Kayıt Ol

6 Gezgin | Bölüm 7

Çevrimdışı DarLy OpuS

  • ********
  • 2766
  • Rom: 35
  • Dansımız Marşandiz
    • Profili Görüntüle
    • Uykusuzluk Kulesi
Ynt: 6 Gezgin | Bölüm 4
« Yanıtla #30 : 31 Aralık 2008, 21:26:34 »
Bak işte sonunda okudum abi. :P Gerçekten keyif aldım üstelik okurken, beklediğimden çok farklı bir şekilde gelişti olaylar. Özellikle 'boyut' tanımını çok beğendim. Karakterin konuşma tarzı senden çok şey kapmış gibi, resmen okurken gözümde senin profilin(Legolas değil tabii :P ) canlandı. Her bölümde verilen merak dozu da artıyor ve bu doz çok iyi ayarlanmış.

Ayrıca şunu da eklemeliyim ki, anlatımın sanki yıllardır yazıyormuşçasına üst düzeyde. Valla helal olsun, devam. :)

Çevrimdışı magicalbronze

  • *
  • 4075
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: 6 Gezgin | Bölüm 4
« Yanıtla #31 : 01 Ocak 2009, 15:15:53 »
Ehehe sevindim beğenmene, devam ettiriyoruz bakalım nerelere gidecek.
"Her neyse sahip olunan, doğar ve ölür.
Bu nefsi müziğin içinde sıkışmış herkes
İhmal eder ölümsüz aklın harikalarını."
- William Butler Yeats, "Sailing to Byzantium "

Çevrimdışı magicalbronze

  • *
  • 4075
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: 6 Gezgin | Bölüm 5
« Yanıtla #32 : 06 Ocak 2009, 17:27:58 »
Aradan çok uzun bir sürenin geçtiği bilinciyle tüm okurlardan özür diliyorum. Fazla uzatmadan altıncı bölümüde göndereceğim.

Bölüm 5

   Uyandığımda uzunca süredir göremediğim parlak bir ışık yüzünden, birkaç saniye boyunca gözlerimi kırpıştırmış, kendimi bu yeni ışığa alıştırmaya çalışmıştım. Etrafı görebilmeye başladığım an, haftalardır bulunduğum odada olduğumu anladım. Her şey aynıydı. Hatta yerinden bir santim kıpırdamamış gözüken Klaus bile. Değişen tek şey gaz lambasından gelen o müthiş derecedeki parlak ışıktı. Karanlıkta kalan alaturka klozet dahi net bir şekilde seçilebiliyordu.

   Yorganı üzerimden atıp (yorganın üzerime nasıl geldiği bir muammaydı ya…) oturuş pozisyonuna geçtim. Haftalardır uyumuş gibi dinç ve sağlıklı hissediyordum kendimi. İyice bir gerinecektim, karşımdaki adam kirpiklerini dahi kırpmadan bana bakmıyor olsaydı…

   “Umarım iyi bir şekilde uyumuşsunuzdur üstat. Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?”

   “Teşekkür ederim, çok iyiyim. Bu küçücük odada ne kadar iyi olunabiliyorsa o kadar iyiyim.”

   “İyi olmanıza sevindim üstat. Yarım kalmış konuşmamıza devam edebiliriz demek. Ayrıca bu oda hakkında endişelenmeyin. Son kez bu yatakta uyumuş olduğunuzu belirtmek isterim –eğer burada kalmak bu kadar rahatsızlık vericiyse.”

   Kendimi çok iyi hissetmem hatta havalara uçmam gerekirdi. Fakat buradan çıkacağımı öğrendiğim an, içimde ne bir kıpırtı oldu ne de rahatlama hissi. Bu arada Klaus konuşmaya devam ediyordu. Konuşmasının bana mı hitaben olduğunu anlayamadım. Kendi kendine konuşuyor gibiydi, geldiğinden beri gözlerini bir an olsun üstümden ayırmayan kişi, şu anda yere bakıyordu ve ses tonu birazcık düşmüştü.

   “Aslında yerinizde olup aylarca hatta yıllarca şu odada kalmayı öyle isterdim ki. Bildiğim bir çok şeyi unutmak, boyutların geleceğinde ne olacağını umursamamak, evrenlerden bağımsız kalmak.. Sadece ama sadece şu yatakta oturup elimdeki bir kutu erzak ve bir sürahi su ile yıllarca yaşamak…” 

   Yavaşça gözlerini kaldırdı, gözlerinin içi sadece kızıl değildi şimdi, titreşiyor, bir ateş gibi oynuyordu. Ne diyeceğimi bilemedim. Teselli etme düşüncesi çocukça geldi biraz. İstesem de dediği cümlelerden tek bir anlam çıkaramadığım için sessiz kalmayı seçtim. Bir an sonra eski haline dönmüştü bile, konuşmaya devam etti.

   “Evet üstat, yaptığımdan dolayı özür dilerim. Kendi zırvalıklarımla zamanı boşuna harcıyorum en azından sizin bakış açınızla. Bilmeniz gereken son birkaç bilgiyi de aktarayım ve ‘biran önce’ ayrılmak istediğiniz bu odadan çıkalım.” ‘Biran önce’yi hafif alaycı tonda söylemiş ve dudağının sağ kenarı narin bir şekilde seğirmişti.

   “Eğer uykunuzdan önceki konuşmalarımızı hatırlarsanız ki unutabileceğinizi hiç sanmıyorum, bu odadan çıkabilmiş kişilerin sayısı tek elimdeki parmak sayısını geçmediğini söylemiştim. Bu konuda gerçekten de haklıydım. Sizden önce tam olarak beş kişi bu odayı normal olarak terk etmeyi başardı. Her biri farklı bir düzlemden, farklı bir çağdan geldi. Her biri bu odadan üstat sıfatıyla çıktılar. Son bir kişi beklendi. Altıncı ve son kişi. İşte üstat; altıncı ve son seçilmiş olan sizsiniz. Siz çıktıktan sonra oda da sonsuzluğa karışacak. Etrafınıza son bir kere bakmanızı öneririm. Gelecekte öyle zamanlar olacak ki bu odayı mum ile arayacaksınız.”

   Sanırım oda da kala kala gerçekten de delirmiştim. Aslında önümde bir adam durmuyor, ben hayal ediyordum. Böyle saçma kurgulara yetecek kadar hayal gücümün olacağını da hiç zannetmezdim. Ama delilik işte, her zaman deli olmuyordum değil mi? Aklımın bana oynadığı oyunlar git gide saçma bir hal alıyordu. Bağırmaya bile tenezzül etmeyecektim artık çünkü arkamda duran duvara bağırsam da karşımda duran hayal ürününün vereceği tepki ile aynı olacaktı. O anda Klaus, sanki sözlerimi duymuş ve aksini ispat edecekmiş gibi arkasını döndü.

   “Gelin üstat, buradaki zamanımız doldu. Daha fazla bilgiyi diğer üstatlar ile tanıştıktan sonra alacaksınız. Birçoğu için uzun süredir bekleniyordunuz, daha fazla sabretmelerini istemeyiz değil mi?” Hiç duraksamadan, hatta arkasına bile bakmadan önündeki kerpiç duvara doğru yürümeye başladı. Duvara doğru mu?

   “Hey, bir dakika! O tarafa doğru neden gidiyoruz peki? Gizli geçit mi var yoksa? Oysa ben ışınlanarak geldiğimizi falan düşünmüştüm.”

   İşte tam o an durdu, arkasını döndü ve içimi ferahlatan o neşeli kahkahalarından birisini daha patlattı.

   “Işınlanmak mı üstat? Sanırım boyutlar arası yer değiştirmekten bahsediyorsunuz, sizin dünyadaki anlamıyla. Hayır hayır, öyle bir şey olmayacak ve emin olun sonucunu bilseydiniz olmasını da istemezdiniz. Gizli geçit zırvalığı da ne oluyor peki? Eski mısır piramitlerinizden birinde olduğunu mu düşünüyorsunuz. Ah ama çok daha şaşıracağınız bir şey göstereceğim. Yanıma gelin.”

   Yavaş yavaş oturduğum yataktan kalkarak Klaus’a doğru yaklaştım. Kendimi bir fare gibi hissediyordum. Sanki tuzağa konulmuş peynire gider gibi. Temkinli adımlarla yaklaşmaya devam ettim. Korktuğumu anlamışçasına güven verici bir bakış attı. Derin bir nefes aldım, yanına vardığımda içimde bulunan korkudan çok azı, sadece karıncalanma hissi veren yönü kalmıştı.

   “Bakın üstat şimdi elimi dikkatlice izleyin.”

   Sol elini yavaşça duvara doğru uzattı. Birkaç saniye içinde küçük dilimi yutmamak için büyük bir çaba sarf ettim. Karşımdaki adam ise tekrar gülmeye başlamıştı.

   “Işınlanmadan bahseden birisi için bu küçük gösteririnin pek etkili olmayacağını düşünüyordum oysaki. Uzun süredir bu yüz ifadelerinden birisini görmemiştim. Beşinci kişiden beri.”

   Klaus dalga geçe dursun ben halen gördüklerimi hazmetme çabasındaydım. Herifin eli lanet olası duvarın içine girmişti. Hem de hiçbir zorlanma etkisi göstermeden. Sakin olmaya çalışarak duvara dokundum. İlk dokunduğum gibi sapasağlamdı. Bir duvarın ne kadar sağlam olması gerekirse o kadar sağlamdı yani. Daha fazla tutamadım kendimi ve aklıma gelen ilk soruyu sordum.

   “Ne tür bir büyüdür bu böyle? Elini duvar yokmuşçasına soktun. Hatta istediğin takdirde tamamıyla da geçebilirmişsin gibi gözüküyor.”

   “Çok akıllıca üstat, çok akıllıca. Yalnız bu görmüş olduğunuz büyü değil, bir tür illüzyon. Aslında burada bulunduğunuz zaman içerisinde de böyleydi. Herkesin bulunduğu zamanda da. Olay çok basit. Sadece ‘sır’rı bilmeniz gerekiyor. Buradaki ‘sır’ da duvarların yalnızca bir göz yanılgısı olduğunu bilmek. Eğer şu ana kadar durumun bir göz yanılgısı olduğu bilinciyle duvara yaklaşmış olsaydınız, açık bir kapıdan nasıl geçiyorsanız buradan da aynı şekilde çıkabilecektiniz. Hem de istediğiniz bir bölümünden. Şimdi beyninize aslında şu an gördüğünüz duvarın bir illüzyondan ibaret olduğu komutunu gönderin ve elinizi duvara yaklaştırın.”

   Şaşkınlık içinde kalmıştım. Bir tarafım gidip yatağa uzanmamı ve yorganı üstüme çekmemi, bir tarafım da başından beri buradan çıkabileceğim gerçeğini yüzüme vurmuş bu adamın suratının ortasına okkalı bir yumruk geçirmemi söylüyordu. İkinci düşünce aklıma geldiği anda gitti, ilki ise bariz gelmeye devam ediyordu. Fakat işte yine o küçük his devreye girdi. Böylece beynime duvarın bir illüzyon olduğu gerçeğini iletip elimi öne doğru uzattım.

   Az önce belki de balyoz ile vurup da kıramayacağım duvarın elimi soktuğum tarafı jöle gibi sallanıyordu. Hiçbir zorluk çekmeden ve hiçbir engele takılmadan duvarın diğer tarafına kadar sokmayı başarmıştım. İnanılmazdı ama tam önümde duran ve kendi gözlerimle gördüğüm bir gerçekliği de inkâr edemezdim.

   “Ve üstat, şaşkınlık safhamız bittiyse önden buyurun.”

   Doğru söylüyordu, beklemenin manası yoktu. Artık böyle bir olaydan sonra şaşıracağım pek fazla durum kalmamıştır düşüncesiyle, sanki suya dalıyormuşum gibi gözlerimi kapatarak ve nefesimi tutarak duvarın içine doğru yürümeye başladım.

   Oysa bilmiyordum ki öyle zamanların gelip de, küçük dilimi şaşkınlıktan yutmaya ramak kalacağım günlerle karşılaşacağımı…
"Her neyse sahip olunan, doğar ve ölür.
Bu nefsi müziğin içinde sıkışmış herkes
İhmal eder ölümsüz aklın harikalarını."
- William Butler Yeats, "Sailing to Byzantium "

Çevrimdışı magicalbronze

  • *
  • 4075
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: 6 Gezgin | Bölüm 6
« Yanıtla #33 : 07 Ocak 2009, 17:45:28 »
Bölüm 6

   Duvarın içinden geçerken düşündüğüm şey, küçükken durmadan yediğim pamuk şekerinin tuhaf ve iç gıdıklayıcı gelen yumuşaklığıydı. O zaman sadece dudağımda hissettiğim bu duygu, şu anda tüm bedenimi kapsıyordu. Klaus, normal bir açık kapıdan nasıl geçiyorsam, bunun da pek bir farkı olmayacağını söylemesine rağmen gözlerimi açmaya ve nefes almaya tereddüt ediyordum. Yapılmış olan illüzyonun etrafa yaydığı etkiyi kollarımdaki tüylerin diken diken olmasından anlayabiliyordum; tabii korku gibi başka bir his yüzünden değilse. Tam tereddüdü bir yana bırakıp gözlerimi açmaya karar verecekken yanımda duran Klaus konuşmaya başladı.

   “Gözlerinizi açabilir ve nefes alabilirsiniz üstat. Dışarıdayız.”

   Yavaş bir şekilde, ne göreceğim heyecanı ile gözlerimi açmaya başladım. Bir yandan da nefesimi tutmayı bırakmıştım. Önce tam üstümde duran güneşin sıcaklığını hissettim bedenimde. Uzun süredir hasret kaldığım bir duyguydu bu. Konumuna bakılırsa öğle vakti olmalıydı. Bir anda esen rüzgâr ve taşıdığı tertemiz hava ile ciğerlerimi doldurdum. Doğru, içerideki hava kötü değildi ama böyle bir durum ile kıyaslamak da saçma olurdu. Birkaç saniye almış olduğum bu sıcaklık ve temiz hava sanki mükemmel bir ziyafetin başından az önce kalkmışım hissiyatı doğurdu içimde. Etrafıma bakınmaya, bunca zamandır nasıl bir yerde olduğumu öğrenmeye çalıştım.

   Pek de yüksek olmayan bir tepede duruyorduk. Önümüzde geniş bir plato uzanıyordu. Pek fazla ağaç yoktu fakat olanlar da böyle olağanüstü bir yerde yetişmenin mutluluğu içindeydiler adeta. Pürüzsüz toprağın üzerinde güneşten aldıkları ısının hakkını veriyorlarmışçasına kendilerini sergiliyorlardı. Bu kadar canlı ağaçları gördüğümü hiç hatırlamıyordum. Aslında, isimleri pek bilmesem de birçok ağacı siması ile tanıyabilirdim. Fakat bunlar ilk kez karşılaştığım türdendi. Hafızamı yoklamaya, gerçekten de böyle ağaç türlerini görüp görmediğimi hatırlamaya çalıştım. Hayır, kesinlikle görmemiştim ve dünya üzerinde gören kimse olduğunu da sanmıyordum.

   Klaus’un söylemiş olduğu cümleler canlandı aklımda. Farklı bir düzlem, farklı bir boyut.. Sanırım haklı olduğunu kabul etmeliydim. Yandan, bir bakış attım kendisine. Bana doğru dönmüş, çevreye verdiğim tepkiyi seyrediyordu. Bir kere bile kırpmamış olduğu kızıl gözleri ile bana bakmasının başka bir anlamı olamazdı herhalde. Dikkatimi ondan uzaklaştırıp tekrar ağaçlara verdim. Uzakta olmalarına rağmen birçok yönden şekillerini seçebiliyordum. Özellikle bir tanesi vardı ki yapraklarının boyu bir yarısını kaplıyordu. Yeşil renginde, siyaha çalan gövdesinin üzerindeki lahanaya benziyordu. Diğer bir ağaç ise metrelerce yükselen gövdesini saymazsak meşe ağacına benziyordu. Bu ağaca normal diyebilirdim; eğer yaprakları koyu mavi renginde durduktan kısa süre sonra ateş kırmızısı rengine dönüşmeseydi.

   “Şu yaprakları renk değiştiren ağaç gerçek mi yoksa o da bir tür illüzyon mu?” diye sormadan edemedim. Bir süre daha sessiz kalan Klaus, cevabı ağaca bakarak verdi.

   “Duvarın içinden geçtiğiniz kadar gerçek üstat. Düzleminiz için şaşırtıcı gelebilir ama burada oldukça normaldir. Ona Saraht denir. On yılda bir meyve verir. Sadece tek bir meyve. Mevsim kavramları burada da geçerli fakat Saraht’ın meyvesini vereceği mevsim belli değildir. Bulunduğumuz düzlemde yetişen Saraht ağaçlarının her birinde kendi özü bulunan bir ruh olduğu rivayet edilir. Bu bakımdan meyvesini istediği zaman ve istediği saatte verebilir tabii on yıl ara ile. Sorun, verdiği meyvenin yirmi dört saat içinde bulunup ağaçtan kopartılması gerektiği. Yoksa toz olup gidiyormuş, muş diyorum çünkü kendim o meyveyi daha görmedim ve gördüğünü iddia eden kimseyle de karşılaşmadım.  Denilir ki meyveyi bulup koparan ve ondan bir ısırık alan kimse sonsuz yaşam dışında dilediği hayale kavuşabilirmiş. Ama dediğim gibi, henüz böyle bir durum görülmedi.”
Bir yandan Klaus’u dikkatlice dinlemeye devam ediyor, bir yandan da böyle bir çocuk masalını annemden en son kaç yıl önce duyduğumu hatırlamaya çalışıyordum. O zamanlarda hep bir masalın içine girmek, mutlu sona ulaşmak için kaderi belirleyen bir rolde bulunmak isterdim. Sanırım tanrı, bu denilen meyveyi yemeden dileğimi kabul etmiş olmalıydı. Kafamı böyle saçma düşüncelerden uzaklaştırıp arkama, duvardan çıktığım yöne bakmaya başladım.

   Kare şeklinde haftalardır yaşadığım o taş yığını ne kadar da küçük görünüyordu şimdi gözüme. Böyle güzel bir yeri kirletiyormuş hissiyatı doğuruyordu. Şu düşünceleri aklımdan geçirirken bile, duvarlar silikleşmeye arkada duran açıklık silik duvarların içinden görünmeye başlıyordu.

   “Ve üstat, işte beklenen zamanın yaklaştığı açıkça görünüyor. Önümüzde duran yapının hatırlara karışması ile bir çağ sona eriyor, diğeri başlıyor. Diğer üstatlar ile buluştuğumuzda nihai son ve gerçekleşmesi gereken gelecek hakkında bilgilendirileceksiniz. Hepinizin neden seçildiği, neler döndüğü hakkında bilgilendirileceksiniz. Bu yüzden fazla soru sormamanızı öneririm, yanıtları şu an için bende değil. Gelişinizi bekleyen beş arkadaşınızın da sizden daha fazla bir şey bilmediğini söylemem aradığınız yanıtların henüz ortaya çıkmadığını anlamanız için yeterli olur sanırım. Bu da demek oluyor ki aklınızda bulunan soruların yanıtı için biraz daha bekleme sabrını göstereceksiniz. Öğrenmek iyi bir şeydir ama şunu belirtmeliyim ki bazı gerçekleri öğrenmek yerine diri diri yanmayı seçeceğiniz zamanlar da olacak.”

   Konuşması bittiği anda önümüzde duran duvar, orada bir an bile yokmuşçasına hiçliğe karışmıştı. Durduğu yerde yeşeren çimenler birkaç günlük gibi gözüküyorlardı. Üstelik canlı canlı esen rüzgâr ile eğiliyorlardı. Bu durum bir yana Klaus’un söylediklerini de düşünüyordum. Daha fazla kaçmak bir işe yaramayacaktı. Dünyayı ve tahminimce başka dünyada bulunan başka düzlemleri tehdit eden çok önemli sorunlar olduğunu anlamıştım en azından. Şaşırmıştım. Şaşırdığım şey, böyle bir olayı duyduğumda şaşırmamış olmamdı. Bin türlü soru ile aklım bir o düşünceye bir bu düşünceye zıplayıp duruyordu. Ne kadar düşünsem de tüm sorular tek bir yerde tıkanıyordu. Neden ben? Bir odada birkaç hafta dayandığım için seçilmiş olmadığımı anlayacak kadar zekâsı olan biriydim. Oda sadece bir aşamaydı, belki de en kolayı. Tüm bunları şimdilik kendime sakladım. Taksici olarak tanıdığım adam eninde sonunda cevapları alacağımı söylemişti.

   Bir kere daha etrafıma bakınmaya yönelmiştim. Etrafta bulunan tek yapı, içinden çıkmış olduğumuz odaydı. O da birkaç dakika önce silinip gitmişti. Göz alabildiğince uzanan düzlüklerde dağ denecek yükseklikler yoktu. Üzerinde durduğumuz tepelerden birkaç tane daha görebiliyordum, onun haricince ova ayaklarımızın altında bir deniz gibi uzanıyordu. Nerede olduğumuzu ve nereye gideceğimizi sormanın bir mahsuru olmadığını düşünerek Klaus’a döndüm.

   “Burada ne işimiz var? Gördüğüm tek insan yapımı, ya da başka bir tür yapımı olan odada yokluğa karıştı. Nereye gideceğiz? Bizi bekleyenlerin yanına yürüyerek gideceksek çok fazla yolumuz var gibi gözüküyor ki şu anda başlasak iyi olur. Yanılıyor muyum?”

   “Üstat, şimdiden dizginleri elinize almaya başladınız, bayağı hızlısınız.” Ağzı gülümsemeyle kıvrıldı. “Bekleyenlerin yanına gideceğiz fakat yürüyecek değiliz. Sorunlardan bahsederken pek tabii düşmanlarımız olduğunu ve onlardan saklanmamız için bazı önlemler almamız gerektiğini söylemem gerek. Hepinizi birden tehlikeye atamayız hele ki başlamadan. Gideceğimiz yer farklı bir düzlem. Şu çok istediğiniz ışınlanma yoluyla oraya ulaşacağımızı belirtmem, sizi mutlu edecektir umarım. Lakin daha önce de dediğim gibi, pek hevesli olmayın. Bu kendi dediğimiz şekilde ‘evrenler arası boyut atlama’ durumunu son kez istekli olarak yapışınız olabilir. Yeri gelmişken küçük bir not daha. Aynı düzlem içinde bu yolu kullanamazsınız. Sadece farklı boyutlara geçmek için kullanılacak bir yöntemdir. Gideceğiniz yeri tam olarak zihninizde canlandırmanız gerekiyor. Daha sonradan öğreneceğiniz bu büyüyü yaparken rahatlamanız ve zihninizi boşaltmanız gerekeceğini de unutmayın. Şu anlık benim refakatimde yolculuk edeceğiniz için bu konu üzerinde fazlaca düşünmeyin. Daha sonradan göreceğiniz olaylar arasında, basit bir ayrıntı sadece.”

   İlginç, karmaşık, bir o kadar da merak uyandırıcıydı. Farkında olmadan bu işten zevk almaya başladığımı hissediyordum. Kaçış yoksa tam ortasına dal. Güzel bir düşünce tarzı. Sanırım bu yöntemi uygulama zamanı gelmişti. Kendimi ışınlanmaya ya da Klaus’un dediği şeye hazırlarken kızıl gözlerin dik bir şekilde bana baktığını gördüm.

   “Gitmeden önce üstat, söylemem gereken birkaç durum var. Buradan sonra gözlerinizi açacağınız yer, pek tatmin verici güzellikte değil. Temiz havayı iyice içinize çekin, hatırlamaya ihtiyacınız olabilir. Savaş halindeki bir düzleme gidiyoruz bu bakımdan gizli sığınaklara gidene kadar tehlike içinde olacağız. Hızlı hareket etmemiz gerekiyor. Karşılaşacağımız -ki umut ediyorum şu anlık böyle bir şey olmaz- yaratıklar insan değiller, hiçbir zaman da olmadılar. Fazla bilgi vermek istemiyorum ama sakın ‘gözlerinize aldanmayın’. Öyle türler göreceksiniz ki melek tabiri kadar güzel görünecektir size. Şunu asla aklınızdan çıkarmayın; ‘sır’rı bildikçe illüzyonun derinliklerini görebilirsiniz. Beyninize komut vermeyi unutmayın.”

   Sessiz bir şekilde başımı salladım. Demek istediği mantık dışı olsa da gerçekti. Buna inanıyordum. Bu kadar olaydan sonra, mızmızlanmanın manası yoktu. Tekrar karşımda duran simaya bakmaya başladım. Bir şey söylemeye çalışıyordu, isteksiz görünüyordu fakat seçimini yapıp gözlerime bakmaya başladı.

   “Bundan başka söylemeye teceddüt ettiğim son konu ise anneniz ve çevreniz hakkında.”

   “Annem mi? Ne oldu anneme? Yoksa kötü bir şey mi var? Lütfen söyle.” Oldukça heyecanlanmıştım. Her şey bir yana annemin bu olayla bir alakası varsa, dayanamazdım.

   “Hayır hayır, yanlış anlamayın üstat. Anneniz çok iyi bundan emin olun. Benim demek istediğim konu sadece anneniz ile ilgili değil, tanıdığınız herkes için…” Hala söylemekte kararsızdı, derin bir nefes alıp konuşmaya başladı.

   “Pekâlâ. Bakın üstat. Size karşı tüm üstatlara karşı olmadığım kadar dürüst davranacağım. Belki de onların geliş zamanında durumun bu kadar kötü olmamasıydı buna sebep. Karşı düzleme boyut atlaması yaptığımız anda ciddi bir tehlike ile karşı karşıya kalacağız. Bu yüzden ölebilme ihtimalimiz var, evet bu doğru. Bu bakımdan gitmeden size bu gerçeği söylemek istedim.. Anneniz ve tüm tanıdıklarınız tarafından artık tamamen birer yabancısınız. Düzleminizde, tüm çevreniz siz doğmamış gibi hayatlarına devam ediyorlar. Bu, sizin ve tanıdıklarınız için çok önemli bir durumdu. Umarım durumu anlayabilir ve ‘mantıklı’ davranabilirsiniz. Elbette tüm durumlar sona erer ve şans bizden yana gülerse her şey eskisi gibi olacak.”

   Son söylediklerini hazmetmek için yutkundum. Annem ve arkadaşlarım… Herkes, tüm tanıdıklarım beni tamamen unutmuşlar mıydı yani! Gidip görmeye çalışsam yabancı gözlerle bakacaklardı bana. Belki de kısa bir süre sonra ölecektim. Mantık! Evet, Klaus haklıydı. Bu bencillik duygusunu bir yana bırakmalıydım. Annemin öldüğümü bilmesi hiç de hoş olmazdı. Gülmeye başladım. Tüm evrende beni tanıyan tek bir kişi vardı; nerden geldiğini kim olduğunu bilmediğim bir yabacı. Ve o da karşımda duruyordu.

   “Şimdi, gitmeye hazır mısınız üstat?”

   Gülmeye devam ederken hiç düşünmeden cevap verdim.

   “Emin ol, hiçbir şey için bu kadar hazır olmamıştım. Ne olacaksa bir an önce başlasın.”

   “O zaman üstat sol koluma, bir uçurumdan sallanıyormuşçasına sıkı bir şekilde sarılın ve zihninizi boşaltın. Gerçek macera şu an itibari ile başlıyor.”

   Tüm olanlardan sonra, güven verici bakışı ile sol kolunu davetkâr bir şekilde uzatması ve muzip gülümsemesi içimde heyecan verici bir his yarattı. Tüm dünya tarafından bir yabancı olduğumu az önce öğrenmiştim, annem bile beni tanımıyordu. Uzanmış kola sıkı bir şekilde sarılırken aklımdan geçen tek şey, hayatımdaki monotonluğun gerçek anlamda sona erdiğiydi…
"Her neyse sahip olunan, doğar ve ölür.
Bu nefsi müziğin içinde sıkışmış herkes
İhmal eder ölümsüz aklın harikalarını."
- William Butler Yeats, "Sailing to Byzantium "

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Ynt: 6 Gezgin | Bölüm 6
« Yanıtla #34 : 07 Ocak 2009, 20:55:19 »
6. bölüm belki de şu ana kadarki en iyi bölümdü, okuyucuya en çok şey vaat eden ve sonrasını meraklandıran. Anlatım konusunda panik bir insanım yalapşapşup (yada şipşak da olur  :P) tüm özü verip bitirmeye çalışmak gibi pis bir huyum var ondan uzun gelmişti "oda" . Savaş alanlarındaki kaosa özel bir ilgim vardır benim umutluyum  :D

Çevrimdışı magicalbronze

  • *
  • 4075
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: 6 Gezgin | Bölüm 6
« Yanıtla #35 : 08 Ocak 2009, 10:53:44 »
Yedinci bölümden bayağı tatmin olacağını umut ediyorum ozaman. :D Oda gerçektende uzadı fakat tek bölümlük düşündüğüm bu hikaye zaten odanın içerisinde son bulacaktı fakat (hayat şartları mı diyeyim artık bilemiyorum... :P ) uzadı işte. Hiç bir şey eskisi gibi olmayacak hele ki şu yeni boyutta.
"Her neyse sahip olunan, doğar ve ölür.
Bu nefsi müziğin içinde sıkışmış herkes
İhmal eder ölümsüz aklın harikalarını."
- William Butler Yeats, "Sailing to Byzantium "

Çevrimdışı Amras Ringeril

  • ******
  • 2483
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: 6 Gezgin | Bölüm 6
« Yanıtla #36 : 08 Ocak 2009, 17:18:31 »
Oh okudum sonunda. Harika gidiyor, senden beklemezdim abi :P Yalnız soracağım bir şey var, alaturka klozet nasıl oluyor :P

6. Bölümde heyecanı merakı coşkuyu da katmışsın yazıya güzel olmuş, ama anlatımın gerçekten uzun biraz. Tanımlama, betimleme de yapmıyorsun sadece düşünce aktarıyorsun, işte bu tarz bakış açısının en büyük sorunu da bu. Bir de 6. bölümün sonuna kadar hevesle farklı hisler vererek devam ettirmişsin hikayeyi, harika olmuş ama sonunda bir ara Harry Potter havası aldım o hoşuma gitmedi.

Tecavüz kaçınılmazsa zevk almaya bak, demek gezginlerin felsefesi buymuş :P

try again fail again fail better

Çevrimdışı magicalbronze

  • *
  • 4075
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: 6 Gezgin | Bölüm 6
« Yanıtla #37 : 08 Ocak 2009, 18:01:16 »
Şimdi burada alfranga ve alaturka klozetler arasındaki farkı anlatmayayım değil mi? :P

Tek kişinin gözlerinden görmek bayağı zorluyor insanı, dediğim gibi tek bölümlük düşününce o kişinin gözüyle görmek pek zorlamasa da bölümler çoğalınca böyle bir durum ortaya çıkıyor. İşte evdeki hesap çarşıya uymadı... :D

Demek ki işin özünü yansıtabiliyorum. :P Yalnız bu kendi düşüncendir Özgür. İnsan nasıl görmek isterse öyle bakar olaya derlerya bu da öyle. Fesat seni... :P
"Her neyse sahip olunan, doğar ve ölür.
Bu nefsi müziğin içinde sıkışmış herkes
İhmal eder ölümsüz aklın harikalarını."
- William Butler Yeats, "Sailing to Byzantium "

Çevrimdışı Hurin

  • ****
  • 1478
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: 6 Gezgin | Bölüm 6
« Yanıtla #38 : 08 Ocak 2009, 18:15:29 »
Özgür'e hak veriyorum "Işınlanmayı" okurken sanki biraz uç uç tozuyla seyahat ediyormuş gibi karakter hissettim tek fark şömine ve toz olmaması. Ortamdaki bitkilerin farklılığı biraz Gediksavaşları tadı içeriyor. Ancak şunu samimi bir şekilde söyleyebilirim ki şimdiye kadar okuduğum en iyi denemelerden biri (malesef en iyisi değil :( ) Merakla bekleyeceğim devamını. Acaba "Üstat"ın etrafındaki seçilmişlerden tanıdık birilerine benzer karakterler görebilecek miyiz :) Betimlemeler gayet güzel ve anlatımda bir bozukluk yok. Ama bencede biraz aksiyon olsa güzel olurdu.

Hakan tek bir sorum var. Karakterin adı bir kuvvet içeriyor gibi bir giriş yapacak mısın hikayede (eski bir dilde yada sır'da büyülü bir güce sahip mi?). Yoksa belli bir özelliği olacak mı bu isimsizliğin.
Lacho Calad!, Drego Morn!
Flame Light! Flee Night!

Çevrimdışı Nihbrin

  • ****
  • 1243
  • Rom: 43
  • [Infornography]
    • Profili Görüntüle
    • nihbr.in
Ynt: 6 Gezgin | Bölüm 6
« Yanıtla #39 : 08 Ocak 2009, 19:09:37 »
Ben bir ara Loren_Summers'ın Seri Katiller'i ile birleşmesini falan beklemiştim iyi asist veriyordunuz eş zamanlı, başlangıç aşamasında :D olsa göz alıcı olur muydu bilmem ama fikir eğlenceli gelmişti. Sır olayı şimdi Hurin'de bahsedince Yerdeniz'deki isimlerin gücünü aklıma getirdi; birinin ismini biliyorsan onun üzerinde sonsuz güce sahip olursun.

Çevrimdışı Arlinon

  • ***
  • 456
  • Rom: 14
  • Savaş ve Ateş
    • Profili Görüntüle
Ynt: 6 Gezgin | Bölüm 6
« Yanıtla #40 : 09 Ocak 2009, 00:02:56 »
Hurin, en iyi hikayeyi merak ettim okumak istiyorum isim verirsen sevinirim:D

Çevrimdışı magicalbronze

  • *
  • 4075
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: 6 Gezgin | Bölüm 6
« Yanıtla #41 : 09 Ocak 2009, 15:36:47 »
Öncelikle aksiyon bekleyenler; sizlere yedinci bölümde istemedeiğiniz kadar aksiyon garantisi veriyorum. :D Bayağı uzun olmasına rağmen en sevdiğim bölüm oldu. Uç uç tozu ile benzerliği aklımdan dahi geçmemişti yahu? Yani orada daha değişik durum vardı sanki. Diğer üstatların iç yansımalarına çok fazla giremeyeceğiz çünkü tek kişinin gözünden ancak tahmin edebiliriz yahut o kişinin kendisini ana karakterimize açmasını bekleyeceğiz.

İsimler konusunda Yerdeniz ile benzerlerik var bunu kabul ediyorum fakat arada bir kaç farklılık olacak. Orada ismini herkese karşı koruman-saklaman gerekirken, benim hikayede kötülüğün güçlerine, -isme hükmetme becerileri olan kötü güçlere- söylenmeyecek. Söylenmeyecek derken üstat isimleri kötü güçler tarafından zaten biliniyor. Üstatlar o ismin kendisine ait olduğunu belli etmiyecek o kadar. Aslında çok basit fakat karışık anlattım sanırım... :D

Loren ile hikayelerimizin aynı anda başlaması tesadüf oldu aslında. Geçenlerde, hikayelerin başlangıcında konuşurken tanıtımları art arda gönderdik, bunu konuşmuştuk onunla sanırım; hatırlayamadım şimdi tam olarak. :P
"Her neyse sahip olunan, doğar ve ölür.
Bu nefsi müziğin içinde sıkışmış herkes
İhmal eder ölümsüz aklın harikalarını."
- William Butler Yeats, "Sailing to Byzantium "

nymphe

Ynt: 6 Gezgin | Bölüm 6
« Yanıtla #42 : 13 Ocak 2009, 16:03:36 »
hakancım uzun zamandır giremedim rıhtıma,atmışsın hikayenin yeni bölümlerini.ben yorumlarımı öncesinden yapmıştım ama tekrar okuyunca bir kez daha hayran oldum.yeni bölümlerini forumdan önce bekliyorum ;)

Çevrimdışı Arlinon

  • ***
  • 456
  • Rom: 14
  • Savaş ve Ateş
    • Profili Görüntüle
Ynt: 6 Gezgin | Bölüm 6
« Yanıtla #43 : 22 Ocak 2009, 13:27:44 »
Hadi artık devamı nerde:D

Çevrimdışı magicalbronze

  • *
  • 4075
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: 6 Gezgin | Bölüm 7
« Yanıtla #44 : 22 Ocak 2009, 17:42:35 »
Haklısınız çok oldu diğer bölümü koyalı. Sanırım bu bölüm oldukça doyurucu olacaktır sizin içinde. Hepinize iyi okumalar.

Bölüm 7


   Son kez, derin bir nefes alıp Klaus’a hazır olduğumu söyledim. Gözlerimi kapamadan önce önümde uzanan düzlüğün silikleştiğini ve yokluğa karıştığını, daha doğrusu bizim yokluğa karıştığımızı görebildim. Esmeyen rüzgârın üzerimize basınç yapıyormuş gibi bir etkisi vardı. Uçaktaki kalkış ve iniş anına çok benziyordu, tek fark bu durumun on kat daha işkence verici olduğuydu. Nefesimi daha ne kadar tutabileceğimi bilemiyordum fakat bir an önce gideceğimiz yere varmazsak ne olacağını tahmin edebiliyordum.

   Gözlerim kapama dürtüsüne karşı geliyordu. Sanki kapalı olup olmaması bir şey fark edermiş gibi. Üzerimdeki basınç, kolunu tuttuğum adamın çıkardığı sesleri bile boğuyordu. Klaus’un yanımda olduğunu bilsem de, sonsuz karanlıkta bir kütüğe sarılmış yalnız ve çaresiz bir adamdan başka bir türlü hissedemiyordum kendimi. Daha fazla nefesimi tutamayacağımı anladım. Hem zaten nefes alamayacağım diye bir şey yoktu ki. Sadece korkum yüzünden nefes almaktan çekiniyordum. Bu düşünce ile tuttuğum nefesi bıraktım.

   Yaptığımın hata olduğunu nefesimi tutmayı bıraktığım an anladım. Mantıksız bir yerde mantıklı bir sonucun çıkacağını bilmediğimden olsa gerek üzerimizdeki basıncın nefes almama olanak vermeyeceğini fark edememiştim. Kahretsin! Neden şansım yaver gitmiyordu ki? Nefes alma çabasıyla biraz kıpırdanmaya, kendimi gevşetmeye çalıştım. O an Klaus’un narin ve güven dolu sesi bir gök gürüldemesi gibi beynimin içinden duyuldu.

   “Ne yaparsan yap kıpırdama. Dayan! Çok az kaldı.”

   Daha fazla bir şey söylemesine gerek kalmamıştı. O sakin sesi böyle bir şekilde duymam bile yerimde mıhlanmış olarak sabit kalmama yeterliydi. Korkum tekrar baskın çıkmıştı. Umut ediyordum ki korkum uzun bir süre etkisini korusun yoksa nefes almadan durduğum her saniye, sonsuz karanlığı mutlak karanlığa çevirecekti.

   Bilincimin yavaş bir şekilde beni terk ettiğini, kafamın derinliklerinde sarı sarı parlayan yıldızların oluştuğunu düşündüm. Ne biçim ışınlanmaydı bu. Saniyelik bir şey olacağını sanıyordum, oysa bir ömür gibi devam ediyordu. Öleceğimi daha önceden de düşünmüştüm fakat bu kadar yakın olacağını sanmıyordum. Gözlerimi yavaş bir şekilde kapatmaya ve ölüme kucak açmaya başlarken, üstümdeki basıncın kalktığını ve ayaklarımın sert bir zemine değdiğini hissettim. Sonunda gelebilmiştik. Uzun süredir cehennem sıcağında kavrulan çölün içerisinde, soğuk ve tertemiz bir su bulmuşum gibi havayı hızlı bir şekilde içime çektim.

   Yaptığım bu ani hareketin getireceği sonuçları düşünememiştim. Nasıl uzun süredir çölde yürüyen birisinin suyu bir anda içerse, kötü şekilde kusacağı gibi, benimde uzun süre havadan yoksun kalmış ciğerlerim bir anda gelen bu hava yüzünden acı şekilde yanmaya başladılar. Küçük bir öksürük krizine girdim.  Yavaş yavaş kendime gelirken, ölüme çok yakın olduğum bu anı bir daha asla unutamayacağımın farkındaydım.

   Kafamı, zonklamasını durdurmak ve gözlerimin zifiri karanlıktan sonra gördüğü bu yeni ışığa alışması için sert bir şekilde salladım. Kulaklarımın içinde devam eden sessiz bir uğuldama dışında eski halime dönmüş gibiydim. Klaus’un yan tarafımdan seslendiğini duydum.

   “İyisinizdir umarım üstat. Gördüklerinizin rüya olduğu düşüncesi, bu atlama ile sonra ermiştir artık ve eminin boyutlar arası atlama hakkındaki fikriniz az önceki deneyimden sonra değişmiştir.” Yan taraftan küçük, pek de belli olmayan bir gülümseme takındı.

   Adamın iki dakikada bir haklı çıkmasında sinir olmaya başlamıştım artık. Evet, lanet olası ışınlanma hakkındaki fikrim değişmişti. Bir daha mümkünse böyle bir durum ile ikinci kez karşı karşıya kalmak istemiyordum. Sinirlerimi kenara bırakıp etrafa bakmaya ve nereye geldiğimizi anlamaya çalıştım.

   Klaus buraya gelmeden önce kötü bir yere gideceğimizi söylemişti. Söylediği sözlerinin, gördüğüm manzara karşısında ne kadar da basit kaldığını farkettim. İçime çektiğim havada ölüm kokusu vardı. Hafif çürümüşlük ve bayatlık kokusu geliyordu burnuma. Hava hiçbir yerde görmediğim bir kızıllıktaydı. Güneşin batmadan önceki, sakin ve tatlı turuncu renginden çok çok uzaktı. Etrafı karartıyormuş gibiydi. Geldiğim yerde yağmur bulutları olarak bildiğim kara bulutlar burada kırmızıya boyanmıştı; kan kırmızısı! Etrafta terk edilmişlik hissi vardı. Küçük, bodur bir çalılığın gölgesinde durduğumuzu, Klaus’un temkinli şekilde etrafına bakması ile gizlendiğimizi anladım. Bir önceki yer gibi düzlük yoktu. Hatta düzlük haricinde her şey vardı. Yerler çatlaklarla doluydu, toprakların üstünde çalılıklar harici yabani otlar bile bitmemişti. Rüzgâr esen ve serin olan bir çöle benziyordu. Birçok yerde boyumdan büyük kayalar görünüyordu. Birkaç harabe de fark ettim. Sahipleri uzun süredir terk etmişlerdi belli ki. Duvarların bir bölümü yıkılmış, bir bölümü sanki bomba atılmış da yıkılamamış, içe doğru ezik bir şekilde duruyor, is lekeleri arasında rüzgârın yapmış olduğu değişik tını ile haykırıyorlarmış gibi duruyorlardı. Tam bir savaş ortamına benzeyen manzaraya biraz daha bakıp Klaus’a döndüm.

   “Niye burada duruyoruz? Diğerleri neredeler?”

   “Etrafın güvenli olup olmadığına bakıyorum. Tuzak olmadığı kanaatine vardığım an ulaşmaya çalıştığımız yere doğru yola koyulacağız. Fazla uzak değil ama piknik yolunda da değiliz.” Çatılmış kaşlar ile bana bakmadan konuşuyor hala etrafı kolaçan ediyordu. Aklıma bir soru daha gelmişti.

   “Peki, neden gideceğimiz yere direkt olarak ışı- yani atlamadık?” Etrafa bakınmayı kesip doğruca gözlerimin içine bakarak, kalbime koyduğu küçük bir tedirginlik hissi ile konuşmaya başladı.

   “Çünkü üstat, bu sizin dünyanızdaki çekilen filmlere benzemiyor. Varmaya çalıştığımız yer kadim güçler tarafından boyutlar arası atlamaya olanak vermiyor. Şu çok dile getirdiğiniz mantığı biraz da bu yönde kullanırsanız, kendimizi korumak için yoldan geçen herkesin giremeyeceği bir yeri karargâh ve sığınak olarak kullanmamız gerektiğini anlarsınız.”

   Cevap beklemeden arkasına dönüp etrafı incelemeye devam etti. Zaten verecek bir cevap da yoktu. Haklıydı, sadece böyle narin adamın bir anda değişmiş ruh hali ve tavırları ile şaşırmıştım. Sessizliğin şu an için en doğru karar olduğunu düşünüp beklemeye başladım.

   Bir süre sonra Klaus her şeyin yolunda olduğu kararına vardı ki bana seslendi. Biraz önceki tartışmayı çoktan unutmuş gibi, yüzünde ilk defa gördüğüm bir ifade ile oturduğum yere gelip ayağa kalkmamı işaret etti.

   “Üstat, zamanı geldi. Size bahsettiğim insan olmayan karanlık gücün yaratıklarını unutmayın ve sakın gözlerinize aldanmayın. Şimdi dikkatli bir şekilde beni izleyin ve yakınımdan ayrılmayın.”

   Hızlı adımlarla yürümeye, biraz yol kat ettikten sonra da koşmaya başladık. Açık alana geldiğimizden ve saklanacak hiçbir yer olmamasından dolayı koştuğumuzu düşünüyordum. Aklıma büyü ile kendimizi görünmez yapabilir miyiz ve saklanacak kamuflajlar oluşturabilir miyiz gibi sorular geldi lakin bir an bile bu soruları Klaus’a yöneltme fikrine kapılmadım. Eğer böyle bir şey olsaydı zaten şu anki zahmete girmezdik değil mi? Ki film çekmediğimizi de bahse katarsak çocukça fikirleri bir kenara bırakıp koşmaya odaklanmam gerekiyordu.

   Soğuk, tüylerimi diken diken eden bir rüzgâr savruldu yan tarafımdan. Aynı yönden, rüzgârla birlikte geliyormuş gibi uyuşturucu bir melodi de çalındı kulağıma. O yöne baktım, hiçbir şey göremedim. Tekrar önüme baktığımda Klaus’a toslamaktan son ada kurtuldum.  Durmuş, az önce baktığım tarafa çevirmişti yönünü. Çarpacak olsam bile kıpırdamayacağını anladım. Transa geçmiş gibiydi, tekrar yana baktım. Benim göremediğim ne görebiliyor olabilirdi acaba? Rüzgâr tekrar ve daha şiddetli bir şekilde esmeye başladı. Yerde küçük bir sarsıntı başlamıştı, küçük fakat gittikçe şiddeti artan bir sarsıntı. Zelzele diye düşündüğüm bu durumun geçici olmasını umuyordum. Fakat git gide daha da şiddetlenince yalpalamaya başladım. Deprem oluyordu! Klaus halen tek bir tepki vermeden gözlerini, göremediğim şeye dikmişti. Daha fazla bekleyemedim;

   “Hey, Klaus! Neler oluyor böyle, fark etmiyor musun hala deprem oluyor! Güvenli bir yer bulmamız gerekmez mi?”

   Başta hiçbir tepki vermedi. Sonradan çok zor fark edebildiğim bir şekilde dudakları aralandı. Sesin ona ait olduğunu bilmesem, başkasının konuşuyor olduğunu sanırdım.

   “Keşke deprem olsa üstat. Depremden çok daha kötü şeyler oluyor. Karanlığın ve kötülüğün kadim güçleri gelişimizi, -yüzü bana döndü-, gelişinizi anladılar. Sizin arkadaşlarınızla bir araya gelmemeniz için ellerinden geleni yapacaklar.”

   Üzerinde durduğumuz toprak Klaus’un sözlerini vurguluyorcasına son ve olağanüstü bir şekilde sallandı. Birkaç metre ötemizde duran toprak yarılmaya, sonu görülmeyen bir uçtan diğerine, ince çizgi halinde başlayıp kalınlaşan bir fay hattı ortaya çıkıyordu. Yarık gittikçe genişliyor aşağıdan ateşin sıcak havasının yanı sıra, toplu mezarda oluşabilecek türden iğrenç bir koku yaymaya başlıyordu.

   “Peki, neden buradayız koşmaya devam etmemiz gerekmez mi? Kaçmalıyız!!” bağırarak söylediğim bu sözlere Klaus’un tepkisi içten gelen bir kahkaha oldu.

   “İsterseniz koşmaya devam edelim üstat, bu yaptığımızın hiçbir işe yaramadığı hep birlikte anlayalım. Kaçacağımız yöne doğru bir göz atın isterseniz.”

   Dediği gibi yaptım. Yan tarafımda gördüğüm durumun şaşkınlığı ile koştuğumuz yönü unutmuştum neredeyse. Yan tarafımda oluşan fay hattının aynısı önümde de uzanıyordu. Orası da yarılmış, aynı genişlikte bir yarık açılmıştı. Dehşet içinde bu yarıklardan arka ve diğer tarafımızda da olduğunu gördüm. Geçen süreç içerisinde siyaha boyanmış yarıklar, ateş rengine dönüşmeye başladı. Sıcaklık artıyordu. Volkanik bir dağda, kraterin tam ortasında bulunan kayanın üzerinde duruyormuşuz gibi hissettim. Az sonra lavlar, ağızdan fışkıracak, cehennem sıcağı ile yüzleşecek, daha ne olduğunu anlayamadan acı içerisinde ölecektim. Nefessizlikten ölsem sanırım daha huzurlu hissedecektim. Ben bunları düşünürken, Klaus ellerini birleştirip göğsüne kavuşturup bir şeyler mırıldanıyordu. İlk başta dua ettiğini sanıyordum ki o an yapılacak başka bir şey olmadığını düşünen ben de dua etmeye başlasam iyi olacaktı. Biraz sonra yaptığı şeyin dua etmekten farklı bir durum olduğunu sezdim. Şarkı söyler gibi, sözlerinde belli bir melodi vardı. Bazı yerlerde yükselen sesi, bazen duyulamayacak kadar kısılıyordu.

   Kısa ama bana uzun gelen bir sürenin ardından yan tarafımızdaki ilk açılmış olan yarıkta bir kıpırdanma olmuştu. Korkudan ve Klaus’un dikkatini dağıtmamak açısından yerimden kıpırdayamıyordum. Beynim yerimde durmamamı, kaçmak için yollar aramamı söylüyordu. Her zaman bana yön veren o his şu an yoktu. Ne yapacağımı bilmeden hareketlenme olan yöne bakıyordum ki ilk başta yükselen üç boynuz gördüğümde geriye doğru yalpalayarak düşmemek için büyük güç sarf etmem gerekti. Dehşet verici boynuzların uçları mum gibi yanıyordu. Yavaş yavaş yükselen şekilde önce bir kafa daha sonra da vücut belirmeye başladı. Oldukça muazzam gövdeye sahip bu varlıktan yayılan kokunun buraya geldiğimden beridir hissettiğim koku olduğunu anladım. Çürümüş ceset kokuları! Lakin bu kadar yakınlıktan, binlerce çürümüş ceset bir araya toplanmış gibi görünüyordu. Üçgen şeklindeki kafada tek bir göz vardı Tam ortada bulunan elips şeklindeki göz siyahın en kara tonuydu sanki. İçine baktıkça boşluğa düşüyormuş hissi veriyordu. Gövdesi yarıklarla doluydu. Üstünü saran bir deri yoktu, odun kömürü ile yapılmış bedenin içinde ateşin cayır cayır yandığı açıkça görülüyordu. Elleri ve ayakları bu vahşi yaratığa daha da korkunç bir görünüm veriyordu. Tek elinde tuttuğu büyük bir topuz vardı. Sivri dikenler ile desteklenmiş bu topuz da ateşle yanmaya devam ediyor, korkunç bir şekilde sallanıyordu.

   Gözlerini öncelikle Klaus’a dikmiş yaratık, yavaş bir şekilde bana döndü. Keskin ve acı dolu bir uğuldama ile yaratığın içinde yanan turuncu-kırmızı renkteki ateş maviye döndü. Dehşet dolu gözlere aklımı yitirmemek için zor bir şekilde dayanırken, bu tepkinin aradığı şeyi bulduğu anlamına geldiğini biliyordum. Beni arıyordu ve sonunda bulmuştu. Girdiği transtan yavaş bir şekilde ayrılan Klaus konuşmaya başladı.

   “Yanıma gelin ve omzuma tutunun üstat. İblisin çocuğu bize bir şey yapamaz!”

   Dalga mı geçiyordu? Koskocaman yaratık ile aramızda hiçbir şey yoktu. Klaus’un yapmış olduğu bir büyüyse bile, belli ki işe yaramamıştı. Görünürde hiçbir şey yoktu ama Klaus emin bir şekilde yerinde durmaya devam ediyor yaratığın gözlerine bakıyordu. Yanına gittim ve elimi omzuna koydum. İblisin çocuğu denilen yaratık acı verici bir haykırış daha kopararak zıpladı ve önümüze atladı. Aramızda bir metre bile mesafe kalmamıştı. Başının üzerine kaldırdığı topuzu hissettiğim kadarıyla tüm gücü ile bize doğru indirmeye başladı. Daha fazla bakamayıp gözlerimi kapattım. Nihai sonumuzu görmek pek de eğlendirici olmayacaktı.

   Tam kafamızın üzerine inmesi gereken topuzun hala gelmemiş olduğuna şaşırdım. Şu ana kadar çoktan ölmüş olmamız gerekiyordu lakin yaratığın tiz sesli acı çığlıkları kulağımı sağır etmeye devam ediyordu. Gözlerimi açtım, yaratığın bir kez daha vurmak için hamle yaptığını gördüm. Vurmasına yirmi santim gibi bir mesafe kala görünmez bir kalkan açık mavi bir şekilde belirdi, topuzun şiddeti oluşmuş kalkan üzerinde dalga hissi yarattı. Şimdi anlıyordum Klaus’un ne yapmış olduğunu. Görünmez bir kalkan yaratmıştı; ne sevindirici.. Arkasına bakıp omzunu bırakmamı işaret etti. Yaratığa doğru bir adım atıp, bir elini kaldırarak parmağı ile yaratığı işaret etmeye başladı. Işınlanırken kafamda hissettiğim o gök gürüldemesi gibi sesi ile konuşmaya başladı. Tek fark bu sefer sesin kafamın içinden değil de yukarıdaki bulutlardan geliyor oluşuydu.

   “Burayı hemen terk et ve karanlığın o ucube dolu cehennemine geri dön iblisin çocuğu. Gazabımı üstüne çekme, kadim dolu iyilik güçleri ile içindeki ateşin söndürülmesini istemiyorsan, iğrenç şekilde çürük kokan nefesini de al git bu topraktan.”

   Klaus’un her kelimeyi söyleyişinde tam arkamızdan yaratığa doğru gelen bir rüzgâr oluşuyor, önümde duran adam her dakika büyüyordu. Bir dakika, yanlış mı görüyordum. Yeşil saçları uçuşuyor, gittikçe büyüyen vücudu ile daha da uzuyordu.

   Yaratık tereddüt etmişe benziyordu. Önünde kendisiyle eşit boyda ve sesi bulutlardan gelen bir rakip vardı artık. Acı verici haykırışları bile kesilmişti. Klaus son bir  kez daha seslendi.

   “Lanet varlığını da al ve defol bu topraklardan. Daha fazla kirletmeden burayı, dön uğursuz ateş içinde kavrulan sığınağına.”

   Yaratık söylenenleri anlayabiliyordu. Bunu Klaus’un yaptığı son açıklamaya verdiği tepki ile öğrenmiş oldum. Topuzunu kaldırdı ve Klaus’a doğru tiz bir çığlıkla sallarken nefesimi tutmuş ne olacağını görüyordum. Çünkü Klaus’un başarısız oluşu ile sıranın bana geleceğinin farkındaydım ve böyle bir şey olabileceği ihtimalini düşünmek bile istemiyordum.

   Klaus, kendisine doğru inen topuza karşı hiçbir tepki göstermedi. Hatta arkasından bakıyor olsam da gözlerini bile kırpmadığına emindim. Topuz tam alnının ortasına indi. Daha tam inmeden Klaus’un ağzından telaffuzunu bile çözemediğim bir sözcük çıktı. O anda topuz binlerce parçaya ayrılıp toz şeklinde etrafa dağıldı. Sadece topuz değil, yaratığın eli de kopmuş ve parçalara ayrılmıştı. Gelen çığlık o kadar tiz bir şekil almaya başladı ki rüzgâr yönünü değiştirdi, kulaklarımı kapamam başımın dönmemesi için yeterli olmuyordu.

   İblisin çocuğu önünde duran adamın gücünü o saniye fark etmiş olmalı ki geldiği deliğe iki katı hızıyla girerek gözden kayboldu. Oluşan rüzgâr dinmeye, etrafa yayılan çürümüşlük kokusu ve sıcak hava kaybolmaya, en sonunda da oluşan yarık da gürültülü bir sesle kapanmaya başladı. Her şey bittiğinde o kocaman yarık hiç oluşmamış gibiydi. Etraf tekrardan sessizliğe gömülmüş, Klaus eski haline dönmüş bana doğru yürüyordu. İçimdeki korku ise attığı her adım ile daha da artıyordu. Odada bu adamı boğmak istemiştim. Oysa bu yaptıklarını gördükten sonra ne kadar komik bir durumda olduğumu anladım. Dahası korkuyla karışık bir saygının da oluşmaya başladığı andı bu. Üstat olan kişinin ben mi, o mu olması gerektiği şahsi düşünceme göre belliydi.

   “Bunu nasıl yaptın, gerçekten de mükemmeldin. Bana niye ihtiyacınız var anlayamıyorum, senin yanında değersiz bir ayak bağından fazla bir şey olmayacağımı görüyorum şu anda. O yaratığın karşısında altıma etmediğime hayret ediyorum.”

   İç ferahlatan kahkahalarından birini daha bana hediye ederek konuşmaya başladı.

   “Yapmayın üstat, şu an gördüğünüz yaratık yani iblisin çocuğu sizi aramaya gönderilmiş kuklalardan biri sadece. Eğer tüm tehlike onun gibileri olsaydı, şu anda kendi düzleminizde olan evinizdeki yatağınızda uzanıyor olurdunuz. Ancak daha hiçbir şey olmadı, piyonlar bittikten sonra asıl taşlar ortaya çıkacak İşte o zaman kendinizin asıl taşların en önemlilerinden birisi olduğunu göreceksiniz. Daha fazla beklemenin anlamı kalmadı, bu sessizlik ancak bir süre daha devam edecektir. İblisin çocuğu kötülüğe çoktan seni bulamadığını haber vermiştir bile. Çabuk olalım.”
Hızlı ve sessiz bir şekilde yolumuza devam ettik. Açıklık alanı geçmiş, seyrek ağaçlarla kaplı olan, yer yer kayaların yolumuzu kestiği yerlerde ilerlemeye devam ediyorduk. Ne bir kuş, ne bir böcek ne de başka bir hayvan. Bu düzlem her neresiyse belli ki hayvan yoktu. Önümüzdeki bazı kayaların etrafından dolanmamız, bazılarını tırmanıp geçmemiz nedeniyle yorulmaya başlamıştım. Spor yapmama rağmen bu şekilde engebeli yollara alışık değildim. Klaus yolumuzun pek de uzun olmayacağını söylemişti. Acaba başka boyutlarda bu söylem farklılık mı taşıyordu? Yol boyunca sessizlik içinde giderken arada Klaus’a da bakmayı ihmal etmiyordum. Dünyada beni tek tanıyan bu adamın yanında kendimi güvende hissetmeye başlamıştım.

   Yolumuza devam ederken kayalıklar azalmaya uzun ağaçlar sıklaşmaya başlamıştı. Çöl benzeri yerden çıkmaya başlıyorduk sanırım, yavaş yavaş ot benzeri yabani bitkilerin oluşmaya başladığını görüyorum. Buradaki hava geldiğimiz yere nazaran daha temiz gibiydi.

   Ağaçlar sıklaşmaya, yabani otlar büyümeye başlarken, ormana doğru gittiğimiz anladım. Önümüzde uzanan dev gibi ağaçlar ise gelen küçük esintilerle yavaş bir şekilde sallanıyor, yaydıkları gölgeler ile devasa boyuttaki gövdeleri siyahî bir renk alıyordu. Hızımız hissedilir derecede azalırken, sessizliğin de vermiş olduğu rahatsızlık ile hissettiğim küçük bir ayrıntıyı Klaus ile paylaştım.

   “Ağaçlar kötü gibi görünüyorlar değil mi? Belki saçma gelecek ama sanki burada olmaktan hoşnutsuzlarmış gibiler.”

   “Eğer konuşabilselerdi üstat emin ol dediğin cümleyi vurgulayacaklardır. Burada olmayı sevmiyorlar çünkü burası onların olması gereken yer değil. Sizin düzleminizden getirildiler. Ne buradaki su, ne de hayatta kalmalarını sağlayan toprak onlar için tanıdık değil. Bir insanın tuzlu su ve kurutulmuş meyve ile yaşamını sürdürmesine benziyor. Yaşıyorlar fakat isteyerek değil. İçinde bulunan kötülüklerden bahsetmek dahi istemiyorum.”

   Farklı bir tarafları vardı. Ne olduğunu anlayamıyordum ama arkamızdan gelen esintiye rağmen farklı tepki gösterip bizim olduğumuz tarafa eğiliyor, rüzgâr şiddetini arttırdığı zamanlarda istemsiz bir şekilde sallanıyorlardı. Soruyu sormadan Klaus cevap vermeye başladı.

   “Rüzgâra rağmen farklı bir yöne eğildiklerini görüyor musunuz üstat? Arkadan gelen esintiye rağmen yana doğru, bize doğru eğiliyorlar. Nedeni ise sizi tanıdılar! Kendi düzlemlerindeki canlıyı tanıdılar ve içinizdeki gücü gördüler. Dilleri olsa kendilerini buradan alıp dünyanıza götürmeleri için size yalvardıklarını anlayabilirdiniz.”

   Bu son cümleyi yüzüme bakarak söylemişti. İçimde küçük bir burkulma oluştu. Bu sancının ağaçlar için mi, istesem de oraya dönemeyeceğim gerçeğini bildiğimden mi oluştuğunu anlayamadım. Fakat içten içe ağaçlara bir söz verdim. Eğer Klaus’un dediği kadar önemli biriysem ve eğer daha ne olduğunu bile anlayamadığım bu olayı sona kavuşturursam söz veriyorum ki bir yolu varsa sizi burada bırakmayacağım.

   Arkamızdan gelen esinti bir anda kesildi. Bir süre sonra tam zıttı şekilde önümüzden esmeye, şiddetini yavaş ama hissedilir biçimde arttırmaya başladı. Tanrım! Yine mi bir canavar geliyordu yoksa. Klaus’a baktım. O canavarı görmeden önceki sakinliği görmeyi ve bizi tekrar kurtarabileceğini düşünüyordum. Fakat bu sefer ters giden bir şey vardı. Klaus’un yüzünde endişe verici bir bakış vardı. Ne yapabileceğini bilemiyormuş gibi. Aceleyle bana döndü, daha ne olduğunu anlayamadan aramızdaki mesafe kapanmıştı.

   “Bakın üstat, bir sorunun olduğunu sezmişsinizdir. Fakat iblisin çocuğundan nasıl kaçamadıysak bundan da kaçamayız. Sığınağa giden tek yol, şu anda yürüdüğümüz yoldan geçiyor. Birkaç mil ileride daha rahat gidebileceğimiz bir patika bulunmasına rağmen kimse fark etmesin diye zor yolu seçmiştim. Anladım ki yanılmışım. Kaçış yok üstat, sorunla yüzleşmemiz gerekecek. Burada size yardım edemem üstat, sizin gerçek şekildeki ilk sınavınız. Unutmayın, gerçek her zaman gözlerinizin önündedir. Sadece ‘sır’’rı  bilmek ve illüzyonların ötesini görebilmek gerekir. Bu da sizin gibi birisinde oldukça mevcut. Dürtülerinizin kalbinizi ve beyninizi ele geçirmesine izin vermeyin. Ağaçları unutmayın. Taze yapraklar beyhude yere dalından kopup düşmez, sakın unutmayın, sakın! Dikkatli olun!”

   Son kelimeyi endişe verici biçimde söyledikten sonra yok oldu. Daha ne dediğini bile anlamadan gitmişti. Yalnızdım! İlk gerçek sınav. Ne demek istemişti. Her şey bir yana taze yaprakların kopması ne anlama geliyordu? Hiçbir şey anlamamıştım. Nereye gitmişti peki. Eğer yüzleşemeyeceği kadar kötü bir varlık geliyorsa hiçbir şey bilmeyen benden ne bekliyordu? Belli ki şu iblisin çocuğu denilen yaratıktan daha güçlü bir şey olmalıydı. Korku yavaş bir şekilde bedenimi sarıyor, önümdeki rüzgâr daha yavaş bir şekilde şiddetini arttırıyordu. Gelecek şeyin ne olduğunu korku dolu gözlerle beklemeye başlamıştım. Arkama dönüp kaçmayı düşündüm, tabi nereye gideceğimi bilseydim.

   Yüzümü yalayıp geçen esinti tazelik kokuyordu. Ağaçların etrafı gölgelendirmesi ile oluşan soğukluk, bu yeni, önümden gelen sıcak meltem ile son bulmuştu. Bir önceki geldiğimiz düzlem kadar hoştu. Ağaçlar tatlı tatlı sallanıyor, oluşan uğultu melodik bir ses yayıyordu. Klaus yanılıyor muydu, yoksa gelen yaratık vaz mı geçmişti?

   Çok da uzak olmayan ağaçların arasında, beyaz, gözleri kamaştıran bir ışık göründü. Etrafına küçük simler yayıyormuş gibi görünen bu ışık gittikçe yaklaşmaya, temiz ve taze hava içeren rüzgârı kendisiyle birlikte getirmeye başlamıştı. Taze havanın, hoş ve eşini tatmadığım kokular ile dolduğunu hissettim. Hey, neydi bu koku böyle? Sırf koku ile gelenin; kötülüğün yaratığı olmadığı açıkça barizdi. Âşık olmuştum adeta. Artık korkulu bekleyişim sabırsızlığa dönüşmüş, gelen varlığı bir an önce görme arzusuyla dolmuştum.

   Işık yavaş bir şekilde yaklaşıp önümde durdu. Havada asılı olan, içinde ne olduğunu anlayamadığım ışık gözlerimi kamaştırıyordu. Kollarımı gözlerime siper ettim. Kapatmayı düşünmüyordum, sadece ışık olmasına rağmen bu olağanüstü şeyi görmeden duramıyordum. Bir süre sonra ışık, yavaş yavaş azaldı ve doğaüstü olan bu canlıyı görmemi sağladı. Kalbim sıkışmış, ayaklarım yerden kesilmişti. Gördüğüm bu güzellik.. Tanrım! Nefes almayı bile unutmuştum adeta, gözlerim yeni gelen bu güzelliğin görüntüsü ile yıkanırken ne etrafımdaki ağaçların varlığını hissedebiliyor, ne de Klaus’un görüntüsünü hatırlayabiliyordum. Bunun insan olmadığı gerçekti. Bu varlık bir melekti! Tıpkı tüm kutsal kitaplarda tabir edildiği gibi. Melekler ile ilgili birçok övgü duymama rağmen şu anda bu söylenenlerin ne kadar yetersiz ve gülünç olduğunu düşünüyordum. Ayrıca meleklerin kadın olduğunu da şu anda anlamıştım. Beyaz tenini kaplayan kar beyazı gibi elbisesi ile o kadar narin bir şekilde duruyordu ki, dokununca kırılır mı acaba diye düşündüm. Havada duran bu güzellik narin ve yavaş bir şekilde toprağa doğru inmeye başladı. Bana hala bakmamıştı. Gözleri havaya dönük şekilde yere iniyordu. Onun dikkatini çekebilmek, kendimi ona gösterebilmek için bir şeyler yapmam gerektiğini düşündüm. Böyle enfes kesici güzellikteki bir varlık, özellikle mi buraya gelmişti yoksa rastlantı sonucu mu bilmiyordum. Düşünmek de istemiyordum. O an istediğim tek şey sadece beni fark etmesiydi.

   Tanrı, sesime kulak vermiş olmalı ki ayağı yere değen meleğin gözleri bana doğru döndü. İfadesiz yüzüne küçük ama bunun tekrar olması için hayatımı verebileceğim bir gülümseme takındı. Oh! Bu olağanüstü güzellikteki melek bana baktı ve gülümsedi. Bayılmamak için zor duruyordum. Sessiz adımlarla yanıma doğru yaklaşmaya başladı. Yürürken o kadar zarif hareket ediyordu ki, ruhumun örtüsü olan bedenden utandım. Ayağının altında bulunan dökülmüş yapraklar o geçerken tek bir ses çıkartmıyor, rüzgâr gelişinin haberini veriyormuşçasına etkisini arttırarak devam ediyordu. Biraz sonra o olağan dışı sesi ile kalbimi hoplatan, dizlerime tatlı bir tireme getiren melek konuşmaya başladı.

   “Merhaba yabancı. Ben bu ormanın bakıcısı, Belinda. Sana hoş geldin diyorum.”

   Konuşurken Klaus için odada ilk düşündüğüm hisler aklıma geldi. Oysa şu an bu güzellik tanrıçası diyeceğim meleğin yanında ne kadar da kaba kalıyordu.

   “Ormanıma, çok nadir şekilde gelir yabancılar. Bu düzlemden olmadığın belli. Ağaçlar sana doğru eğiliyorlar. Dünya düzleminden geliyor olmalısın. Söyle yabancı adın nedir ve burada ne işin var?”

   “M-merhaba. Şey evet ben dünyadan geliyorum. İsmimde ..- Adım ..”

   “Ah, adını söyleyemiyorsun. Buraya yalnız gelmediğin belli yabancı.”

   “Evet, yalnız gelmedim fakat bununla ne alakası var? Başka düzlemde adımı söyleyemiyorum. Sanırım sorun bu.”

   Küçük, içten gelen, Klaus’un kahkahasını bile geride bırakacak bir gülümseme sundu bana.
“Demek sana böyle söylediler yabancı. Peki, sana bunun bu şekilde olduğunu düşündüren ne?” Gözleri, muzip bir şekilde gülümseyen dudakları ile uyum sağlayıp içten içe eğleniyordu sanki.

   “B-Ben adımı söyleyemiyorum. Söyleyebilseydim bunun yalan olduğunu anlardım, yani sanırım..”

   Eğleniyormuş gibi bir süre daha beni izlemeye devam etti ve konuştu.

   “Seni buraya kim getirdi yabancı. Sana ne tür yalanlar sundu bilmiyorum fakat büyü konusunda usta olan birisi olduğunu anlayabiliyorum. Kör gözlerin ve çalışmadan yoksun bedenin bunun bir kanıtı. Sen büyülenmişsin yabancı. İsmin senden alınmış!”

   Önümde duran güzelliğe rağmen zihnim böyle bir gerçeğin etkisiyle şoke olmuştu. Büyülenmiştim! Ne demek oluyordu bu? Klaus şu ana kadar yalan mı söylemişti yani? Hatıralar birer birer canlanmaya, şokun verdiği etkiyle su yüzüne çıkmaya başlıyordu. Güvendiğim adam bu olamazdı. Hayır. Bu kadın yalan söylüyordu. Gözlerim tekrar ona doğru döndü. Sadece kadın değil, bir melek. Meleklerin yalan söyleme yetisi olmadığını sanıyordum. Böyle nazik bir varlık yalan söyleyemezdi, buna inanamazdım.

   “Hayır. Olamaz! Beni buraya getiren kişi yalan söylüyor olamaz. Ona güveniyorum fakat – fakat seninde yalan söyleyebileceğini düşünemiyorum.” Aslında Klaus demek istemiştim fakat ağzım benden bağımsız hareket ediyormuş gibi beni buraya getiren kişi demişti. Ne demek oluyordu bu? Klaus ayrılmadan önce ne demişti bana?

   “Yabancı kişi, benim yalan söylemediğim konusunda haklısın fakat seni buraya getiren kişi her kimse sana yalan söylemiş. Bunu kanıtlayabilirim. Yanıma gel ve bana bir öpücük ver. Zihnini tekrar berrak bir hale getireyim, gerçekleri görmeni ve ismini benim kadar rahat bir şekilde söylemeni sağlayayım. Gel yanıma yabancı. Gel yanıma tatlım!!!”

   Kalbimin atışları kulağıma rahatsızlık verici bir haddeye gelmişti. Bir gülümsemesi için bile hayatımı vereceğimi düşündüğüm bu melek, onu öpmemi istiyordu. İnanamıyordum, bana tatlım demişti. Kollarını açmış davetkâr bir şekilde bana doğru uzatmıştı. Hareket etmekten korkuyordum. Bu maceranın rüya olduğunu düşüncesini bir süre önce bırakmış olmama rağmen, tekrar geri gelmişti. Sanki bir adım atsam rüyadan uyanacak, bu güzelliği sonsuza kadar kaybedecekmişim gibi. Yavaş bir şekilde ona doğru adım attım. Bir şey olmamıştı, hala buradaydım. Evet, gerçekten de rüya değildi. Kalbimin dayanacağını umuyordum. Midem alt üst olmuştu. Zihnim bile düşünmeyi bırakmıştı. Bir adım daha attım.

   Tam o an, aramızda bir metre bile kalmadığı anda, ağaçtan düşen taze bir yaprağa takıldı gözlerim. Sanki ben göreyim diye yavaş yavaş, sonu gelmez bir şekilde düşüyordu. Taze bir yaprağın düşmesi beni neden durdurmuştu? Beynimin derinliklerinde yaşayan o küçük hissin devreye girdiği an gerçekler gözümün önüne net bir şekilde akmaya başladı. Taze yapraklar beyhude yere dalından kopup düşmez. Klaus! Klaus söylemişti bunu. Son söylediği cümleler teker teker geldi hatırıma. Gözlerimin önündeki illüzyon. Yoksa bu, melek diye düşündüğüm şey bir illüzyonumuydu!

   ‘Sır’ denilen şey hakkında en ufak fikrim yoktu. Fakat Klaus’a güvenim tamdı, her ne kadar isim konusu aklımı karıştırmış olsa da. Beynime bu önümde duran varlığın bir melek olmadığı, kötülüğün veya herhangi bir şeyin üstüne yapmış olduğu illüzyon olduğu komutunu gönderdim. Sessiz şekilde yoğunlaşıp göreceklerim için beklemeye ve bakmaya başladım. Yavaş yavaş dönmeye başlayan başım artık önümdeki meleğin güzelliği nedeniyle değil, illüzyonun erimesi ile oluşan görüntü yüzündendi.

   Güzellik bir anda yok olmuştu. İğrenç, ilginç biçimde açılmış kara, iblisin çocuğunun gözlerindeki karanlığı loş bir ışık gibi bırakacak derecede siyah gözleri tutku içinde bana bakıyorlardı. İllüzyonun arkasındaki görüntü normal bir şekilde durmuyor sallanıyordu. Üzerinde hiçbir şey yoktu. Tüm vücuda garip, iğreti veren pullarla kaplıydı. Daha fazlasını göremiyordum çünkü gözlerim dudaklarına kilitlenmişti. O iğrenç ve dehşet saçan dudakları az önce öpmek için hayatımı vereceğimi düşünüyordum. Korku içinde geriye doğru yalpalayarak gidiyor, bir yandan da gözlerimi o iğrenç görüntünün üzerinden ayıramıyordum.

   “Nesin sen böyle! Ne biçim bir iblissin!!”

   Tutkuyla bakan gözler şaşkınlığa dönüşmüştü.

   “Neden bahsediyorsun sen? Ah, yoksa…!” Daha beş adım atmamıştım ki güzel esinti veren rüzgâr kayboldu, güzel sesler önümdeki ucube yaratığın çığlığı ile kesildi. Ne olduğunu anlayamadan üzerime atılmıştı.

   “Benim olacaksın yabancı. Gel buraya, istediğim sadece küçük bir öpücük.” Kollarımı sert bir şekilde kavradı. Tenime değdiği andaki üzerimi kaplayan acı, algılarımın ötesindeydi. Bilincimin acı yüzünden beni terk etmesini ve bayılmayı bekliyordum eğer önümdeki yaratığın acı dolu tiz çığlığı kulaklarımı çınlatmasaydı.

   Kollarımı tuttuğu ellerinden duman çıkmaya, bir süre sonra siyah şekilde yanan bir alev her tarafını kaplamaya başlamıştı. Ellerini çekmek için debeleniyor fakat belli ki bunu başaramıyordu. Ateş bir şekilde bana zarar vermiyor, önümdeki iblisi üzerinde yağ varmış gibi kaplamaya devam ediyordu. Bir süre sonra çığlıkları durmuş yanan etin kokusu etrafı sarmıştı. Ateş durmadan devam etti, ta ki yaratık parçalara ayrılmaya ve toz olmaya başlayana kadar. Orman sessizleşmiş, ağaçlar bile kıpırdamayı kesmişti. Soluk soluğa kalmış bir halde yüzümdeki terleri silmeye, yürümeyi daha yeni öğrenmiş bir çocuk gibi ayakta durmaya çalışıyordum. Korkuya daha fazla dayanamadım. Ayağım titreyerek tekrar yere kapaklandım, ellerimi siper etmesem kafamı güzel bir ağrı ile ödüllendirecektim. Kendimi düzeltim ve oturuş pozisyonuna geçtim. Yere düşen o canlı, taze yaprak ilişti gözlerime. Birçok yaprak yeri kaplıyordu fakat diğer altın sarısı, solmuş yaprakların arasında o kadar belli oluyordu ki…

   Esen hiçbir rüzgâr olmamasına rağmen o yeşil yaprak havalanmaya, hafif esen bir meltemin altındaymış gibi havada dans etmeye başladı. Biraz sonra kendi etrafında hızlı bir şekilde dönmeye başlamış, sadece orada oluşan rüzgâr ise küçük bir hortuma dönüşmüştü. Yeşil gözlerimi kırpmama neden olan bir ışık parıldadı ve tekrar solmaya başlayınca yaprak olan yerde Klaus görünmüştü. Güzel ve güven verici gülümsemesi ile bana bakıyordu.

   “Harikaydınız üstat. Bir an o iblisi öpeceğinizi sandım. Verdiğim ipucuna rağmen başarısız olacağınızı düşünmüştüm. Neyse ki yanıldım. Tebrikler. Sınavı geçtiniz.”

   “Ama ben hiçbir şey yapmadım, kendi kendine yanmaya başladı.”

   “Ah, sizin altıncı seçilmiş olduğunuzu bilse dokunmazdı. Ortadan kaybolma sebebim de buydu. Beni gördüğü anda sizin kim olduğunuzu anlar ve büyüsüyle tek bir kelime söyleyip hem sizi hem de beni sonsuza dek yok edebilirdi. Fakat seçilmişe dokunması yaptığı en büyük hata oldu.”

   “Kimdi o peki? Ne biçim bir yaratıktı öyle?”

   “Onun ismi kendisinin de söylemiş olduğu gibi Belinda. Eşi bulunmaz, oldukça güçlü bir iblis. İllüzyon ve büyüler konusunda oldukça ustadır ya da ustaydı demeliyim. Ondan kurtulmamız gerçekten de iyi oldu. Ayak bağı olmayı iyi becerir.” Elini uzattı ve ayağa kalkmama yardımcı oldu. Gülümsüyordu, fakat aklımı kurcalayan o soruyu sormadan edemedim.

   “Bana ismimi telaffuz edememe nedeninin büyü olduğunu söyledi. Bu doğru mu Klaus? İllüzyon da olsa oldukça gerçekçi konuşuyordu.”

   Bana bakmakta olan Klaus’un yüzündeki gülümseme silindi, yan tarafa doğru bakmaya başladı, ardından gözlerini devirip konuştu.

   “Belinda haklıydı üstat. İsminizi başka evrenlerde söyleyememe durumu bir uydurma. Büyüm nedeni ile isminizi söyleyemiyorsunuz. Şu anlık. Eğer bu büyüyü yapmasaydım çok kötü sonuçlar doğurabilirdi. İsminiz sizin her şeyiniz. Fark ettiniz mi bilmiyorum fakat dünya dâhil tüm evrenlerde tek! Aynı diğer beş arkadaşınızın da tek olduğu gibi. Karanlığın güçleri tarafından isminiz oldukça iyi biliniyor, mimlenmiş bir şekilde hem de. O iblise isminizi verseydiniz -ve emin olun üstat illüzyon olduğunu anlamadan önce canınızı bile verebilirdiniz- ölümden çok daha kötü sonlar sizi bekliyordu. Umarım anlıyorsunuzdur üstat. Şimdi devam edelim, çok az kaldı.”

   Yürümeye başladık, cevap vermemiştim. İsmimi söyleyebilme ve bana yalan söylediği gerçeği ile sinirlenmiştim. Ama yine haklıydı. Her zamanki gibi. Eğer bana ismimi söylememeyi tembihleseydi bile düşünmeden söyleyecektim, doğruyu söylüyordu. Yalan söyleyerek hayatımı kurtarmıştı.

   Küçük bir mesafeden sonra durduk. Etrafına bakmaya, elini havaya kaldırıp bir şeyler mırıldanmaya başladı. Ensemdeki tüyler tekrar diken diken olmuş, yaptığı olayın normal büyüden daha farklı bir şey olduğunu anlamamı sağlamıştı. Elini indirdiğinde, hemen üstünde durduğumuz toprak aşağı doğru gömülmeye başlamıştı. Fakat sadece kare şeklinde bir alan aşağı doğru gömülüyordu. Karanlığa girmeden önce Klaus’un son bakışı ve sözleri içimi heyecanla doldurmuştu.

   “Sığınağa ve evinize hoş geldiniz ‘Son’ üstat.”
"Her neyse sahip olunan, doğar ve ölür.
Bu nefsi müziğin içinde sıkışmış herkes
İhmal eder ölümsüz aklın harikalarını."
- William Butler Yeats, "Sailing to Byzantium "