Kayıt Ol

Ziliane

Çevrimdışı Sayhh

  • **
  • 189
  • Rom: 15
  • Her şey başladığı yere döner.
    • Profili Görüntüle
Ziliane
« : 10 Aralık 2014, 02:39:22 »

Güneş, tepelerdeki çam ormanlarının ardında, göğün rengini saydam bir pembeye boyayarak batmaya hazırlanıyordu. Gölgeler uzamış, öğle saatleri boyunca serinlere sığınmış kuşlar yeniden cıvıldayarak etrafta uçmaya başlamıştı.

Uzandığı divanda, ağır bir el hareketiyle başının yanında gezinen sineği kovmaya çalıştı Tuğrul. İçeri biraz esinti girsin diye iki pencerenin de ikişer kanadını açmış; güneşten yanmış, yer yer yırtılmış dantel perdelerin sakin hareketlerini izliyordu.

Gözleri, uzakta, masanın ucunda duran radyoya takıldı. Bir tamir edebilseydim şunu diye geçirdi içinden. Radyoya bakarken dinlediği şarkıları, okula gitme telaşı yüzünden o şarkılardan aslında hiç keyif almadığını, sabah saatlerinde evin ne kadar soğuk olduğunu ve tadını her şeyden çok sevdiği, şerbet gibi tatlı hazırlanan ıhlamur çayını hatırladı.
 
Bir kıskançlık büyüdü içinde. Nesneler oldukları yerde durmaya devam ediyordu ama onları kullanan insanlar çoktan göçüp gitmişlerdi bu dünyadan.  Geçmişine, ailesine duyduğu özlemi en derininde hissetti. Kendini iyileştirmek ister gibi elini kalbinin biraz üzerine koydu.

Ailenin geri kalanı başka yerlere taşındıktan sonra inatla orada kalan ve evi yaşatmaya devam eden babaannesinin ölümünden çok sonra onun görevini teslim almak için gelmişti buraya. Tek başına başka şehirlerde, başka ülkelerde geçirdiği yıllardan sonra yalnız olmadığı tek yere, yuvasına geri dönmek istemişti. Evine dönebilmiş ama avunamamıştı, ailesi burada değildi artık.

Çelimsiz, kamburlaşmış bedeniyle evin etrafında gezinen babaannesini anımsıyor, bir yandan onun alışkanlıklarıyla yaşayıp ona dönüşmeye çalışırken öte yandan da yeniden çocuk olmayı arzuluyordu.

Yaşadığı ev, altmış yetmiş yıllık eski bir yığma binaydı. Oturduğu zemindeki iki metrelik kot farkından yararlanılmış, eve iki ayrı giriş verilmişti. İlk yapıldığında dört odalı olan ev, aile büyüdükçe büyümüş, sağından solundan eklenmiş odalarla genişletilerek biçimsiz bir hal almıştı. Tuğrul bu odaların kullanımında değişiklik yapmak istememiş, alt kottaki iki odalı evi hayat ve başoda olarak kullanırken, üst evin ferah odalarını yatak odası olarak bırakmıştı.

Kuzey cephesi komşu evin duvarıyla sınırlanan evin kalan cephelerini saran, çitlerle çevrilmiş üç ayrı bahçesi vardı. İçinde çeşitli meyve ağaçları ile ıhlamur ve leylak ağaçları da bulunan bu bahçelerden en genişi güneye bakıyordu. Onun bitişiğindeki ön bahçenin devamında da sebze yetiştiriyordu Tuğrul.

Domates ve biberleri kurumasın diye bahçesini iki günde bir sulaması gerekliydi. Gün içinde dolaşsınlar diye serbest bıraktığı hindilerini eve getirmek üzere dışarı çıktığında havanın açık olduğunu görüp, beklediği yağmurun yağmayacağını ve sebzelerin önceki günden ne kadar susuz kaldığının farkına vardı.

Hindi ve tavuklarına yem verip, onları kümeslerine kapattıktan sonra bahçesindeki çeşmenin yanına gittiğinde suyun kesik olduğunu gördü.Karşı tepedeki ormanın bitiminde bulunan meşe ağaçlarına kadar ulaşıp, oradaki pınarlardan su taşıması gerekecekti.

Çeşmenin gerisindeki çiçek tarhlarının yanında duran, beyaz üzerine kırmızı desenli iki çinko kovasını alıp, ıslık çalarak meyve ağaçlarının arasından geçti. Yaprakları diriliklerini kaybetmiş, sıcakta yumuşamış ebegümeçleri sandaletlerinin açıkta bıraktığı ayaklarını gıdıklıyordu.

Pınarların yanına varana kadar eskiden tütün tarlası olan ama artık kuru otlarla çevrili araziden yürürken, kınalı elleriyle katranlı tütünleri kıran akça pakça kadınlar ve onların gücü kuvveti yerinde erkekleri geldi gözünün önüne. Şimdi hatırladığı bu yüzlerin neredeyse tamamı, evlerin biraz uzağındaki mezarlıktaydı, henüz mezara girmeyenlerse çoktan başka topraklara gitmişlerdi.
 
Akşamüzeri daldığı düşünceler, göçüp gitmiş ailesine duyduğu özlem onu bitkin düşürmüş, tembelliğe sürüklemişti. Pınara ulaştığında hava neredeyse kararmak üzereydi. Soluklanıp, oraya bırakılmış kenarları paslı, metal bardakla soğuk sudan bir bardak içerken tekrar su almaya geldiğinde havanın kararmış olacağını düşünüp hayıflanırken bir ses duydu.

“Ziliane.”

Ses meşe ağaçlarının gerisindeki dikenli, kuytu yerden gelmiş gibiydi ama orada birinin olabileceğine ihtimal vermedi. Hemen hemen terk edilmiş bu yerde sadece yaşayan dört hane vardı artık ve ziyaretlerine gitmediği müddetçe evlerinde ölümü bekleyen yaşlı komşularıyla pek karşılaşmıyordu.

İlk kovayı suya daldırıp hızla doldururken fısıltı halinde aynı sesi yeniden duydu.

“Ziliane, ziliane.”

“Ziliane.”

Kovayı çamurlu toprağa bırakıp ürkek ve kafası karışmış bir halde sesin geldiği tarafa yöneldi. Meşe ağaçlarının son güneş ışıklarını da kestiği çalılık ışık almıyordu. Karanlığın içinde aniden bir şekil hareket etti ve kulak tırmalayan bir çığlık yükseldi.

“Ziliaaane!”

Sesi duyan Tuğrul şaşkınlıkla geri doğru sıçradı ve onun gerilemesinden cesaret alan karartı biraz öne doğru çıkarak kendini gösterdi.

“Ziliane,” dedi yeniden tıslayarak. Karmakarışık ve keçeleşmiş uzun siyah saçları boynunun iki yanından dökülen, beyaz ve solgun, çıplak teni killi yosunlarla örtülü bir kadın duruyordu karşısında. Bedeninin geri kalanının aksine capcanlı parlayan gözlerini kocaman açmış, doğrudan Tuğrul’a bakıyordu.

Tuğrul beti benzi atmış bir halde, olduğu yerde hareketsiz kaldı. Onun korkusunu sezen kadın, kendinden emin adımlarla ona yavaşça yaklaştı ve işaret parmağıyla nazikçe dokundu omzuna.

“Ziliane,” diyerek başını salladı ve Tuğrul’un yanından geçerek onun bıraktığı biri boş diğeri suyla dolu kovalarının yanına gitti. Tuğrul, kadından gelen çürümüş yosun kokusunu hiç almamış olmayı dilerken, kadın su dolu kovaya eğildi ve tükürdü. Ağzından çıkan siyah şeyin ne olduğunu başta anlayamayan Tuğrul da kadının yanına geldiğinde suda yüzmekte olan balığı şaşkınlıkla gördü. Kadın “Ziliane” dedi tekrar ve bir kez daha tükürdü suya, tükürüğüyle birlikte bir balık daha düştü ağzından.

Tuğrul’un şaşkınlığı onu eğlendirmiş olacak ki, adamın yüzünün her balıkla birlikte daha çok çarpıldığını fark etmesiyle birlikte suya peş peşe balıklar tükürmesi bir oldu. Sekizinci balıktan sonra nefes alamadığını belli eden hırıltılar çıkarmaya başlayınca Tuğrul kendini de şaşırtan bir güvenle kadına yardım ederek bir taşa oturmasını sağladı. Kadın gülümsedi onun bu davranışına.
 
Biraz kendine gelen Tuğrul:

“Ziliane senin adın mı?” diye sormayı başarabildi ve değişmeyen cevabı aldı.

“Ziliane.”

“Başka bir kelime söyleyebiliyor musun?”

“Ziliane.”

“Söylediklerimi anlayabiliyor musun?”

“Ziliane.”

“Peki Ziliane. Ben eve dönmeliyim. Hava tamamen karardığında burada olmayı istemiyorum.” Bu sözleri olabildiğince yumuşak bir sesle söyleyip, kovaları ne yapacağını düşündü bir an. Balıklı olanı kadına bırakıp, boş kovayı yerden aldı ve pınarda doldurduktan sonra başının hareketiyle nazikçe hoşça kal diyerek koyuldu yola. Arkasını dönüp yürümeye başladığı anda kadın hayal kırıklığına uğramış bir inilti çıkardı.

Tuğrul adımlarını hızlandırmıştı.

“Ziliane, ziliane.” dedi kadın telaşlı bir şekilde. Sözlerinin bir değişiklik yaratmadığını anlayınca o da içine balık tükürdüğü kovayı kaptı ve Tuğrul’un ardı sıra yürümeye başladı.

Sık meşe ağaçlarının arasından çıkıp nispeten daha aydınlık olan düzlüğe vardıklarında biraz rahatladığını hissetti Tuğrul ama bu rahatlık çok kısa sürdü, varacağı evde kendinden başka insan bulunmadığını hatırladı. Dünyada sadece kendisi kalmış gibi hissetti bir an, karamsarlığa kapılmamak için çamlarla kaplı tepelerin üzerinden uzaktaki diğer yerleşim alanlarına doğru baktı. Hemen hemen boşalmıştı oralar da ama tek tük de olsa ışıklı evler vardı. Tepelerden gözlerini indirince arkasında durmuş, nefes alışverişini düzenlemeye çalışan kadınla göz göze geldi tekrar. Yavaşça döndü ve onu hiç görmemişçesine yeniden yürümeye başladı.  Kadın da hareketlenmişti hemen. Anlık bir kızgınlıkla arkasına dönüp uzaklaş işareti yaptı eliyle, yapar yapmaz da pişman oldu. Kadının gözleri öfkesinden alev topları gibi parlıyor ama davranışlarında bir değişiklik meydana gelmiyordu.
 
Kalan yolu sessizce yürüyerek eve ulaştılar. Tuğrul kadının izleyen bakışları altında normalde yapacağı işleri yaptı. Hızlıca hazırladığı patates çorbasını ocağa bıraktı ve bahçesini sulamaya girişti. Taşıdığı ilk kovayı tükettikten sonra, istemeye istemeye depodaki sudan da dört kova daha alarak işini bitirdi.

Ziliane onu takip etmeyi sürdürürken sofrayı kurdu ve oturması için ona da işaret etti.

Ziliane bir süre önündeki çorbaya sessizce bakmasının ardından ağzına götürdüğü kaşığa balık tükürdü usulca. Sonra da kaşığı kaseye yaklaştırıp ters çevirerek düşmesini sağladı onun. Balığın sıcak ve kıvamlı çorbada ağır hareketlerle batıp çıktığını gören Tuğrul, midesinin bulandığını hissetti ama yemek yemeyi sürdürdü. Karnını doyurduktan sonra konuşmadan masayı topladı ve Ziliane’ye ait içi balık dolu su bardağıyla çorba kasesini pencerenin önüne bıraktı. Üst evdeki odasından getirdiği eski minder ve yorganlarla yemek yedikleri odada bir yer yatağı hazırladı onun için, minderler güveler tarafından kısmen yenmişti. Yatağı gösterip uyu işareti yaptı ve yaşadıklarına inanamayarak kendisi de uyumaya gitti.

Kabuslarla geçen bir gecenin ardından uyandığında, Ziliane’nin de bu kabuslardan biri olduğunu umdu. İlk ışıklarla birlikte kalkıp tavuklarını ve hindilerini yemledi ve gezinmeleri için serbest bıraktı. Akşamdan kalan bulaşıkları yıkamak için sobayı yakarak su ısıtması gerekliydi. Yemek de pişirebildiği fırınlı sobası Ziliane’nin kaldığı alt evdeydi. Onu orada görmemek için dua ederek yavaşça içeri girdi.

Girdiği gibi dualarının hiç de işe yaramadığını anladı. Görünen o ki Ziliane bulduğu tüm kap kacakları suyla doldurmuş ve hepsinin içine de balık tükürmüştü. Öfkeden titreyerek iç odaya geçtiğinde de durumun aynı olduğunu gördü. Cam, bakır ve porselen ayırt etmeden tüm kapların içine balık tükürülmüştü. Gözleri kadını aradı ve onun masanın yanında, bir sürü minik siyah balığın arasında yerde baygın yattığını fark etti.
Ağzından ve çenesinden aşağıya çamurlu yosunlar sarkıyor, kustuğu bu yosunların arasında ölü balıklar leş gibi kokuyordu.

Tuğrul bir anda öfkesini unutarak kadına yardım etmek istedi. Boynunu hafifçe tutarak kaldırdı ve yüzündeki yosunları temizledi, üzerindeki balıkları düşürdü ve onu kucaklayarak dışarı gün ışığına çıkardı.

“Ziliane”, dedi kadına.

Kadın gözlerini açmaya çalışarak fısıldadı:

“Ziliane.” Tuğrul’a bakıp derin bir nefes aldı ve devam etti. “Ziliane zare. Mokritoa koe vezzemna. Ziliane. Ziliane.”

“Konuştuğun bir dil var,” dedi Tuğrul mırıldanarak.

“Ziliane.” dedi yine kadın. Sayısız kere daha “Ziliane” diye sayıklamaya devam etti ardından. Bir yandan balık tükürmeye devam ediyor, suya düşemeyen balıkların can çekişip öldüğünü görünce gözyaşı döküyor ve yaşadığı panikle daha çok balık tükürmeye başlıyordu.

Durumu kavrayan Tuğrul kadının depodaki ve mutfaktaki tüm suyu tükettiğini anlayınca koşup odasındaki sürahiyi getirdi ve içine tükürmesi için kadına uzattı. Kadın minnetle gülümseyerek peş peşe birkaç balık daha tükürdü ve onların suyun içinde süzülüşü görünce sakinleşti.

Kadının var olabilmek için fazla miktarda suya ihtiyaç duyduğu açıktı. Onu pınarlara ulaştıran bu yoksunluktu belli ki. Çam ormanlarının biraz aşağısından geçen ve yazları kuruyacak kadar azalan nehrin kollarından birini takip ederek buraya kadar gelmiş olmalıydı.

“Ziliane,” dedi şefkatle. “Doğduğun yeri neden terk ettin? Neden dönemeyeceğin kadar uzaklara geldin?”

“Ziliane,” dedi kadın yine sadece, gülümsüyordu. Gözlerinde kabulleniş vardı.

Tuğrul da gülümsedi. Acı bir gülümsemeydi bu. Vazgeçti çabasından. Dönemeyeceği kadar uzaklardaydı kendisi de.

Kısa bir süre sonra kadının yeniden suya ihtiyaç duyacağını, her seferinde daha fazla su bulması gerekeceğini hatırlayınca düşüncelerinden sıyrıldı. Bir kez daha yazgısı için gülümsedi.

“Nehirler boyunca yürüyeceğim seninle Ziliane. Seni denizlere, okyanuslara götüreceğim.”


Çevrimdışı

  • ***
  • 581
  • Rom: 47
  • Hayvan Yemeyelim!
    • Profili Görüntüle
    • http://bulentozgun.blogspot.com/
Ynt: Ziliane
« Yanıtla #1 : 10 Aralık 2014, 23:54:25 »
Çok güzel bir diliniz var. Doğallıkla söylenmiş, doğallıkla okunuyor. Doğayı anlatabilmeyi çok isterdim. Çiçekleri bilmek isterdim, kuşların hepsi aynı gelmesin isterdim. O yüzden bu tür ayrıntıları veren yazarlara hayran olurum. Herkes fantastik öğeler uydurabilir ama bir ağacın ve onun dalına konan kuşun ismini bilemez. Bakışınıza sağlık.

"Bir kıskançlık büyüdü içinde. Nesneler oldukları yerde durmaya devam ediyordu ama onları kullanan insanlar çoktan göçüp gitmişlerdi bu dünyadan.  Geçmişine, ailesine duyduğu özlemi en derininde hissetti. Kendini iyileştirmek ister gibi elini kalbinin biraz üzerine koydu."

Bu paragrafın tamamı güzel ama son cümlesi bambaşka. Bir an elim yüreğime gitti okurken.

"Tuğrul bu odaların kullanımında değişiklik yapmak istememiş, alt kottaki iki odalı evi hayat ve başoda olarak kullanırken, üst evin ferah odalarını yatak odası olarak bırakmıştı."

"hayat" sözcüğünü benim gibi kullanan birini görmek ne güzel. Sahiplenmemiz gereken başka bir değer daha: eski sözcükler, yöresel ifadeler. Sağolun.

Ziliane'nin doğa ana olduğunu düşünüyorum. Öykünün devamı var mı bilmiyorum, olursa Ziliane kim öğrenebiliriz ama öykü bu haliyle de güzel ve olgun. Ellerinize sağlık.


Çevrimdışı ZextaR

  • *
  • 19
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Ziliane
« Yanıtla #2 : 11 Aralık 2014, 10:21:09 »
merhaba,

bir şeyler diyebilmek, dediklerimin anlamlı olması için iki kez okudum hikayenizi; eski yazılarınıza aşinayım, yalan yok onlarla da kıyasladım biraz.

ya bana öyle geliyor ya da kendinizden çok şey katıyorsunuz yazılarınıza, sıkılmadan ya da çekinmeden kendinizi aktarabiliyorsunuz. elbette tahminlerimin doğru çıkma ihtimaline karşı burada düşüncelerimi paylaşmayacağım.

ancak sanırım şunu paylaşmakta bir sakınca yok: edebi bir tür olarak da kişilik olarak da tam bir romantiksiniz.

gerçekten bülent bey'in de dediği gibi ben de duygularımı (bazen) rahatça ortaya koyabilmeyi isterdim. herhangi bir kaygı taşımadan budur demeyi isterdim. maalesef ben pek böyle değilim. bu yüzden de genelde itici bulunur veya yanlış anlaşırım.

hikayenin 4/5 ini gözümde hiç zorlanmadan canlandırdım. hatta resmen tuğrul'un peşinde ben de yürüdüm. kalan kısmı da topoğrafik bazı sıkıntılar yaşadığım için canlandıramadım (3 tarafı bahçeli ve kot farkı olan bir arazi düşünmek biraz zorladı :) ).

yine yapım gereği belirsizliklerden hoşlanmadığım için öykü biraz yarım kaldı bende. ancak dediğim gibi bu eleştiri değil bir tercih meselesi. keşke dedim ziliane kimdi, neden gelmişti, nereden gelmişti, neden balık kusuyordu, balık birşeylerin yerine mi kondu bilseydim.

o zaman sonuç:

gerçekten ihtiyacım olan (okuyana kadar bunun farkında değildim) bir hikayeydi. beni alıp materyal dünyasından çıkardı; gerçeklikle bağlantılı neredeyse hiçbir şey sunmadan, sadece hissedebildiğim bir uzaklık yaşattı. okumanın, yazmanın, yalnız kalmanın, çoğul olmanın, içmenin, düşünmenin ya da bazen sadece uyanmanın benim için önemli anlamı bu: uzaklaşabilmek. siz bunu aşağı yukarı 1500 kelimeyle başardınız; teşekkürler.

sevgiler,
zeki

not: eleştirimi tekrar okuyunca farkettim ki öyküyle ilgili pek te bir şey yazmamış, daha çok bende yarattıklarını aktarmaya çalışmışım. eh, demekki aklımın altında bir yerlere epey dokunmuş öykü; tekrar teşekkürler.
Koku alma duyumu geliştirmenin yararları fikri, insanlığımdan vazgeçip av köpeği olma kararını vermeme yetmezdi. - Golan Trevize

Çevrimdışı Sayhh

  • **
  • 189
  • Rom: 15
  • Her şey başladığı yere döner.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Ziliane
« Yanıtla #3 : 11 Aralık 2014, 14:56:14 »
Yorumlarınız beni çok sevindirdi, teşekkür ederim. Tüm eksiklerime karşın duymayı umabileceğimden çok daha güzel şeyler söylemişsiniz. :)

Ziliane'nin doğa ana olduğunu düşünüyorum. Öykünün devamı var mı bilmiyorum, olursa Ziliane kim öğrenebiliriz ama öykü bu haliyle de güzel ve olgun. Ellerinize sağlık.

yine yapım gereği belirsizliklerden hoşlanmadığım için öykü biraz yarım kaldı bende. ancak dediğim gibi bu eleştiri değil bir tercih meselesi. keşke dedim ziliane kimdi, neden gelmişti, nereden gelmişti, neden balık kusuyordu, balık birşeylerin yerine mi kondu bilseydim.

Tuğrul’u anlamaya ve anlatmaya çalışırken Ziliane’yi ihmal etmişim belli ki. Geç de olsa buradan açıklamaya çalışayım.

Tam olarak doğa ana olmasa da doğanın bir unsuruna, suya ait olan kutsal bir varlık o benim zihnimde. Kendi benzerleriyle birlikte denizlerde yaşarken yaşamı keşfetme arzusuna kapılıp ait olduğu yerden ayrılıyor ve uyumsuzluğunun kendine dertler açacağı bir yolculuğa çıkıyor.

Balık tükürmeyi onun türüne ait bir özellik olarak düşündüm. Deniz onlara yaşam veriyor, onlar da karşılığını balıklarla ödüyorlar gibi. :)

Sonunu nasıl yazabilirdim bilmiyorum. Tuğrul'un yuva özlemini sadece doğduğu yere dönmekle gideremeyeceğini kabullenmesi benim için esas noktaydı, onu aktardıktan sonra diyecek başka bir şey kalmamış gibi hissettim. Sonunu yeniden yazmayı deneyeceğim.

ya bana öyle geliyor ya da kendinizden çok şey katıyorsunuz yazılarınıza, sıkılmadan ya da çekinmeden kendinizi aktarabiliyorsunuz.

Yazdıklarımın fazlasıyla kişisel olduğunu kabul ediyorum. Benim de başka türlüsünü yazmak elimden gelmiyor ne yazık ki. :D Kendi adımı kullanıyor olsaydım paylaşmaya çekinebilirdim ama sonuçta ben burada gerçek olmayan bir kişiyim ve bunun rahatlığını sonuna kadar kullanabilirim.

Tekrar teşekkür ederim.