bir yol vardı önünde. Yaşının verdiği merak duygusu korkusunu bastırdı ve aşağı uzanan basamakları inmeye başladı. Ürkek adımları son basamağı da inince gözleri karanlığa alışmıştı. Kâh irileşen göz bebekleriyle kâh el yordamıyla geniş boşlukta dolanmaya başladı. Kendinden ileride olan elleri havada asılı duran soğuk ama yumuşak nesneye değdi. Kaba işlenmiş bir deri gibiydi. Sanki kocaman bir balık tavana asılmıştı. Birkaç adım daha attı. Ayakları sert nesneye takıldığında az kalsın düşüyordu. Elleriyle kontrol ettiğinde kocaman bir kasa olduğunu anladı. Bir insanın sığabileceği bir sandık belki de bir tabuttu. Tedirgin hareketlerle sandığın kapağını kenarı ya ittiğinde heyecandan kalbi duracak gibi olmuştu. Sandığın içinde bir çift kızıl göz parıldamıştı...
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark