Kayıt Ol

Aléste Odén Hikayeleri

Çevrimdışı KoyuBeyaz

  • ********
  • 2753
  • Rom: 59
  • Rasyonalist dominant.
    • Profili Görüntüle
Aléste Odén Hikayeleri
« : 11 Temmuz 2010, 04:21:02 »

''Aléste Odén 'Ölümün Komutanı' olarak da bilinen dişi bir namevt[*]Undead - Yaşar yaşamaz - Diriltilmiş.[/*]tir. Kendisine yaptığı katliamlarda yardım eden bir ordusu olduğu rivayet edilir. Irkıyla ilgili herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Daima onunla olan atının da kendisi gibi ölümsüz olduğu bilinmektedir. Mükemmel bir necromancer ve aynı zamanda kılıç ustasıdır. Kılıcı ‘Godslayer’ binlerce efsanede geçmekle birlikte, varlığı kanıtlanmamıştır. Kılıcın, Aléste’nin öldürdüğü her canlının ruhunu içinde hapsettiği ve onları kontrol etmesine olanak verdiği söylenir. Bir necromancer için ruhlarla dolu bir silah taşımak bulunmaz bir fırsattır.''


Giriş Bölümü - Nöbet

 Bütün geceyi uykusuz geçirmiş olan yorgun nöbetçi, mızrağından destek alarak zar zor ayakta durabiliyordu. Gözlerinin altı morarmış, soğuk kış gecesinde iliklerine kadar üşümüş, üstelik tuvaleti gelmişti. Nöbet değişimi günün doğuşuyla gerçekleşecekti fakat bütün gün gökyüzünü kapatmış olan kara bulutlar yüzünden günün normalden daha geç ışıyacağını gayet iyi biliyordu zavallı asker. Rüzgarın hışırdattığı yapraklar dışında tamamen sessiz ve karanlık olan gecede, olduğu yerde etrafa göz gezdirdi bir kez daha. Hiçbir şey yoktu ortalıkta. Son iki haftadır olmadığı gibi.

 'Her şey o aptal söylentiler yüzünden' diye düşündü mızrağını bırakıp bıkkınca arkasındaki tahtadan çite yaslanırken. 'Günlerdir nöbet tutuyoruz, hem de gece gündüz! Neymiş efendim tehlike varmış. Yok neymiş garip şeyler oluyormuş, şeytan dünyaya inmişmiş bilmem ne. Şeytan dünyaya indi de at üstünde mi geziyormuş dünyayı?' Küçük bir of çekip kafasını geriye, çite yasladı. Derinden gelen bir yorgunlukla esnedi, hava aydınlanana kadar daha birkaç saat olduğunu tahmin ediyordu. Etrafına bir kez daha baktıktan sonra biraz dinlenmeyi düşündü ve artık açık durmaya tahammül edemeyen ağırlaşmış göz kapaklarını kapattı.




 Başında nöbet tuttuğu yer tarımla uğraşan insanların kurduğu küçük bir yerleşim birimiydi eskiden. Eteklerinde bulunduğu yanardağın eski faaliyetleri, çiftçilere oldukça verimli topraklar bırakmıştı geçmiş yüzyıllarda. Burada yetiştirilen üzümler ülkenin en kaliteli şaraplarının ana malzemesi olana kadar gayet sessiz ve sakin bir hayatı vardı ilk yerleşimcilerin. Şöhretleri arttığındaysa bu şirin köy gezginlerin, şarap yapımcılarının ve daha iyi ürünler elde etmek isteyen çiftçilerin akınına uğradı. Kısa sürede nüfusu arttı, yeni binalar, yeni insanlar, gezginlerin konaklayacağı yeni yerler derken, kocaman bir kasaba olup çıktı birkaç yıl içinde.

 Kraliyetin farklı yerlerinden gelen yüzlerce insanla harmanlanmasına rağmen kasabada huzur bozucu herhangi bir olay görülmemişti uzun zamanlar. Herkes kendi işiyle uğraşıyordu, toprak bol olduğu için yerleşim sorunu da çıkmamıştı hiçbir yerde. Kasabalılar da genelde huzuru seven, sakin yapılı insanlar olan çiftçilerden oluştuğu için gayet yaşanabilir bir yer olmuştu burası. Ta ki kuzeyden korkunç söylentiler gelene kadar.

 Yaklaşık üç ay önce, gene sıradan bir güne uyanmıştı kasaba halkı. Sonbaharın kendini iyiden iyiye göstermeye başladığı vakitlerdi bu zamanlar. Çiftçilerin fazla işleri olmazdı yılın bu vakitlerinde, onlar da günün çoğunu kasabanın kahve ve meyhanelerinde oturup laflayarak geçirirlerdi. İşte gene böyle bir günün öğle vaktinde, kasabanın hanına giren yabancı bir gezginden duydular ilk söylentileri.




 Hanın kapısı hızlıca açıldı ve içeriye gezgin olduğu üzerindeki giysilerden ve sırtındaki torbasından anlaşılan bir adam girdi. Hancının yanına gelip kalacak yer ve sıcak yemek sorduktan sonra kasabanın misafirperver çiftçilerinden bazılarının davetini kabul edip içki içmeye oturdular. Çiftçiler ülkede olan biteni gezginlerden ve tüccarlardan öğrenirlerdi, bu yüzden gelenlere bir içki ısmarlayıp sohbet etmek ve neler olup bitiyor öğrenmek gelenek haline gelmişti artık. Gezginlerin önüne gurur kaynakları olan şarapla dolu bir bardak koyup anlattıkları her şeyi can kulağıyla dinlerlerdi, yeni bir gezgin uğrayana kadar da bu haberlerin dedikodusu dolaşırdı etrafta. Fakat bu sefer duyacakları hikayeler çekirge sürüleri gibi masum şeyler olmayacaktı.

 'Kuzeyde işler pek iyi değil.' dedi gezgin, kendisini dinlemek üzere toplanmış büyük kalabalığa. 'Bazı köylerden güneye göç edenler var. Yağmalamalar oluyormuş duyduğuma göre. Kuzeyde üretilen ne varsa bitmiş sarayda, yenisi de gelmiyormuş. Bazıları diyor ki etrafta gezen garip yaratıklar varmış. Bazıları da barbarların işi olduğunu söylüyor bunun. Hatta şeytanın yer yüzüne indiğini söyleyen bir deli bile gördüm yolda.' diyerek güldü ve önündeki bardağı kafaya dikip içindekini bitirdi adam.

 'Neyden kaçıyorlarmış ki?' diye sordu kalabalıktan birisi. Neredeyse bütün kasaba halkı handa toplanmış bu gezginin anlattıklarını dinliyordu. Kendisine yöneltilmiş meraklı bakışların hoşuna gittiği her halinden belli olan adam keyifle geriye yaslandı sandalyesinde. ‘Tam olarak bilmiyorum. Ama yanıp kül olan bazı köyler var, orası gerçek. Bir şeyler oralardan geçmiş ama ne olduğunu ancak tanrı bilir.’ Sonra konuşmayı kesip önündeki boş bardağa manalı bir biçimde baktı adam. Hancı mesajı almış olacak ki bir dakika sonra elinde büyük bir şişe şarapla geri döndü. Kupası yeniden dolan gezgin halinden gayet memnun görünüyordu.

 'Bir de kara bulutlardan bahsediyorlar geldiğim yerlerde. Söylediklerine göre köylerdeki huzursuzluklar hep kuzeydeki dağlardan gelen koca bulut kütleleriyle başlamış. Hayvanlar ahırlarında huysuzlaşmış, ayçiçekleri güneşe dönmez olmuş. Hava sertleşmiş, fırtınalar vurmuş dağın eteklerine. Sonrası muamma. Tanrı oradakilerin yardımcısı olsun.'




 Kasabanın yeni gündemi belli olmuştu bu günden sonra. Haftalarca insanlar arasında söylentiler dolaştı. Bazıları korkuyor, bazıları kuzeydeki barbar halkların saldırdığını ve kraliyetin yakında karşı koyacağını söylüyor, bazıları kıyametin geldiğini söyleyip etrafa tedirginlik yayıyordu. Üstelik kasabaya kuzeyden gelen tüm insanlar farklı ama hiçte iç açıcı olmayan yeni dedikodular getiriyordu. Hepsi de kasabada geceyi geçirip sabah güneş doğmadan güneye doğru kaçarcasına yollarına devam ediyorlardı. Kasaba üzerinde gerginlik giderek artıyordu.

 İlk söylentilerin üzerinden yaklaşık iki ay geçti. Kasaba uzun zamandır ilk kez güneyden gelen ziyaretçiler gördü bir sabah. Ne var ki bu onların rahatlamasına değil daha da huzursuzlaşmalarına sebep oldu. Gelenler Kraliyet Ordusu askerleriydi. Tüm kasaba halkı askerleri görmek için sokaklara dökülmüştü fakat onlar hiçbir şey söylemeden geçip gittiler. Arkalarında yüzlerce yeni düşünce bırakarak tabi ki.

 Sonraki günlerde kuzeydeki barbarlar teorisi güçlenmişti söylentiler arasında, ama işin kötü yanı insanların ordu gerektirecek kadar büyük bir sorunla karşı karşıya olduklarını görmüş olmalarıydı. Tedirginlik zaman zaman yerini paniğe bırakırken, kasabada korku arttı. Bazıları topraklarını bırakıp göç etmeye hazırlandı. Bazıları kalıp savaşmaları gerektiğini söyledi. Bazılarıysa ordu için dua etmekten başka bir şey yapamayacaklarını düşündü. Ortak olarak yaptıkları bir şey varsa, o da yabancılara güvenmemekti. Kasabanın misafirperverliği de huzuru gibi yok olmuştu.




 Genç nöbetçi yüzüne vuran su damlacıklarıyla açtı gözlerini. Elinden kaymış olan mızrağını görüp aldı ve ayağa kalktı hemen. Uyuyakalmış olmalıydı. Hızlıca ayağa dikildi ve bu olay hiç olmamış gibi eski pozisyonuna dönerek hızlıca etrafına baktı. Hava hala karanlıktı ve yağmur başlamıştı. Kendisini gören kimsenin olmadığına kanaat getirerek içinden bir oh çekti ve nöbet pozisyonuna geri döndü. Kaskatı ve dimdik.

 Sonraki birkaç dakikada yağmur yavaş yavaş hızlandı. Adam içinden lanetler okuyor olsa da kendi sağlamlığını test edermiş gibi kıpırtısız duruyordu sağnağın altında. Aniden her yeri bembeyaz eden bir şimşek çaktı, gök sanki yarılmış gibi gürledi. Kasabadan köpek havlamaları duyulmaya başladı ardından. Sonra diğer hayvanlarda çıldırmış gibi bağırmaya başladı. Şimşekler giderek daha sık çakmaya başlarken nöbetçinin içine bir korku girmişti.
Etrafa baktı dikkatlice, yağmur yüzünden pek bir şey görünmüyordu. Karşıdaki geniş ormanın silüeti artık sık sık çakan şimşeklerle bir görünüp bir kayboluyordu ve bu görüntü adamın tedirginliğini daha da arttırıyordu. İçini kaplayan korku büyüdü. Ne olduğunu bilmiyordu, ama hissediyordu. Bir şeyler geliyordu.

 Gök son bir kez yarılırmışçasına gürledi, aynı anda köydeki hayvanların hepsi sustu. Yağmur saniyeler içinde kesildi, rüzgar her şeyi sökecekmiş gibi esmekten vazgeçerek yerini ürkütücü bir durgunluğa bıraktı. Genç nöbetçi sıkı sıkı sarıldığı mızrağını önüne doğrulttu. İçinden aklına gelen her duayı ederek duyularını keskinleştirmeye çalıştı. Sonsuz gibi gelen bir süre hiçbir ses ya da hareket olmadan geçti. Nöbetçi, kalbinin göğsünden fırlamak için verdiği mücadele dışında hiçbir şey duymadı. Sinirleri aynı gerginlikte kaskatı beklerken, sessizlik vahşi bir kişneme sesiyle bozuldu. Adam sesi duyunca bir anda olduğu yerde zıpladı, uzun mızrağını ıslak elleriyle sıkı sıkıya kavradı.

 'Kim var oda?' diye karanlığa doğru bağırdı ama sesinin titremesine engel olamamıştı. Korku içinde, karanlık gecede görebileceği herhangi bir şey için etrafına bakındı. Etraf öylesine sessizdi ki, belki de metrelerce ileriden gelen nal seslerini oldukça rahat duydu. Gözlerini kısarak gelen kişiyi görmek için karşıya doğru kafasını eğerek baktı. İçindeki korku sanki karşısındaki yaklaştıkça büyüyordu. 'Korkacak bir şey yok' dedi kendi kendine. 'Hepsi deli saçması ve bu adamda kuzeyden gelen sıradan bir atlı işte. Kendine gel, kendine gel.'

 Nal sesleri oldukça yavaş bir biçimde yaklaşırken nöbetçi, gelen atlının silüetini görmeyi başardı. Mızrağı tutan elleri iyice sıkıldı, bir yandan titriyor, bir yandan elleri terliyordu. Uzaktan kendisine doğru gelen atlı adamın silüeti dev gibiydi. Karanlıkta seçebildiği kadarıyla atın boyu bile iki öküz büyüklüğündeydi. Adamın kalbi deli gibi çarpmaya devam ederken, bacakları da yavaş yavaş çözülüyordu. Bu korku normal olamazdı.




 Atlı oldukça yavaş bir biçimde nöbetçinin görüş alanına girdiğinde, zangır zangır titreyen genç asker mızrağını hafifçe kaldırdı ve inanılmaz kısık bir sesle 'Dur!' dedi. Atlı sakince atını durdurdu ve oldukça yukarıdan askere doğru baktı. At bir kez burnundan soludu ve yalnızca bacak hizasına gelen askere doğru ön ayağını kaldırıp yeri eşeledi. Mızrağı elinden yavaş yavaş kaymakta olan nöbetçinin korkusunu hissedilmeyecek gibi değildi.

 At ön dizlerinin üzerinde yere çöktü ve simsiyah giyinmiş kukuletalı bir silüet attan yavaşça indi. Atın soluk alıp verişinin ve nöbetçinin son atışlarını yapan kalbinin bile oldukça keskin şekilde duyulduğu bu sessizlikte Aléste yere inerken hiç ses çıkmadı. Kılıcını kınından çıkarırkende öyle.

 Kılıcın sapına işlenmiş olan küçük siyah kristal, nöbetçinin kanı demire değince parladı.
Uzay elbisemle kavgaya hazırım.

Çevrimdışı KoyuBeyaz

  • ********
  • 2753
  • Rom: 59
  • Rasyonalist dominant.
    • Profili Görüntüle
Aléste Odén Hikayeleri - II
« Yanıtla #1 : 14 Temmuz 2010, 20:15:22 »

''Ölümsüzlük için bunca uğraş döken insanoğlunun bilmediği şey; yaşamı değerli kılanın ölüm olduğudur. Fakat bazen seçme şansı size verilmez. Aléste ölümsüzlüğü kendi isteğiyle kazanmamıştır, belki de bu yüzden onu bir lanet olarak görür. Yaptığı katliamlara ve soğuk ününe rağmen, saf kötülük hiçbir zaman Aléste’nin sahip olduğu bir özellik olmamıştır. Bazen kaderin işleyişinde görünenden çok daha fazlası vardır.''

Yolculuk


Alıntı
‘Aléste’yi ilk gördüğümde kuzeyin küçük insan köylerinden birinin kalabalık hanındaydım. Üzerinde siyah bir cübbe ve çamur içinde kalmış bir pelerin vardı. Saçları cübbesinin içinde uzanıyordu, yüzü oldukça solgundu. Uzun boyluydu, vücut kıvrımları üzerindeki bol cüppeye rağmen belirgindi. Hangi ırktan olduğunu bilmiyordum, daha önce hiç ona benzer birisiyle karşılaşmamıştım. Parlak gözlerindeki o amaçsız bakışları hala hatırlarım. Yolunu kaybetmiş bir yolcu gibiydi; amaçsız, yorgun, ne yapacağını bilmeyen.’

‘Nuáli – Bilinmeyenler Tarihi / 624 *6’


 Aléste o zamana kadar kendisiyle ilgili hiçbir şey bilmiyordu. Ne olduğu ya da nereden geldiğiyle ilgili hiçbir bilgisi yoktu. Aylardır etrafta dolaşmasına rağmen, gittiği onlarca yerleşim yerinde suda gördüğü yansımasına benzeyen hiç kimseye rastlamamıştı. Bakışlardan da anlıyordu, o farklıydı. Yemeğe ihtiyacı yoktu, yorgunluk hissi yoktu, uyuması gerekmiyordu. Kendi üzerinde hiçbir ırkın özelliği bulunmuyordu. Yalnızca devaların bir özelliği vardı belki. Ölümsüzdü.

 Nereden geldiğini bilmiyordu. Hatırladığı tek şey güzel bir günde, çırılçıplak bir şekilde büyük bir ormanda uyandığıydı. Bulunduğu yeri bilmiyordu fakat yolunu oldukça kolay bulmuştu ormandan çıkarken. İçgüdüleri vardı, ne zaman ortaya çıkacağı belli olmayan farklı hisleri. Geçtiği yerlerin bazılarını tanıyor gibiydi, sanki daha önce oraya gelmiş gibi. Fakat bilmiyodu, ne olduğunu, ne yaptığını, ne yapması gerektiğini...

 Cevaplar için çok uzun bir süre yolculuk yaptı. Kuzeyin buz cücelerinden güneyin insanlarına, devaların yanından büyük elf şehirlerine kadar her yeri dolaştı. Büyük kütüphanelere girdi, en yüce bilginlere sordu. Ama aldığı cevap heryerde aynıydı. Onun gibisini ne gören vardı, ne bilen. Sonunda kuzeye geri döndü, hatırladığı ilk yerlere. Uzun ve çileli yolculuğunun ardından, o küçük insan köyündeki eski handa sorularına cevap verebilecek olan ilk kişiyi buldu.


Alıntı
‘Onun farklı olduğunu herkes gibi ben de anlamıştım. Diğerlerine benzemiyorsanız, bilmek istediğiniz şeyler vardır. Ne olduğunuz, nereden geldiğiniz, benzerinizin olup olmadığı gibi. Aléste’nin bakışlarındaki o umutsuzluğun aradığı cevapları bulamayan bir varlığa ait olduğunu biliyordum, bunu daha önce de görmüştüm. Ve şanslıydı ki, aradığı cevapların bazılarına sahip olan belki de tek kişiydim.’

‘Nuáli – Bilinmeyenler Tarihi / 624 *7’


 Nuáli ile kısa sürede oldukça iyi anlaştılar. Sahip olduğu bilgi Aléste’yi etkilemişti, ömrü boyunca gezmediği bir yer yok gibiydi Nuáli’nin. Yolculuklarına birlikte devam ettiler ve Aléste gezdiği yerleri, öğrendiklerini ve öğrenmek istediklerini tek tek anlattı. Gözlerini ilk açtığı topraklara doğru yolculuk ederken, Nuáli bildiği tüm soruları yanıtladı. Birlikte yaptıkları bu yolculuk sırasında oldukça yakın birer dost haline geldiler. Ve Aléste aradığı cevaplara hiç bu kadar yakın olmamıştı.

 Karlı bir kış günü kuzeyin en yaşlı ormanlarından birinde yolculukları sona erdi. Aléste gözlerini ilk açtığı büyük ağacı diğer milyonlarcasının içinde tereddütsüz tanımıştı. Ağaç ormanın tam ortasındaydı, diğerlerine göre oldukça büyük görünüyordu. Nuáli geniş ve yaşlı ağacın karla kaplanmış eğri dallarının üzerine çıktı atik bir şekilde. Ağacın geniş gövdesinin tam ortasına elini koyarak bir şeyler fısıldadı ve ağacın gövdesi titreyerek açıldı. Aléste artık doğuşunun sırrını biliyordu. Ağacın içine yerleşmiş olan rengarenk ve pürüzsüz kristal.

Alıntı
‘Aléste Odén’in ruh taşlarıyla bir ilgisi olduğunu tahmin etmiştim. Fakat dürüst olmak gerekirse bu kadar güçlü ve aktif bir ruh taşını daha önce hiç görmemiştim. İçerisinde birkaç farklı ruh var gibiydi, rengi sürekli değişiyordu ve parlaklığı sürekli azalıp artıyordu. Belki de bu ormanda ölen bazı canlıların ruhları burada toplanmıştı, kim bilir. İşte Aléste’de bu ruh taşının melezi olmalıydı. Hiç kimseye ve hiçbir ırka benzemeyen ve neyin birleşiminden olduğu bilinmeyen özgün bir melez.

‘Nuáli – Bilinmeyenler Tarihi / 624 *13’


 Aléste aradığı cevaba ulaşmıştı. Nereden geldiğini artık biliyordu, ne olduğunu ise asla bilemeyecekti. Artık cevap vermesi gereken yeni bir soru olduğu ise oldukça açıktı. Bundan sonra ne yapacağı?
Nuáli ona kendisiyle birlikte yolculuk etmeyi önerdi. Yardıma ihtiyacı olanlara yardım etmek en azından asla normal yollarla bitmeyecek olan hayatına bir anlam yükleyebilirdi. Kendisi gibi bir ölümsüzle birlikte seyahat etmek ise oldukça güzel olabilirdi fakat o bunu istemiyordu. İçinde ne olduğunu bilmediği bir his vardı ve aradığı şeyin farklı olduğunu düşünüyordu. Nuáli’ye teşekkür etti ve teklifini reddetti. Sonraki günlerde de yolları herhangi bir vedalaşma olmaksızın ayrıldı.

Alıntı
‘Onunla ayrıldığımızda bundan sonra ne yapacağıyla ilgili hiçbir fikri yoktu, bundan eminim. Aradığı cevapları bulmuştu fakat bu onun hayatına yön vermeye yetmezdi. Bundan sonra kendi cevaplarını bulması gerekiyordu. Onunla geçirdiğim kısa süre boyunca fark ettim ki kişiliği daha önce gördüğüm hiç kimseye benzemiyordu. Farklıydı, birkaç farklı canlıyı tek başına yaşıyor gibi. Kapasitesi ve geleceği tamamen sisler içindeydi Aléste’nin. Onu kendi cevaplarını bulması için yalnız bırakmak belki de uzun yaşamımda yaptığım en büyük hatalardan biriydi.

‘Nuáli – Bilinmeyenler Tarihi / 625 *16’

Uzay elbisemle kavgaya hazırım.

Çevrimdışı KoyuBeyaz

  • ********
  • 2753
  • Rom: 59
  • Rasyonalist dominant.
    • Profili Görüntüle
Aléste Odén Hikayeleri - III
« Yanıtla #2 : 31 Ağustos 2010, 05:45:49 »
  Aléste Odén uzun yolculuklarından ve yıllarca aradığı cevaplardan sonra kendisi ile ilgili birçok şey öğrenmiştir. Ruh taşlarında daha önce görülmemiş bir şey olan ruh birleşmesi ile oluştuğunu keşfetmiştir. Ruhunun, kaç tane olduğunu bilmediği farklı farklı canlıların ruhlarının birleşmesiyle oluştuğunu ve bir yapboz gibi parça parça olduğunu öğrenmiştir. Kişiliği üzerinde sağlam bir iradeye sahip olmadığını da acı tecrübelerinden sonra anlamıştır artık. Ruhu daha önce görülmemiş bir harmandır ve hangi yanı ağır basarsa o yanı Aléste’nin kişiliğini oluşturmaktadır. Aléste, kendi üzerinde hakimiyet sağlamak için çok uzun bir süre kendisiyle savaşmıştır ve en sonunda kontolünü sağlamanın yolunu bulmuştur. Ruhunun en güçlü kesmini ön plana çıkarıp yalnızca bunun üzerinden yaşamaya çalışmıştır ve başarılı olmuştur. Fakat bu kararı oldukça kötü bir tercihe dönmüştür zamanla, çünkü Aléste’nin ruhundaki en güçlü taraf en bağımsız ve başına buyruk olan kötülüğün ta kendisidir.




  Aléste güçlerini keşfettikçe daha tehlikeli bir varlık olmaya başlamıştır. Kapasitesinin kendisinden başka kimse farkında olmadığı için tehlikenin büyüklüğü de uzun zaman saklı kalmıştır. Ta ki kendisini oluşturan ruh taşından GodSlayer’ı yapana dek. GodSlayer tarihte görülmüş en güçlü kılıç olmakla birlikte üzerine işlenmiş olan eşsiz ruh taşının iradesini de ortaya çıkartan silah olmuştur. Aléste’den başka hiçbir gücün kontrol altında tutamayacağı kadar güçlü bir kılıç.

  GodSlayer’ın yapımından sonra Aléste bu kılıcın bastırılamaz açlığını hissetmiştir. Ruh taşı sürekli olarak ruhları çeken bir yapıya sahiptir ve kılıcın öldürdüğü her canlının ruhunu hapsetmektedir. GodSlayer tarafından öldürülen hiç kimsenin huzura kavuşamayacağı söylenir, öyle ki Aléste’nin yenilmez ruh ordusunu oluşturan bir başka asker haline dönüşmektedir kurbanlar. Kılıcın bastırılamaz açlığı Aléste’nin kişiliği ile mükemmel bir uyum sağlayınca ve bu gücü kontrol edecek tek potansiyel de kendisinde olunca Kayıp Evren tarihindeki en büyük güçlerden birisi çıkmıştır ortaya.
Ard arda gelen katliamlara karşı hiçbir güç duramamıştır uzun yıllar boyunca. Krallıkların çaresiz kalmaları yetmezmiş gibi tek tehlike insanlara, elflere veya cücelere karşı değil, tüm evrene karşı büyümeye başlamıştır. Ruh ordusu büyüdükçe Aléste güçlenmiş ve en kadim savaşçıları ve büyücüleri de katlederek ordusuna katmayı başarmıştır.

  Denir ki yalnızca iradesi tanrılardan bile yüksek olan kimseler ruhlarını o taşa teslim etmezmiş. Fakat bu savaşçılar bile öldükten sonra huzura kavuşamazlarmış. Bir kez GodSlayer ile karşılaştıysanız ruhunuz için hiçbir umut kalmazmış.




  Ne var ki katliamlar ve giderek büyüyen bu durdurulamaz güç iki yüzyıl süreden sonra bilinmeyen bir sebeple ortadan kaybolmuştur. Aslında Aléste’nin kaybolma sebebi ise kimsenin düşündüğü gibi öldüğünden dolayı değil, yeterli gücü topladığını düşünmesinden olmuştur. Aléste her ne kadar iradesini ruhunun en karanlık kısmıyla oluşturduysa da başından beri var oluşundan sorumlu tuttuğu tanrıyı unutmamıştır. Kuzeyde yaşayan her canlıdan haberdar olan Kuzeyin acımasız kış tanrısı.

  Aléste’nin kılıcı, GodSlayer ismini kuzeyin kış tanrısına karşı yaptığı mücadeleden sonra almıştır.  
Uzay elbisemle kavgaya hazırım.

Çevrimdışı KoyuBeyaz

  • ********
  • 2753
  • Rom: 59
  • Rasyonalist dominant.
    • Profili Görüntüle
Aléste Odén Hikayeleri - IV
« Yanıtla #3 : 25 Kasım 2010, 17:55:10 »

  Pürüzsüz beyaz kapı yerden tozları kaldırarak açıldı ve büyük silindir sütunlarla dört bir yanı kaplanmış oval odaya, elinde deri kaplı eski defteri ile uzun boylu genç bir insan girdi. Üzerinde koyu yeşil bir cübbe ile sırtında daha koyu bir tondaki işlemeli bir pelerin bulunuyordu. Odanın tam ortasında bulunan büyük taş kaideye doğru yürüdü Kaen. Kaidenin önüne geldiğinde durdu ve yüreği şu an ne kadar heyecan içinde olsa da önündeki ihtişamlı taş yapıtın önünde etkilenmeden edemedi. Gene de kendini hızla toparladı ve odanın sonunda bulunan karşılıklı iki koltuktan birine geçerek oturdu. Beklerken daha önce hiç girmemiş olduğu bu geniş odayı inceliyordu gözleriyle. Oval duvarlar yaklaşık ikişer metre arayla sütunlarla kaplıydı. Sütunların arasındaki kısımlarda ise gene duvalar gibi oval yapıdaki kitaplıklar bulunuyordu. İçleri eski ve tozlu binlerce kitap ile dolu kitaplıklar. Kafasını kaldırdığında tavanın da odanın geri kalanı gibi kavisli olduğunu gördü. En tepede ufak bir pencere bulunmasına rağmen içeriye hiç ışık girmiyordu. Oda tamamen meşalelerle aydınlatılmıştı.

  Kapının tekrar açılmasıyla Kaen oturuşunu düzeltti ve yeni giymiş olduğu cübbesinin kollarını kirli olmamasına rağmen eliyle sildi. Kusursuz olmalıydı, özellikle de karşısına çıkacağı kişi düşünüldüğünde.

  ''Çember'e hoş geldin Kaen.'' dedi kapıdan içeriye girmiş olan yaşlı adam. Yavaş hareketlerle yürüyerek boş olan koltuğa oturdu ve eliyle bir otur işareti yaptı sesini duyar duymaz ayağa fırlamış olan Kaen'e. Yaşlı adam Odesten Tarikatı'nın baş rahibinden başkası değildi. Kimsenin ismini bilmediği ve herkesin 'usta' olarak hitap ettiği, tarikatın en bilge üyesiydi o. Beyazlamış kısa sakalları ve yüzüne vuran ateşin ışığında parlayan gri gözleri hariç tüm vücudu pelerini ve cübbesiyle örtülmüştü. O konuştuğunda herkes susardı, dinlenecek daha önemli bir ses olamazdı çünkü. Her zaman bilgi dolu, her zaman doğruyu gösteren, her zaman anlayışlı. Ona karşı herkesin neden bu kadar büyük bir saygı beslediğini tekrar anlamıştı Kaen, yalnızca kendisine selam vermiş olmasına rağmen.

  ''Artık arayışına başlayacak seviyeye geldiğini hissediyorum oğlum. Gözlerindeki o ışıltıyı görmek öyle kolay ki. Odénnar'ı (Buradaki 'ar' eki bağlılık anlamı katıyor, 'yüce'ye benzer bir anlam ifade ediyordu. Odesten Tarikatının rahipleri Aléste Odénden Odén'ar veya Odénnar şeklinde bahsederdi.) arama görevine bugünden itibaren başlayacaksın. Fakat bildiğin gibi bundan önce öğrenmen gereken son bir şey daha var. Göğsündeki dövmenin arkasındaki hikaye.''




  Odesten Tarikatına girmek için hayatınızı 'Arayış'a adamanız gerekirdi. 'Arayış', Aléste Odén'i bulmak için ölünceye kadar var olan her taşın altına bakma, tüm diyarları gezme işiyidi. Bir kez Arayışa başladığınızda bir daha vazgeçemezdiniz, ya bu yolda ölecek ya da sonunda mutlu sona ulaşacaktınız. Öyle inanılırdı ki arayışını hayata veda etmeden önce başarılı bir şekilde noktalamayı başaranlara bu yılları fazlasıyla geri verilecek ve Aléste Odén'in bulunduğu yerde her zaman aramış oldukları şeyleri bulabileceklerdi. Ne var ki bu konuyla ilgili bir sürü söylenti olmasına rağmen somut hiçbir şey yoktu. Ne bir tanık, ne yazılı bir kaynak. İşte Odesten Tarikatına girmenin bir şartı da bunun üzerine kuruluydu. İnanmak zorundaydınız.

  Kaen daha ilk gününden itibaren şüpheye düşmemeyi öğrenmişti bu tarikatta. Doğru olduğunu düşündüğü hiçbir şeyden vazgeçmemeyi öğretiyorlardı aslında rahipler. Her zaman inanacak bir şey vardı ve bu inanç insana herşeyden daha büyük bir güç verirdi. Kararsızlık hayattaki en büyük hataydı. Bir kez karar verildiğinde, bundan geriye dönüş yoktu; ucunda ölüm olsa bile...

  Odesten Tarikatına girildiğinde her rahip adayının vücuduna sembolik bir dövme yapılırdı. Bu dövme boyayla veya kızgın bir demirin dağlamasıyla değil, çok daha farklı bir yöntemle yapılırdı. Bu dövmenin yanı sıra, rahip adayı belirli bir eğitimden sonra önemli bir sınava girerdi. Bu sınava girmek isteğe bağlı olduğu gibi, sınavın iki sonucu bulunurdu. Başarı ya da ölüm. Başarılı olanlar gerçek eğitimlerine başlarken ve Arayış için hazırlanırken, başarısız olanlar kararsızlıklarından dolayı ölümle cezalandırılırdı. Sınav ise esasında oldukça basitti. Kalbinde Arayış'ın doğruluğuna ve buna inandığına dair en ufak bir şüpheye veya tereddüte yer bırakmamak başarı için yeterliydi. Sınava girenlerin dövmelerinin hemen altı bir hançerle çizilirdi. Eğer kararınızda eminseniz kanınızın akmayacağı söylenirdi rahipler tarafından. Kaen buna başta inanmamış olsa da kendi gözleriyle bunun gerçek olduğunu görmüştü. Ve kendi dövmesinin altında ömür boyu taşıyacağı o küçük yara açılırken de kalbinde hiç bir şüphesi yoktu. Bu güne de böyle gelebilmişti zaten.

  Sınavdan sonraki eğitim ise baştakinden farklıydı. Farklı bir yere götürülüyordu burada başarılı olanlar, bir nevi daha yüksek bir okula. Dağların arasında, başka hiçbir yerde bulunmayan farklı bir mimari ile yapılmış büyük taş binalardan ve geniş bahçelerden oluşan bir bölgede rahatsız edilmeden yaşıyorlardı. Ta ki Arayış için hazır olana kadar. Bu seviyeye gelmiş olan adaylar rahipler tarafından seçiliyor ve ilk ve son kez 'Çember' adlı odaya giriyordu. Buradan çıkanlar ise artık Odesten Rahibi ünvanını alıyor ve arayışlarına başlıyorlardı. Arayış esnasında başlarına ilginç olaylar gelir ve bunu hissederlerse arayışlarından vaz geçiyor ve rahip olarak manastırlara geri dönüyorlardı. Öyle ki bütün rahiplerin Arayışları sırasında kendilerine gelen bu mesajla ilgili farklı bir öyküsü bulunurdu. Hepsinin ortak yanı ise onların inançlarının bir karşılığı niteliğindeydi; bunu hissediyorlardı ve geri geldiklerinde kendilerini bekleyen biri mutlaka bulunuyordu.

  Kaen de başrahip kendisini çağırmadan önceki gece bunu hissetmişti. Artık çocukluğundan beri hazırlandığı şey için hazırdı ve bu görülmüştü. Artık arayışına başlayacaktı ve yürekten inanıyordu ki, sonunda mutlu sona ulaşacaktı.




  Başrahip ayağa kalkarak odanın en ucunda bulunan kitaplığın önüne yürüdü. Kitaplık diğerlerine nazaran daha az tozluydu, sanki diğer kitaplara binlerce yıldır dokunulmuyor, bu kitaplıktaki kitaplar ise ara ara alınıp kullanılarak tozlarının bir bölümünden kurtarılıyor gibi gelmişti Kaen'e. Başrahip, kitaplığa uzanarak iki kalın kitabı yana itti ve gri renkteki eski bir kitabı eline alarak üzerindeki tozu sildi. Kitabın üzerinde ne bir yazı ne de bir resim bulunuyordu, yalnızca eskimiş gri bir kapağa sahipti. Başrahip yavaş hareketlerle geri gelerek koltuğuna tekrar oturdu ve kitabı kucağına koyarak kafasını kaldırıp Kaen'e baktı.

  ''Dövmenin neyi temsil ettiğini biliyor musun genç rahip?''

  Kaen kendisine ilk kez 'rahip' şeklinde hitap edilmesi karşısında tatlı bir heyecana kapılmış olsa da kendisini hızla toparladı ve cevabını verirken ağzından çıkan her kelimeye tek tek dikkat ederek konuştu. ''Odénnar'ın Murlkan'ı yenişinin temsili bir gösterilişi olduğunu öğrenmiştim usta.''

  ''Doğru.'' diye cevap vererek elindeki kitabı dikkatlice açtı adam. Kaen göz ucuyla kitaba bakıyordu fakat gördüklerinden pek bir şey anladığı söylenemezdi, öyle ki yaşlı adamın sayfaları hızla çevirmesine rağmen gördüğü yazılar da kendisinin bildiği herhangi bir dilde yazılmış değildi. Kitabın bazı sayfalarında semboller ve resimler gözüne çarpıyordu fakat baş rahip hiç birinde durmadığı için net bir şey göremiyordu. Sonunda yaşlı adam sayfaları çevimeyi bıraktı ve tamamına resim çizilmiş olan sayfayı kitabı çevirerek Kaen'e gösterdi. ''Tanıdık geldi mi?''

  Kaen resmi ilk kez görüyordu fakat bir şekilde tanıdık gelmişti kendisine. Kafasını uzatarak daha yakından bakmaya çalıştığında başrahip kitabı kendisine verdi gülümseyerek. Kaen resme daha yakından baktığında neden tanıdık geldiğini anlaması uzun sürmedi. Resimde büyük bir yaratıkla savaşan bir insan figürü bulunuyordu. Oldukça karanlık olduğu için ayrıntılar belli olmuyordu fakat insan figürünün bir kadın olduğu belli oluyordu ve sırtından çıkan iki büyük kanat bulunuyordu. Düşmanı ise altı uzun kolu ile vücudunun çeşitli yerlerinde farklı uzantıları olan büyük bir yaratıktı. Arka planda şimşekler çakıyor, büyük bulutlar hortumlar oluşturmuş yeryüzüne iniyordu. Bu resmi ilk kez görüyordu Kaen gerçekten de, fakat bu savaşın anlamını biliyordu. Göğsündeki dövme bu sahneyi temsil ediyordu, uzun kılıcını yani GodSlayer'ı Murlkan'a doğru uzatmış olan Aléste Odén'i ve bu mücadeleyi. Yaşlı rahip sanki düşüncelerini okuyormuş gibi ''Evet.'' dedi Kaen'e ve kitabı geri alarak kapattı.

  ''Bu savaşın ardındaki hikayeyi öğreneceksin bu manastırdaki son dersin olarak. Arayışın için gerekli olan son madde bu, sonrasında ise ruhlar ve Odénnar yardımcın olsun. Kulaklarını iyi aç, çünkü bu benden alacağın ilk ve son ders olacak...''


Devam Edecek.
Uzay elbisemle kavgaya hazırım.

Çevrimdışı KoyuBeyaz

  • ********
  • 2753
  • Rom: 59
  • Rasyonalist dominant.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Aléste Odén Hikayeleri - V
« Yanıtla #4 : 11 Aralık 2010, 02:19:00 »
  Kılıcını havaya kaldırdı ve üzerine bütün şiddetiyle esen fırtınayı bile sessizliğe gömecek bir güçle haykırdı. Savaş başlamıştı; artık intikamını almaya çok yakındı. Huzura kavuşacaktı sonunda, yüzlerce yıldır devam eden arayışını sonlandıracak ve ruhunu serbest bırakacaktı. Paramparça olan ruhunu.

  Gökyüzü ikiye yarıldı, daha önce görülmemiş bir fırtına boşaldı içinden. Yerinden hiç kıpırdamadı Alèste, tek bir adım bile. Yalnızca gözlerini kısarak yukarıya kaldırdı başını, ve elindeki kılıç pırıl pırıl parlayarak gökyüzündeki güce meydan okurken, kuzeyde yaşayan her canlı iliklerine kadar hissetti soğuğu. Murlkan'ın öfkesi yeryüzündeydi, Alèste'nin öfkesi ise gökyüzüne uzanıyordu artık. Kaçınılmaz olan sonunda gerçekleşecekti; yalnızca iki büyük gücün değil, belkide bu diyarda hapsolmuş tüm ruhların ve henüz ruhları bedenlerinden ayrılmamış olanların da kaderi belli olacaktı yakında.

  Fırtına şiddetlendikçe ağaçlar sarsılıyor, dereler yataklarından taşıyordu. Toprak buz tuttu; bitkiler eğilip bükülüyor, doğa adeta büzüşüyordu Murlkan karşısında. Fakat Alèste kıpırdamadı. Yalnızca bekledi, bekledi ve izledi.

  Godslayer her saniye daha da çok parladı fırtınanın içinde. Öyle ki, bulutlar tüm gökyüzünü kapatıp yer yüzüne geceyi getirdiğinde kuzeydeki tek ışık GodSlayer'ın doğaüstü parıltısıydı. Ve Alèste'nin gözlerindeki parıltı elbette; belki kılıcın içindeki binlerce ruhun gücünü bile aşan bir parıltıydı o gözlerden yansıyan. Diyarların ötesinden geliyordu o ışık, yalnızca onun gördüğü bir yerden belki de.

  Kılıç daha önce görülmemiş bir parlaklığa ulaştığında fırtına yavaşlamaya başlamıştı. Binlerce, hatta on binlerce ruh Alèste'nin etrafında dönüyordu. GodSlayer en parlak yıldızlardan bile daha güçlü ışıldarken, Murlkan artık yapabileceği bir şey kalmadığını anlamıştı. Savaşa hazırlanmalıydı, ilk ve son gerçek savaşına. Yalnızca yaşayanların değil; ölenlerin de kendisinden intikam isteyeceği, tarihin belki en büyük savaşına. Alèste'nin gözlerindeki alevi görmüştü, daha önce hiç bir yerde görmediği bir alevdi bu. Geçmişteki tüm günahlarının bedelini ödetecek olan tek bir vücut ve sayısız ruh kendisine doğru yola çıkmıştı.

  GodSlayer parladıkça içine hapsolmuş olan ruhlar Alèste'nin etrafında hızla dönüyordu. Işık artıyor, Alèste'nin bedeni silikleşiyordu. Ruhlar hızlandıkça beyaz bir bulut kapladı her yanı ve 'büyük sis' çöktü kuzey topraklarına. Denir ki Alèste Odèn'in yer yüzünden ayrıldığı o kısa an hiç olmadığı kadar soğukmuş hava. Ölüler bile kıvrılmış mezarlarında, ruhları intikam için yükselirken.

  ''Ve Alèste ayak basmış hiç kimsenin daha önce varamadığı o yüksek diyara. Yalnızca en güçlülerin çıkıp, yalnızca en gaddarın oturduğu kata; bir elinde GodSlayer ve arkasında elli bin huzursuz ruhla.

  Murlkan'ın tahtının önünde, beklemiş bir süre sessizce. Tek bir çıt çıkmadan geçmiş bilinmez bir süre; kimi gün oldu derken aylar geçmiş belki de. Ve sonunda konuşmuş Murlkan sessizliği bozan soğuk bir tını ile. ''Benim diyarımda bulunmana izin yok Alèste Odèn, bulunmuyor burada herhangi bir vazifen. Ben kendi hakkım ile çıktım buraya, ve müsade etmedim kimseye; gelip de karşımda durmaya. Bundan sonra da niyetli değilim, küçük bir kızın bana kafa tutmasına seyirci kalmaya!''

  Kalkmış tahtından arkasında fırtınalar ile Murlkan, kaldırmış kıyamet saçan kollarını. Yer yüzüne yıldırımlar düşmeden önce Aleste olmuş, söyleyen ilk ve son lafını; ''Ben günahlarından hazırladığın kıyametin habercisiyim.''

  Tüm hırsıyla saldırmış Murlkan rakibine, yıldırımlar parçalamış toprakları ilk hamleyle birlikte. Alèste karşılamış tüm ölümcül kolları, arkasından gelen fırtınalara ise aldırmamış bile. Sürmüş ruh ordusunu ileri, Murlkan'ın tam üzerine. Karşı koymuş soğuğun bekçisi binbir zorluk ile, dayanamamış sonunda ve gerilemiş bir süre. Kaldırmış ellerini olmayan gökyüzüne ve bağırmış tüm hırsıyla; ''Bana gel Chieva!'' diye.

  Her yer bembeyaz olmuş dev bir buz yükselirken, ve o iblis yükselmiş tüm ruhların içinden. Sapsarı saçlarıyla mermer gibi vücudu, gölgelemiş nefreti gözünde tüm güruhun. Ellerini kaldırmış beyaz bir ışıltıyla, her yer buzla kaplanmış sözler bittiği anda. Ruhlar etkilenmezmiş normalde bu tür şeyde. Fakat bura farklıymış, kalmışlar yerlerinde. Chieva gülmüş genişçe, hoşça bir kahkahayla. Alèste'ye yönelmiş; meydan okur havayla. GodSlayer parlamış Chieva yaklaştıkça, Alèsteyse sabretmiş, hasmına kurnazlıkla.

  Gülmüş genişçe Murlkan, ''Bu muydu tüm numaran?'' ''Mücadele beklerdim, hiç yoksa şu ordudan!''

  Odèn tek hamle yapmış, buz kraliçesine. Her yer suyla kaplanmış sonraki bir saniye. Erimiş tüm vücudu, sarı saçları hariç. Geldiği gibi gitmiş Chieva da bu şekilde. Kılıç beyaza dönmüş, son ruhla birleşince; ve artık hazır olmuş, öldürücü hamleye.

  Kılıç son kez parlamış, Alèste doğrulurken. Tüm ruhlar geri çıkmış, tek bir ruh savaşırken. Murlkan bir anda düşmüş, binlerce darbe ile; hemde hiç anlamadan, nerden geldiğini bile.''


  Alèste yürümüş yerde yatan rakibinin üzerine. GodSlayer üzerindeki siyah kana rağmen pırıl pırıl parlıyormuş. Kafasını kaldırmış Odèn, gökyüzünün bu diyarda bile açmaya başladığını görmüş. Hayatında ilk kez gülümsemiş, zafere bir adım kaldığı o an. Ve kaldırmış kılıcını, tam kendi kalbine indirmiş. Kılıcın üzerindeki siyah kan bir anda buhar olmuş. Doğduğundan beri aldığı ilk darbe kendi elinden olmuş Alèstenin. Denir ki bu son darbedir aynı zamanda, her ne kadar binlerce yıllık bir ömür henüz noktalanmış olmasa da. Ruhu sonunda birleşmiş, huzura kavuşan herkes özgürce uzaklaşırken.

  ''Son bir kez indirirken kılıcını, Murlkan'ın gözlerine bakmış Odèn. ''Bu benden değil, zulmettiğin milyonlarca elften.'' Ve son çığlığını koymuş Murlkan, kuzeydeki topraklarda kış biterken.''



Alèste Odèn Hikayeleri bitmiştir.
Uzay elbisemle kavgaya hazırım.