Kayıt Ol

Althar'ın Akıncıları: Altıngöl ve Ejderha (Tamamlandı)

Çevrimdışı Althar

  • **
  • 70
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
    • http://grimaden.blogspot.com/
Susayanın Uyanışı'ndaki olaylardan yaklaşık 100 yıl kadar önce yaşanmış bir macera.

Bu öyküyü sevgili Gecekuşu'na ithaf ediyorum. Hanım kahramanlara daha çok şans vereceğim :)


****

İldar dünyasının yeraltında, koca bir ikinci dünya vardı. Ve bu dünyanın adı Derindiyarlar'dı. Derindiyar özellikle uzunkış olarak bilinen mistik ve lanetli mevsim ortaya çıktığından bu yana, günden güne yüzey halklarının artan göçüyle kalabalıklaşan bir yerdi. Ve uzunkışın geri geldiği şu son bir yıl içinde,  Altıngöl havzasında bunun anlamı ortalığın ısınacağı gerçeğiydi. Altıngöl'deki Beş Şehir halkı bunun fazlasıyla farkındaydı.
Altıngöl havzası kabaca sivri ucu güneyi gösteren bir yumurta şeklindeydi ve dar kıyı kesimleri ile çevrili koca bir suydu. Güneydeki Karasular körfezine açılan Karaboğaz'a kadar uzunluğu 40 fersahı buluyordu ve en geniş olduğu noktada bu göl 25 fersahı görüyordu. Bu havzanın göl yüzeyinden tavana yüksekliği bazı yerlerde iki bin metreye ulaşıyordu ve gölün derinliği bazen dipsiz derinkaranlıklara doğru gidiyordu.
Havza, adını aldığı suların içindeki doğal ısı, gaz ve ışık kaynaklarının kimi yerlerde tavanda yarattığı kristal kolonileri sayesinde kendi güneşine ve ayına sahipti. Yılın ve günün belli dönemlerinde sarı, amber, mavi ve gümüş gibi renklerle kimi zaman öğle güneşine yakın, kimi zaman zifiri geceye yakın bir doğal ışıklandırma vardı bu havzada. Bu Derindiyarlarda görülmemiş bir şey değildi ama bu bölgenin güzelliği gören sanatçılarda hayranlık uyandıracak kadar eşsizdi.

Beş Şehir yerleşimleri ve düşman Kırıkdiş hisarı bu yumurta şeklindeki havza üzerinde kabaca bir deniz yıldızı şekli oluşturacak şekilde yayılmıştı. Mükemmel bir şekil değildi ama görüntü buna yakındı. Denizyıldızının merkezinde Kabukada vardı; Donanmanın ileri karakolu. Kuzeydeki sivri ve yalnız kol Uğultuluşehir idi ve burası en güçlü, en korunaklı en kalabalık yerleşimdi. Kuzeybatıda Derindere nehrinin Altıngöl'e döküldüğü şelaleli uçurumun üzerinde Derindere şehri vardı. İkinci en güçlü şehir aynı zamanda yüzeye giden havza yolunu da koruyordu ve yüzeydeki Kışgözcüsü Kulesi düşecek olursa oradan gelebilecek akınların önündeki set idi. Kuzeydoğuda ve Derindere'den daha güneyde Kılıçkasaba bulunuyordu ve Kırıkdiş hisarı ile en yakın komşu olan bu yerleşim Beş Şehir'in orklara ve korvene karşı güneydeki ileri karakolu idi. Güneydoğuda Kırıkdiş Kalesi vardı ve bu kalenin içindeki koca geçitten korvenlerin bölgesi olan Yeşilçukur havzasına ulaşan tüneller Beş Şehir için koca bir sorun kaynağı idi. Güneybatıda, sahilde Kristalköy vardı. Büyücülerin evi olan küçük yerleşim küçüklüğünden beklenmeyecek önemde ve güçte bir tabya idi.

******

Beş Şehir bölgesinin uyanık kahramanlarından küçük bir gurup olağan devriyelerindeydi. Olağan biçimde sinsice görünmezlik pelerinine bürünmüş küçük mavnanın içinden çevreyi gözetliyor ve bekliyordular. Kuup'u bekliyordular. Kuup yine her zamanki gibi geç kalmıştı. Oldukça olağan bir biçimde...
Ama bu defa bu devriye pek de olağan şeyleri ortaya çıkarmayacaktı.

Kuup sinsi bir gececi, bir hırsız, bir casus ve bir katildi. Ve bir holendi. Bir holen ve bir katil... Çok ayrı kelimeler. Holen nedir diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Holen bir buçukluktur. Boyları 1.40'dan bile kısa olabilen bu ufak tefek ahalinin en belirgin özellikleri ve şöhretleri keyif düşkünü ve iyi yürekli oluşlarıdır. Doğayı ve çiftçiliği, hikayeleri, gezmeyi, müziği ve yemeği seven holenlerin içinden gölgeli tipler nadiren çıksa da, bu halkın içindeki ışık o denli güçlüdür ki bir holen kötü olamaz.
Ama tanıyan pek çok kişi için Kuup istisnai bir holendi. Kuup tam bir katil ve yokedici olarak üne sahip sıradışı bir holendi.
Kapkara kukuletalı pelerinine bürünmüş, simsiyah eldivenleri ve kapkara giysileri içindeki buçukluk; su gibi akıcı ve yılan gibi kıvrak, kedi gibi hızlı, hayalet gibi sessiz ilerleyişiyle kısa sürede sorunsuzca Kırıkdiş Kalesi bölgesinin içlerine, garnizonun kalbine kadar sızmıştı. Korvenlerin; yani fareadamların, bölgesi olan Yeşil Çukurlar havzasına açılan tünelin ağzına elinden geldiğince yaklaşmış ve çevreyi etraflıca uzun uzun incelemişti. Gördüklerinden hiç memnun olmamıştı minik şeytan. Yüzü tehlikeli biçimde sertleşmiş ve kukuletasının gölgelerinde gizlenen göz bantsız sağlam tek gözünün kaşı ürkütücü biçimde çatılmıştı. Kör ve kapalı ama büyülü diğer gözü, sağlam olan gözden çok daha iyi gören haliyle, Kuup'a pek çok can sıkıcı bilgiyi ayrıntılı biçimde gösteriyordu.
Kuup sessizce bir küfür etti. Altıngöl suları çok erken karışmaya başlıyordu. Yedi yıl sürecek uzunkış mevsimi hiç sıkıcı geçmeyecekti anlaşılan. Sırıttı katil holen. Hemen kendine emir verdi ve işe koyuldu. Bu kaleden çıkmadan önce bırakmak istediği bir iki hediye vardı... Korvenler buna bayılacaktı. Aslında korvenler Kuup'un hediyelerine bayılmanın da ötesinde öleceklerdi...

Mistik ve fiziksel korumaları arttırılmış, devriyeleri sıklaştırılmış, garnizonu kalabalıklaştırılmış Kırıkdiş kalesinden uzaklaşırken Kuup bir noktada yaramazlık yapmıştı. Bu kaleden hiç gelmemiş gibi sessizce çıkabilirdi ama bu hiç eğlenceli olmazdı. İmzasını atmalıydı.
Kuup ilk kurbanını kuşatma vagonlarının yanında bulmuştu. Kıdemli mühendis büyü kullanıcılarından birisiydi. O olmadan Altıngöl daha iyi bir yer olacaktı. Sessizce fareadamın arkasından yaklaşmış ve daha o farkına varamadan sırtına sıçrayıp boğazına bir kulaktan diğerine derin bir yarık hediye etmişti. İkinci kurbanı aslında kurbanlardı. Yiyecek deposundaki içki fıçılarına uğramış ve fıçıların içine kendi özel formülü olan 'tatlandırıcıdan' eklemişti.
Sonraki durağı Mühendislerin kaldığı bir çadırdı. Mühendislerden 3'ü uykuda sessice kesilen gırtlaklarıyka uyanmaya fırsat bulamadan sessizce ölmüştü. Dördüncü mühendis dışardan gelen bir kavga sesine uyandığında üzerine kapanan holeni görmüştü. Mühendis korven bir holenden daha güçlü ve yırtıcı bir yaratıktı belki ama bu holen sıradışı bir holendi. Bu Kuup idi. Kuup ilk vuruşyla rakibinin zayıf savunmasını aşmakta hiç zorlanmamıştı. İkinici vuruş da boşa gitmemiş ve korven çadırın ağzına doğru yığılmıştı.
Şanssızlık eseri çadırın önünden geçmekte olan bir çift fareadam askeri çadıra daldığında Kuup gizliliğin buraya kadar olduğunu anlayacak kadar tecrübeliydi. Nitekim gizlilik buraya kadardı. Daha yakın olan korven savaş çığlığı ile bu minik hedefin üzerine hışımla atılırken daha uzaktaki asker alarm çığlığıyla kampın bu tarafını ayağa kaldırıyordu... Kuup gülümsedi. Hareketi ve macerayı severdi. Hemen kesmeye koyuldu.

Sulvor omzunda yırtıcı evcili -büyülü papağan Goldo- ile yaklaşan hareketi izliyordu. Yıllanmış korsan silahşör elinde tuttuğu dört namlulu uzun menzilli dumanyayını doğrultmuş, dürbünü ile atış yapacak doğru noktayı arıyordu.
Koyu yeşil ve siyahlara bürünmüş yarı elf Vorrakil de elf işi uzun menzilli yayını germiş ve dostundan gelecek ilk atışı bekliyordu. Onun yanındaki mühendis silahşör Makniks geminin mitralyözünün yanında durmuş mermi kutusunu kontrol ediyordu. Çekik gözlü keşiş Chen Dee dümen hücresine girmiş ve gemiye verilecek herhangi bir emir için hazırdı. Gurubun büyücüsü Pembeli Pormatiena Hanım elinde oynadığı küçük bir ateş topuyla bir yandan da bir  şarkı mırıldanıyordu.

Çatışma kısa ve çok berrak biçimde cereyan etmişti. Kuup'un peşindeki fareadam kuvvetleri arasında hızlı gece avcıları, fare sürücü süvariler, savaş sürüsü çobanları vardı. Kuup yol boyunca bu güruh ne zaman arayı kapatır gibi olsa geriye bıraktığı tuzaklar ile arayı tekrar açmasını bilmişti ama sonunda gemi ile buluşma noktasına yaklaşırken düşmanı da artık onu yanlardan ve arkadan sıkı bir biçimde çevirmişti. Tuzakların etkinliği azalmış ve takipçileri savaş alanına Kuup'un hepsiyle aynı anda başa çıkamayacağı şekilde dağılıp arkasını kapatmıştı.
Destek vuruşları tam zamanında gelmişti.
Sulvor'un iki atışı sonunda savaş sürüsünden geriye pek bir şey kalmamıştı. Alan etkiliş vuruşuyla bu koca tüfek, kedi büyüklüğündeki yırtıcı farelerden oluşan savaş sürüsünü parçalamıştı. Vorrakil'in attığı oklar büyülü "çokoklar" idi. Ok yaydan çıktıktan sonra nişancının gözüne kestirdiği yakın hedeflere doğru bölünüp aynı anda çok hedefi vuruyordu. Keskin nişancı rel ilk ok yaydan çıktıktan hemen sonra ikinciyi de göndermiş ve iki ok on iki oka dönüşüp on iki fare süvarisinin bineğini cansız bırakmıştı. Süvarilerin bu yuvarlanan koca farelerin altında kalarak ölmesi ya da sakatlanıp savaş dışı kalması işten değildi. Sağ ve sol kanatlardaki hızlı gece avcılarının üzerine çöken ise iki kıyametti. Biri Makniks'in yıldırım saçan öfkeli mitralyözü diğeri Pormatiena Hanımın geniş bir alanı kavuran ateştopu büyüleriydi. Arkasında bu kıyamet koparken Kuup bir an için bile dönüp geriye bakmamıştı. Dostlarının bu güruhu bitireceğine inancı tamdı ve vakit geçirmeden vereceği rapor için şimdiden aklında gördüklerini bir kez daha değerlendiriyordu.

Omzunda tünemiş uğursuzca etrafa bakınan Goldosu ile birlikte Sulvor hemen Kuup'un yanına gelmişti. Gemileri Griçekirge de aynı anda süratle başını açık sulara çevirmiş hız kazanıyordu. Sessiz, izsiz ve görünmez büyülü pelerin gemiyi sarmalıyordu.
"Formdan düşüyorsun galiba Kuup," diye gülerek takıldı Sulvor. Kuup genelde işlerini sessizce bitirmesi ile ünlüydü.
Kuup yeleğinin gizli ceplerinden birine uzandı. Üzeri bir kumsaati deseni ve rünlerle işli oval, büyülü bir kaya parçası çıkardı. Rünlerden birkaçına dokundu.
"Formdayım," diye cevap verdi. Sinsice gülümsedi.
Sulvor üstelemedi. Güldü.
"Sıradan bir devriye değildi anlaşılan?" diye sordu silahşör kaptan.
"Hem de hiç sıradan değildi. Bir an evvel Neekor'u görmeliyim," diye ciddi ve karanlık bir sesle konuştu holen. Neekor, Derindere şehrinin hakimi ve Beşşehir meclisindeki 'Beşler'den sesi en güçlü olan ikincisiydi.
"Başımız dertte galiba," diye sordu Sulvor.
Daha o soruyu sorarken Kırıkdiş kalesinden kocaman patlama ışıklarının şimşekleri havza sularına vurdu ve sonra da kuvvetli sesler Altıngöl'ün üzerinde inledi. Sulvor büyülü patlyıcıların dehşetli gücünü bilse de patlattıkları şeyin de çok kuvvetli olduğunu sesten ve renklerden anlayabiliyordu.
"Hayır, Sulvor. Başımız dertte değil. Başımız büyük dertte," diye mırıldandı Kuup.

(devam edecek)
"Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra ya hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise birtek yerde kabul ediyorum. Yaşamak varken yaşayamamış olmakta."

Uzun Yol - Susayanın Uyanışı (https://rapidshare.com/files/2985198102/Susayanin_Uyanisi.pdf)

Çevrimdışı Althar

  • **
  • 70
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
    • http://grimaden.blogspot.com/
Ynt: Althar'ın Akıncıları: Altıngöl ve Ejderha (2. Bölüm)
« Yanıtla #1 : 04 Temmuz 2012, 20:51:02 »
Bu ada adını, sahillerine vuran eşsiz güzellikteki deniz kabuklarından, sığlıklarındaki kabuklu deniz yaratıklarından ve küçük koylarındaki inci yataklarından adını almıştı. Kabukada idi adı. Beş Şehir'den biri olarak anılsa da aslında ilk rolü fareadamların ve orkların sulardan gelen yüzer akınlarına karşı bir karakol olması idi. Bir balıkçı köyü ve küçük Beş Şehir donanması için bir limandı burası. Burası şu anda bir meclise evsahipliği yapıyordu. Beş Şehir yöneticileri olan sözcüler toplantı halindeydi. Kuup'un bulduğu şeyler üzerine Neekor acil bir toplantı istemişti ve yarım saat geçmeden sözcülerin hepsi ulaşım çemberlerine koşup bu adaya toplanmıştı.

Neekor Derindere sözcüsü ve yöneticisi idi. İkinci büyük şehrin yöneticisi ve buradaki ikinci en nüfuzlu kişiydi. Siyah derili, dazlak kafalı ve keçi sakallı genç büyücü; mor cüppesi, büyülü kristallerle bezenmiş gümüş madalyonu ve parmaklarındaki gösterişli yüzükleriyle, Safir taşlarla süslü gümüş savaşasasıyla her zamanki gibi etkileyici görünüyordu. Neekor hem savaşçı, hem filozof, hem de yönetici olarak sevilen ve saygı duyulan bir kişiydi.
Evsahibi Kabukada'nın sözcüsü eski korsan ve sonradan tüccar Tutez idi. Cüce işi büyülü zincir zırhının üstündeki beyaz ipek gömleğini ve siyah gemici pantolonunu, gemici çizmelerini kırmızı astarlı siyah bir pelerin ile süslüyordu. Belinde uzun ve eğri namlulu kalın bir düello kılıcı bir dumanyay ile karşılıklı sallanıyordu. Kara saçlı ve kara sakallı, güneş yanığı tenli iriyarı adam, ilerlemiş yaşına rağmen güçlü ve dinç duruyordu. Yüzünde yine ince bir tebessüm ve gözlerinde engin bir ışıltı vardı. Tutez karizmatik, pragmatik, egzantrik, egzotik bir liderdi.
Kristalköy sözcüsü Ulmatores Hanım idi. Büyücülerin yönetimindeki küçük yerleşimin lideri hem güçlü hem de son derece güzel bir hanımdı. Kuzguni parlaklıktaki uzun ve düz kara saçları, çekik gözleri, çifte kavrulmuş esmer teni ve ışıldayan kara gözleriyle, kara cüppe giyen bu hanımefendi büyüleyiciydi. Üzerindeki ölçülü derecede gösterişli takılarındaki sayısız mücevher ve kristalin hepsi büyüler ve güçler ile yüklüydü. Elinde taşıdığı asası turkuazdan denizatı tasviriyle şekillenmiş baş kısmıyla çok zarif ve güçlü görünüyordu. Hanımın adalet ve doğrudan yana atan kalbi, güçlü ve sorumluluklarına sonuna kadar bağlı olması ile biliniyordu.
Kılıçkasaba'nın lideri aynı zamanda bir generaldi. Komşusu olan korvenlerin Kırıkdiş hisarından her ay düzenli olarak bu adamı öldürmeye suikastçiler akın ediyordu. Gri kocaman bir zırh içindeki yeşil pelerinli kocaman savaşçı, sırtındaki koca kılıcı ve kolundaki koca kalkanı ile tek başına bir tabur gibi dövüşmesiyle ünlüydü. Ozan, general ve savaşçı olan Gilmos bir efsane, bir kahraman idi. Yılmaz ve kırılmaz ruhu ile savaşçı ruhun bir abidesiydi Gilmos.
Uğultuluşehir'in sözcüsü Busenger bu guruptaki savaşçılıktan en uzak ama en kuvvetli kişiydi. Busenger'in gücü kelimelerdi. Busenger halkın kalbini ve nabzını elinde tutarak güce hakim olan bir yöneticiydi. Babasından sonra başa geçmiş ve sadece kan yoluyla değil hakkıyla o koltukta oturduğunu göstermişti. Hakkıyla ama... Busenger kısa siyah saçları, temiz şık giyimi ve iyi traşlı yüzündeki ölçülü gülümsemesi ile tanınırdı. Bununla beraber diğer yöneticiler bu iyi giyimli ve nur yüzlü adamın aslında çok tehlikeli olduğunun çok farkındaydı. Busenger'in muhaliflerinin çoğu, kısa sürede susmaları ya da uzun yolculuklara çıkıp dönmemeleri ile bilinirdi ama bunu yüksek sesle söyleyebilenlerin elinde asla yeterli kanıt olmadığından, karizmatik lider hala halkın sevgilisi idi.

Bu beş yönetici yeni gelen haberler ışığında şimdi düşünceli biçimde oturuyor ve kendi içlerinde durumu tartıyordu.  Haberlere göre yedi fareadam kabilesinin hepsinin armaları vardı Kırıkdiş kalesinde. Bu tek başına bile kötüye işaretti. Neredeyse 150 yıldır görülmemiş bir birlikti bu. Buna görülmemiş sayıda kuşatma makinesi ve cephane, çok sayıda etdevi ve etkanat da ekleniyordu. Kuup'un burnu çok güçlü leşkanat kokusu almıştı ve bu da iyi bir şey değildi. Geçitten çıkan demiryolundan Hastalık Limanı'na taşınan mavnaların ve kadırgaların sayısı can sıkacak kadar çoktu. Nöbetçilerin ve devriyelerin sayısı ve sıklığı çok fazlaydı. Büyülü muhafız totemleri alışılmadık kuvvette ve sayıda etrafa ustaca dizilmişti. Gece avcısı bölükleri çok sayıdaydı ve bu sinsi katiller, bu seçkin birlikler Kuup'un endişe kaynağıydı. Bunlar savaşta çok karışıklık çıkarıp çok can alacak belalardı.
Ve buradaki en önemli bilgi ise uğursuz bir histi. Evet bir his. Çok uğursuz. Kuup ensesinden aşağı inen ürpertiyi söylediğinde sözcülerin hepsi bir şekilde rahatsızlıklarını göstererek kıpırdanmıştı çünkü Kuup asla kolay kolay böyle tepkileri dile getirmemesi ile bilinirdi.

Korven orduları aslında bu bölgede çok can sıkıcı ama hala alışıldık bir güruhken şimdi çok sakınılası bir his ordunun üzerine bir zırh gibi yerleşmişti. Hisardaki korvenler bile ürkmüş görünüyordu ve gergin gibi duruyordu. Liderin etkisi miydi bu? Korkunç Rorklutch'ın bununla ilgisi olabilir miydi? Korven Büyükşefi sakınılası bir lider ve sinsi bir general olarak savaşalanında haklı bir üne sahipti.
Başrahibin değişimi ile ilgili sözler ne oluyordu peki? Kuup'un kısaca kulak misafiri olabildiği o küçük ve rahatsız konuşmalar klanlar arası gerginliklerden daha fazlasını mı işaret ediyordu? Tanrı mı dokundu başrahibe diyen sorunun anlamı neydi? Savaşşefi rahibi dinliyor, korven savaşa gidiyor, insanlar ve diğerleri bu havzadan silinecek diye konuşan korvenler sadece olağan böbürlenmelerini mi yapıyordu yoksa ortada dönen gizli kapaklı büyük bir şey mi vardı?

Konuşmalar ortaya dökülen sorulara karşılık gelen az sayıda cevap ile daha çok sorunun dile geldiği bir hal alınca Busenger ve Gilmos'un sözleri ortalığı süratle toparlamıştı. İki sözcü diğerlerine göre daha berrak akıllı ve daha kendine güvenir bir pozisyonda idi.
Korven daha önce de güçlü ve kalabalık gelmişti ve hak ettiğini alarak kuyruğunu kıstırıp geri gitmişti. Elbette bir bedeli olacaktı ama Beş Şehir yine -her zaman olduğu gibi- ödemesi gereken en düşük bedelden daha fazlasını ödememeye çok kararlıydı. Pek çok defa savaşmıştılar ve bundan sonra da pek çok savaş olacaktı. Bu savaş diğerlerinden pek o kadar da farklı değildi. Busenger ve Gilmos buna inanıyor ve bunu söylüyordu. Hazırlıklar buna göre yapılacaktı.
Sert ve kalabalık saldırı bekleniyordu ve bu kabul ediliyordu. Sürprizler de olabilirdi, bu da tamamdı. Ama Kılıçkasaba inançlıydı. Derindere bütün imkanlarıyla büyük bir çarpışmaya hazırlanıyordu. Uğultuluşehir alarma geçiyor ve ihtiyat birlikleri olacak olan kuvvetlerini uygun konumlara sessizce ve süratle konumlandırmaya başlıyordu. Kabukada filosu gizlice limandan açılıp sahaya yayılıyordu. Kristalköy büyücüleri savaş için büyülerini ve büyücüsel unsurları hazırlıyordu... Bir yandan bunlar olurken bir yandan da Şehirler her ihtimale karşı büyülü ulaşım geçitlerini açık tutuyor ve birbirine destek için acil destek kıtalarını organize ediyordu. Geçitler sadece küçük birliklerin belirli aralıklarla transferine izin verecek güçte olsa da bazen doğru bir adam bile savaşın yönünü tersine çevirebilirdi.

Kılıçkasaba sözcüsü ve Uğultuluşehir yöneticisi en kalabalık savaş güçlerine sahip güçlü sözcüler olarak kararlı sesleriyle öne çıkıyordu ve Neekor da şimdilik onların sesine karşı gelmiyordu ama büyücü yönetici çok rahatsız hislerin pençesindeydi. Bu defa korvenin tarzı pek fareadam gibi değildi sanki...

**************************

Büyükşef Rorklutch korkutucu ve büyük, ürkütücü derecede kocaman kaslı, simsiyah bir fareadamdı. Yüzünde ve vücunda sayısız yara izi vardı. Yüzünde rütbesinin törensel kırmızı dövmeleri yırtıcı biçimde göze çarpıyordu. Zırhı kalın ve kocaman, tılsımlarla örülü bir zırhtı. Sırtında kocaman ve uğursuz görünüşlü efsunlu bir savaştopuzu asılıydı. Elindeki parşömeni gözden geçiriyor ve emektar Albayı Duumkla'nın sözlü raporlarını dinliyordu.
Korkunç Rorklutch korkunç derecede öfkeliydi. Kırıkdiş kulesinin en yüksek katındaki pencere önünden hisarın hasarını ve ordusunu izliyordu. Bunun o lanet gececi Kuup olduğuna sahip olduğu herşey üzerine bahse girerdi. Bu kadar sıkı korunan bir kaleye elini kolunu sallayarak girip etrafı bir güzel casuslamış, en iyi mühendislerinden beş tanesini doğramış, seçkin gece avcılarından bir bölüğünü sinsice zehirlemişti. Otuz savaş makinesini ve bunlara ait yüklü miktarda kuşatma cephanesini patlatmıştı. Açıkçası Rorklutch da patlamanın eşiğindeydi.
"Onu elime geçiricemmm. Bi gün... Ve bu olduğunda o lanet holeni dünyaya geldiğine binlerce kez pişman edicem. Baara baara tekrar tekrar geberecek o iblis dölünü," diye öfkeyle tıslayarak konuşuyordu Büyükşef.
Albay Duumkla sessizce dinliyordu. Bu kadar sene hayatta kalmasını bir korvene göre çok sabırlı ve sakin olmasına, zamanlamayı iyi bilmesine borçluydu. Yaralı yüzlü ve ağır zırhlı Albay, belindeki ikiz kılıçlarının kabzalarıyla oynayarak başını onayla sallayıp duruyordu. Rorklutch'ı iyi tanıyordu ve yakında sakinleşeceğini biliyordu. Büyükşef yerini hak eden bir liderdi ve o da sıradan bir korven değildi. Tanrının seçilmişlerinden biriydi. Bir seçilmişçene ve bir liderdi. Güçleri ve yetenekleri kadar düşünceleri de sıradan faredamların ötesindeydi.

Bir süre sonra ayağı topallayarak ve peleriniyle cüppesi uğursuz seslerle yerlerde sürünerek içeriye Başrahip Stakios Leşkesen girdi. İki korven döndü ve ikisi de rahibe uğursuz ama ölçülü bakışlar fırlattı. Rahibin eski püskü ve kılıksız, kirli hali, üzerindeki açık taze hastalık yaraları ve bir korven için bile iğrenç olan kokusu sanki etrafındaki güç halesinin bir gereğiydi. Rahibin yaydığı o uğursuz ve tekinsiz güç hissini hissetmemek elde değildi.
Rahip gülümseyerek yaklaştı. Yüzündeki gülümseme tehlikeli ve memnundu. Tek gözü soğuk mavi beyaz bir ışıltıyla yanıyor ve soğuk dumanlar ile tütüyordu. O lanet günden beri böyleydi rahip. O güne ve rahibe ve korven açgözlülüğüne lanet okudu Rorklutch. İçine düştüğü tuzağa bir kez daha bir küfürler dizisi okudu.
"Ne durumdayız? Bu seferin üzerine nasıl bir etki yapacak?" diye derinlerden sordu Rahip Stakios Leşkesen'in sesi. Ses buz gibi dondurucu ve ürkütücüydü.

Rorklutch son raporlar ışığında konuştu.
"Artık geldiğimizi ve çok sıkı geldiğimizi biliyorlar. Hazırlıklı olacaklar. Verdiğimiz kayıpları göz önüne alırsak planlanan tarihten bir hafta sonra yola çıkmayı öneriyorum," diye söylemeye çalıştı Rorklutch. Konuşması yarıda kesildi.
"Yeter," diye fısıldadı ve sessizliği getirdi Rahip Leşkesen. Yeri göğü inleten bir öfkeyle kükreseydi de bu etkiyi yaratabilirdi. Rorklutch bile ürkmüş ve farkında olmadan geriye bir adım atmak zorunda kalmıştı. Lanet olsundu o güne. Rahibe lanetler okudu.
"Hemen şimdi yola çıkılacak. Beklemeye tahammülüm kalmadı. Sizlerin acınası oyunları yüzünden zaten yeterince geciktim. Hemen yola çıkın. Savaşı başlat Rorklutch. Beş Şehir'i yerle bir et. Tek bir canlı kalmasın, hepsini katledin. Şimdi, git. Ve hemen savaşı başlat!" diye bu defa gerçekten kükredi Rahibin sesi. Bu ses dondurucu ve ezici bir sesti ve Rorklutch yine uzun uzun söverek süratle arkasını döndü, yanında albay ile ordusuna hareket emirlerini vermeye gitti.
"İstediğiniz gibi efendimiz," diye zorlanarak ve sesi titreyerek konuştu rahibin sesi. Yaltaklanıyordu. Cevap veren de yine rahibin sesiydi ama bu defa ses ölüm gibi soğuk ve karanlıktı.
"Sonunda..."

Büyükşef Rorklutch hareket için henüz çok erken olduğunu biliyordu ama yapabileceği başka bir şeyi yoktu. Emir demiri keserdi. Bir kez karşı koymayı denemişti ve bunun bedelini fazlasıyla ödedikten sonra bir kez daha denememeye kararlıydı. Yani en uygun an gelene dek. Dişini kin ve nefretle sıktı seçilmişçene. "Sabır..." diye söyledi kendi kendine. Fırsatını kollayacaktı... Ama şimdi, savaşı başlatıyordu.

Korven hisarındaki üçlü buluşmanın bir saat sonrasında Kırıkdiş Kalesinin çevresindeki uğursuz sislerin içinden koca bir ordu, bir hastalık gibi Altıngöl havzasına yayılıyordu. İlerleyen bu devasa güruh ucu bucağı olmayan devasa kara bir yangın gibiydi.
Korven ordusu süratli hareket eden vurucu bir ordu olması ile ünlüydü. Yıldırımlı saldırıları çok yıkıcı ve kuşatmaları da çok pisti. Bir korven ordusunun pek az ciddi zayıflığı vardı ve bunlardan birisi Beş Şehir'in şimdiye kadar fazlasıyla kullanıp istismar ettiği moral zaafiyetiydi. Bir korven cephesi eğer yarılıp süratle sayıları bir noktada kökü kazınma noktasına getirilebilirse, bunun sonuçları genelde bütün cepheye yayılan bir bozgun havası ve önlenemez bir panik olurdu. Ama burada o kadar büyük bir ordu vardı ki bu orduyu paniğe itecek kadar büyük kayıplar verdirmek mümkün olmayabilirdi. İşte bunları düşünüyordu Kabukadalı Tutez. Altıngöl sularının yaklaşık yirmi metre üzerinde süzülen koca bir gökkalyonunun; Gölün Ahtapotu'nun, kıçkalesinden büyülü emektar dürbünüyle düşmanını izliyordu. Çok kalabalıktılar. Hem de pek çok.
Sislerin içinden dışarıya fırlayan kama düzenindeki fareadam filosu demirburun kadırgalarından ve şişmangöbek mavnalardan oluşuyordu. Yukarda hançerdiş zeplinleri bu filoyla beraber ilerliyordu.
Tutez iletişim için kullandıkları ve dümenin yanındaki bir kürsüde bulunan taşa doğru seslendi. Ayna gibi berrak yüzeyli, amber renkli büyük oval taşın yüzeyinde dost bir yüz ortaya çıktı.
"Gerçekten de çok kalabalıklar Neekor. Büyülü pislik sislerinin ardındaki Hastalık Limanı'ndan çıkan 100 kadıga(10 000 korven) ve 40 mavna(16 000 korven) saydım ve daha da geliyorlar."
"Anlıyorum. Olabildiğince izlemede kal Tutez, uzaktan izleyebildiğin kadar izle lütfen."
"Bu hiç eğlenceli değil ama Neekor," diye surat astı eski korsan. Savaş istiyordu Tutez.
"Ne kadar çok şey görürsek o kadar iyi," dedi Neekor.
"Kaptan! Gelenler var efendim. Leşkanatlar ve etkanatlar efendim. Sayıları cehennemden buraya koca bir delik açılmış kadar çok Tutez!" diye her zamanki tatsız sesiyle konuştu makine cücesi ikinci kaptan Krenksi.
"Ahh, sanırım izlemek buraya kadar!" diyerek güldü Tutez. Kılıcını çekti ve emirler haykırmaya başladı! "Mitralyözler beklesin. Leşkanatlara bir salvo torpido saçıyoruz ve sonra tam bir borda gösterirken mitralyözler de ateşe başlıyor. Sonra tam hız uzaklaşma manevralarına başlayın. O zamana kadar güverteye ilk etkanatlar inmiş olur," diye kahkahalarla güldü Tutez.

Leşkanatlar leş gibi kokan ve büyüyle değiştirilmiş ejdersilerdi. Solucan boyunlu ve gözsüz koca ağızlı ejderler çok sayıda minik ama öğütücü dişli ağızlarıyla tiz çığlıklar atarak geliyordu. Kara lekelere benzeyen yaratıkların devasa ve ürkütücü görünüşlü kara kanatlarından leş kokusu uzun mesafelere yayılıyordu. Süvarileri olmadan bile dişleri, pençeleri ve neşter gibi kesip mızrak gibi saplanan kuyruklarıyla tehlikeliydiler.  Ama bunlar süvarisiz gezmezdi ve genelde savaş büyücüleri, menzilli silahşörler bunlara eşlik ederdi.
Leşkanatları izleyen 3 metrelik kas yığınları ise sırtlarındaki koca ve kalın yarasa kanatlarıyla etkanat adını almış fareadamlardı. Korven gölgeörücüler ve savaş mühendislerinin ürünü olan bu melez yaratıklar korven ordusunun şok hava gücüydü. Tepeden yağdırdıkları hastalık şişeleri ya da ateş fıçılarından başka ellerindeki koca dumanzıpkınları ve kesici delici silahlarıyla da belalıydılar. Çok güçlü ve vahşi yaratıklardı bunlar.

Tutez'in dümenbüyücüsü irtifa kazanmak için -gemiye uçuş gücünü veren "ağtutucular"ın büyüsünü kuvvetlendiren- gerekli ayarlamaları süratle yapıyordu. Kalyonun üzerinde uçtuğu şeffaf ve silik ama bariz mavi ışıltı; ışıktan dalgalar, biraz daha yoğunlaşıyordu. Gölün Ahtapotu süratle yükseliyor ve uygun konuma yaklaşıyordu. İlk önce, dört güverteli koca kalyonun zırhlı, ahtapot ilhamlı pruvasından sekiz ateştenmızrak fırladı. Bu gökmızrakları torpidolardı.
Büyü kullanıcısı olan nişancıların bir ölçüye kadar -becerileri dahilinde- güttüğü sekiz mızrak, iyi eğitimli ve tecrübeli nişancıların yüzünü kara çıkarmadı. Sekiz köşeye ustaca gönderilen torpidolar leşkanat saflarına doğru dumandan kuyruklarıyla süratle süzüldüler ve hedeflerine yaklaştıkça kenarlara daha çok yayılarak bir çiçek deseni gibi tablo çizdiler. Sonra patlamalar oldu ve çiçek ateşlerle rengarenk açtı. Gök aydınlandı.
Leşkanat saflarından parçalanmış ya da yanarak düşenlerin sayısı hiç az değildi. Gelenler şimdi eskisi kadar birbirine yakın uçmuyordu ama hala mitralyöz ateşi için oldukça kümelenmiş haldeydiler! Mitralyözler tam borda geçişi esnasında bin metreye gürlemeye başladı. Etkanat ve leşkanat saflarından dökülmeye başlayan kanat parçaları kanlı bir yağmurdu.
Kalyonun 4 güvertesindeki savaş makineleri, otomatonlar tarafından doldurulan 64 adet 100'lük toplardı. Gemikıyıcı ve etkıyıcı iki farklı tipte mermilerle yüklenmiş topların nişancıları dörder topa komuta ediyordu.  Fosforlu ve büyü ile güçlendirilmiş cephane havada uçuşmaya başladığında manzara bir ışık gösterisinden aşağı kalmıyordu. Havai fişek gösterisini andıran kızıl sarı fosforlu mermiler kalan leşkanatlara ve etkanatlara, yaklaşmaya çabalayan sivridiş zeplinlerine durmaksızın yağıyordu.
Yağmur yağarken geminin bu savaşa bakmayan yüzünün kalkansız olacağını bilen etkanatlar çoktan dolanıyor ve mitralyözler karşısında düşseler de hala kalabalık sayılarıyla güverteye konmaya başlıyordu. Tutez'in savaş çığlığı ve etkanatların arasına fırtına gibi dalışı tayfasına yine ilham veriyordu! Kahramanlar et doğramaya başlamıştı işte. Güverte kısa süre içinde kan ile kırmızıya boyanacaktı.

Neekor bütün bu olanları Derindere'deki savaş salonunda, yanında Ulmatores ile izliyordu. Kadın iyice sokulmuş ve sıkıca sarılmıştı adama. Kadın öyle korku içinde filan değildi hani. Ama adamın arkadaşlığını ve sıcak dokunuşunu seviyordu. Sevgililer uzun süre birbirine dokunmadan duramazdı zaten. Yalnız olmaları aradaki resmi rütbeleri rafa kaldırdığından rahatça birbirinden güç alarak fikir yürütebiliyordular.
"Önceki korven taktikleri hızlı ve sinsi akınlardı. Bunlar klasik saldırı taktikleriydi. Sinsi vuruşlar, yağma akınları, biz başkasıyla uğraşırken yapılan fırsatçı saldırılardı bunlar. Yıpratma saldırıları ve güç deneyen akınlar vardı. Şimdi bir değişiklik seziyorum Neekor."
"Haklısın Ulma. Ben de tam anlayabilmiş değilim. Yıllardır korven ile savaşıyoruz. Rorklutch taktiklerinde değişimi sevmez. Güneşin doğuşu ve batışı gibi öngörülebilir bir komutandır o. Bu değişikliğin sebebini bilmek isterdim."
"Sanırım yakında bunun ne olduğu ortaya çıkacak," diye karanlık bir sesle konuştu büyücü kadın.
"Evet. Yakında." diye düşünceli biçimde kafasını sallayarak cevap verdi Neekor. Gözleri salonun ortasında asılı duran büyülü yansımadaydı. Gökteki savaşı ve korvenlerin hareketini izliyordu. İçi hiç rahat değildi. Çok sıkıntılıydı.

(devam edecek)
"Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra ya hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise birtek yerde kabul ediyorum. Yaşamak varken yaşayamamış olmakta."

Uzun Yol - Susayanın Uyanışı (https://rapidshare.com/files/2985198102/Susayanin_Uyanisi.pdf)

Çevrimdışı Althar

  • **
  • 70
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
    • http://grimaden.blogspot.com/
Ynt: Althar'ın Akıncıları: Altıngöl ve Ejderha (3. Bölüm)
« Yanıtla #2 : 05 Temmuz 2012, 21:49:02 »
Gölün Ahtapotu'nun fareadam filosunun ucuyla ilk temasından üç saat sonra savaş kızışmaya başlıyordu. Kılıçkasaba önlerinde guruplaşmaya başlayan korven taburları ile kasabanın kahraman süvari bölükleri arasında küçük ölçekli ama çok şiddetli çarpışmalar yaşanmaya başlanmıştı. Gilmos'un evlatları kahraman generallerinden aldıkları ilhamla destan yazar gibi çarpışıyordu. Fareadam öncü taburları ardı kesilmeyen dalgalar halinde savaş meydanına kudurmuş bir sel gibi akarken, kahramanlar bu seli sürekli taciz edip kanatlardan karıştırıp buduyorlardı.

Bu karışıklığın en büyük faydasını görenler Kılıçkasaba'nın gececi mangalarıydı. Sinsi vurucu mangalar, bu erken hareket esnasında disiplinlerini büyük ölçüde kaybedip korvence bir coşku ve açgözlülükle ileri atılan, fareadam birliklerinin arkasına rahatça sızmıştı. Kuşatma vagonlarını ve cephane taşıyıcıları hedef alıyorlardı. Mühendis büyücülerin arasında ölülerin sayısı süratle artmaya başlamışken yetişen fareadam geceavcıları olmasa durum tam bir katliam halini alacaktı.
Erken başlayan korven saldırısı yüzünden Rorklutch'ın güçleri istediği formasyonda ve istediği çeşitlilikte birliklerden oluşmuyordu. Bu ilk saatlerde büyük bir zaafiyet yaratıyordu savaş alanında. Çok acemice ve aceleyle ilerliyordu korvenler.

Karadan şu anda parça parça ve tam savaş formasyonunu alamadan ilerliyordu bu ordu. Ama havzaya yayılan bu hastalıklı bir yangın misali ordu, hala tam bir kabuslar topluluğuydu. Ordunun ana gövdesi piyade korvenlerden oluşuyordu. Boyları 1.60'dan 2.20'ye kadar değişen bu fareadamlar yağmalanmış ya da ordan burdan edinilmiş farklı tiplerde silah ve zırhlarıyla karışık görünüşlü ve ürkütücü bir topluluktu. Saldırırken vahşi ve yıkıcı, hareket ederken ve kaçarken de fırtına gibi hızlı olmalarıyla ünlüydüler. Diş, pençe ve çelik kadar ateş ve hastalığı, dumanlı silahları da iyi kullanan bu askerler, savaş alanında teke tekte çok korkutucu olmasa da korven orduları genelde bire üçten daha az üstün olduğu kavgaya pek girmediğinden, burada oldukça sinir bozucu bir güruhtular.
Piyadeyi destekleyenler sinsi ve ölümcül, özenle seçilip eğitilmiş seçkin gece avcıları bölükleriydi. Bu fareadamlar gececi katiller, iz sürücüler ve casus sabotajcılardı. Ünleri dehşetliydi. Sessiz ve süratli, ölümcül ve acımasızdılar.
Seçilmişçene olarak bilinen ve korven tanrısının kutsadığı korvenler ise devasa cüsseleri ve inanılmaz acı güçleriyle ünlü yıkıcı şampiyonlardı. Bir kez rahiplerin ve mühendis büyücülerin büyüleriyle, tasarımlarıyla desteklendiklerinde çok yenilmez ve karşı konulmaz hale gelebilmeleri ile birer kabustular.
Rahipler üzerlerinde taşıdıkları gölgeli ve hastalıklı yıkım güçleri, ateş güçleri ile düşmana olduğu kadar dostlarına karşı da tehlikeliydi. Fareadam saflarını, içten yakıp tüketen hastalık haleleriyle kutsadıklarında hem düşmanı hem dostları öldüren bu rahipler pek de sevilmeyen ama çok korkulan ordu unsurlarıydı.
Büyücüler korven ordusunda genelde mekanik ve mühendisilik bilimleriyle de uğraşan çok yönlü savaş ve yoketme üstadlarıydı. Korven kuşatma makineleri büyü ve simyanın tehlikeli ve yıkıcı bir birleşimi olmaları ile kötü ve korkurtucu bir şöhrete sahipti. Sadece belli başlı bir iki büyüyü ya da büyülü nesneleri kullanabilen "büyü kullanıcıları" da ordu içine serpiştirildiklerine olmadık yerlerde ve zamanlarda olmadık tatsız sürprizleri yaratmalarıyla ünlüydü.
Etdevleri ise boyları beş metreyi bulabilen kocaman fareadamlardı ve bunlar büyücülerle savaş mühendislerinin beraberce ürettiği canlı savaş silahlarıydı. Fareadam cesetlerinden ve metal savaş ganimetlerinden, kimi zaman da büyülerle desteklenerek yaratılan bu iki ayaklı fareadam "yapılar", savaş alanında hissiz iblisler gibi acı ve hasara aldırış etmeden parçalayıp yoketmesiyle ünlüydü.

İşte bu kabus gibi güruh, karadan olanca hızıyla koşturuyor ve tozu dumana katıp çelikten bir çığ gibi sesler çıkartarak ilerliyordu.

Savaş denizden de süratle havzaya yayılıyordu. Korven filosu hastalıklı sisin ardından çıkıp Altıngöl'e yayılmaya başlıyordu. Kılıçkasaba önlerine kıvrılan bir filo koluna karşılık bir diğer kol süratle Kabukada yolunu tutuyordu. Daha buna bir tepki kararlaştıramadan Beş Şehirliler bir diğer kolun Kristalköy yönüne döndüğünü görüyordu. Ve hemen sonra da Hastalık Limanı'nı çevreleyen sisin arkasından akmaya devam eden gemilerden bir koca kol ortaya çıktı. Bu en büyük koldu. Bu kolun rotası doğrudan Derindere önlerine gidiyordu...

Bu saldırı şu haliyle bütün ilk tahminleri boşa çıkartan bir saldırıydı. Bu korvence olmayan bir saldırıydı. Aynı anda dört hedef üzerine yürüyordular. Korven ordusunun gücü yüz elli bin ila iki yüz bin civarında bekleniyordu ki bu büyük, hem de çok büyük bir rakamdı.

Beşler konseyi toplanmış ve Kristalköy'ün Görüş Kulesi'nden savaş alanının yansımalı bir canlı haritasını değerlendiriyordu. Konuşmalar uzuyor ve tartışmalar oluyordu. İlk değerlendirmeler esnasında hararetli atışmalar yaşanmıştı ve şimdi nasıl tepki verileceği üzerine yürütülen fikirler esnasında ise sesler açıkça çok yükseliyor, duygular şiddetleniyordu.

Beklenmedik bir hal tarzı içinde ve son yirmi yılda görülen en büyük korven ordusu şeklinde olsa da Beşler bu krizin hala yönetilebilir olduğu yönünde sonuçlara varıyordu. Tek sorun bu krizin ne şekilde yönetileceğiydi.
Busenger'in sözleri yine her zamanki gibi politik ve bürokratik yasal manevralardan oluşuyor ve duygusal sömürüden, istismardan güç alarak yalanlara da başvuruyordu. Busenger sözlerinin satır aralarında haykırıyordu; Bu savaşta hedef alınmamış şehrinin gücünü mümkün olduğunca savaş dışında tutmaya ve kendini koruyup savaş sonunda daha güçlü konuma gelmeye kararlıydı. Bu iğrençti ama şartlar buna katlanmayı gerektiriyordu... Bir yere kadar...
Busenger tam babasının oğluydu. Ne yazık ki Uğultuluşehir yönetimi ve halkı talihsiz bir çifte kuşak yaşıyordu. Hem ölmüş babası ve hem de oğlu tam birer pislikti ve üstelik bunu halktan saklamakta çok iyiydiler. Busenger de tıpkı babası gibi koca kitleleri tatlı yalanlar ve hilelerle büyüleyip gayet iyi biçimde sömürüyor ve istismar ediyordu. Zavallı aptal kalabalık,  beyinsiz bir biçimde, bu önüne kusulan pis yalanları yalamadan yutuyor ve silip süpürüyordu.

Neekor tartışmayı alevlendirmenin bir yerde artık anlamsız olduğunu düşündüğünden Kristalköy ve Kılıçkasaba sözcülerinin Busenger'e yüklenmesine gücünü katmamıştı. Bunun zamanı değildi. Kabukada'lı Tutez de öyle düşündüğünü onaylar biçimde Neekor'a başını hafifçe sallamasıyla ifade etmişti. Şimdi ayrılık ve kendi içinde kavga sırası değildi. Herşeyin bir zamanı vardı.

Neekor toplantıda bazı düşüncelerini saklamıştı. Tartışma ateşi ya da kavganın ilk saatlerinin ateşi, sorumluluklar ve yağdırdıkları emirler nedeniyle diğer temsilcilerin henüz görmediği ama yakında göreceği şeyi o çoktan görmüştü. Sadece saldıran güçlerin nitelik ve niceliğine bakmak bile yeterli ipucu sağlıyordu. Üç hedef göstermelikti. Asıl hedef dördüncüydü. Ve amaç tekti.

"Ne düşünüyorsun?" diye Amirine sordu Neekor. Şimdi yanındaki Şehir Amiri ile Derindere'deki savaş salonundaydılar ve yanlarında üçüncü kişi olarak Tutez vardı. Siyahlara bürünmüş, siyah sarıklı çöllü bir savaşçı eskisi olan, gözlerinin altları dövmeli yönetici, masa üzerindeki harita üzerinde kısaca göstererek cevapladı. Amir Kessim Derindere'de on beş yıldır danışman ve yönetici olarak görev yapan çok kıymetli bir kişiydi. Neekor'un yerine günlük şehir yönetimi işleriyle o ilgilendiği gibi ordu işleri ve savaşçılık konularında da bir albay kadar yetiliydi.
"Asıl hedef biziz. Derindere. Diğerlerini oyalamaya çalışıyor ve bize yıldırım gibi geliyor. Onları sadece bize desteğe gelemeyecek kadar tetikte ve meşgul tutmayı hedefliyor. Ama bizi ezmek için gelecek."
Neekor onaylayarak başını salladı ve aynı fikirde olduğunu belirtti.
"Neden?" diye sordu Tutez. Bu mantıksız geliyordu ona. Beş Şehirin arasına dalıyordu korven ordusu.
"Konseyde neler olduğunu görmedin mi Tutez? Korven saldırısı konumlara ve askeri gücümüze göre şekillenmemiş. Tam şu anda yaşadığımız duruma göre şekillenmiş. Bu fareadam zihninin ürünü bir saldırı değil. Bu her kimse... Fareadam gibi düşünmüyor. Ne düşündüğünü ve ne istediğini şu anda bilmiyoruz," diyerek durakladı. Bir süre sessizce adımladı ve iyice düşündü. Aklındakileri toparladı Neekor.
"Bizi tanıyor. Bizi biliyor. Busenger'i tanıyor. Onu çok iyi tanıyor. Korkutucu derecede iyi hazırlanmış bir saldırı. Liderlerin nasıl tepkiler vereceği üzerine kurulu bir plan. Önce Derindere düşecek. Bu esnada Busenger yardım etmeyecek. Son adamımıza kadar çarpışacağımızdan şüphe etmeyecek. Korven zayıflasın diye düşünecek. Bekleyecek. Ama çok bekleyecek o aptal. Çok geç olacak. Sonra teker teker diğer şehirler de düşecek. Tek bir yere saldırmaktansa üç yere saldırarak güçlerimizi bölüyor, bizi zayıflatıyor ve kendisi hala çok güçlü oluyor. Çünkü ordusu çok kalabalık ve o üreme hızıyla çöpe atacak çok fareadamı var oysa bizim her kılıcımız çok değerli."
"Ne yapacağız?" diye sordu Tutez. Neekor'un sözleri bu mantıksızlığın içinde kulağa mantıklı geliyordu ve ona güveniyordu korsan eskisi.
"Savaşacağız. Bu planı boşa çıkaracağız," dedi Neekor inançla. Ama sesinin çıktığı kadar inançlı değildi. İçinde büyük şüpheler ve endişe vardı. Görüldüğü gibi olmayan şeyler vardı burada.

***************

Altıngöl'den ve Yeşilçukur'dan uzakta ama hala komşu bir bölgede...
Burası gizlenmiş ve uzun zamandır mühürlenmiş bir bölgeydi. Büyü ile mühürlenmiş ve gizlenmiş bu karanlık bölge, bir zamanlar ejderha ordularında askerlik yapmış kertenkele adamların; Kemmlerin, sır yuvalarından biriydi. Birkaç yüzyıl önce, ork kralı Gogan gücünün doruklarındayken, akıncı ordularından bir tanesi burayı tesadüfen bulmuş ve boyunduruğu altına almaya çabalamıştı. Ama o zamanın şartlarında ordu tam anlamı ile başarılı olamamış ve hareket etmesi gerektiğinde de bu bölgeyi ve içindeki şehri güçlü muhafız lanetlerle mühürlemişti. Mühür uzun yıllar tam gücü ile etkin kalmış ve içeridekileri içeride tutmuştu. Derken yıllar sonra bir gün bir fareadam akıncı ve keşif kolunu bu gizlenip mühürlenmiş bölgeye dair izler bulduğunda kader ağlarını örmeye başlamıştı.
Bölgedeki üstünlük ve yayılma savaşlarında elinde daha fazla koz isteyen fareadamların Dikensırt aşireti bu fırsatın üzerine atlamıştı. Eski efsaneler bu bölgde bir yerde büyük ork ve kemm savaşlarından, büyük güçlü eşyaların saklandığı cephanelik ve hazine salonlarından bahsediyordu. Açgözlü ve tezcanlı korvenler buna balıklama atlamakta duraksamamıştı. Fare kapana girdiğini çok geç anlayabilmişti.
Korven lideri Rorklutch ve Albay Duumkla yanlarında güvenilir ve güçlü rahip Leşkesen ile akıncı taburun başında keşfe katılmıştı. Buldukları tüneller onları zayıflamış bir gizli kapıya getirmişti ve ondan sonra ise keşiflerinin büyüsü açgözlerini kamaştırmıştı. Güç, zenginlik, ihtişam ve fetih rüyalarında yüzerek terk edilmiş kemm şehrinin sokaklarında ilerleyip şehir piramidine ulaşmıştılar.
Piramidin mühürlü kapısını açacak mühür kırıcı büyüyü hazırlamak zaman almıştı ama sonunda devasa ölçülerdeki piramidin mührü kırılmıştı. Kapı açılmıştı.
Rorklutch ve Duumkla gibi temkinli ve normalüstü fareadamlar bile Rahibin güç rüyalarının girdabına kapılmıştı ve temkin nedir unutarak piramidin içlerine yürümüşlerdi. Hazine ve güç arayışlarının sonunda buldukları yaşlı ve öfkeli bir şeydi. Buldukları kendi tuzakları, kendi lanetli esaretleriydi.

***********

Yenilgiden sonra ağır yaralı olarak da olsa hayatta kalmasını sağlayan ve sonra da onu iyileştiren şey sadece ve sadece aralarındaki bağ idi. Esir edilmiş bu kudret yaratığının boynunu ve ayaklarını, kuyruğunu, kanatlarını kıskıvrak yakalamış büyünün zincirleri onu bir yandan da eski rahibe bağlıyordu. Ve o bağ rahibi ölümden belki kurtaramamıştı ama onu varoluş düzleminde bir Liç olarak tutmaya yardımcı olmuştu. Hem de kuvvetli bir Liç.
Liç kemm Auruz Vektashi, bir zamanlar yani hayattayken hizmet ettiği güçler adına bu şehri canı pahasına severek savunmuştu. Ama güçlerinin sınırlarına dayandığı o günde büyük ölçüde başarısız olmuştu. Yenilmişti. Ordusu katledilmiş ve dağılmıştı. Hayatta kalanlar çekildikleri bu piramidin içinde, onun yaralı bedeninin çevresinde son bir savunma için saflaşırken, beklenmedik biçimde bu devasa şehir piramidin içine hapis edilmiştiler. Büyü içeriden kırmak için çok güçlüydü ve dışarıda bunu kıracak güçte kemm büyücüsü ya da rahibi kalmamıştı. Zaten ork akınlarından kurtulan kemm artıkları da bir kaç nesil sonra efsaneleşmiş bu şehri unutup hayatta kalma savaşında çarpışmaya başlamıştı.

Adı Auruz Vektashi olan mumya kemm, piramidin gölgeli ama hala loş ışıkla aydınlık koca taht salonunda savaşın gidişini izliyordu. Leşkesen faydalı bir aracı beden olarak komutasında iyi işler çıkartıyordu. Liç memnuniyetle başını salladı. Olacaktı. Bu korvenlerin beceriksizliğine ve havzadaki yüzey mahlukatlarının sinir bozucu karşı koymalarına karşın yine de olacaktı. İstediği ölümleri ve hayattan temizlenmiş açık bir rotayı alacaktı. Liçin istediği buydu. Krallığını bu aracılarla genişletmek ve yüzey dünyasına ulaşmak istiyordu. En kısa ve en stratejik yol Altıngöl havzasından geçiyordu. Bu rotada ve yolun ulaştığı yerde karanlık ölüm enerjileri ve yukarıdaki soğuk mevsimin negatif enerjileri çok çok uygundu. Enerjilerin akımları son derece güçlü ve berraktı. Doğru yer burasıydı. Zamanı gelene kadar Auruz Vektashi'nin  güçlenerek ve kıymetli bir kul olarak -efendisi Seephill'i- bekleyeceği yer burasıydı.
Törensel, kırmızı ve altın işlemeli koca bir pelerine bürünmüş kemm liç, elinde koca yakut topuzlu kudret asasıyla ve mumya sargıları üzerinde giydiği  büyülü yüzüklerle, madayonlarıyla yürüdü. O yürürken silikleşen bedeni aynı anda başka bir yerde maddeleşiyordu. Piramidin görünen zemininden çok daha aşağıdaki katlardan birindeki bir gizli bölümde, o vardı. Xalazoph-Kheem. İncilideniz'in Borası.
Muhteşem güzellikte ve korkutucu, kadim bir mavi ejderha! Kocaman, muazzam ve dehşetengiz. Esir ve zincirli. Uykuda. Son Büyük Savaş'tan sonra o da diğer büyükler gibi "uyku" ile lanetlenmişti ve o zamandan bu yana uyuyordu. Ama uyku sorun değildi. İstenileni o uykudayken de alabiliyordu Liç. Bu ikisi arasındaki eşsiz bağın sonucuydu. Ejderha'nın özü ve kudreti, yüzyıllardır burada esir tutularak, kemm savaşçılarını geliştirmek ve güçlendirmek için karanlık ayinlerde kullanılıyordu.
Hayranlıkla ejderhanın çevresinde bir tur attı liç. Bu muhteşem yaratığa duyduğu aşka yakın sevgi karanlık ve kötücül kalbinde nasıl da sırıtıyordu. Varsın olsundu. Bu konuda elinden gelen bir şey yoktu. Sonuçta Auruz da Xalazoph-Kheem'in bir çocuğu sayılırdı. Liçin mavi kemm özünü güçlendiren "özmiras", ejderhanın esaretinin bir sonucu olarak kemmlere büyülü yolla aktarılıyor ve onları değiştirip daha da güçlü klıyordu.

*********

Gölün Ahtapotu'nun ilk kanı akıtmasından yaklaşık on sekiz saat sonra savaş artık şehirlerin üzerine tam anlamıyla çöküyordu. Kuşatan güçler şehirlerin çevrelerindeki yolları tutmuş ve çemberi daraltıp kuşatma silahlarını uygun konumlara oturtmaya koyulmuştu. Bu iki taraf için de sert ve kanlı kavga anlamı taşıyan bir hamleydi. Şehirler kuşatmacılara kolayca kuşatma imkanı vermemeye kararlıydı. Bir bedel tahsil edilecekti ve ödeme olarak kabul edilen tek ticaret birimleri "can ve kan" idi.

Kristalköy'lü bir cadı olan Radorna hanım ve diğer üç büyü kullanıcısı bir golemin içindeydiler. Kaplumbağa ilhamı ile yapılan koca golem sivri kristal bloklardan bacakları ve kuyruğu olan kristal kolonileri ile kaplı gri, metal bir kütleydi. Sekiz koca araba cüssesindek bu golem yaklaşık 16 metreye 16 metre ve 7 metre ölçülerinde bir kaplumbağaydı ve golemin sırtında kule gibi yükselen sekiz metrelik bir kristal vardı. Kaplumbağa Golem Kulesi adıyla anılan bu savaş aracı daha önce sadece bir kez bu havzada savaş yüzü görmüştü ve o zaman sadece bir tane olan sayıları bugün üç idi. Şu anda sadece bir tanesi savaş alanındaydı. Golem havadaki savaşın içinde korven zeplinleri ile kapışıyordu. Altıngöl üzerinde havada ışıktan mızraklar ve ateşli mermiler uçuşuyordu!

Yerde Kristalköy'ün 150 metrelik bir ana kuleye bağlı daha alçak kuleler topluluğundan oluşan kuleler kasabası kuşatma altında dövülüyordu. Kristalköy'ün savunucuları şimdilik sadece şehrin kalkanının gerisinden şehir kulelerinin ateşi ile karşılık veriyordu. Küçük ama dişli kasabanın kalkanı inmeden hiçbir ordu duvarlarına tek bir taş atamazdı ve bu kalkanı indirmek de o kadar kolay değildi. Ama bunu zorlaştırmak isteyen kasabalılar her fırsatta düşman kuşatma makinelerinden haklayabildikleri kadarını haklıyordu.
İşte Kaplumbağa bu görevde idi. Zeplinlerin koruma ateşi ile tepelerin arkasından saldıran kuşatma vagonlarına kaleden müdahale etmek pek etkili olamıyordu. Birilerinin oraya gidip o kuşatma silahlarını yok etmesi gerekiyordu. Zeplinler havada onları korurken bunu yapmak da biraz zordu.

Kırmızı ve oldukça kumaşta cimri bir kılık giyen Radorna çöl diyarlarında, Kumdenizi topraklarında doğmuştu. Kara tenli ve yakıcı güzellikteki cadının üzerinde büyülü donanım olarak bir madalyon ve bir yüzük ile bir hançer vardı. Açık saçık ve küçücük tek parça giysisinin üzerinden omzuna çapraz asılı bir çantanın içinde neler taşıdığını sadece Radorna bilirdi. Belindeki kemerinde sallanan kılıflarda yarım düzine  savaş değneği vardı ve onları savaş alanında kıyıcı bir biçimde kullandığını onu tanıyan herkes bilirdi.

Radorna dümenci silah arkadaşının becerikli bir konumlaması ile mükemmel bir atış açısı yakaladığında duraklamadı. Kulenin nişancısı cadıydı ve kulenin sihri onun emri ve nişanı ile saldırdı. Kristal kuleden çakan kızıl şimşekli kızıl ışın demeti fare zeplinlerine bindirdi, ilk zeplini delip geçti ve sonra ikinciyi de deldi. Üçüncü zepline de vurdu ve orada kaldı. Üç zeplini şişe geçiren bu vuruş ile zeplinler alevlerle parçalanarak yere dökülmeye başlamakta hiç gecikmediler.
Bu esnada arkaya dolanan bir diğer üçlü savaş gurubu da kaplumbağanın üzerine mor ateşten oklar olan top atışlarını yağdırıyordu. Büyülenmiş top mermilerinden gelen salvonun yarısı boşa gitmişti ama diğer yarısı da hedefi bulmuştu. Kaplumbağanın uçuşu darbeler ile dengesini kaybetti ve toparlayana kadar zor bir uçuşla göl yüzeyini teğet geçip su yüzeyini köpüklü uzun bir yarık ile yaraladı.

"Bir tur daha Emogio! Ondan sonra geri dönüp diğer kaplumbağayı alacağız. Bunun kalkanları sınırlarına dayandı."
"Bunu ne kadar sürdürebiliriz Radorna? Kalkanların şarj edilmesi kuşatma bu hızıyla giderse bu ritimde saldırmamıza yetişmeyecek. Bir şeyler yapmalıyız," diyerek konuştu dümenci büyü kullanıcısı.
"Biliyorum. Ama şimdilik elimizdeki bu. Hava gücü her zaman kilittir Emogio. Onlarınkini ne kadar kırabilirsek o kadar iyi. Durmak yok, bir tur daha haydi!" diye ateşli ateşli söyledi sert cadı.
Dümenci itaat etti ve zeplinlerin arasına hızlı bir dalışla girdiler.
Bir atışta iki tane ve sonra bir iki tane daha... Sonra teker teker inen üç zeplin daha ama işler giderek ısınıp zorlaşıyordu. Güzel bir açının peşinde keskin bir dönüş ve hızlı bir yükseliş ile dans ediyordu kaplumbağa golem. Atış anı geldiğinde tek atışta yine iki zeplini vurdu ve yeni bir ava döndü avcılar.
Derken Radorna bir an için çok iyi bir fırsat gördü ve kuşatma makinalarından bir bölüğün yakınlarından geçerken Kaplumbağanın kristal yumurtalarından dört tanesini yere bıraktı.
Karpuz büyüklüğündeki kristal yumurtalar yere çarptıkları anda içlerindeki büyü ile süratle değiştiler. Dört kristal yumurtadan 6 metre uzunlukta dört kaplumbağa adam golem doğmuştu. İki ayaktaki bu kocaman ve inanılmaz kristal golemler kararlı bir yürüyüş ile bir insanın koşu hızıyla korven saflarına arkadan bindirdiğinde yaşanan kıyım eşsizdi. Büyüye aşırı dirençli bu devlerin karşısında durabilen etdevleri bile ağır kayıplar veriyordu ve bu golemler kuşatma makinelerinin canına okumakla meşgul olurken büyücülerin elinden bir şey gelmiyordu.

Cadı tam gülümserken kaplumbağa bir seri top atışıyla vuruldu! Golemin uçuşu sarsıldı ve yere doğru yalpaladı. Bir tümseğe ve bir taneye daha çarptıktan sonra bir takla attı. Bir takla daha ve bir süre göl kenarına kadar sürüklendi. Golem gölden az ötede sürüklenmeyi bıraktı ve durdu.

Radorna çarpışmadan koruma büyüleriyle yüklü tılsımlı küçük kılığının yardımı ile hasarsız kurtulmuştu. Hemen yanındaki diğer arkadaşlarını kontrol etti. Onlar da korumalar içindeydi ama yaraları da vardı ve yarı baygın haldeydiler. Arkadaşlarının üzerine iyileştirme büyüleri yaptı cadı.

Golem yan yatık ve yaralı haliyle inliyordu. Kendini tamir büyüsünün yüklü olduğu sandığa yürüdü ve çalışma emrini fısıldadı Radorna. Golemin uçacak ve buradan kendini kurtaracak seviyeye kadar kendini tamir etmesi için biraz zaman gerekliydi. Cadı bu kadar zamanı olduğundan şüpheliydi. Silahları çalışmaz haldeki golemin içinde kapana kısılmış halde bekleyecek son kişiydi güzel Radorna.
Dışarı çıktığında bir korven gurubunun goleme doğru geldiğini görmek onu hiç şaşırtmamıştı. Yağmacı ve hırsız, fırsatçı ve de açgözlü bir topluluk olan korvenler böyle değerli bir yağma fırsatını kaçırmazdı. Bir düşman golemi ve düşman büyücüleri vardı burada...

Radorna duruşunu güçlendirdi ve kısılmış keskin gözleriyle ölüm vaad ederek gelen dağınık ama sayıda kalabalık guruba baktı. Gelen çapulcuların arasında gece avcıları, etdevleri, piyade fareler ve bir savaş sürüsü vardı. Bu güzel bir kavga olacaktı. Radorna'nın o ünlü kendini beğenmiş gülümsemesi dudaklarında kıvrıldı. Güldü tehlikeli cadı. Bir kahkaha ile ilk büyüsüne başladı. Radorna yakın kavgayı ve savaşın ölüm kokan sıcak atmosferini seviyordu. Bu ona kendini yaşıyor hissettiriyor ve heyecan veriyordu.

Güruh üzerine kapanırken karaderili cadı ateş gibi yanan kızıl gözleriyle altın ve gümüşten iki çemberin içinde yerden bir metre kadar yükseldi ve ilk büyüsünü emretti.
"Schleepan Dee Veeladd," diye seslendi. Uyu seni kötülük tohumu diye emretti. Elliye yakın sürü faresi ve onların çobanı şimdi yere horlayarak yuvarlanıyordu. Saatlerce hiçbir uyandırma çabasının etki etmeyeceği derin bir uykuydu bu. Radorna sonra hemen diğerlerine döndü. Kıyının bu kesimindeki nisbeten yüksek tepecikler ve kayalıklar yüzünden kendisine yaklaşma sağlayan dört ana geçit bölgesi vardı. Buralara doğru büyüsünü nişanladı ve gönderdi. Zaman kazandırıcı örümcek ağı tuzağı görülmez biçimde dört boğazı tıkıyordu şimdi ve ilk kurbanların ulaşmasına az kalmıştı. Ama onlar yaklaşmadan gurubu biraz daha budamaya kararlıydı kırmızılı cadı.
Safına çekme büyüsünü kullanmaya başladı ve piyade farelerden iki gurubu birbirine düşürdü. Fareadamlar birbirine girmişti ve kan gövdeyi götürüyordu. Radorna'nın fareadamları sayıca azdı ama korkusuzca, kendilerini tüketen bir atılganlıkla sayılarından daha etkili biçimde çarpışıyordular.
Gece avcılarının tuzaklardan birini aşarak geldiğini gören Radorna güldü. Bunu bekliyordu. Bu katiller çok iyiydi. Ama o kadar da iyi değil.

Cadının başının üzerinde, soğuk dumanlar mavi beyaz bir ışıltıyla ve çıtırdayan melodiler fısıldayarak dönmeye başlamıştı. Minicik ve buzdan arıkuşları Radorna'nın başının üzerinde ışıldayarak, soğuk dumanlarla tüterek dönüyordu. Bu dans çok sürmedi ve kuşlar cadının emriyle koca bir rüzgar olup ileri atıldı. Beyaz ve soğuk ve de keskin, sivri bir rüzgardı bu. Bu bir ölüm tipisiydi. Rüzgar ve kuşlar gece avcılarına vurduğunda etkisi çok dehşetliydi. Buz beyazı ve kan kırmızısı, siyah güruhun cansız düşen bedenleri üzerinde yerlerini almıştı.
Diğer üç istikamette ağa yakalanmış korvenleri görüyordu şimdi Radorna. Ölü korvenlere bir emir gönderdi ve ölülerin üzerindeki etler dökülürken iskeletleri ayağa kalktı. İskeletler parçalara ayrılıp havada süzülen bir dans ile kısa sürede birleşti ve daha büyük, daha kıyıcı bir iskelete; bir iskeletdevine dönüştü.
"Öldür," diyerek emretti Radorna ilerideki ağa sinek gibi yapışmış korven guruplarından birini gösterirken. İskelet dev yürürken korvenlerin yaklaşan bu deve verdikleri ciyaklayan dehşete düşmüş tepki kulakları yaralıyordu. Neyse ki bu sesler uzun sürmeyecekti.
Kadının çevresi hala kalabalıktı ve Et devleri biraz daha yavaş olmalarına karşın işte şimdi onlar da geliyordu. Bu lanet yaratıklar gelmeden önce yakındaki sinekleri temizlemeliydi. Ağa yakalanmış bir guruba döndü ve kesen kılıçlarla yüklü bir haykırış ile ölüm çığlığını attı. Uğursuz bir şarkının nakaratı gibi üç kez bu çığlığı tekrarladığında ağa yakalanmış tek bir canlı kalmamıştı. Cesetler paramparça ve darmadağındı.
Etdevlerinden önce hala üzerine gelen sinsi bir piyade gurubu vardı ve aradaki mesafe taş atım menziline inmişti. Üzerine oklar yağmaya başlamıştı ama bunlar kalkanına vurup orada kalıyordu.
Büyüsünü süratle hazırladı ve emretti cadı. Patlayan bir şok dalgası, dar bir koni şeklinde ilerleyip korven gurubuna vurdu. Kemikleri, kafataslarını parçalayarak onları silip süpürdü attı. Okçular ve koşucular artık ölüydü.

Radorna artık etdevleri ile yüzyüze sayılırdı. Ve arkadan gelen üç fareadam gurubu daha vardı. Seri halde yaptığı büyülerden sonra kanı iyice ateşlenmişti ve gülüyordu. Gelsinlerdi bakalım. Ölü fareadam guruplarını hedef alan bir şarkıya başladı cadı. Uğursuz ve karanlık, tüyler ürperten bir şakıydı bu. Soğuk bir rüzgar süratle ölüleri buluyor ve etlerini sıyırıp iskeletleri dans ile ayağa kaldırıyordu. İskeletler dans ederek birleşiyor ve daha büyük iskeletlere dönüşüyordu. Savaş alanında şimdi ilk iskeletdevden sonra iki iskeletdev daha vardı.
En yakın etdevi, üzerine çullanan Radorna'nın iki iskeletdevi ile şiddetli bir kavgaya kapanırken diğer üç etdevi geliyordu. Birisi çok yakın ve diğer ikisi neredeyse iki farklı yönde ama eşit uzaklıktaydı. Radorna yakın olana odaklandı. Ellerini ileriye uzattı ve ellerinin çevresinde amber rengi kızgın bir ışık çemberi büyümeye başladı. Çember bir metre çapa ulaşana kadar süratle büyüdü ve sonra cadı iki elini havaya kaldırıp süratle etdevine doğru indirdi. Çember elinden, yayından fırlamış bir ok gibi, fırladı ve etdevini tam göğsünden vurdu. Kızgın ve sarsıcı bir rüzgar iğrenç bir yanık kokusuyla birlikte patlayıp esti geçti. Etdevi inledi ve içindeki büyüler çatırdadı. Varlığı gelen dağılmanın korkusuyla acı bir haykırış koyverdi. Sonra bir anda patladı ve etrafa et ve kemik parçacıkları olarak saçıldı. Güçlü bir devdi ama Radorna daha güçlüydü.
Cadı sıradaki diğer iki deve baktığında gözucuyla iskeletdevlerinin muzaffer olduğunu ve korven guruplarını kovaladıklarını gördü. Bu esnada önünde savunma yaptığı kaplumbağa golemi sarsıldı ve süratle kendini düzeltti. Radorna zihninde o seslenişi duyduğunda rahatlayarak gülümsedi.
"Diğerleri de uyandı. Tek başına oynamayı sevdiğini bildiğimizden biz onarımı hızlandırmaya odaklandık," dedi ve kulenin ateş gücü ile bir etdevini parçalayıp buharlaştırdı Emogio.
"Zeplinler uyandığımızı görmeden bu yaralı kaplumbağayı eve götürelim. İçeri gel Radorna."
"Yeterince oynamıştım zaten. Bugünlük bu kadar yeter," diye gülümseyerek konuştu güzel cadı.
"İyi kız," diye gülümseyerek aynen cevapladı Emogio.
****


(devam edecek)
"Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra ya hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise birtek yerde kabul ediyorum. Yaşamak varken yaşayamamış olmakta."

Uzun Yol - Susayanın Uyanışı (https://rapidshare.com/files/2985198102/Susayanin_Uyanisi.pdf)

Çevrimdışı Althar

  • **
  • 70
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
    • http://grimaden.blogspot.com/
Ynt: Althar'ın Akıncıları: Altıngöl ve Ejderha (4. Bölüm)
« Yanıtla #3 : 07 Temmuz 2012, 02:45:24 »
Kuşatma silahlarının yağdırdığı yüksek güçlü patlayıcı özellikteki mermilere karşın Kristalköy'ün ana savunması ayaktaydı. Bununla beraber kuşatan koca ordunun hala takviye aldığı ve her geçen saat güçlendiği de bir gerçekti. Limandan eski hızla olmasa da hala fareadam gemileri dışarı çıkıyordu ve süratle cephelere dönüp saldırıları güçlendiriyordu.

Ulma bütün bu olanlar karşısında çok düşünceliydi. Kristalköy bu saldırıya bir süre daha sorunsuzca dayanabilirdi ama dayanmak yetmeyecekti. Bu kuşatmayı kırıp dağıtmalı ve Derindere'ye yardıma gitmeliydi. Artık hareketin yönü çok açıkça belli oluyordu. Derindere'nin hedef olduğunu görebiliyordu bütün Beşler.

Gilmos ve kaplanlar gibi dövüşen ordusu bir şeyler yapmaya başlamıştı bile. Kılıçkasaba sözcüsü ve yöneticisi olan general ozan için durmak ve saldırıya göğüs germek diye bir şey yoktu. Kuşatan dört kanattan ikisinin üzerine gizli saldırı kapılarından öyle şiddetli bir çıkış yapmıştı ki ilk kuşatma lejyonu neredeyse anında ezilip geçilmişti. İkinci kuşatma lejyonu zorlukla tutunmuştu ama onların morali de kısa sürede diğer iki lejyonun kuşatma silahlarından yükselen patlama sesleri ile sarsılmıştı. Kılıçkasabalı Gececiler... Bunlar işlerinde çok iyiydi.
Hala üç koca kuşatma lejyonu olmasına rağmen ve bunlar arkadan takviye almalarına rağmen, Kılıçkasaba artık kuşatma silahlarından çok cılız ve gıdıklayan bir saldırı alıyordu. Bu yine de gelen takviye ile süratle değişebilirdi ve buradaki korven ordusu da elli bin kişilik koca bir gerçek olarak önlerindeydi.
Beyaz ışıltılarla yanan ve parlak zırh ile kuşanmış beyaz cüppeli muhteşem bir grifonun üzerindeki savaşçı Gilmos idi. Muhteşem ve güzel yaratığın kahraman süvarisinin savaş alanı üzerinde seçkin muhafızlarıyla uçarak söylediği şarkı, Kılıçkasaba'nın kılıçlarına güç verirken, düşman saflarına korku ve kuşku çöküyordu. Gilmos'un kaplanları bastırıyordu. Elinde ışıldayan ak kılıcı ile gökte vuruşarak kendilerine önderlik eden bu cesur komutan ile cehennemin dibine bile fetih yapmaya gidebilirdi bu ordu. Nitekim önlerindeki de cehennemdi.

Gilmos leş kokusunu duydu ve muskaları daha söylemeden güçlü büyücülerin yolda olduğunu biliyordu. Yönünü çevirdi ve on iki grifon, lider grifonu izleyerek yönlerini leşkanatlar ile etkanatlardan oluşan sürüye çevirdi.
Grifonların kama düzenindeki dalışının ardından ışıktan şimşekler ve karanlık alevlerden bir patlama gökyüzünü inletti. Bir sürü etkanat ve yedi leşkanat yere cansız savruldu. Bir grifon yere ölü düşerken yaralı süvarisi pelerininin büyüsü ile yere yavaşça inmeyi başardı. Kısa sürede etrafı etkanatlar ile çevrilse de grifon süvarisi bir dakika içinde çevresini temizlemişti ve yaralarına bir şifa büyüsü yapıyordu. Elgardin genç ama çok cengaver bir elf paladindi.

Leşkanat lideri ve beş fedaisinin karşısında ışıldayan ak kılıcı, muhteşem altıngüllü siyah kalkanı ile Gilmos vardı ve kara büyülerin karşısında dudaklarında dua gibi okuduğu kadim ezgiler ile şarkı söylüyordu. O söylerken karşısındaki karanklık çatırdıyor ve kaplanları daha bir şevkle vuruyordu.

Orduların kapışmasında Kılıçkasaba ordusu kuşatma tabyalarına yavaş ama karalı adımlarla ilerliyordu. Testudo formasyonları ve falankslar yanında elmas ve kama düzenlerinden, içi okçu ve büyücü dolu çemberlerden oluşan bu ağır yürüyen dev, önüne çıkan korven birliklerini bir filin karıncayı ezmesi gibi eziyordu. Sayıca bire beş daha zayıf konumda olmaları Gilmos'un Kaplanları için hiç sorun değildi. İyi eğitimli, çelik disiplinli kahraman askerler mekanik bir mükemmellikle düzenli olarak ön saflardakileri yemek, içecek ve dinlenme için geriye çekerek döndürüyor, çelik ve büyü ile korunan arka saflarda tazelik kazanan askerler sıra tekrar onlara geldiğinde daha bir canlı dövüşüyordu.
Korven gücü bu denli cesur bir çıkışa sadece zeplinlerinden gelen kısıtlı destek ile karşı koyabiliyordu. Zeplinleri Kılıçkasaba'nın üç kalyonu tarafından sürekli hızlı ve mesafeli saldırılarla taciz edilip parçalanan, orduya yerde destek veren güçlendirilmiş etdevleri sistemli biçimde indirilen, savaşsürüleri büyücü ve silahşörlere yem olan korven gücü neredeyse kırılma noktasındaydı. Cesur çıkış riskini alan Gilmos aldığı riskin meyvelerini toplamaya çok yakındı. Ama...

Gilmos üzerine çöken altı leşkanattan beş tanesini parçalamış ve süvarilerinin de işini bitirmişti ama liderleri olan Kararahip kolay lokma olmamaya kararlıydı. Yaralı leşkanadını yere indirmiş ve üzerinden atlarken hızlı bir dönüştürücü büyü ile yaratığı zehirli bir bombaya dönüştürmüştü. Gilmos işi bitirmek için yaklaşıyordu bu esnada. Grifonun üzerine sinsice fırlayan leşkanat, güzel yaratıkla havada boğuşup taklalar atmaya başladığında ozan bu kavgayı grifon dostuna bırakıp kendini yere atmıştı.

Grifon patlayan leşkanat yüzünden yaralı ve acılı biçimde az ilerde göl sularının kenarına yere düşerken Gilmos intikam yemini etti ve bir ölüm şarkısı okumaya başladı. Düşmana ölüm; Söylediği şarkı buydu.
Elinde ateşten asası ve çevresinde ışıldayan yeşil uğursuz halesi ile kararahip ileri yürüdü. Güldü ve haykırdı. Asasını uzattı ve emretti. Asadan fırlayan kocaman bir yeşil enerji mızrağı Gilmos ile hemen buluştu. Işık patlaması kocamandı. Toz duman olmuştu ortalık. Ölüm şarkısı sustu.

Işık azalıp toz duman aralandığında orada elinde kalkanı ile gayet sakin duran bir Gilmos vardı. Kalkan saldırıyı tutmuştu. Rahip şaşkınlık ve korkuyla geriye bir adım atarken bir eliyle cüppesinin içinden iki kaya parçası çıkardı. Gilmos ile arasına savurdu. Büyülü sözcükleriyle emretti ve yer sarsılıp gürledi. Toprak ve kaya toz duman ile patlayarak havaya savruldu.Yozlaştırılmış iki toprak elementali topraktan koca kuleler gibi yükselirken rahip bir kez daha güldü. Bu iki koca yaşlı elemental Gilmos'u epey bir meşgul edecekti.
General koştu ve kalkanı ile dört metrelik elementalin üzerine bütün gücüyle bindirdi. Hızlı hareket gücü veren çizmelerinin, dağ dayanıklılığı veren zırhının ve dev gücü veren eldivenlerinin sayesinde vurduğu darbe sonunda, elemental kendi özü olan toprağa doğru sendeledi. Düşmedi. Toprak elementalini düşürmek zordu. Düşürmeyi de hedeflememişti Gilmos. Kalkanının yüzü ile deve arka arkaya üç kez daha vurdu ve dev bu üç vuruşun her defasında daha çok acı ile haykırdı.
Rahip şaşkınlığın pençesinde izlerken diğer elemental hamle etmişti ama Gilmos dans ederek şarkı söylüyor ve elementali çok kötü dövüyordu. Canavar sersemlemişti ve kılıcını henüz kaldırmamış ozana bir sürü açık veriyordu.
Derken zamanı geldi ve fırsat ortaya çıktı. Elementali sersemleten kalkanın içindeki sır bileşik sayesinde, ozan akateşle yanan kılıcını kaldırdı ve elementalin göğsündeki özüne, tereyağına daldırılan kızgın bir bıçak gibi, soktu. Akkor ak namlulu kılıcın vuruşu ile elemental anında silikleşmeye ve dokunulmazlaşmaya başladı. İkinci elemental için kılcını kurtarmış ve hazır olan Gilmos gülümsedi. Bu altıngül armalı siyah kalkanı seviyordu. Bu kalkanın içinde çok güçlü bir kristal parçası gizliydi ve o kristalin doğası büyücülerin çok nefret ettiği çok kıymetli bir şey idi.

Diğer elementali yok etmek daha kısa sürdü çünkü rahip artık uyanmıştı ve büyülerini hazırlıyordu, Gilmos'un süratle bu rahibi bitirmesi gerekiyordu. Rahip bu durumun farkındaydı. Gülümsüyordu.
Gilmos ona doğru koşarken bu fareadamın gülümsemesindeki bir şeyden çok rahatsız oldu. Ama bir an sonra onun yanındaydı ve korven rahibini kılıcının ucuna geçirip kafasını kesip atmıştı. Bitmişti.

General arkasını dönüp yaralı grifonunun durumuna bakmaya yürürken yukarıdaki savaşta adamlarının zor fakat iyi iş çıkardığını görebiliyordu. Leşkanatlar dağılmıştı ve etkanatlar da Kılıçkasaba'nın şahinbaşlı kanatlı atlarına binen büyü kullanıcısı silahşörler tarafından acımasızca uzaktan indiriliyordu.
Ama bir şeyler oluyordu. Uğursuz ve karanlık bir şeyler oluyor, lanetli bir soğuk savaş alanlarına doğru akıyordu. Gilmos ürperdi. Bu geleni tanıyordu!

Bir şarkıya başladı kahraman ozan. Işığa ve yaşama dair, mücadeleye ve fedakarlığa dair güçlü, canlı bir şarkıya başladı.

***********

Düşmanların Kabukada'ya kıyamet gibi bir karşılamayla yaklaşmasını izliyordu kocaman ve etkileyici silüet. Yanındaki ejder ve kaplan karışımı gibi duran kanatlı vahşi kedisi -drekligi- ile kendi hareket planını oluşturuyordu. Koyu mavi derili, bir at cüssesindeki yaratık sinsice gölgeden gölgeye sıçrayıp süzülüyor ve karanlıklarda uçup etrafı kolaçan ediyordu.
Shokunami bir melez idi. İldar dünyasındaki farklı ırkların doğal yollarla, talihsiz yollarla ya da büyü deneyleri yoluyla melezleşmesi hiç de nadir bir şey değildi. Çeşitli ırkların yaşadığı bu renkli diyardaki en ilginç melezlerden bir tanesi kuşkusuz cüce melezleri idi. Cüce ve insan melezi olan Shokunami bir avcıydı. Av Tanrısı Kadjan'ın kutsadığı avcılardan biri olan Shokunami çekik gözleri, esmer karanlık teni, beline inen iki kol örülmüş kara sakalları ve dev bir cüceyi andıran bodur tipli; geniş omuzlu, kocccaman kaslı, dayanıklı ve 1.80'lik  görüntüsü ile dikkat çekici bir tipti. Siyah, kahverengi ve yeşil gri tonlardaki kolcu giysileri ve zırhı kuşanmıştı.  Yıllanmış silahşör tecrübeli ve ünlü bir gezgindi.

Shokunami tepeden tırnağa silahlı haliyle gezinirken aklında karar verdiği en uygun pozisyona ulaştı ve boynuna asılı çapraz çantasından cephane kutularını çıkardı. İlk üç kutuyu hemen önüne koydu. Bunlar süratli ilk saldırıda hemen tükenecekti. Diğerlerini kontrol ettikten sonra çantasına geri koydu. Belindeki baltasını ve katan kılcı ile katan kamasını kontrol etti. Tüfeğinin dürbün kapaklarını açtı.
Tüfeği çok sevdiği bir Başımduman Dağı özel üretimiydi. Nesinfey300 idi bu modelin adı. Çok pahalı ve dehşetengiz bir modeldi bu dumanyay. Riss kristali ve büyü destekli tasarım, büyü kullanıcısı silahşörler dışında bu silahın kullanımını oldukça kısıtlayan bir özelliğiydi. Shokunami için bu tasarım tam onun için biçilmiş kaftandı.
Kabukada kalesindeki büyük ve uzun menzilli toplardan saçılan mermiler yaklaşmaya çalışan korven mavnalarının üzerine isabetle yağıyordu ama bu gemiler hala ilerliyordu. Üstelik lanet fareadamların hepsi batan mavnalarla dibe gitmiyordu çünkü fareadamlar çok iyi yüzücülerdi. Yine de yaklaşan 200 parçalık donanma epey bir sopa yiyor ve kaçınma manevraları esnasında sürat ve formasyon kaybediyordu. Dağınık öncüler kıyıya küçük guruplar halinde çıkarken savunucuların mitralyözlerine ve kılıçlarına yenik düşmekte gecikmiyorlardı. Ama öncülerin arkası kalabalıktı ve savaş er ya da geç çıkartma faslını geçip karaya dönecekti. Bunu geciktirmek için yaklaşan filoyu durmadan taciz eden mavnalara ve kadırgalara rağmen sayı sütünlüğü hala çok büyüktü.

"Baaah, bizim topçu hergeleler iyi iş çıkartıyor, düşman epey seyrek dalgalar halinde gelecek. En azından şimdilik..." diyerek drekligine doğru güldü Shoku. Büyülü bir "çokludiyar" katmanları yaratığı olan Çozz sadece kedice hırladı ve hafifçe esnedi. Cüce melezi güldü.

Yalnız ve özgür doğalı kolcuların yaşam felsefesi ile uyumlu bir saldırı planıyla yol çıkmıştı Shokunami. Tek başına ve genel savunma önlemlerinden bağımsız biçimde savaşmaya izni olan cüce, kuzeydoğu sahilindeydi. Sinsi saldırıların hedefi olması çok muhtemel bir sahil bölgesi seçmiş ve o bölgeye tuzaklarını kurup sinmişti. Tam da beklediği gibi ilk sinsi gemiler ona doğru gelen rotalarında görülüyordu. Menziline girmelerini beklerken avcı gülümsedi. İşaret etti ve dreklig de ileri konumuna doğru sinsice yola çıktı. Mavi bir dreklig olan Çozz, yıldırım ve hava unsurlarının güçleriyle kuşanmış halde hedeflerine yaklaşıyordu.

Hedefte sekiz mavna vardı. Buğu ve ilüzyon büyülerinden destek alarak sinsice dolanmış ve ana saldırının arkasında kalan bir saldırı rotasından doğu limanı yakınlarına çıkartma yapma amacıyla gelmiştiler. Bu burada mühendis büyücüler ve pek muhtemelen çok sayıda gece avcısı olduğu anlamına geliyordu.
Sahip olduğu -çok güçlü büyülerle işlenmiş- dürbünden, ilk hedeflerini gözüne kestirirken bunun doğru olduğunu görüyordu Shokunami. Bunlar arasında üç mavna dolusu gece avcısı vardı ve diğerleri et devleri ve piyadelerden oluşuyordu. Sesizleştirici tılsımla işli namlu en gerideki ve diğer mavnaların en az gördüğü mavnayı nişan aldı. Nişan destek ayakları güzelce sabitlenmiş koca Nesinfey300 sessizce ölüm şarkısını fısıldamaya başladı. Seri halde parmağı tık tık tık diye tetiği çekerken Shokunami hiç ıskalamıyordu. Dümenci ve sonra da iki büyü kullanıcısı ilk önce düştü. Sonra yüzbaşılardan biri ve iki çavuş ile üç onbaşı onları izledi. Sonra yaylım ateşi gibi kalabalık mavnanın içini hedef aldı yarı cüce. Atışları hiç ıskalamıyordu bu kalabalıkta ve bazen bir mermi iki korveni öldürüyordu.
İlk mavna uyanıp çığlıklarla diğerlerini de uyandırmaya başladığında avcı koca bir kıyım yapmıştı. Yaklaşık dört yüz korven alan mavnanın güvertesinde canlı kalmamıştı ve alt güvertedekiler de bir dolu kayıp verdikten sonra artık kafalarını kaldırıp üst güverteye çıkamıyordu. Bu da onları öldürecekti. Shoku silahının alttaki ikinci namlusundaki büyülü mermiyi zehir tılsımı ile yükleyen rünü çalıştırdı. Nişan aldı ve ateş etti. Mavnayı vuran mermi güverteyi delip içeri giren başından renksiz ve kokusuz çok güçlü bir zehri içeriye pompalamaya başladı.

Shoku kendisine karşılık geleceğini biliyordu ve elini çabuk tuttu. Henüz ne olduğunu tam anlayamamış genç liderler kendini hemen gösteriyordu ve bu yaşlanmalarını önleyici bir hataydı. Shoku'nun seriye geçen keskin nişancı atışları dört mavnanın komuta kademesini ciddi ölçüde seyrettiğinde mavnalar karaya daha da yaklaşmış ve gizliliği bırakıp hızlanmıştı.

Zamanı gelmişti. Shokunami patlayıcı atışlarını hazırladı ve gönderdi. Önce bir ve iki derken üç ve dördüncü atışlar ile iki mavnayı havaya uçurdu. Hala zamanı varken bir diğer mavnaya daha patlayıcı mermilerden iki tane daha gönderdi. Mermilerin etkisi çok inanılmazdı çünkü bunların faturasını bizzat Kaptan Sözcü Tutez'in kişisel bütçesi karşılıyordu. Tutez yakın adamlarının sadece en iyisiyle kuşanmasını isterdi.
Daha karaya ayak basamadan epey ciddi bir karşı koymayla karşılaşıp ciddi kayıp veren mavnalar yine de ilerlediler ve sahile ayak bastılar. Siyah kumlu uzun ve dar sahilin kayalık duvar gibi onlara bakan cephesinde, yukarılara giden patikaları ve yolları biliyordu gece avcısı öncüler. Yol göstermek için atıldılar ve birlikler onları izledi. Ama burada ölen çavuşların ve yüzbaşıların yokluğu artık hissediliyordu. Eşgüdüm kaybolmuştu ve dağınık, düzensiz bir ilerleyiş vardı. Dürbünüyle ve yerleştiridiği gözcü örümceklerinin gözleriyle izleyen Shokunami gülümsedi. İşler tam istediği gibi gidiyordu.

En arkadan gelen en kalabalık gurubun başındaki büyücüyü gördü avcı. Etrafındaki koruma halesini ve muhafız silahşörleri de gördü. Umursamadı. Büyü kırıcı güçlü mermisini hazırladı ve nişan aldı. Tetiği çekti. Daha o mermi hedefe vurmadan ikinci bir mermiyi hazırladı. Ve gönderdi. Faz mermisiydi bu giden. Patlayıcı mermilerden bile daha pahalı ve nadir bir oyuncaktı bu.
İlk mermi ile büyücünün bütün koruma büyüleri düştüğünde silahşörler atış yapanı aramaya koyulmuştu ve büyücünün önüne ellerindeki kalkanları ile siper oluyorlardı. Ama bu ikinci mermi bütün o korven vücutlarını, zırhlarını, kalkanlarını ve büyücünün kendi zırhını es geçti. Onları yok saydı. Ve büyücüyü tam kalbinden vurdu. Vurduğu yerde koca bir delik hemen oluştu ve korvenin bedeni çarpılıp bozularak ikiye bölündü. Güçlü mühendis büyücü işte böyle öldü ve bu saldırının başarılı olabilmesinin yegane umudunu gece avcılarının ellerine bıraktı. Onlar şimdi yarı cücenin öncelikli hedefiydi.
Shokunami ve Çozz artık ava çıkmıştı. İkili yarlarda ve patikalarda, çok iyi bildikleri oyun sahasında avlanıyorlardı. Çozz pençe ve dişleriyle gececileri ve yıldırımlı saldırısıyla da piyade guruplarını acımasızca avlıyordu. Saçılan misket vuruşlarıyla piyadeleri beşerli yirmi beşerli guruplar halinde tek atışta bitiren Shoku da onun hemen yanındaydı. Örümcek gözcülerin gösterdiği hedeflere süratle uçuyor, sıçrıyor, koşuyor ve avlıyordular.

Bir noktada artık kalan korven güçleri birleşmişti. Bu kalanlar kalabalık bir kol halinde uzun, geniş bir patikadan sahilden içerilere açılan boğazın eşiğine varıyorlardı. Cüce melezi orada önceden kurup gizlediği mitralyöz taretiyle onları bekliyordu.
Hepsinin olmasa da büyük bölümünün ölüm bölgesinden içeri girmesini bekledi ve sonra en uygun anda mitralyözün tetiğini asıldı Shokunami. Tılsımlarla güçlendirilmiş namludan ateşten oklar bir fırtına olup gürlemeye başladığında korven güruhu korkunç bir uluma ve ciyaklama ile kaçacak yer aramaya başladı. Ön safların düşmesinin ardından ortalar ve sonra onların seyrekleşmesiyle de arka saflar mitralyözün gazabı ile tanıştı. Bir dakika dolmadan bu uzun patikanın üzeri korven leşlerinden küçük bir mezarlığa dönüşmüştü. Mitralyöz sustuğunda tek tük inleyip kıvranan birkaç  fareadamdan başka canlı yoktu yolun üstünde. Sağ kalan bir avuç piyade olanca hızlarıyla geriye, gemilerine doğru kaçıyordu.

Örümceklerin gözlerinden hareketi yakalamıştı avcı. Üç korven vardı hala burada. Adanın içlerine sızan beş taneyi sonra yakalayabilirdi ama önce bunları halletmeliydi. Varsınlar bu gece avcıları onu avları zannetsindi. Salağı oynayacaktı. Ölülerin arasındaki hala inleyenlerin yanına doğru yürüdü ve tüfeğinin süngüsünü kullanarak bu yaralılara ölüm dağıtmaya başladı. Üçüncü korveni öldürüp dördüncü yaralıya yürürken arkasından sinisice sıçrayıp üzerine çöküyordu gece avcısı.

Süratle döndü ve kendini yana atarken silahının süngüsünü yukarı ve sağa doğru savurdu Shokunami. Normalde bu saldırıyı savuşturabilecek olan gece avcısı öfkeli ve gözünü kan bürümüş duygusal saldırısı sırasında tuzağının içinde tuzağa düştüğünü görmemişti. Beklenmedik derecede hazırlıklı olan Shokunami kolayca bitirmişti işte onu.

İkinci avcı da süratle çöktü üzerine. Daha Shokunami silahını, takıldığı korvenin cesedinden çekemeden atlamıştı kavgaya. Silahını bıraktı ve belinden tek ellik baltasını çekerek karşıladı üzerine inen çifte gürzü. Sağlı sollu süratli darbeleri karşıladı ve aynen iade etti. Rakibi taktik değiştirip kendini uzun ve büyü kullanıcısı olduğunu gösteren bir sıçramayla yirmi metre geriye attığında, Shoku yıllanmış tecrübesiyle kemikleşmiş bir tepki gösterdi. Baltasını savurdu.
Büyülü ve riss kristalleriyle güçlendirilmiş silah, sırtından tüfeğini çekmiş nişan alan korveni -yirmi metrelik hızlı bir uçuştan sonra- tam göğsünden bulmuştu. Korven beş metre kadar geriye uçtu ve ölü halde yere saçıldı.
Tıslayan nefret dolu bir sese döndü Shokunami. Üzerine atılan, bir elinde kalkanlı pençe silahı zehirle ışıldayan ve diğer elinde kısa saplı, uğursuz ateş ışıltılı bir orak taşıyan son gece avcısıydı. Cüce belindeki uzun katan kılıcını ve katan kamasını süratle, ustalıkla çekti. Bir savaş narası ile ileri atıldı. Korven de aynen üzerine geliyordu. İki rakip saldırılarını şimşekli ve gözlerin görme kabiliyetiyle alay eden hızlarda savurarak, birkaç tur bir çember çizdiler birbirlerinin çevresinde. Ve sonra durdular.
Fareadam bir kısa an sonra önce dizlerinin üzerine, sonra da yüzüstü kayalık zemine bir kan gölünün içine düştü. Üzerinde otuza yakın kesik vardı ve kan kaybından ölmüştü. Cüce avcının silahlarındaki kanatıcı efsunu çok sinsiydi.
Çozz ile arasındaki telepatik ağdan drekligin de kalan korvenleri ve avcılardan ikisini yakaldığını biliyordu Shokunami. Geriye sadece bir iki formalite kalmıştı. Onları avlamak için süratle yola koyuldu. Çozz'un gözleri kalanların yerini ona gösteriyordu. Bundan sonrası çocuk oyuncağıydı. Bundan sonra bu sahile ikinci bir dalga gelene kadar gidip güneye yardım edecekti.

(devam edecek)
"Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra ya hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise birtek yerde kabul ediyorum. Yaşamak varken yaşayamamış olmakta."

Uzun Yol - Susayanın Uyanışı (https://rapidshare.com/files/2985198102/Susayanin_Uyanisi.pdf)

Çevrimdışı Althar

  • **
  • 70
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
    • http://grimaden.blogspot.com/
Ynt: Althar'ın Akıncıları: Altıngöl ve Ejderha (5. Bölüm)
« Yanıtla #4 : 08 Temmuz 2012, 21:23:15 »
Derindere şehrinin adını aldığı nehirin yüzeyden yeraltına aktığı rotaya verilen ad Derindere Koridoruydu. Bu koridorun bir ucunda Derindere şehri vardı ve şehir yeraltındaki Altıngöl Havzasındaydı. Koridorun yukarıdaki ucunda ise bu girişi savunan Kışgözcüsü kulesi gazrnizonu vardı. Derindere'nin iki kola ayrılıp bir koldan yeraltına diğer koldan dağlardan aşağıya indiği hakim platodaki bu kule kış geldiğinde Mor Vadi'nin tek savunucusu halini alıyordu.

Kış... Uzunkış... Uzunkış son beşyüz küsur yıldır bir İldar gerçeğiydi. İblis Efendisi Kral Kinagan'ın sürüldüğü Üçüncü Umlobb'dan bu yana bu böyleydi. Yüzyılda bir gelen bu yedi senelik uzunkış mevsimi doğası anlaşılana kadar İldar'da oldukça büyük karmaşaya yol açmıştı ve aslında yüzyıllık  aralıklarla hala büyük karmaşaya yol açıyordu.
Soğuk mevsim geleli bir yıl olmuştu. Mor Vadi'deki büyük ve anıtsal  Vilarino şehri ve çevreleyen kasabaların halkları ilk işaretlerle birlikte yeraltındaki kardeş Altıngöl Havzası şehirlerine göçe başlamıştı. Mor Vadi ve Altıngöl iki ayrı yerleşim gibi görünse de aslında ikisi ortak bir yaşam tarzıydı. Ve biri olmadan diğeri olamazdı.

Kış geldiğinde karşılaşılan tek güçlük dondurucu ve zorlu, bitmek bilmeyen kışın umutsuz şartları değildi. Bir de Kilis vardı. Kilis... Yani kışlaneti soyları. Kış Kralları'nın ordularıydı bunlar.
İlk uzunkışta bunlar ortaya çıktıklarında panik ve cankaybı çok fazlaydı. Kışın gelişi ile İldar üzerindeki mistik enerji rotalarının belli yerlerinde odaklanarak ortaya çıkan bu mistik enerji geçitlerinin adı kışlaneti kuyularıydı. Bu kuyular üzerinde mistik bir doğayla kısa sürede kendini yükselten kuleler de kristal kuleler ya da kış kuleleri adını almıştı. Kulelerinde oturan kış kralları kuyuların yakınlarında doğan buzgeçitlerinden celp ettikleri kışlaneti yaratıklarıyla kısa sürelerde kalabalık ordular kurmalarıyla tanınmışlardı.
Kış Kralları güçlü ruhlardı ve üzerinde hüküm sahibi oldukları kulları da tekinsiz, uğursuz, yıkıcı bir güruhtu. Kışcadıları ve Kışiblisleri bu ordunun güçlü ruhbanları ve generalleriydi. Bunlar kışzebanilerinin kayıtsız şartsız itaat ettiği liderlerdi.
Kışlaneti soyları yaşayan ölülerden ve kışlanetinin hayat verdiklerinden oluşuyordu. Buziskeletleri, kışgulleri, beyaztazılar, kristladevler, kışejderleri, buzşövalyeleri ve her ırkın suretine bürünmüş karma kışlejyonları... Bunlar büyük bir leke gibi kış kulelerinin çevresine yayılmıştı ve bu leke her yeni kışta daha da büyüyordu. Büyüyordu, çünkü bir kule yerle bir edilse bile ve dibinde ona güç veren lanet kuyusu mühürlense bile her uzukış ile birlikte ölenler geri geliyordu ve daha güçlü, daha kalabalık geri geliyordu.
Bu konu alimlerin ve büyücülerin üzerinde tartışıp kafa yorduğu, çözüm aradığı büyük bir sorundu. Ama onlar bu sorun üzerinde kafa yorarken yapılacak işler de vardı. Bu sorunlarla yüzyüze gelip bugün çarpışmak da bu yapılması gereken işlerdendi. İşte Althar da bunu yapıyordu. Son iki kıştır Mor Vadi'nin savunucularından biriydi paladin. Kış devriyesi rotasına vadi de dahildi. Daha zayıfken vuruyor ve güçlenmeden kış krallarının ordularını kırıp, kulelerini yıkıp, kuyularını mühürlüyordu.

Althar'ın bu dönemki temizliği geçen senekinden zorlu olsa da hala çok iyi ve planlandığı şekilde ilerliyordu. Tek sorun aşağıdan; Altıngöl'den, aldığı haberlerdi. Yine de bunu da çok dert etmemeye çalışıyordu ve işine odaklanıyordu cüce. Başını dik ve moralini yüksek tutuyordu.

Üzerinde deniz dalgaları şeklinde desenler bulunan çeliğin adı toradd idi ve bu sırlı cüce çeliği idi. En güçlü efsunlarla yüklü bu çelikten yapılan zırhlar giyen kişinin üzerine bir kıyametten daha azı çökerse buna sadece güler geçerdi. Farklı kabiliyetlerdeki farklı renkteki toraddlar içindeki en görkemlisi altın toradd idi ve büyüye, büyülü hasarlara çok yüksek direnç gösteren altın toradd bir zırh giyen Althar da şu anda çok görkemli görünüyordu.
Işıldayan zırhının içindeki cüce, gemisi Mavicadı'nın koridorunda moralini yüksek tutan bir şarkıyı ıslıkla çalarak yürüyordu.
"Bruum, druuum, trııın, trııın, trrııın, bruuum, prooom, pomm, pom, pom, pom..." diye mırıldanarak hoplaya zıplaya dans eder gibi yürüyordu Althar.
Görenlerin bu cüceyi deli sanması işten bile değildi. Ama hayır efendim, Althar deli filan değildi. Ateş saçlı, ateş sakallı cüce deli değildi. Pek sıradışıydı. Ama deli değildi. Cücelerin Tanrısı Durathar'ın savaşçı ermişi çok kendine has ve eşsiz bir cüceydi.Belki biraz da bu yüzden diğer cücler ile pek de o kadar iyi geçinemiyordu ve araya mesafe koymak zorunda kalıyordu... Bazı yollar sadece bir kişinin yürüyebileceği genişlikteydi ve yoldaşlarla omuz omuza yürüyecek kadar yer yoktu, sadece açılan yoldan gelecek takipçilere izin verirdi bazı yollar.
Neyse efendim, Bu hikayenin konusu bu konu değil.
Althar tam takım muharebe kılığına bürünmüştü. Altın toradd zırhının sırtında asılı tek ellik altın ışıltılı savaş çekici, güçlü ilahi efsunlarla kutsanmış bir silahtı. Akyumruk idi adı. Sağ elindeki zırhlı eldiveninin taşıyıcı tılsımıyla küçülüp eldiven üzerindeki bir desene dönüşmüş kocaman kule kalkanı kapkara idi ve yüzeyi sayısız kara çivi ok ile kaplıydı. Bu büyülü kalkanın adı Kirpiduvarı'ydı. Kalkan İldar üzerindeki sayılı kudretli kalkanlardan biriydi. Althar'ın sırtındaki ak pelerininden, parmaklarındaki yüzüklere, ve boynundaki madalyonlardan basşındaki büyülü taca kadar bütün donanımı kudretli tılsımlarla alev alev yanıyor, ışıldıyordu. Daha azı da Akıncı Althar'dan beklenmezdi zaten.
Etkileyici cüce, gökkalyonunun kaptan köşküne bu ışıltılı haliyle adım attığında gemi kavganın ortasındaydı. Gökkalyonu iki güvertesindeki savaş makineleriyle ve pruvasındaki -bir cadının başının üzerinde elleriyle tuttuğu mavi bir kristal küre görünümündeki- cadıateşi silahıyla bulutlu gökyüzünde ölüm saçıyordu.
Althar hemen bir cam kenarından savaş alanını izlemekte olan Romulion'un yanına yöneldi ve onu sessizce selamladı. Rom aynen cevap verdi ve işaret etti. Kışejderlerinin sayıları aynen Rom'un öngürdüğü gibi geçen senekinin altı katına yakındı. İddiayı kaybetmişti Althar. Küfür etti ve kemerinin iç yüzündeki gizli bir kesenin içindeki daha küçük bir keseyi çıkardı. Rom'a uzattı.
"Nerden bildin?" diye sordu.
"Hesaplamalarımı uzun uzadıya anlatmayacağım Açgözlü Althar. Ama sana şu kadarını söyleyebilirim ki gelecek kışın yanında bu kış çocuk oyuncağı gibi kalacak. Bu kış da hiç öyle sandığımız gibi kolay geçmeyecek. Ayrıntılarıyla sonra paylaşmak istediğim bir teorim var.  Bu uzunkış meselesi düşündüğümüzden çok daha büyük bir bela," diye tatsızca ve endişeyle konuştu gölgeörücü.
Jeena şimdi köprüye gelmişti ve gülümseyerek ikilinin yanına doğru geliyordu. Paladin ve gölgeörücü kadına gülümsediler.
"Kumrular..." diyerek güldü Althar. "Gidip Jonin'in gününü zehir edeyim biraz," diyerek uzaklaştı ve iki muhabbet kuşunu başbaşa bıraktı cüce.
"Hoş geldin Yeşimkılıçlı."
"Hoş buldum Rom. Sabahın nasıl geçti?"
"Soğuk. Yataktan erken ayrılmışsın. Sen yokken üşüyorum."
Jeena gülümsedi ve Rom'a sokulup yavaşça ama tutkuyla sarıldı. Başını onun göğsüne gömdü.
"Böyle daha iyi..." diyerek gülümsedi Rom.
"Üzgünüm. Saldırıdan önce kritik bir iki noktaya keşfe gitmem gerekiyordu. Bu gece yokluğumu telafi ederim. Söz," diye çapkınca özrünü bitirdi Yeşil Prenses.
"Anlaştık," diyerek kadının alnın öptü ve saçlarını okşamaya daldı Rom. Pencere kenarında durup aşağıdaki savaşı izlemeye koyuldular.

Kaptan Jonin gökdenizlerinin yıllanmış denizkurtlarından biriydi. Bir makine cücesiydi ve hem deniz hem de uçmak ile çok sıkı fıkı, renkli bir yaratılışa sahipti. Cengaver ve değerli bir kaptan, ünlü bir akıncıydı. Tayfaları da en iyilerdendi. Althar ile gezmeye başladığı şu son elli yıldan bu yana ekibi çok ciddi ve kıymetli takviyeler almış ve eski gemisini yenisiyle değiştirmişti. Şey, aslında eski gemisi biraz havaya uçtuğundan, Althar ona yeni bir gemi bulmuştu demek daha doğru da olabilir. Her neyse...
Savaş subayı Bea Trix Hanım; çocuk ruhlu ve çocuk görünüşlü, afacan ve oyunbaz raskan ırkından bir akıncıydı. Tecrübeli Bea Trix şimdi büyü ve ilimlerin melez bir ürünü olan Mavicadı'nın komuta masasının başında, yanında iki yardımcısıyla iş başındaydı. Nişan subayı bir ork-insan melezi olan Gaorn idi ve gölgeörücü halbar(ork melezlerine verilen isim) Bea'dan gelen emirler doğrultusunda işini süratle ve mükemmel biçimde yapıyordu. Bu ikisinin gözü kulağı olan ve onlara bilgi akışını sağlayan gözetleme subayı ise ikiyüz yaşlarında, genç bir elf olan silahşör Miailis Bey idi. Miailis geminin büyülü gözlerini kendi ırksal yetenekleriyle birleştirip çok daha etkili kılmasıyla oturduğu koltuğun hakkını fazlasıyla veren genç bir elf idi.

Gemi, çevresinde uçuşan ve saldıran, saldırmaya çalışan kışejderlerine durmadan mitralyözleri ve cadıateşi ile vuruyordu. Ejderler henüz tam erişkinliklerinde değildi ama hala yaklaştıklarında can sıkacak kadar etkili olabiliyordular. Bu yüzden havada uzak bir dans vardı ve Mavicadı ejderleri kendine yaklaştırmıyordu. Miailis bütün savaş alanını ve yakın çevreyi tarayıp Bea için bilgi topluyordu. Bea eldeki bilgiyi değerlendirip süratle Gaorn'a saldırı emirlerini bildiriyordu. Gaorn da bu noktadan sonra yetenek ve güçlerini konuşturup geminin ana silahlarına komuta ediyordu. Büyülü yansıma havada hedeflerin yerlerini ve üzerlerine giden saldırıyı, onlardan gelen ateşi kusursuz bir berraklıkla gösteriyordu.
Jonin elleri arkasında bağlı yansımayı ve penceren dışarıyı izliyor, kendi kendine anlaşılmaz homurtularla söylenip duruyordu.
Althar yanına sokulduğunda Jonin daha onu yeni fark etmişti.
"Jon! Ne durumdayız seni sefil cüce!?"
"Althar! Ne cehennemdeydin!? Kışgözcüsü'nden haber geldi. Gökmızrağı siparişimiz gecikecekmiş. Deonin Küpçübaşı Kumdenizi sahillerinde ortalığın çok kızıştığını bildirmiş. Acilen bazı kaynaklarını o bölgedeki Demir Cemiyeti guruplarına kaydırdığını ifade etmiş. İki gün sonra yetişecek yeni sevkiyat."
"O halde biz de idare edeceğiz. Aklında ne var?"
"Önümüzdeki saldırı için torpidoları kullanmayalım diyorum. Cadıateşi ve toplarla bitirelim. Biraz daha fazla zaman alacak ama gökmızrakları elimizde kalsa daha iyi olur."
"Kaç torpido kaldı Jonin?"
"Yarısı duruyor. On sekiz tane var elimizde."
"Pekala, sadece cadıateşi ve toplar ile mitralyözler Jonin. Aşağıda bu savaş varken önümü göremiyorum. Torpidoları idareli kullanmak konusunda haklısın."
"O halde başlayalım," diyerek ikinci kaptanı Firavel'e işaret etti Jonin. Genç elf beyi başıyla onayladı ve savaşı yönetmek için yansıma masasının başına geçti.
Aslında bu gemide savaşın kaptan tarafından yönetilmesine pek gerek yoktu. Tayfalar işlerini o kadar iyi biliyor ve beraber çalışmakta o kadar iyiydi ki, gemiyi o kadar iyi tanıyorlardı ki tepkiler ve yöntemler artık kemikleşmişti. Herkes nerede, ne zaman, neyi yapacağını ve hangi durumda ne tepki vermesi gerektiğini ezbere biliyordu.
"Yer hedeflerini gözardı edin. Ejderler ve cadılar ilk hedef. Zebaniler ve kuleler ikincil hedefler," diyerek sahanın analizini yaptı ve taktiği söyledi Bea.

"Anlaşıldı hedef seçiyorum," diyerek emri aldığını bildirdi nişancı. Önündeki masanın hedefleme yansımasına büyülü kristal topuzlara parmaklarını dokundurarak ulaştı. Kendi sihrini masanın sihrine katarak birleştirdi. Yansıma üzerindeki hedeflere odaklandı ve her bir hedef ve hedef gurubuna gözleri ve düşünceleri ile odaklanıp silahları seçti. Büyülü bağ sayesinde herşey çok hızlıydı ve göz açıp kapayana kadar otuza yakın hedefe kilitlenip herbiri için silah seçimi yapmıştı.
"Atış serbest," diyerek nişancısının hazır olduğunu görerek emrini verdi Bea.
"Ateş serbest," diyerek onayladı ve ateş emrini verdi Gaorn. Geminin otomatonları ve sihirli golematonları ile nişancı tayfalar, büyü kullanıcıları kendi üzerlerine düşeni yaparak emre itaat ettiler. Mavicadı'dan kıyamet gibi bir ışık şenliği saçıldı gökyüzüne. Yıkım senfonisi şakımaya başladı buzlu vadi rüzgarlarının eşliğinde.
Ejderlerin bitmesi yarım saat almıştı ve cadılar da dağılmış hallerinden kendilerini kurtarıp beyhude bir toparlanma mücadelesine girişmişti. Kulelere yağan mermiler artık büyülü korumaları tüketmişti ve her vuruşta şimdi kuleler yara alıp daha çok parçalanıyordu. Ana kuleyi destekleyen silahlı kuleler bir bir düşüyor ve yol açılıyordu.

Yağmur hiç yavaşlamadan yağmaya devam ettikçe iki saatin sonunda artık ana kule de dayanamıyor ve çöküyordu. Koca kristal kule inleyip haykırarak ve çığlıklar atarak kendi içine doğru çöküp yıkılırken, içinden cadıların ve zebanilerin korkunç, öfkeli çığlıkları kulakları sağır eden bir tonda kükrüyordu.
Althar burada gereğinden fazla kalmayı hiç mi hiç istemiyordu.
"Kristal Çekirdeği gönderin," diyerek bitirici vuruşu emretti Althar. Ateş Çekirdeği olarak anılan büyülü mermi büyücüler tarafından uzun ve çok yüksek bedelli bir çalışmanın sonunda üretilebilen bir büyü taşıyıcısıydı. Taşıdığı büyü ile bu koca kışlaneti kuyuları vuruluyor ve çökertilerek kapatılıyordu.
Mermi top yuvasından mor bir ışık topu olarak şimşek gibi çaktı ve arkasında mor ışıltılı şeffaf mor bir iz bırakarak kulenin buz altındaki derin köklerine doğru gözden kayboldu. Birkaç saniye sonra buzlar patlayarak yüzlerce metre yukarıya saçılıyordu. Geçit vurulmuştu ve enerjisi bir an için tamamen başıboş kalarak yaramazca çevreye patlamıştı. Sonrasında ise geçit süratle çökmüş ve geride molozları kalmış kulelerden başka iz bırakmayarak kapanmıştı. Mor Vadi çevresindeki ikinci kulenin de sonu böyleydi. Geriye sadece bir tek kule kalmıştı.
Althar derin, sıkıntılı bir nefes çekti. Şu kuleyi de bir an evvel halledip yeraltındaki savaşa kaymayı istiyordu. Buradaki işi yarım bırakamazdı ve aşağıda dostları çok kalabalık bir düşman karşısında ter dökerken burada rahat gemisinin güvertesinde yatmak da canını sıkıyordu. Nerden bakarsan bak Althar çok sıkkın ve gergin bir durumdaydı. Savaş alanının göbeğinde, herşeyin çok daha basit olduğu bir yerde olmak istiyordu cüce.

*************

Kocaman kahraman savaşçı bir melezdi. Bir boğadam ile bir dev meleziydi. Oldukça etkileyici bir soyu vardı. Boyu üç metre kadardı ve kocaman bir kas yığınıydı. General Josha ürkütücü görüntüsünün altında aslında son derece ince ruhlu ve nazik bir kişi olarak bilinirdi ama savaş alanında hiç de öyle değildi. Hele ki dostları ve korumak zorunda oldukları tehlikedeyken hiç ama hiç nazik değildi.
Tepeden tırnağa ışıltılı ağır mithril zincir zırh ile kuşanmıştı. Başındaki zırh da örme bir zırh idi ve o da mithrilden yapılmıştı. Derindere'nin armasını taşıyan mavi zırh cüppesini giymiş bu esmer, kara saçlı dev silüetin elinde, altın renkli bir ışık saçan devasa bir savaş çekici vardı. Bu çekiç riss kristalleri ile süslüydü. Silah, üzerindeki güneş rünleri ve ışık tılsımlarıyla iyilik ezgileri şakırken düşmanlara ölüm, dostlara canlılık veriyordu.
Josha bir vuruşta şimşeklerden bir zincir ile beş fareadam piyadeyi yaralayıp öldürüyordu. Gönderdiği yıldırımlar büyücüleri sessizleştiriyor ve şok vuruşları ile önündeki savaş sürülerini paramparça dağıtıyordu. Josha'ya ulaşabilen gece avcılarının ya da etdevlerinin saldırıları savaş şamanının üzerindeki "aykalkanı" korumasında güç kaybediyor ve kısmen vurana geri yansıyordu. Mithril zırhı oklara ve büyüsü olmayan sadece fiziksel hasarlı silahlara karşı tam koruma sağlıyordu. Devlerin ve boğaadamların zırhlı, dayanıklı, inatçı doğasına sahip general savaş alanında bir dağ gibi hüküm sürüyordu.
Josha'nın çevresinde yükselen büyülü, hayalet gibi dokunulmaz ruhdiyar nesleri olan "totemleri", çevredeki dostlara tazelenme ve moral verici ezgiler ile mırıldanıyor, kötü büyüleri temizliyor, düşmana daha sert vurmaları için silahlarına efsunlar fısıldıyordu.
General Josha ve askerleri, Derindere'nin surlarının önüne çekilmiş siperli ve kazıklı tabya hattının ortasındaki yaklaşık yüz metrelik bir açıklığın üzerine yerleşmiş, sıkı bir kavga veriyorlardı. Duvarlar ve duvarların gerisi, Derindere büyücülerinin oluşturduğu koruma büyüleriyle kuşatma makinelerine karşı korunurken duvara karadan gelecek piyade saldırısının önünde Josha duruyordu. Bu yüz metrelik açık hat üzerinde üç elmas formasyonu siper kazılıp kazıklarla ve diğer önlemlerle desteklenerek oluşturulmuştu. Bu elmasların arasından ileri geri hareket edip düşmanın dalgalarını kıracak kahraman gurupları kama formasyonunda yerini almıştı. Bu gurupların görevi zaman zaman öne çıkıp elmasları rahatlatmak, sonra tekrar geri çıkıp düzenli olarak fareadamların boğucu sayılara ulaşmasını engellemekti.
Josha soldaki kamanın en ucundaydı. Elmasların arkasında dört testudo formasyonu desteğe her an hazır biçimde bekliyor ve aralardan sızabilenleri karşılıyordu. Pek düşman sızamıyordu elmasların arasından çünkü testudo bloklarının aralarına yerleşmiş üç çember formasyonunun içi keskin nişancı okçular, silahşörler ve büyü kullanıcıları ile doluydu. Sekizyüz metrelik istihkam hattının ortasındaki bu yüzmetrelik geçit hattının önünde korven safları ardı kesilmeyen dalgalar halinde bayır yukarı vurup duruyordu.
Hakim konumdaki Derindere tepesine koşarak yukarı vuran bu saldırı dalgalarının görüntüsü korkuç idi. Havada süzülen yeşil, sarı ve kızıl alevli kuşatma mermilerinin, okların altından akan kara nehir hastalık seli gibiydi. Derindere'ye yükselen yumuşak ve yer yer dik meyilli bayır üzerinde yetmiş bine yakın korven vardı. Sadece beş bin savunucusu olan Derindere şehri için bu savaşta doğru taktikler ve saha avantajlarının azami kullanımı gerekliydi. Bu derece sayı üstünlüğü -karşısındaki güruhtan daha iyi askerlere sahip olsa da- savunan için çok bunaltıcıydı. Sayıların kendi kalitesi vardı ve bir noktadan sonra bu kahraman askerler de yorulacak ve yavaşlamaya, daha çok açık verip hata yapmaya başlayacaktı.
Josha herşeye rağmen başını dik tutuyor ve yüksek bir moralle disiplinli bir biçimde savaşıp ordusuna yiğitçe, ilham vererek komuta ediyordu. Derindere'nin mavi üzerine beş gümüş kalkan çemberi ve çemberin ortasında bir gümüş kardelen olan sembolü savaş alanında dimdik, coşkuyla dalgalanıyordu.

Kamalar öne çıkmış ve elmasların üzerine yoğun bir baskıyla akın etmeye başlamış etdevleri ile savaş sürülerine karşı yerlerini almıştı. Kedi büyüklüğündeki yırtıcı fare sürüleri ve 3-5 metrelik fareadam yapılarından oluşan saldırı, geceavcılarından tüfek ve ok atışlarıyla destek buluyordu. Sinsi avcılar arada sırada yaklaşıp kahramanları boğmak için fırsat kolluyordu. Büyücüler karşılıklı büyülerle çarpışıyor ve tedavi büyüleriyle hasar büyüleri havalarda uçuşuyordu. Bir büyücü karşı büyücünün büyüsünü kırıyor ve diğerleri de ona hasar büyüsü gönderirken onun yandaşları da saldırılana koruma ve tedavi büyüleri gönderiyordu! Savaş alanı doğal halindeydi, kaos senfonisi gümbür gümbür inliyordu...

Josha eğildi ve savrulan devasa balta kafasını rüzgarla yalayıp geçti. Kendi etrafında alçaktan bir dönüşle, sağ ayağını güçlü bir süpürme hareketi ile etdevinin bacaklarına geçirdi. Devin ayağı havaya fırladı darbenin gücüyle. Dengesi bozuldu ve yere yıkıldı. Josha'nın savaşçekici havaya süratle kalktı ve daha da süratle indi. Etdevinin zırhlı göğsü içeri koca bir çukur olarak gömülürken tatlı, güzel bir ışık çaktı. Devin haykırışı acılı ve kocamandı, kısaydı. Derindere saflarından bu sese yeterince coşkulu bir karşılık gelmediyse bunun nedeni hepsinin ziyadesiyle meşgul olmasıydı. Bu lanet sürülerin sayısı çok fazlaydı ve yırtıcı pislikler kudurmuş gibi çekinmeden saldırıyordu. Flütlerin ve çanların uğursuz melodileriyle güdülüp büyülerle güçlendirilmiş yaratıklar korku ve çekilme nedir bilmiyordu. Sadece ateş, sadece ateş onları durdurabiliyordu.
Josha karşısında bir yerde yapılan büyü kokusunu aldı. Doğrudan üzerine gelecekti. Büyücüyü gördü. Bir mühendis büyücüydü. Elinde riss ile güçlendirilmiş bir asa vardı ve çevresinde korven rünleri havada dans ediyordu. Düşünmeden emretti general ve büyüsü anında korveni vurdu. Yıldırım korvenin başının üzerine indiğinde büyüsünü yapabilecek bütün konsantrasyonu gitmiş ve korven büyücüsü sağlam bir yara almıştı. Bu yaradan başka üzerine sessizlik etkisi ve sersemlik de çökmüştü. Josha'nın vuruşu sanki fareadamı işaretlemişcesine az sonra mühendis büyücü yarım düzine elf okunun hedefi olmuştu.
Normalde bu okçuların bu adamı çok önceden, kaçırmadan indireceğini biliyordu general. Ama adamları yoruluyordu. Ne kadar dinlendirilseler ve dönüşümlü olarak görev yapsalar da şiddeti sürekli artan ve sürekli kalabalıklaşan saldırıyla son otuz altı saattir boğuşuyordular. Bir şekilde bu savaşın şu gidişi üzerinde değişiklik yapmak zorundaydılar yoksa kendi saflarında kırılma olmasa bile can kaybında ciddi artışlar yaşayacaktılar. Josha bunun hiç kolay olmayacağını görebiliyordu.

Savaşın ön saflarında dövüşse bile general düzenli olarak Sözcü Neekor'dan ve diğer sözcüler ile gemilerden bilgi alıyordu. Önündeki tablo can sıkıcıydı. İki yüz bin tahmini zayıftı. Bu şekilde akmaya devam ederse bu havzadaki korven sayısının bir hafta içinde üç yüz elli bin sayısına ulaşacağını düşünüyordu Josha. Fareadamların üreme hızları ve son on yıldaki istihbaratları düşünüldüğünde karşılarındaki yedi aşiretin gerçek asker sayılarının en kötümser tahminlerinden çok daha yüksek olma ihtimali kuvvetliydi. Rorklutch çok sıradışı ve tehlikeli bir liderdi. Güç ve hakimiyet istiyordu, bunlara ulaşmak için çok sabırlı ve uzun vadeli sinsi planlar yapabiliyordu. Bu saldırıdaki ilk yaklaşımı Josha'yı şaşırtmış olsa da korven liderini yeterince iyi tanıyordu ve gelecek günlerin çok zorlu ve kanlı olacağını görüyordu.

Josha önündeki iki etdevini indirirken -vuruşları aynı zamanda büyülü alev dalgası konileri de yarattığı için- sayısız fareyi de kızartıp atmıştı. Havalarda yanarak savrulan sürülerin görüntüleri korven saflarını hiç iyi etkilemiyordu. Ama bu kırılma etkisi yaratmaktan çok uzaktı. Korven çok kalabalıktı ve bu ölümler burada, şu anda sadece saldırganlıklarını körüklüyordu.
Sürüler üzerlerine kapanıyor, piyadeler bastırıyordu. Savaşın karmaşası yine bir dalga ile yükseliyordu. Derken...
Josha önündeki etdevinin iki elindeki koca gürzlerden kaçınıp geriledi. Açıklığı kolladı ve savaş çekicini aldatıcı bir çevirişle kaldırıp yukardan aşağıya doğru ve soldan sağa doğru yandan savurdu. Etdevi beline yediği bu darbenin sonunda kırılan omurgası ile yerdeydi ve ikinci vuruş hiç gecikmeden başına indiğinde bunu göremedi bile. General tam yeni hedefine dönüyordu ki onu hissetti.
Bir şaman için bu duygu hiç yabancı değildi. Ölüm. Ölüm ve bozulma, çürüme. Ruhların melodileri, haykırışları. Ölümün sessiz sesleri ve soğuk kötücül büyülerin uğursuz meltemleri. Bu kadar uzaktan bile bu kadar güçlüydü. Josha uzun yıllardır ilk kez ürperdi ve kendisi için değilse bile dostları ve sevdikleri için korktu. Bu gelen çok kötüydü. Çok güçlüydü. Vakit olmadığını biliyordu ve düşünmek ya da danışmak için hiç zaman harcamadı general.
Şamanın ruhlar aleminden destekle haykırdığı çağrının hedefi bu sesi duyduğunda ciddiyetinden şüphe etmeyecekti.
"Althar! Bize dön! Bu uğursuzluk! Havadaki bozulma çok büyük!"

***********

Althar General Josha'dan bu yardım çağrısını işittiğinde Mavicadı'nın kaptan köşkündeydi. Gökkalyonu Kışgözcüsü'nün korunaklı rıhtımına yanaşmak üzereydi. İpler atılmış ve karşılayıcılar geminin pürüzsüzce gölcüğe inebilmesi için ayarlamaları yapıyordu. Derken emir ile birlikte acil bir kalkış yaşanmıştı. Rıhtımın üzerinde gökyelkenlerinin büyülü rüzgarları patlamış ve gemiyi uçuran büyülü mavi dalgaların ışıkları heryeri aydınlatmıştı.

Althar yönetimi almış ve emirleri bağırıyordu. Jonin sarsıntılı kalkışın etkisiyle şaşkınlık ve öfkeyle kaptan köşküne hışımla girmişti.
"Ağ sıçraması için hazırlanın, herkes savaş mevkilerine! Gemi çarpışmaya giriyor!" diyerek bütün gemiye emirlerini bağırıyordu Althar.
"Neler oluyor seni çılgın cüce! Ağ sıçraması da nerden çıktı be!?"
"Acil durum Jonin! Josha'dan yardım çağrısı aldım. Büyük bir şey var aşağıda!"
"Josha yardım çağrısını böyle acele gönderiyorsa bahse girerim vardır!" diye onaylarak konuştu Jonin ve emirleri bağırma işini devraldı.
"Ağ sıçraması ne durumda Firavel?!" diyerek aceleyle sordu cüce kaptan.
"Neredeyse hazırız, kaptan. Köprü kristali yüklendi ve hazır. Tam iniş noktasını belirlemeye çalışıyorum. Bea ne durumdasın?" diyerek cevapladı Firavel.
"Miailis'in  bir saat kadar önce aldığı son bilgilere göre sıçrayabiliriz. Altındiş Çukuru'nun yirmi kilometre batısında, bin beş yüz metre irtifa uygun. Yine de kalkanları tam güçte öneriyorum. Hava hareketi çok yoğun, beklenmedik bir durumda beklenmedik bir hasar alabiliriz."
"Anlaşıldı. Kalkanlar tam güçte. Hedef bölge tanımlıyorum," diyerek bir iki saniye durdu ve ayarlamaları oturduğu büyü ve ilim melezi komuta masası üzerindeki kristallere dokunarak yaptı. "Hedef bölge tanımlandı ve kalkanlar tam güçte."
"Silahları yükleyin ve sıçrar sıçramaz ateşe hazır olun! Miailis, indiğimizde olanca hızınla en iyi taramalarından birini istiyorum! Torpido disiplini uyguluyoruz! Ateş serbest!" diye emretti Jonin.
"Anlaşıldı. Torpido disiplini uyguluyoruz, ateş serbest," diyerek beraberce cevapladı Miailis, Gaorn ve Bea Trix.
"Kaldırın kıçlarınızı Firavel! Haydi! Şimdi! Ağ sıçraması!"
"Anlaşıldı. Ağ sıçraması, şimdi!" diyerek emri alıp uyguladı ikinci kaptan.

Ağ... Ağ, İldar üzerindeki belli enerji noktaları arasındaki ve İldar ile yıldızlar, diğer gök cisimleri arasındaki bağ idi. Bu bağ, geçmişteki çağlarda eskilerin sıklıkla göklerde yolculuk etmek ve diğer diyarlar arasında süratli ulaşım sağlamak için kullandıkları bir tür köprü görevi de görüyordu. Bugün bu ağı kullanma bilgisine ve yetisine sahip kişiler ve ulaşım araçları çok sınırlıydı çünkü İldar üç büyük savaş yaşamıştı. Bu savaşların yıkımı sözcüklerle anlatılamayacak kadar acıklıydı. O kadar çok şey kaybedilmişti ki...

Ağ geçidi açıldı ve gökkalyonu Mavicadı bir an içinde geçitten içeriye süzülüp kaybolmuştu. Aynı anda da başka bir yerde açılan bir geçitten bir anda ok gibi fırlayarak dışarı çıkıyordu.

Dışarı çıkışın bir anlık hafif sarsıntısının ardından gemi hemen toparlanmıştı. Tayfalar bu anlık mekan değişiminin ardından bulundukları yeni çevreye süratle aşinalık kazanmaya başlıyordu. Altıngöl ilk kez geldikleri bir yer değildi ve buranın coğrafyasını biliyordular.

Mavicadı süratle en yakındaki düşmanlara başını çevirirken Althar iletişim kristali ile son bilgileri almaya çalışıyordu. Jonin yakındaki hedefleri inceliyor ve saldırı rotası kararlaştırmak için Firavel ile görüş alışverişi yapıyordu. Bu esnada Bea Trix ve Gaorn ile Miailis ise durmadan vuruyordular. Üçlünün eşsiz takım çalışması ile kısa sürede yakın mesafedeki bütün etkanatlar ve zeplinler indirilmişti. Kabukada'ya süratle hava desteği verme kararı almış olan Jonin gemiyi doğuya çevirmişti. Cadı olanca hızıyla ve ölümcül ışıklar saçarak adayı kuşatan zeplin saflarına doğru gökyelkenlerini açmıştı. Sağ ve sol bordalar beş bin metreye etkili atışlarıyla gökyüzünü tarıyor ve temizliyordu.
Korven zeplinleri zep kristalinin bir simya düzeneği yardımıyla, geminin belli noktalarındaki kaldıraç fıçıları  kaldırıcı zep ışıması ile doldurması sonucu uçuş güçlerini kazanan, hava gemileriydi. Bir fareadam zeplini bir gökkalyonunun gücüne ya da yeterliliğine sahip değildi. Gökkalyonu ağ dalgalarında yüzen, gök akıntılarında yelken açan çok daha dehşetli bir cengaverdi. Büyücüler ve büyülü düzeneklerle yükleniş zeplinlerden beş altı tanesi bile hala bir kalyona etki etmekten uzaktı. Hele ki buradaki Mavicadı'ya hiç etki etme şansları yoktu.

Ama sayıların kendi kalitesi vardı ve burada Gölün Ahtapotu ile Mavicadı'ya yardım eden iki kalyon varken karşılarında yüze yakın zeplin şimdi süratle yeniden konumlanıyordu. Daha beş dakika geçmeden gökyüzünde kıyamet kopuyordu. Kabukada açıklarında ateşten bir yağmur Altıngöl sularına yağıyordu. Kavga zorluydu. Hem de çok zorlu. Kalyonlar dar alana sıkışmadan manevralar ile mümkün olduğunca az düşmanın olduğu bölgelere yoğunlaşmaya çalışıyordu. Düşman menziline girmeden uzun mesafeden düşmanı bitirmeyi istiyordular. Bu kolay değildi. Düşman sayısı azalıyordu belki ama alan da azalıyordu. Daha çok düşman zeplini her yönden üzerlerine daha hızlı kapanıyordu ve kalyonlar daha çok darbe alıyordu. Kaçacak yer azalınca yakın kavga kaçınılmaz hal alıyordu.

Kabukada önlerindeki kavga ile ilgilenecek durumda değildi Althar.
Geminin ağ sıçramasını yapmasından birkaç dakika sonra Josha'nın yardım çağrısının nedeni kendini bütün cephelerde gösteriyordu. Ölüler ordusuydu bu. İskeletler ve zombiler Altıngöl Havzasında yürüyor ve yüzüyordu.
Liçlerin ve gölgeörücülerin güçleri arasındaki ölü uyandırma ve iskelet celp etme büyüleri bu havzada epey güçlü ve kolay olmaya pek elverişliydi. Çünkü bu bölgeye yoğunlaşmış, birikmiş ölüm enerjileri ve yüzeyden sızan negatif enerjiler çok bereketliydi. Bu enerjileri kullanacak büyücüler ve liçler için bu tür bölgeler pek çok kıymetliydi. İşte burada da bu enerjileri kullanan, tehlikeli güçlerle donanmış liçler vardı. Korven saflarından zaman zaman birkaç liç yükselse de bu çok nadir olan bir durumdu ve bir ceza sonucu ya da ilahi emir karşılığında vuku bulurdu. Oysa burada güçler ve güç nişanlarıyla donanmış korven liçleri vardı.
Althar ve diğerleri ne olduğunu tam bilemeseler de başlarının dertte olduğunu biliyordular. Korvenlerin sayıları zaten belaydı. Bir de liçlerin yönettiği iskelet ve zombi orduları işin içine girerse tanrılar Beş Şehrin yardımcısı olsundu.
Gerçekten de ilk isleket ve zombi taburları cephelerde boşalan korven yerlerini doldurmaya başladığında durum hiç iç açıcı değildi. Bir ölüyü öldürmek zor ve dehşetli bir işti. Kendi ölülerinin zombileri ile dövüşen safların içindeki tiksinti ve duygusal karmaşa yeterince kötüydü bir de yorgunluk bastırınca durum daha da kötü olacaktı. Yorgunluk bastıracaktı. Büyücülerin büyüleri ve ölülerin ordusu tükense bile korven ordusu vardı. Korven safları korku ve tiksintiyle olduğu kadar aldıkları emirlerle de yol açıp geri çekiliyor ve dinlenmeye, izlemeye çekiliyordu. Korven sırasını bekliyordu. Hala hastalıklı sisin ardından mavnalar ve kadırgalar çıkıyordu...

Büyülü iletişim yollarında liderler bir çözüm üretmek için tartışırken Miailis bir şey görmüştü ve haykırıyordu.
"Liç süvarili sekiz leşkanat sıçrama büyüleriyle geldi Firavel! Güç seviyeleri hepsinde gümüş! Kemm liçleri bunlar! Bizim için geliyorlar! Mesafe üç bin metre ve süratle kapanıyor."
"Torpidoları hedefe kilitleyin ve gönderin!" diye bağırdı Jonin. "Her hedefe üçer torpido. Yetmeyenlere tam güçte cadıateşi ile vuracağız."
"Anlaşıldı. Zeplinleri gözardı et Gaorn. Bu leşkanatları süratle seyreltemezsek zeplinler en küçük sorunumuz olacak," diyerek konuştu Bea Trix. Gaorn onayladı.
"Anlaşıldı. Torpidolar kilitlendi ve ilk dalga gidiyor!"

İlk dalgada altı gökmızrağı vardı ve hepsi dumandan kuyruklarıyla süratle hedeflerine yol alıyordu. Leşkanatların uçuşlarına göre döne kıvrıla, alçala yüksele dans eden bir rota izleyerek yol aldılar ve önlerine çıkan iki zeplinin etrafından dolanıp hedefleriyle buluştular.
Hedefleriyle buluştuklarında havzanın göğü aydınlandı. Bir vuruş, iki vuruş, üç vuruş ve derken dört, beş ve de altı. Bütün torpidolar hedefi vurmuştu. Tam isabet.
İki leşkanat büyülü korumalarının içinde vurulmuş ve bitmişti. Ama kolay da olmamıştı bu. Kertenkeleadam büyücü ve ruhbanlarından oluşan 'kemm liçlerin' gücü sakınılasıydı ve taşıdıkları güçlü büyü nişanlarının, güç yadigarlarının da etkisiyle bu kuvvet çok daha kabusluydu. Her leşkanat için üç gökmızrağı harcamak hem zaman alıcı hem de pahalı bir yöntemdi.
Hala altı tane leşkanat vardı. Cadı ateşi de az sonra bir leşi yakalamış ve üç tam atışın sonunda parçalamıştı. Havadaki geriye kalanlar artık kaçınma manevraları ve koruyucu büyülerle dağınık biçimde geliyordu. Zeplinleri siper alarak geliyordular ama yavaşlamıştılar ki bu da iyiydi. Saldırıları için menzile daha geç girecektiler. Henüz basit ateş topları ve zayıf enerji mızraklarından başka güçlü bir büyü yapamamıştılar. Bütün güçlerini şu anda sakınma ve yaklaşma manevralarına akıttıkları büyülere kullanıyorlardı.

Otomatonlar süratle torpidoları yeniden doldurmuştu ve ikinci salvo yola çıkmaya hazırdı. Hazır olduktan sonra da hiç beklemedi. İkinci salvo yola çıktı. Altı gökmızrağı dumandan kuyruklarıyla ileriye fırladı ve göğe saçıldı. Süratle dans ederek ilerliyor ve engellerin etrafından sıyrılıp hedeflerine takipçi avcı kuşlar gibi amansızca yaklaşıyorlardı.
Cadıateşi mavi beyaz ışıltılı ince bir ışın halinde uzun bir üç saniye boyunca sıradaki hedefini takip etti ve son anda kanadının ucundan yakaladı. Sadece yaralayabilmişti ama bu esnada araya giren bir zeplin de aldığı yara ile dümenin kaybetmiş ve diğer bir zepline bindirmişti. İki zeplin bir dakika sonra Altıngöl suları ile buluşacakları bir düşme burgusunda kilitlenip birbirine kenetlenmişti. Talih Beş Şehirlilere arada bir gülüyordu.

Torpidolar havada uçuştu, cadıateşi göğü yırttı, toplar ateşlendi, mitralyözler gürledi. Havadaki savaş dansı kısa ama şiddetliydi. Bir leşkanat daha vurulmuş ve bir diğeri ıskalanmıştı. Leşkanatlar ateş menziline girmiş ve güçlü büyülerini ortak bir vuruşla göndermişti.
Kocaman yeşil ateş topları birbiri ardına Mavicadı'yı vurdu. Mor ışıltılı siyah enerji mızrakları dinmeyen bir yağmur ile yağdı. Sonra yeniden yeşil ateş topları geldi. Torpidolar yeniden uçtu, toplar ateşlendi, mitralyözler gürlemeye zaten hiç ara vermemişti...

Savaş bu şekilde bir dakika sürdü ama şiddetliydi. Çok şiddetli hem de. Liçler şimdiye kadar Cadı'nın karşılaştığı en belalı gemilerden daha belalı çıkmıştı. Yüzeydeki kış kulesi kavgasında kalkanları zaten yıpranmış olan Mavicadı kalkanını tamamen kaybetmişti ve gövdesine, yelkenlerine ciddi darbeler almıştı. Koruma büyüleri ve yapısal unsurların fiziksel dayanıklılıkları tam anlamı ile acımasız bir sınavdan geçmişti.  Mürettebatta yaralıların sayısı az değildi ve ölüler de vardı. Geminin iki güvertesinde büyük gedikler açılmıştı. Sancak tarafındaki silah yuvalarının otomatonlarının tamamına yakını parçalanmıştı. Pruvadaki torpido tüplerinden üçü hasarlıydı. Ve en önemlisi gemi uçuş gücünü kaybediyordu. Zorlukla havada dengesini sağlıyordu ve kontrollü bir biçimde Altıngöl sularına düşüyordu.
Düşme açısı büyük çabalar sonucu düzeltilebilmiş ve yumuşatılmıştı. İniş hiç yumuşak değildi ama gemi suya inip dengesini sağladığında en azından su almıyordu ve batmıyordu. Uçamayacak durumda olsa da yüzecek ve hala dövüşecek gücü vardı.

Cadı'yı bu denli yaralamanın da bir bedeli vardı. Ejderler ve süvarileri de kendi payına düşeni fazlasıyla almıştı. Hayatta kalan üç tanesi, aldıkları yaralarla savaş alanını güçlükle terk edip sıçrama büyüleriyle uzaklaşabilmişti. Onların yaraları da hafif değildi ve bir süre için onların savaşı da bitmişti.

Bu kavga süratle cerayan ederken yukarıdaki savaşta diğer üç gökkalyonundan birisi aldığı yaralar sonucu düşmüş ve Altıngöl sularına gömülmüştü. Mürettebatın çoğu kurtarılmış olsa da kayıplar da vardı. Bu esnada yardımın Beş Şehir saflarında savaşa katılması, acıyı biraz hafifletmiş miydi yoksa geciktiği için daha mı çok öfke uyandırmıştı bunun cevabını vermek zordu. Ama yardım sonunda gelmişti. Uğultuluşehir'in yedek güç olarak geride beklettiği on gökkalyonu pahalı sıçrama büyülerinin yardımıyla savaşın göbeğine fırlatılmıştı. Gölün Ahtapotu'ndaki Kaptan Tutez aklına not aldı. Bu iş bittiğinde Busenger ile uzun bir konuşma yapacaktı ve Busenger'in bunun her anından nefret etmesini sağlayacaktı.

Althar gemiden karaya çıkacak gurubu gözleriyle süratle bir kontrol etti. Yanında yirmi beşe yakın akıncısını götürüyordu. Kalanlar gemi ile birlikte denizde savaşacaktı. Gökteki kavga bitmiş olabilirdi Mavicadı için ama suda da hala çok tehlikeliydi bu gemi. Kabukada 'nın çekirge mavnalarına ve matonkadırgalara katılcağı deniz savaşında çok can yakmaya kararlı bir Jonin vardı kaptan köşkünde. Emirleri haykırıyor ve savaşın içine dalıyordu cüce. Althar cücenin kaybettiği tayfaları için üzülmeyi ertelediğini biliyordu ama intikamı ertelemeyeceğini daha iyi biliyordu. Bu gölün üzerindeki zeplinler yukarıdaki on iki gökkalyonu tarafından üç koldan vurulup parçalanırken, gölün sularındaki çıkartma filosunun da acımasızca cezalandırılması kaçınılmazdı. Beş Şehir'in ağır zırhlı maton kadırgaları ve çok süratli çekirge mavnaları, korven zeplinlerinin koruması iyice çekilirken farelerin çıkartma gücününün üzerine çöküyordu. Ve Mavicadı da yanlarında olacaktı.

"Geçit hazır Althar," diyerek konuştu mavi cüppeli bir büyücü olan Cens. Althar başını gökteki savaştan güvertedeki büyülü geçite çevirdi. Güvertede havada süzülen bir metre uzunluktaki beş pembe kristalin arasında altı metre çapında bir çember ışıldıyordu ve bu çemberin içinde de iki metre çapında gümüşlü, gökkuşağı ışıltılı bir ışık küresi dönüp duruyordu.
"Gidelim Akıncılar! Onlara gazabımızı sunalım! Onod Durathar!" diye gürleyerek geçitten içeri en önde yürüdü cüce paladin. Ardından Akıncılar da yürüdü ve gemi az sonra daha hafif idi.

***
"Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra ya hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise birtek yerde kabul ediyorum. Yaşamak varken yaşayamamış olmakta."

Uzun Yol - Susayanın Uyanışı (https://rapidshare.com/files/2985198102/Susayanin_Uyanisi.pdf)

Çevrimdışı Althar

  • **
  • 70
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
    • http://grimaden.blogspot.com/
Ynt: Althar'ın Akıncıları: Altıngöl ve Ejderha (6. Bölüm)
« Yanıtla #5 : 11 Temmuz 2012, 22:29:14 »
***

Yaklaşık üç saat sonra...
Cadı'nın güvertesindeki geçitten Derindere önündeki kavgaya ulaştıklarından bu yana durmadan vuruşmuştular. Althar'ın Akıncılarından yirmi dördü savaş alanına kafadan daldığında savaşın karmaşası ilk anlarda daha da karışık bir hal almıştı.
Althar çılgın bir cüce olarak haklı bir üne sahipti. Savaş taktikleri çoğu zaman son derece doğrudan ve dolanbaçsız olması ile bilinirdi. Yine de bu taktikler de çoğu zaman salt kafadan dalma hücumlarından ziyade, gereklilikten doğan stratejik kararlar olurdu. Çünkü Althar gençliğinde epey aptal ve düşüncesiz, açgözlü bir cüceydi ve zor yoldan öğrenmişti, kendi hatalarının bedellerini dostlarının hayatlarıyla ödediklerini. Bu bir lanetti. Althar haykırdığı her hücum emrinde geçmişi tekrar yaşıyor ve en tezcanlı emrini bile kılı kırk yararak tarttıktan sonra haykırıyordu.

Kavganın göbeğinde, korven saflarını ikiye bölen ve gitgide ilerleyen kamanın sivri ucunda dövüşüyordu Althar. Çevresi bir kıyamet gibiydi. Havada ateştopları, ayazmızrakları, gölge mızrakları uçuşuyordu. Zehir ışımaları, ateş çemberleri, ayaz patlamaları, girdap bulutları savaş alanını kasıp kavuruyordu. Koruma ve şifa büyülerinin ezgileri alçalıp yükselen bir ritimle susmadan şakıyordu. Havadaki kan ve büyü kokusu çok yoğundu. Savaş çığlıkları acılı can verme tonundan kana susamış neşe çığlıklarına kadar her tondaydı.
Cüce paladin kalkanıyla önündekilere bir disk vuruşu yaptı. Paladinin büyülü saldırısı yanyana duran dört fareadam piyadesini yere serdi ve üç tanesi kalkamadı. Dördüncü doğrulmaya çalıştı ve kafasına cücenin zırhlı tekmesini yedi. O da bir daha yüzünü yerden kaldıramadı.
"Son durum nedir?" diyerek yanıbaşında duran kardeşine sordu komutan.
Althar'ın küçük kardeşi aynı zamanda bir Akıncı olan Hunthar idi. Hunthar da savaş alanlarında dehşetli bir üne sahipti. Kolcu ve silahşör olarak hatırı sayılır bir üne sahip cengaver savaş alanlarını çok iyi okuyup kritik müdahalelerde bulunması ile tanınırdı.
"Ölüolmayanları(yazar notu: iskeletler ve zombiler-undead; "namevt" diyebilir miyim) s...tir et," diye Althar'ın duyabileceği bir sesle mırıldandı Hunthar. "Anlık karar almamız gerekiyor Althar. Bu haliyle iyi gitmiyor kardeşim. Bir değişiklik yapmamız gerek. Ne olursa olsun her karar şu anki gidişten daha iyi olacak," diye kararlı bir sesle konuşuyordu silahşör cüce. İşaret etti. "Şuna bak Althar, üzerimize nasıl da kapandı namevtler. Korvenler geri çekiliyor, yeni birliklerle takviye almıyor ve yerlerini ölüolmayanlara bırakıyorlar."

Althar tam gaz üstüne gelen önündeki etdevine bir kutsal ateştopu gönderdi. Beyaz ve altın alevli ateştopu bir vuruşta devin koşusunu durdurdu ve onu iki adım geri fırlatıp dengesini bozdu. Etdevi sarsıldı. Ama yine koşmaya başladı. Althar bir ışık tebliği emretti ve patlayan bir ışık tam devin kafasına vurdu. Dev acıyla inleyip sarsıldı koşarken ama hala geliyordu ve gelmişti bile.
Althar devin kokusunu alıyordu. Evet büyülü yapının üzerinde iğrenç et kokusu ve ölüm kokusu vardı ama asıl büyü kokuyordu. Güçlü büyülere sahip bir etdevi idi bu.
Kutsal toprak büyüsüyle çevresinde bulunan bütün düşmanlara bir süre boyunca yakınlıkları ölçüsünde hasar verecek olan alan ışımasını oluşturdu Althar. Cüce merkezli ve cüce ile hareket eden yakıcı çember çevredeki daha zayıf ölüleri ve fareadamları çoktan yere düşürmeye başlamıştı. Dev üzerine kapandı yine de.
Sıkı bir vuruş indi Althar'ın üzerine. Kalkanı ile durdurdu cüce. Kolu vuruşun gücünü hissetti ama Althar sarsılmadı. Aynen bir vuruşla kalkanını devin bel kemiğine yandan geçirdi ve süratle yanından dönüp geçerken bir de elindeki silahını diz kapağına vurdu. Berelenen bel kemiği ve parçalanan dizi yüzünden etdevinin dengesi bozuldu, sendeledi. Güçlükle ayakta kaldı. Cüce bir vuruş ile belkemiğini yine yokladı ve yine süratle yer değiştirip sağlam dizin üzerine kapandı. Bir ışık tebliği çaktı. Bir kutsal ateş topu daha gönderdi. Devin özü inledi. Dev hala dövüşme çabasındaydı. Sakatlanmıştı ama hala özünde güç vardı. Dayanıklılık tılsımıyla işlenmiş devlerden biriydi bu. Savaş alanında çok hasar alarak diğer birliklerin önünde kalkan olması için tasarlanmış "etkalkanı" yem askerlerdendi bu.
Althar elinde tuttuğu Akyumruk silahının büyüsünü güçlendiren kutsal efsunları mırıldandı. Kısa bir an içinde, silahın çevresinde dönmeye başlamış kutsal ışık rünleri hemen bir iki hızlı turun ardından silahın üzerine yapışıp, onun kutlu bir ezgiyle ışıl ışıl şakımasını sağlıyordu. Cücenin elinde tuttuğu kudretli ışık silahı şimdi bir süre için çok daha kudretli bir ışık silahına dönüşmüştü. Paladinin çevresindeki kudret halesi daha bir parlamış ve çevresine verdiği hasar katlanmıştı.
Akyumruk devin debelenmelerine ve sakatça savrulan silahlı yumruklarına aldırmadan indi. Bir daha indi ve sonra bir daha indi. Dev işte şimdi tamamen bitmişti ve içindeki büyü süratle sönüp içe çökerek yok oluyordu.
Althar kardeşine döndü ve başını salladı. Bu haliyle iyi gitmiyordu, doğruydu.
Bir süre düşündü paladin. Ne yapılabilirdi? Şu an için aklında sadece biraz zaman kazanmak vardı. Bazen en iyi çözüm biraz daha zamandı. Sadece biraz daha zaman. Kaderin gelgitleri bazen hareketten ziyade sadece biraz zamana ihtiyaç duyardı, meyvelerini olgunlaştırmak için biraz zamana. Hepsi o...
Paladin hemen üzerindeki iletişim taşının etkinleşme sözcüğünü zihninde mırıldandı. Yakın mesafelerde, birbirini tanıyan zihinleri, karşılıklı onaylar çerçevesinde birbirine bağlayan bir büyülü ilim cihazıydı bu oval minik kaya.
"Neekor. Zamana ihtiyacımız var. Biraz zaman kazanmalıyız. Bu dalgayı dağıtacak bir şey lazım. Nefes aldırmalıyız Derindere'ye."
"Anlıyorum, Althar," diyerek düşünceli ve onaylar bir ses tonuyla konuştu morlu büyücü. Keçi sakalını sıvazladı. Bir iki adımla yürüdü. Gerekirse diye hazırlanmış bazı savunma tedbirlerini aklında tartıyordu. Sonunda çok uzatmadan karar verdi. Daha önce bir iki kez kullanılmış savunma önlemlerini aklında eledi ve uzun zamandır kullanılmamış ve korvenin nesillerdir görmediği bir önlemde karar kıldı.
"Althar, selyollarını kullanacağız. Gördüğüm kadarıyla sen ve diğer savunucular zaten arazideki yüksek noktalarda tutunuyorsunuz. Büyü ile sizin gözlerinize görünecek şekilde işaretleyeceğim yerlere çekilin işaretimle. Siz çekildiğinizde üzerinize kapanacaklar. Sizi koruyacağız ve diğerlerini suya boğacağız. Bu bize biraz zaman kazandıracaktır," diye konuştu Neekor.
Cüce başını onayla salladı ve onaylayan bir nida ile konuştu. "Anlaşıldı Neekor. İşaretini bekleyeceğiz. Diğer savaş şefleriyle koşup bildireceğim."

Selyolları güçlü bir savunma tedbiriydi. Bazı cüce şehirlerinin uygun noktalarda beceriyle uyguladığı bu yöntem Derindere'de de yine bir cücenin önerisi ile yerini bulmuş bir silah idi. İlk zamanlarda, Derindere suyu yağışlı mevsimlerde çok gürleyip şehrin içini tarumar ederek şehrin limanına bakan şelaleden aşağıya bir çığ gibi çağlardı. Sonra ilk cüce mühendislerin şehre davet edilmesiyle birlikte tahliye kanalları ve rezervuarlar yapılmaya başlandı. Derindere koridorundaki uygun bir noktaya inşa edilen gölet ve tahliye kanalları sayesinde Derindere şehri yağışlı mevsimlerin yarattığı sorunlardan tamamen kurtuldu. Cüceler bu kadar suyu ve sürekli bölgeyi yoklayan orklar ile korvenleri hesaba katarak bir şey daha yapmışlardı. Selyolları. Bu bir silahtı. Savunma amaçlı bir silah. Bir göl dolusu suyu büyük tahliye kapakları ve iyi hazırlanıp gizlenmiş yıkıcı bir rota ile düşmanın üzerine boca etmek savunan için çok güçlü bir müttefik idi.

Nitekim bu güçlü müttefik şimdi savaş alanında kendini gösteriyordu. İşaretler verilmişti ve Althar'ın Akıncıları ile şehir savunucuları beraberce korunaklı yüksek noktalara çekişmişti. Büyücülerin korumalarıyla selin küçük taşmalarından bile tamamen korunan bu birlikler sel yanlarından akıp giderken süpürülen düşman güçlerini hem neşe hem de dehşetle izlediler. Bir çoğu için bu denli bir sel ilk kez gördükleri bir şeydi ve suyun gücü karşısında hepsi huşu içindeydi.

Koca tahliye kapakları bir anda açılmıştı ve sular koca rezervuar kanallarından kulakları sağır eden bir uğultuyu takiben, bir yanardağ patlaması gibi gürleyerek fışkırmıştı. İlk dalgalar ile birlikte ön saflar dağılmış ve orta saflar panikle donmuş ya da kaçışmaya başlamıştı. Arka safların daha çok zamanı vardı ve onlar manzaranın ciddiyetini gördüklerinde doğru tepkiyi düşünme lüksüne nisbeten sahipti. Kararları arkalarına bakmadan kaçmak idi. Yani daha doğrusu kaçmaya çalışmak.
 
Ölüler için sel bir şey ifade etmiyordu. Onların boğulması söz konusu değildi fakat savaş alanından sürülmeleri ve sürüklenirken aldıkları darbelerden dolayı yaralanıp tükenmeleri çok mümkündü. Nitekim durum da buydu. Korven safları, kumlara yazılan bir yazının vuran bir dalgayla silinmesi gibi, Derindere önlerinden iz bırakmadan silinip atılmıştı.
Bu şiddetli darbenin ölülere etkisi sadece savaş alanına geri yürünecek uzun bir yol ve liçler onları tekrar guruplayana kadar geçecek süre idi. Ama korven safları çökmüştü. Böyle bir darbe korven morali üzerinde çok yıkıcı olmuştu. Ne kadar kontrol altında tutmaya çalışsa da hiçbir korven general böyle bir orduyu ve böyle bir haberi kontrol altında tutamazdı.
Bir saate varmadan haberin vurduğu diğer cephelerde de korven safları sarsılmış ve dağılma noktasına gelmişti. Topyekün bir geri çekilme emri verilmiş ve bütün ordular, gemiler yeniden guruplanma için belirlenmiş toplanma noktalarına akmaya başlamıştı. Korven generalleri son derece öfkeli ve aynı derecede çaresizdi.

Beşler konseyi yanlarında general ve amiralleri ile Kabukada'da toplanmıştı. Bu defa yanlarında Althar ve savaş şefleri de vardı. Althar'ın şefleri ışıltılı ve sakınılası bir gurup resmi çiziyordu ve çizdikleri görkemli resim, gerçekte olduklarının yanında çok sönük kalırdı. Paladin Bulutz, ründemircisi Brom, savaş rahibi Berd Sarhoşsakal, silahşör Hunthar Buzsakal, ölümbüyücüsü olan vampir Arina Hanım, Kaptan Jonin, İkinci kaptan Firavel, savaş rahibi Theoros, bir mavi rell olan paladin Bluti Hanım. Hepsi adlarını akınlarda haklarıyla kazanmış şöhretli ve yürekli cengaverler, gerçek dostlardı.

Konuşmalar sürerken pek çok defa Arina telepatik telkinlerle Althar'ı sakinleştirmek ve sıkı iplerle kontrol altında tutmak zorunda kalmıştı. Cüce çok sinirli ve tezcanlı olsa da Arina Hanım'a büyük saygı ve sevgi beslemesi nedeniyle en çok onu dinlerdi bu durumlarda. Arina onu sözcüklerle en iyi kontrol edebilen kişiydi.
"Sakin ol Althar. Busenger doğru olduğuna inandığı şeyleri savunuyor," diyerek yumuşatmaya ve o anı kurtarmaya çalışıyordu Arina. İkisi de bunun doğru olmadığını biliyordu ama ikisi de yine biliyordu ki şu anda patlayıp ortalığı karıştırmanın sırası değildi.
Sessizlik ile Busenger'in bütün politik manevraları bir noktaya kadar görmezden gerilip sineye çekilirken Busenger gizlice gülümsüyordu. Sözcülerin ona karşı çıkacak cesareti olmadığını düşünüyor ve kartlarını doğru oynadığını düşünüyordu. Bu oyundan sonunda çok güçlenerek çıkacaktı.
Kötü insanların çok güçlü olduğuna dair bir ilüzyon vardır. Bu ilüzyon doğal olarak her kötünün olduğu ortamda var olur. Bu engellenemez. Bu ilüzyonun nedeni kötülerin diğerlerinin yapmayacağı, yapamaya cüret etmeyeceği, yapmamayı seçeceği kötü ve yasak şeyleri yapmasından doğar. Bu onları güçlü ve sakınılası gösterse de aslında bu onların bataklığıdır. Pisliğe, kire, lanete bulanmışlıktır bu.
Şu aşamada Beş Şehir Sözcüleri bu pisliğe ellerini sürmek istemiyordu çünkü elleri zaten korven ve namevt belaları ile tıka basa doluydu. Ama Althar'ın bakışları Korsan Tutez'in bakışları ile çakıştığında ikisi de geleni görebiliyordu. Althar biraz daha sakinleşti. Sadece kendisi değil, Tutez de bu durumdan öldüresiye rahatsızdı.
Tutez anlayışla başını salladı ve dudakları sessizce, sadece Althar'ın görebileceği biçimde kımıldadı, "Bu iş bittiğinde..."
Althar da sadece Tutez'in görebileceği ince bir gülümsemeyle hafifçe başını salladı.

Konuşmalar sonucu Busenger büyük lütuf sunar gibi destek güçlerini ağırlıklı olarak Derindere çevresine olmak üzere saldırıya uğrayan diğer yerleşimlere göndereceğini ilan etmişti. Tabii bu daha ziyade uzaktan vuran gemilerini gönderip risk almadan çarpışacağı ve birliklerini sadece yedekler olarak çok gerektiğinde savaş alanına süreceği anlamına geliyordu. Busenger aslında savaşmayacaktı. Bununla beraber sadece on gökkalyonu bile korvenlerin Derindere önünde kurmaya çalışacağı hava kuşatmasına karşı büyük bir engel olacaktı. Diğer şehirlerin üzerine düşen saldırılar sadece onları Derindere'ye yardım etmekten alıkoyacak güçte kuşatmalardı ve gerçek birer saldırı olarak görülmüyorlardı. Üç şehir olabildiğince kuvvet ayırıp en seçkin adamlarını büyülü veya sinsi yollarla Derindere'ye gönderiyordu. Bu savaşın yani Beş Şehir'in kaderinin Derindere önünde karara bağlanacağını düşünüyordu hepsi. Hepsi yanlış düşünüyordu. Bu savaşın sonucu Altıngöl'den başka bir yerde belirlenecekti.

*******

Sonunda korven safları bir gün sonra savaş alanına geri gelmişti ve onlardan da önce gelmiş olan namevt ordunun iki kanadında mesafeli yerlerini almıştı. Ölüolmayanlar'ın ordusu sakince ve sessizce, ürkütücü bir vakarla duruyordu. Koca bir soğuk meltem ve uğursuz fısıltılar bu ordunun çevresinde esip duruyordu. Savaş alanında soğuk ve kötü kokular vardı. Savaş alanında ölüm havada asılı sallanıp duruyordu.

Kemm iskeletleri ordunun çavuşlarıydı ve seçkin bölükleriydi. Bunlardan bazıları iskelet haldeki kertenkele bineklere biniyordu, bazıları ellerinde devasa yaylar ve asalar taşıyordu. Korven iskeletleri ordunun en kalabalık kısmını oluşturuyordu ve yer gök fareadam iskeleti olmuştu sanki. Kılıçlılar, asalılar, iskelet sürü çobanları, iskelet devler vardı. Zombiler ayaklanmış ve safların en önünde yerlerini almıştı. İskelet ejdersiler ve iskelet yarasa binekler üzerlerinde büyü kullanıcısı süvari iskeletler ile orada burada tünemişti ya da ordunun üzerinde alçaktan uçup saflarının üzerine koruma, güçlendirme efsunları üflüyordu. Savaş geliyordu.

****

Savaş ateşli, kanlı, büyülü ve ölümlüydü. İlk önce kuşatma makineleri yıkım yağdırmaya başlamıştı. Kalyonlar da bunlara ve koruma ateşi sağlayan zeplinlere, leşkanatlara vuruyordu cevaben. Şehrin kalkan kubbesi yukardan yağan bu kuşatma saldırısına karşı büyük bir koruma sağlarken duvar seviyesinde ise güçlendirme büyüleri ve hızlı tamir düzenlemeleri vardı. Ve surlara hücum edenleri ise savunucuların kuvvetli hattı karşılıyordu.
Savunmada usta ve muhteşem bir dans sergileniyordu. Ölüler savunmanın üzerine akarken kutsal ışıktan savunma duvarları ve ateşten duvarlar zombi taburlarının büyük bölümünü yere çalıyordu. Süvarileri elmaslar ve falankslar karşılıyordu. Sürüler ve korven taburları silahşörler ile büyücülerin önünde boyun eğiyordu. Kemm bölükleri olanca güçleriyle saflara bindiriyor ve savunucuların kılıçlarında, kalkanlarında sonlarıyla buluşuyordu. Korven ordularının asıl gövdesi iki kanatta sadece izliyordu. Onların bu dansa şu aşamada katılmaya niyeti yoktu. Zaman onlardan yanaydı, buna inanıyor ve bunu biliyordular.

Derindere'nin toplam nüfusu yirmi beş bin kadardı ve bunların içindeki savaşçı sayısı beş bin kadardı. Biraz daha zorlama ile az çok savaş tecrübesi olan ve eli biraz silah tutabilecek kişi sayısı on dört bine çıkabilirdi. Ama hepsi buydu. Öte yandan şu anda karşılarındaki ölüolmayan ordunun büyüklüğü tek başına bunun altı katına yakındı. Ucu bucağı görünmeyen ve hala mavnalarla gelen korven birlikleriyle beraber fareadam ordusunda ise iki yüz bin kişilik bir kuvvet vardı ve sayı artmaya devam ediyordu. Şimdiye kadar neredeyse yetmiş bin fare adam ve otuz bine yakın iskelet katledilmişti ama korven safları sel olayının dışında moral olarak zerre sarsılmamıştı.

Bir tek istisna durum hariç... Altındiş olayı.

Altındiş olayı... Korven saldırısı Kabukada yönüne ilerliyordu. Buradaki filo iki koldan ve zigzag çizerek ağır top atışı altında kıyıya yanaşırken, korven amiralinden bağımsız hareket eden beş kemm liç vardı. Bunlar Kabukada'nın payına düşen liçlerdi. Liçler, korvenlerin neden doğrudan çok korumasız duran ve kolay çıkartma yapılabilir bir kumsala çıkmadığını herhalde hiç düşünmediler. Düşünme yetileri tamamen efendileri Auruz Vektashi tarafından ellerinden mi alınmıştı yoksa düşünmeyecek kadar bağnaz biçimde emirlere dümdüz itaat mi ediyordular bilemeyeceğiz ama birliklerini o kumsala yönlendirdiklerini biliyoruz.

İskelet birlikler, onları denizin üzerinde ölülerin aradiyarlarından çağıran büyüyle oluşmuş, hayalet mavnalarının güvertelerindeydi. Soğuk ve ölüm kokan filo kumsala doğru ilerliyordu. Korven amirali ve kaptanlarından bazıları filoya işaret ettile boş yere, liçlere ulaşmaya cüret etmeyi düşündü mühendis büyücüler ama sonra liçlerin ve ölümün korkusu herşeyi bastırdı ve sadece izlediler.

Ölüm filosu ilerledi. Yırtık ve yosunlu yelkenleri uğursuz rüzgarlarda sallanıp çürümüşlük kokusunu üflerken, iskelet forsalar kürek çekerken, uğursuz fısıltılar ve hasta eden kötü bir meltem sahile doğru vuruyordu.

Shokunami gelen iki korven filosuna baktı ve bir de ortadan giden filoya baktı. Kendini gülmekten alamadı. Koca bir kahkaha ile güldü. Çozz ona döndü ve onaylamayan, eleştiren bir hırlama ile silah arkadaşına sitem etti. Kızgındı Çozz. Shokunami av disiplinini bozuyordu. Sessiz olması gerekiyordu ama çok ses çıkarıyordu.
"Özür dilerim... ortak. Ama... kendimi... tutamadım," derken hala katıla katıla gülüyordu Shokunami. Bu liç salaklar neden o kumsalın önündeki fenerli işaret şamandıralarının çok bariz biçimde bir bölgeyi çevirdiğini hiç düşünmemişlerdi anlaşılan. Anlaşılan korvenler de bu namevtlere neden o kolay bölgeye değil de bir dünya dolanarak daha zorlu sahillere çıkartma yaptıklarını açıklamamıştı. Shoku gülüyordu hala.
"Dostumuz Altındiş'in koyuna doğru giden koca bir filo var Çozz. Bunu izlemek çok eğlenceli olacak," diye pis pis sırıtarak konuştu Shoku. Yüzündeki gülümseme gerçekten kötücüldü. "Uyandırın bakalım Altıngöl'ün dişlerini, sizi ahmaklar," diyerek fısıltıyla dişlerinin arasından konuştu cüce melezi.
Çozz da başını saklandığı gölgelerden çıkarmıştı. Shoku'nun yanına yanaşıp, ona başını okşamasını söyleyen bir sürtünmeyle dokunarak, izlemek için oturuyordu. Kocaman ejder kedi yaratık gülümsemeye yakın neşeli bir ifadeyle oturmuş izliyordu. Shoku güzel yoldaşının yanar döner koyu mavi tüylerini okşayarak gülümsüyor ve izliyordu.

(devam edecek)
"Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra ya hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise birtek yerde kabul ediyorum. Yaşamak varken yaşayamamış olmakta."

Uzun Yol - Susayanın Uyanışı (https://rapidshare.com/files/2985198102/Susayanin_Uyanisi.pdf)

Çevrimdışı Althar

  • **
  • 70
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
    • http://grimaden.blogspot.com/
Ynt: Althar'ın Akıncıları: Altıngöl ve Ejderha (7. Bölüm)
« Yanıtla #6 : 15 Temmuz 2012, 23:21:37 »
Filo şamandıraları aştı ve ilerlerdi. Durgun sular sakin, sessiz ve huzur doluydu. Tıpkı dibinde yatan gibi. Uzun zamandır buradaydı Uyuyan. Tarih nedir bilinmeyen bir zamandan mı kalmıştı burada? İlk Umlobb'dan bile önce buradaydı belki de. Adı Altındiş idi. Altıngöl'ün güzel sularındaki bu derin çukurun dibinde arasıra gezinse de çoklukla uyur ve de uyurdu. Ona söz verilen şey buydu ve ondan istenen buydu. O bu çukurun bekçisi, bu evin sahibi idi. Zamanın sonuna dek bu onun varoluş nedeniydi.

Derinlerde, karanlık soğuklarda bir koca tepe yavaşça kıpırdandı. Can sıkıntısı ve hafif bir bezginlik vardı bu kıpırtıda. Koca tepenin gözü açıldı. Derken diğer gözü. Derken diğer altı gözü açıldı. Siyah göz bebekli, sarı kocaman gözlerde düşmanlıktan eser yoktu ama rahatsızlık doluydu. Tepe devasa cüssesinden beklenmeyecek bir zarafetle yerinden yükseldi ve kocaman Altındiş, yüzmeye başladı. Kocaman, devasa ve aynı zamanda çok güzel, zarif bir yaratıktı Altındiş. Çağlar üzerinden akıp geçerken bu gölün dibinde bütün bedeni altın ile kaplanmıştı.
Altındiş adını, dudaklarının arasından yukarı doğru fışkıran iki koca altın dişten almıştı. Bedenini çok güçlü ve güzel bir köpekbalığını andıran bir bedendi. Bedeninin bazı yerlerinde vücudu vatoz çizgilerine de sahipti ve başında çıkan ikisi büyük ve uçları ışıldayan sekiz dokungacı vardı. Sürat ve güç için yaratılmış koca yaratık derin çukurun dibinden yükselirken hem zarif, hem hızlı ve hem de ışıltılıydı.

Shoku ışıkları gördü ve geldiğini biliyordu. Sular koca bir tepe gibi yukarı patlamadan ve devasa altın beden sudan sıçramadan önce Shoku onun geldiğini biliyordu. Koca bir kahkaha koyverdi. Neşeyle, coşkuyla haykırdı. Çozz da şevkle kükredi.

Filonun üzerinde ve arka saflarda güvenli bir mesafeden uçan liçler bu dipten geleni gördüklerinde şaşırabilselerdi şaşırırlardı. Bunun yerine sadece koruma ve saldırı büyülerini hazırladılar.

Altındiş, göl sularını bir fırtına gibi karıştırarak yüzeye sıçradığında en yakındaki filo gemileri siyah dumanlara patlayıp süratle silikleşiyor, yok oluyordu. Gemiler ve içindekiler Altındiş yaklaştıkça yok oluyordu! Altındiş'in metalsi bedeni sürprizlerle doluydu. Altın derisinin altındaki damarlarında akan kanda güçlü bir temizleyici, güçlü bir arındırıcı vardı. Bu arındırıcının kudreti anti-büyüden bile fazlaydı.

Filoları yok olurken liçler öne çıktı ve çok yaklaştıklarında onların binekleri olan iskelet ejdersiler de duman olup dağıldı gitti. Liçler hemen toparlanıp kendi doğaüstü yetenekleriyle havada süzülür hal aldıklarında büyülerini yaptılar. Güçlü ateştopları havada yeşil alevleriyle ve uğursuz ezgileriyle gürledi.
Ateştopları hedeflerini vurdu ve yok oldu. Altındiş filonun altına dalıp süratle yüzdü ve sonra dumana dönüşmekte olan gemilerin üzerinden sıçrayıp göğe yükseldi. Bütün vücudu kuyruğunun ucuna yükselerek neredeyse suyla teması kaybedecek kadar yükseldi. Tam havada asılı duran beş liçin ortasına yükseldi ve bedeni bir an için bu liç hilalinin tam ortasında öylece asılı kaldı.
O anda sekiz gözü ile bu beş liçi uzun uzun inceledi ve onlarla sanki konuştu.
Ama bu konuşmadan iki taraf da çok memnun kalmamış olacak ki liçler süratle bir kaçış manevrası ile dağılır gibi oldular. Ve aynı anda zaten Altındiş'in dokungaçları ışıltılarıyla birlikte şaklıyor ve liçlerin üzerine çöküyordu!

Liçler kaçamadı. Dokungaçlar liçleri yakaladı ve süratle koca Uyuyan'ın ağzına çekti onları. Ve o anda da havada asılı duran Altındiş göl sularına geri düşmeye başladı. Düşmesi çok gürültülü ve çok çalkantılı olmuştu. Dört yüz elli metre uzunluğunda ve sadece gözlerinin büyüklüğü beş metre çapı bulan, bir mavnayı çiğnemeden rahatça ağzına atabilecek büyüklükteki bu yüzen tepenin, tsunami gibi bir dalga yaratması çok doğaldı.

Altındiş göl sularına geri döndüğünde ışıkları hemen sönmeye başladı. Işıklar sönerken bu sulardaki namevt filosu da ışıklarla birlikte dağılıyor ve kayboluyordu. Koca ölüm filosu ve beş kemm liç artık yoktu.

Shokunami boyu yirmi metreye varan koca dalgaların korven filosuna doğru büyüyüp ilerlemesini yüzünde koca bir sırıtışla izledi. Bu büyüleyici ve etkileyici yaratığın onuruna ilk fırsatta bir kadeh kaldıracaktı. Kendi mavnaları ve kadırgaları bu sertlikte dalgalara dayanacak güçte inşa edilmişti ama korven gemileri sadece yüzen çöp yığınlarıydı onun gözünde.
Bir dakika geçmeden dev dalgalar korven filosunu yutuyordu. Gemilerinin çoğu sadece güçlükle su üstünde kalabilen mavnalar ve eski püskü kadırgalar olan filonun büyük bölümü, dalgalar geçtikten sonra artık su üzerinde değildi. Gemiler batarken yanlarında fareadam çıkartma ordusunun yarısını da götürüyordu. Karaya çıkabilenlerin kaderi ise daha guruplanamadan süratle savunucuların kılıçlarına boyun eğmek idi. Shokunami bu muhteşem yaratık için kadeh kaldırmaktan vazgeçti. Onun için üç gün üç gece boyunca içecekti.

Bu bozgun haberi sadece subay saflarına ulaştığından ordu üzerinde yıkıcı bir etki bırakmamıştı ama korven subayları arka arkaya yedikleri darbelerin şiddetini içlerinde duyuyordu. Bu saldırının çılgınlık olduğunu daha yaşlı subaylar artık açıkça görüyordu. Daha az akıllı ve daha çok kana susamış gençler ise sadece korvence kudurmuş ve açgözlülükle uluyordu.

****

Bütün cephelerde bir Altındiş olsaydı Beş Şehir savunucuları için hayat çok daha kolay olurdu ama hayat asla o kadar kolay olmazdı. İyi şeyler kendiliğinden olmazdı ve onlar için savaşmak gerekirdi.  Nitekim Althar ve Akıncıları da Savunucular ile birlikte  çarpışıyordu.

Romulion savaş meydanında Althar'ın gurubuyla beraberdi. Althar kendi akıncılarını beşerli guruplar halinde cephe çizgisi üzerine yaymıştı ve savunmaya destek oluyordu. Ortadaki gurubun merkezinde, en önde Althar varken Rom da geriden durmaksızın yıkım ve destek büyüleri yolluyordu. Jeena yayı ve yeşim kılıçları ile esiyordu. Bir ateşdevi ve ork melezi olan Brom çevresinde yarattığı ateşler ve patlamalarla, savaş alanında vahşi bir disiplinle hüküm sürüyordu. Bunları destekleyen ise şifa ve destek büyülerini üzerlerinden eksik etmeyen, fırsat bulduğunda celp ettiği ışıltılı arı sürüleri ve saçtığı yıldızmızrakları ile ortalığı seyrelten druid Talix Aygazabı(Moonrage) idi.

Beş saat olmuştu. Arka ve ön saflar Derindere birliklerinin çok iyi uyguladığı profesyonel savaş manevraları ile düzenli olarak yer değiştiriyordu ve cephedeki askerler dönüşümlü olarak istirahat edip dövüşerek dayanıklılıkları destekleniyordu. Yine de bitmek bilmeyen namevt dalgaları üzerlerine vururken aşınma kaçınılmazdı. Romulion da bunun farkındaydı. Askerler dinleniyor, yiyor, içiyor hatta uyuklayıp biraz rahatlıyordu, şifa ve tazelenme büyüleri yanında iksirler ile de kuvvetleri muhafaza edilmeye çalışılıyordu. Ama herşeyin bir sonu vardı. Askerlerin gücünün, kahramanların dayanıklılık ve fedakarlığının, büyücülerin büyülerinin bir sonu vardı. Bu saldırı sonsuza dek karşı koyamayacakları kadar sertti ve sertliği gittikçe artacaktı.
Bu ölülerin sonunu göremiyordular. Bu lanetli liçlerin açtığı iskelet geçitlerinden ön saflara iskelet bölükleri akmaya devam ediyordu. Korvenlere mavnalarla destek gelip duruyordu.

Rom içinde uyanan şüphe ve karanlıkla çarpışmaya devam etti. İçinde neler olabileceğinin kabusları onu taciz edip duruyordu. Bu şehir düşerse diğer dört şehrin hiç şansı kalmayacaktı. Burası en güçlü direnç noktalarıydı ve bu noktanın kaybıyla artık geri dönüşü olmayan biçimde Altıngöl korvenlerin önüne ödül gibi serilecekti.

Gölgeörücü içinde yükselen karanlık ezgilerden güç alarak daha büyük büyüler yapmaya başladı. Bu şehrin düşmesine izin vermeyecekti. Bu bölgede yaşayan ahalinin gidecek yeri yoktu. Altıngöl düşerse korvenler ve kilis arasında kalacak mültecilerin kaçacak yeri olmayacaktı. Geçitlerin bütün nüfusu güvenli noktalara taşıyacak gücü ve zamanı olmayacaktı. Altıngöl geçitleri hiç böyle bir tahliye ihtimali göz önüne alınmadan sadece taktik amaçlı inşa edilmiş geçitlerdi. Bölükler kurtarılabilirdi ama şehirler kurtarılamazdı.

Karanlık melodiler uğursuzca havada dalgalandı ve büyü oluştu. Büyü havada asılı kalıp bekledi. Kara cüppesi ve kara pelerini büyünün rüzgarında uçuşan, kara kukuletalı gölgeörücü elindeki Wromag'ın korkunç görünüşlü kudret asasıyla çok karanlık ve öfke dolu görünüyordu. Çevresinde kan kırmızı ışıltılı kocaman siyah rünlerden üç halka dönüyordu. Romulion sadece bir an durdu ve sonra emretti.
"Kara Fırtına Essin! Düşmanlarım ezilsin!" diye haykırdı Çilekeş Romulion.

Düşman safların ortasında, havada asılı duran bir metre çapında bir karanlık küresi oluştuğunda namevtler buna aldırmadı. Ama liçler büyüyü hissetti. Yine de karşılamak için çok geçti. Büyü patladı.
Siyah küre ölüolmayan ordunun üzerine bir bora gibi patladı. Güçlü şok dalgaları ölüm ordusunun ortasından koca çemberler halinde yayıldı durdu. Balyozlardan bir ordu hücuma kalkmış gibi ölüolmayan orduya bindirmişti. Ordunun aldığı hasar çok dehşetengiz idi. Bu büyü çok güçlü bir büyüydü ve Rom onu yaparken epey bir fedakarlıkla onu daha da güçlendirmişti. Romulion'un gözlerinden ve burnundan kan geliyordu. Kulaklarından kan sızıyordu.

"Rom!" diye haykırdı Althar. "Saçmalamayı kes!" diye inledi sesi. Rom'un bu denli karanlık ve acıya batmasından hoşlanmıyordu Althar. Bunun arkadaşı üzerindeki etkilerinin farkındaydı. Fiziksel etkilerin canı cehennemeydi ama bu kadar büyük güçlerle oynadığında Romulion'un ruhu da bu karanlıklardan etkileniyordu.
"Hepimiz yapmamız gerekenleri yapıyoruz Althar! Önündeki savaşa yoğunlaş!"
"Seni geri zekalı, s..k kafalı gölgeörücü! Liçleri üzerine çekeceksin!" diye gürledi Althar. Dostunu uyarıyordu. O anda ağzından çıkarken fark etti cüce. Rom'un gülümsemesini görmesine gerek yoktu. Romulion da bunu istiyordu. Gölgeörücü kendini yem olarak ortaya koyuyordu.
"Seni bin babanın çocuğu seni!" diye öfkeyle küfretti Althar. "Bunu yapma!" diye bağırdı paladinin sesi. Ama artık geç olduğunun o da farkındaydı. Olan olmuştu.

Savaşın karmaşasında bile, çarpışırken uyulması gereken kurallar vardı. Büyücülerin uygun destek ve koruma olmadan çok fazla dikkat çekip başa çıkabileceklerinden daha fazla düşmanı üzerlerine çekmemeye azami dikkat etmeleri gerekliydi. Şifacılardan ve koruyucu kalkan görevi yapacak dayanıklı savaşçılardan mahrum bir saldırıya kalkışmak bir büyücü için ölüme davetiye çıkartmak demekti.

İşte hemen geliyordu ilki. Bu denli süratli ve yoğun bir büyü patlaması karşısında eserlerini korumak için öne çıkıyordu liçler. Şimdiye kadar hep sadece arkadan savaş alanına ordu akıtmakla ilgilenmiştiler ama şimdi birisi oyunun kuralını değiştirmişti. İşte buraya dökülmeye başlıyordular!

Althar ilk liçin gelişiyle birlikte savaş alanına çöken karanlık ve soğuğu iliklerinde duydu. Derken ikincisi geldi ve karanlık derinleşirken soğuk keskinleşti. Althar'ın yardım çağrısına gerek kalmadan Savunucuların en güçlü büyü kullanıcıları da bir bir ortaya çıkıyordu liçlerin karşısına!

Savaş alanında işte şimdi tam bir kıyamet daha doğrusu bütün kıyametlerin anası kopuyordu. Havada kulakları sağır eden büyük büyülerin ezgileri kükreyip duruyordu. Savaş şu anda kılıçtan çok büyüye dönmüştü ve şimşek fırtınaları ile tipiler devasa ateş topları ve boralarla harmanlanıyordu. Büyücüler çarpışırken askerler iyice korunma pozisyonu alıp geri çekiliyor ve iskeletler tam tepelerinde kopan bu kıyamet ile ezilip parçalanıyordu!
Diğer şehirlerdeki savaşlar tamamen durmuştu neredeyse. Çatışma dozu çok düşmüş neredeyse bir ateşkes yayılmıştı bütün savaş alanlarına. Elinde kılıçla birbirini öldürmeye çalışan fareadam ve Beş Şehir askeri sanki kendi kaderleri o tepenin üzerindeki Derindere'de kopan kıyametin sonucuna bağlıymış gibi orayı izlemeye koyulmuştu.

"Büyücü kavgası!" diye gürledi Althar'ın savunma hattına hükmeden sesi. "Kılıçlar! Hattı ne pahasına olursa olsun koruyun! Şifacılar! Koru ve Yaşat düzeni! Büyücülere odaklanın!"

Liçin gelişini çok uzaktan duymuştu Çilekeş Romulion. Gölgeörücünün çevresinde örülü muska ve korumaların ikaz sesleri çıldırmış gibi çalıyordu. Rom gelenin güçlü olduğunu biliyordu. Çok güçlüydü. İldar üzerinde pek çok liç ile karşılaşmıştı işi gereği ve bu kadar güçlü bir liç sıradan bir liç değildi. Ve bu liç, yalnız da gelmeyecekti. Acı acı gülümsedi. Aklında gerilere gitti. Çocukluğuna gitti. Uzaklarda isimsiz küçük bir kasaba. Küçük, basit, önemsiz insanların yaşadığı kıyıda kalmış bir yer. Gece vakti. Çöken karanlık ve canavarlar. Gelen kötülük ve karanlık ateşin elçisi. Ölüm, acı, korku ve gölgeler. Kan ve sevdiklerin kaybı. Korku... Kaçış... Suçluluk. Lanet.

Küçük çocuk karla kaplı karanlık ormanda gözünde yaşlarla koşuyordu. Arkasına bakmadan olanca gücüyle ağlayarak koşuyordu. Kalbi göğsünden fırlamak istercesine bir güç ve süratle atıyordu. Öyle hızlı atıyordu ki bu küçük yürek, sanki çocuğu her adımda ayaklarının da ötesinde kalbinin atışı bir adım daha ileri fırlatıyordu. Hıçkırıkları ve artık kesilen nefesiyle çocuk koşmaya devam etti. Yorgunluk onu yakalarken arkasından gelen büyük gölgeyi, onun kötülük dolu derin kızıl gözlerini görmek için geriye döndü. Ayağı takıldı ve karların üzerine yere düştü. Bir çukura yuvarlandı. Çukurun dibinde ağaç köklerine çarparak durabildi. Çürümüş ağacın kökleri kırıldı. Çocuk ağacın köklerinin gizlediği küçük bir ine düştü. Çocuğun gözleri korku, bitkinlik ve kafasını vurmanın sonucu olarak kapanırken alnından kanlar yüzüne süzüldü.

Romulion'un gözlerinden bir çift kanlı gözyaşı süzüldü. Korku ile çok uzun zaman önce yüzleşmişti. Korkunun sonu olmadığını görmüştü. Kaçmaktan bıkmıştı. Sonunda onunla yüzleşmiş ve üzerine bütün öfkesini, bütün nefretini kusmuştu. Acıgetiren Romulion olmuştu. İçindeki gölgelerin gücüyle kudreti bulmuştu. Şimdi o karanlık kudreti bir kez daha çağırdı.

Fısıltılar duydu. Tanıdık bir sesti bu. İçindeki karanlığın ve gölgenin sesiydi bu. Bu Romulion'un gölge yanının sesiydi.
"Zaman... Çok uzun zaman oldu.. Neredeyse asırlar gibi..." diye inledi içindeki karanlık ve yaramaz ses. Romulion'un gölge yanıydı bu ses.
Gölge Yanı, her gölgeörücünün içindeki bir güçtü ama gerçekten güçlüler ve iradesi kuvvetliler içlerindeki bu gücü çağırıp bir süre için onu kullanabilirdi. Gölge yanı, ona hükmeden -daha doğrusu onunla barışıp bir ortak zemin bulabilen- gölgeörücülere büyülerinde daha fazla delicilik ve hasar, savunmalarında daha büyük derinlik ve nüfuz edilemezlik vermenin yanında, ilkel fiziksel kabiliyetleri ve savunmaları da berberinde getirirdi.

Rom gözünde kanlı yaşlarla teslim oldu. Öfkeye ve karanlığa sarıldı.
Geçmişin hayaletlerine kollarını doladı.. Çilekeş bir sevda ile acıyı kucakladı ve kendi batıklığının dibine doğru batmaya boyun eğdi. Kedere battı.
Dibe vurduğunda öfkeye yol verdi. Nefrete bulanmasına izin verdi. İçindeki karanlığın anası olan korkuya sarılıp gücü buldu ve onu çekip çıkardı, aldı. Gölgeörücü karanlık kudreti üzerine bir tılsım gibi giyerken, Kan Savaşları'nın ünlü şahsiyeti Ateşoğlu Ven'in tarihe iz bırakmış büyülü sözleri dudaklarından döküldü.
"Yalnızlık gücüm oldu, Karanlıksa kalkanım. Yürüyorum, üzerimde acıdan zırhım, Elimde kanımdan kılıcım."

Daha sözler bitmeden Rom'un tetiklediği çifte büyü onu süratle ve büyünün kulakları sağır eden, gözleri acıyla kamaştıran rengarenk, güçlü ezgileriyle sarmalamaya başlamıştı.

Fedakarlık büyüsü ve gölge anlaşması aynı anda üzerine çökerken Rom bunun altında ezilmedi. Bu büyüleri bir zırh gibi kuşandı ve bıraktı bu güçlü zırh onunla bir olup onu alsın.

Üzerindeki büyülü nesnelerin bazıları gölge anlaşmasının sonucu olan başkalaşım büyüsünün rüzgarlarında değişip birbiriyle karışırken aynı anda fedakarlık büyüsünün sunağında pek çok büyülü eşyası da parçalanıyor ve ortaya çıkan güç gölge büyüsünce emiliyordu.

Rom'un değişimi bunu bizzat yaşayan adam için neredeyse saatler sürmüştü. Acılı, kederli, zorlu ve sonsuza dek kaybolmuşluk gibi; derin bir dehşet barındıran bu zaman süresince, aslında sadece birkaç saniye geçmişti.

Romulion kendisini çıplak bir dev gibi gösteren gölge zırhının içindeydi. Teni ve gözleri simsiyah karamış, cüssesi ikiye katlanmıştı. Gölge zırhı karanlık ve parlak, canlı ve uğursuz duruşluydu. Üzerinden siyah buğular tütüyordu ve çevresinde uğursuz fısıltılar söylenip duruyordu. Göğsünde ve alnında kızıl birer mücevher, fırtınalarla çalkalanan ateş denizleri gibi parlıyordu. Karanlık gölge yanına dönüşmüş olan gölgeörücünün dudakları düşmanlıkla sinsice güldü. Rom artık yoktu. Burada Kara Romulion vardı. Gölge Romulion vardı.

Liç üzerine süratle çöktü. Aldığı emir ile dehşetengiz bir süratle gelip bütün gücüyle vurmaya başlamıştı.
Daha ilk vuruşta liç karşısındakinin sıradan bir büyücü olmadığını biliyordu. Acı kalkanından üzerine geri gelen vuruş çok güçlüydü. Liç yeşil ölüm enerjisinden ikinci bir koca mızrağı savurma düşüncesiyle süratle korumalarını kurdu ve büyüyü güçlendiren rünleri havaya saçıp ezgileri fısıldamaya başladı.
Kara Rom'un bu olanları izlemeye hiç niyeti yoktu. Liçin güçlü vuruşu onu iyice öfkelendirmiş ve içindeki nefret dolu canavarı kudurtmuştu. Gölgeörücü içindeki bütün gücü çağırdı ve iki eliyle havada, başının üzerinde kocaman bir karanlık küresi oluşturdu. İçi kızıl ateşlerle çalkalanan ve çatırdayan mor şimşeklerle yüzeyi dalgalanan küre kısa bir an havada asılı kaldıktan sonra patladı. Ses korkunç bir kükreme, dehşet saçan bir haykırış idi. Kürenin içinden liçin üzerine akan şimşeklerle sarılı kızıl ışın hedefini vurduğunda liçin çığlığı savaş alnında kulakları kanattı.

Liç havada süzülme gücü yüzünden dizlerinin üzerine düşmedi belki ama sanki havada görnünmeyen iplerde kontrolsüzce sallanıyor gibi dağınık ve bilinçsiz, zayıf bir hale gelmişti. Kendini toparlamaya çalışıyordu ama uğursuz, acılı çığlıklarıyla kurmaya çalıştığı kontrolsüz büyüler yüzünden bunda çok zorlanıyordu. Liçin aldığı darbe hem gücünü hem de varlığını çok kötü yaralamıştı. Yozlaştıma ışını, liçin varlık özüne kadar etki eden bozucu gücüyle çok yıkıcı bir darbe vurmuştu.

Tamamen içgüdüsel bir tepkiyle işi bitirmek için hamle etti Kara Romulion. Sağ elinin parmakları ve eli, dirseğine kadar kolu kızıl bir ışımayla kaplandı ve hemen sonra da kızıl ışığa dönüştü. Kızıl bir ışıktan kılıca dönüşen sağ kolunu doğrulttu gölgelerin elçisi. İleriye okundan fırlamış bir yay gibi atıldı ve anlık bir sıçrama ile liçin karşısındaydı.
Liç hemen tepki verdi ve kalan bütün gücünü bir intihar büyüsüne sarmalayıp eliyle Rom'un başındaki kristale dokundu.
O Rom'un gölge yanına temas ederken Rom'un kızıl ışığa dönüşmüş intikamcı eli de liçin özüne dalmıştı.
İki düşmanın özü de düşmanın kılıcıyla yüzleşti. Düşmanların iradeleri ve güçleri yüzleşti.
Sadece bir tanesi bundan kurtulabilirdi.
Liçin özü paramparça dağılıp filakterisinde toparlanmak üzere kaçarken Rom geriye doğru devrilmemek için kendini zorladı. Dengesini korudu.
Yaralanmıştı. Kara yaratık içinde adeta koca bir yarıkla sarsılıp duruyordu. Ağzından kan sızıp duruyordu. Vücudu titriyordu. Dizleri zorlukla bütün bu acı ve tüketici enerji yüküne karşı onu ayakta tutabiliyordu.

Bir büyü fısıldadı gölgeörücü. Gelen ikinciyi de görmüştü. Bu haliyle onun karşısında durabilmesinin imkanı yoktu.
"Morag!" diye fısıltı gibi çıkan bir haykırışla inledi Rom'un karanlık sesi. "Sana anlaşmamızın bedelini sunmak için geldim! Sana kan sunuyorum! Düşmanımın kanını ve kendi kanımı sunuyorum! Kabul et Morag!" diyerek bağırdı Rom. Sesi gitgide güçlenirken dizlerinin üzerine yığıldı Rom. Fedakarlık büyüsü ile emretti. Elindeki büyülü yadigarların neredeyse tamamını kurban sunağına koydu. Kal'i Nahr diyarlarındaki büyük güçlerle harmanlanmış kudretli nesnelerden biri olan Wromag'ın Asası'nı da burada kurban etti.
Dizleri ve elleri üzerine yere yığılan gölgeörücünün sırtındaki gizli dövme ateşlerle yanan bir ışıltıyla belirginleşirken büyünün bileşeni olan acı Romulion'u sardı. Ciğerlerinden kan dereleri doğdu ve ağzından süzülmeye başladı.
"Anlaşma anlaşmadır Acıgetiren... Güç senindir, kan benim. Benim... Kan benimmmmm!!! Kannnnn!!!" diye fısıldadı ses. Sesteki duygular ve arzular çarpık ve hastalık doluydu. Ses kana susamış çılgın ezgilerle doluydu. Ses kan istiyordu. Bu Kan Tanrısı Morag'ın; En ilkel ve en belalı, en güçlü tanrılardan birinin sesiydi.
Morag çok nadiren ölümlülere bu derece güçlü lütuflarını sunar ve sunacağı zaman da bu kişiyi kendisi ince hesaplarla seçerdi. Rom ile tanışması ve ona anlaşmayı sunması ise uzun yıllar öncesine giden bir hikayeydi. Rom bir seçim yapmıştı. Fedakarlık...
Işık ve Karanlık'ın çarpışmasında, gölgeli topraklarda yaşananlara karşı dinmeyen bir ilgiye sahipti Morag. Gölge çok verimli ve çekiciydi. Gölgenin karmaşası ve seçimleri çok acıklı ve çok eğlendiriciydi. Morag böyle şeyleri sapıkça biçimde çekici ve kışkırtıcı bulurdu. Kan Tanrısının heyecanları, çarpık ve yasak günahların en batıklarındandı.

Rom'un sırtındaki kızıl dövme tamamen ortaya çıkmıştı ve simsiyah bedeninin üzerinde kızıl alevlerle ışıldayarak yanıyordu.
Derken gölgeörücü acı ile haykırdı ve başını geriye attı. Hala elleri ve dizleri üzerindeyken acı ile içinin yarıldığını ve parçalandığını hissetti. Acılı kasılmalara karşı durdu. Dayandı ve bekledi. Zaman adeta durmuştu.

Gölgeörücünün sırtından önce iki koca kanat çıktı. Yarı şeffaf kanatlar çıktı ve açıldı. Bunlar kırmızı ejderha kanatlarıydı. Kan kırmızısı bir çift kanattı bu. Sonra uzun boynuyla kan kırmızısı bir ejderhanın başı çıktı Rom'un sırtından... Ejderhanın başı ve boynu, kanatları gitgide büyüyordu ve bir yandan da Rom'un sırtından iki ön bacak dışarı çıkıyordu. Romulion acı ile bağırma noktasını geçmişti ve sadece acıya karşı durarak bu dönüşümün tamamlanmasına kadar dayanmaya çabalıyordu.
Gölge örücü Kara Rom'un sırtından iki arka ayağı ve kuyruğu ile kan ejderhası tamamen dışarı çıkmıştı sonunda. Çilekeş, bu tam cüssesine ulaşmak için büyüyen ejderin göğsünde asılı bir madalyon gibi kalmıştı şimdi. Ve bu anda da o geldi.

Liç. Kemm liçi kudretli bir asa taşıyordu ve güç yadigarları ile kuşanmıştı. Çevresinde korumalar ve güçlendirme haleleri ışıldıyordu. Bütün gücüyle vuruyordu. Bora gibi bir anda gelmişti, yukardan aşağı doğru volkan gibi patlamıştı. Tam Rom'a nişan almıştı!
Rom karanlık enerjinin mor ışıltılı simsiyah darbesini yediğinde zaten acıların içindeydi, kavruluyordu ve bu saldırı onun dayanma sınırını aşmıştı. Rom kaybolurken Ejder acı ile kükredi. İpler koptu, zincirler özgür kaldı. Canavar serbest kaldı. Romulion gidince en ilkel haliyle kan ejderi ortada tek başına kaldı.

Yaratığın acıya karşı kükremesi kocamandı. Derindere bu kükreme ile sarsıldı. Yaratık acı ile pençelerini kayalık zemine geçirdi ve fırtınaya karşı durmaya çalışan bir ağaç gibi köklerine sarıldı. Direndi. Tutundu, Ejderha ve öfkeyle kudurdu. Rom'un ölü bedenini içine çekti ve neredeyse şefkatle, korumacı biçimde göğsüne bakarak kükredi. Sonra koca ejderin yılan boynu liçe döndü ve yukarı sıçradı. Kükreme ile birlikte kanatları havayı tokatladı. Pençeleri sipsivri daha da uzadı ve nefesindeki saldırısına güçlü efsunlar yükledi. Nefesini düşmanına doğrultup patlattı!

Liç ilk vuruşta işi bitirmeyi hedeflemişti. Yaralı düşmanına bu vuruş yetmeliydi ama Rom ile Ejderha birleşirken o anda oluşan kanalda saldırı birini tüketirken diğerini korumuştu. Diğeri şimdi çok kızgın ve kontrolsüzdü.

Saldırı liçin üzerine çöktüğünde liç ilk önce direnebildi. Ama bu kısa sürdü. Ejderha Morag'ın kandan ve kudretli özlerden damıtıp ürettiği bir büyü ürünüydü. Yaratık şu anda çok ama çok kızgın ve kontrolsüzdü. Hem yaralı, hem aç, hem de intikam ateşiyle tutuşmuş bir haldeydi. Ejderha kudurmuştu. Kan Ejderhası cinnet geçiriyordu.

Cinnet geçiren bir kan ejderhası çok nadir bir şeydi ve en güçlülerin bile -eğer biraz akılları varsa-önüne çıkmadan önce kılı kırk yararak düşünmesi gereken bir sorundu. Liçlerin akılları yoktu.

Liç düştü. Ejderha kızıl ışıltılı ak ateşten nefesiyle bitmeyen bir nefes saldırısı ile onu yaktı kavurdu ve eritip bitirdi. Liçin özü dağılıp kaçarken Ejderha ondan arta kalan yadigarların ve ceset kalıntılarının üzerindeki gücü bir vampir gibi emerek özümsüyordu. Bu iyi gelmişti. Özündeki bir yangın hafiflerken şimdi diğer yangın körüklenmişti. Ejder kocaman kükredi ve saldırıya geçti.

Ejderha çevresindeki diğer liçlere dönüp bakmadı. Burada büyücüler vardı ve onlar büyülerini bu liçler ile çarpıştırıyordu. Liçlerin dayanamadığını görüyordu. Ejderha onları önemsemedi. Kendi yoluna döndü.

Önce iskelet saflarının üzerinden geniş bir yay çizerek uçtu ve uzun bir nefes saldırısı ile iskelet saflarında kocaman bir yara açtı. Yara hem yok etmiş hem de Derindere önüne çok küçük bir açıklık bırakan uzun bir ateş duvarı oluşturmuştu.
Ejderha sonra hiç vakit kaybetmeden gözünü kan bürümüş halde yaşayan saflarına döndü. İçindeki nefret gözünü kan ile kaplamıştı. Korven safları üzerine çöken ile birlikte süratle çöktü. Fareadamların bu saldırıya karşı koyacak bir şeyleri yoktu. Kaçabilenler kaçmaya çalıştı ama ordu burada çok ağır kayıplar verdi. Ejderin nefesinin ulaşamadığı yere çevresindeki vampir ışımanın çemberi ulaşıyordu. Korvenlerin sağ kanadı neredeyse tamamen ejdere yem olmuştu ve sol kanat ise arkasına bakmadan kaçıyordu!

Ejder kaçanlara dönüp bakmadı bile. Kan ve intikam gözünde tütüyordu. Kocaman ve muhteşem, ölümcül yaratık göğe bir kez daha sıçradı ve kendini bir büyü ile Kristalköy üzerine gönderdi. Buradaki üç liç hemen onun üzerine dönmüştü ve yaratığın üzerine ölüm büyülerinin gücüyle dolu kara enerji ışınları yağıyordu. Bu ışınların bazıları ejderi vuruyordu bazıları ise uçuşunun manevraları sayesinde boşa gidiyordu. Ama ejderin doğru zamanlanmış saldırıları hiç boşa gitmedi.
Peşine taktığı liçleri oyuna getirdi ve Kristalköy savunma kulelerinden görüşü kapatan bir tanesinin etrafından dolanırken kendini liçin arkasına bir sıçrama büyüsü ile taşıdı. Liç daha ne olduğunu anlayamadan büyüyle güçlendirilmiş koca bir ısırıkla paramparça çiğnenip özümsendi. Bu darbeyi görüp dönen ikinci liç ise, korumalarını yokmuş gibi delip geçen çok yoğun bir nefes karşısında buhar olup tükendi.
İki vuruşta iki kayıp alınca üçüncü liç ne yapması gerektiği konusunda kararsız kalmıştı. Büyük bir saldırı büyüsü hazırlıyordu. Ama bu saldırıyı hiç gerçekleştiremedi. Arkasından ona vuran Ulmatores, Neekor, Cens ve diğer üç güçlü büyücünün ortak saldırısı bir anda liçi ölümcül biçimde yaralamıştı. İkinci saldırıyı sadece Ulma'nın gerçekleştirmesi liçin buradaki varlığını sona erdirmeye yetmişti.

Ejder bu büyücülere yine önem vermedi. Döndü ve Derindere önünde korven ordusu ile iskeletlere yaşattığının aynısını burada tekrar etti. Ejder hiç vakit kaybetmedi ve aklındaki intikam listesindeki diğer hedefe olanca öfkesiyle döndü. Aldığı kan ve canlar içindeki yanan denizin dalgalarını kabartıyordu, vuran gelgit dalgaları gibi içi beslenme ve saldırı arasında çılgın bir zevk ile yanıp kavruluyor, gelip gidiyordu. Cinnet sürüyordu! Bu muhteşemdi Kan Ejderi için.

Kabukada üzerindeki bütün liçler ve namevt filosu Altındiş tarafından yok edildiğinden Ejder burada sadece korven filosundan arta kalanları ve sahilde yer yer tutunmaya ateşe vermek ile yetindi. Beslenmek için durmadan döndü ve yönünü Kılıçkasaba'ya çevirdi. Büyü ile taşıdı kendini. Bir an içinde Kılıçkasaba'nın açıklarında, gölün üzerindeydi ve kuşatma filosunu ateşe verip zeplinleri yere çakıyordu.

Liç yanında diğer iki liç ile beraber üzerine çöktüğünde Ejder bunu bekliyordu. Onun güçlü olduğunu da biliyordu. İlk saldırıyı atlatması bu yüzden önemliydi ve cinnet geçiren yaratık ilk saldırıyı atlattı.
İlk saldırıdan kısa mesafeli bir sıçrama büyüsü ile kaçtı ve sonra pençelerini liçlerden en yakındakine geçirdi. Liçin özü inleyip çatırdadı ama liç inanılmaz biçimde hayatta kaldı. Üç liç birbirne bağlanmış ve bir zincir oluşturmuştu. Ejderha neredeyse gülerek saldırdı ve saldırdı. Bütün hasarı paylaşan çember çok kısa sürede üzerine çöken bu kudurmuş, bu cinnet geçiren saldırıya çok fazla dayanamadı. Diğer liç, ejderin pençesindeki liç ile beraber dağılıp parçalanırken lider liç kendini bağdan kopardı. Geri çekilmedi ve bunun yerine bir fedakarlık büyüsü ile üzerindeki nişanları sunup güçlenmiş bir saldırı ile vurdu.

Ejder yaralandı ama durmadı. Saldırmaya devam etti. Liç kotrolüne sahip çıktı ve daha çok fedakarlık yaptı. Daha çok güç kazandı. Daha sert vurdu. Bir kez daha kaçtı. Bir kez daha vurup bir kez daha kaçtı. Liç uzaktan ve sert dövüştü. Liçin gücü tükenmiyor gibi görünse de Kan Ejderhası bu ilkel ve çıldırmış halinde bile bunun bir sonu olduğunu biliyordu. Bastırmaktan yorulmadı. Yaralanıp tükenirken inatla ve kudurmuş, bitmeyen bir kararlılıkla saldırmaya devam etti.

Liçin feda edecek güç yadigarı kalmadığında büyülerinin de sonu geliyordu. Ama Ejderha da tükenmenin eşiğindeydi. Kısa ama çok şiddetli bir kavga olmuştu buradaki ve ikisi de bu sürat yüzünden tükenmenin eşiğindeydi. Derken Liç dışarıdan bir müdahale ile büyük bir güç ile tazelendi. Ve saldırısı yine alevlendi.

Kan ejderinin buna verdiği tepki umursamaz biçimde oldu. Saldırısına devam etti. Kararlılığı, inadı, öfkesi ve cinneti hiç değişmedi. Gücü zayıflarken ve kanı akarken, yaraları ciddileşirken ne yavaşladı, ne de dinlenmek için durdu Ejder.  Devamlı vurdu. Saldırdı. İzledi. Tekrar vurdu, tekrar kovaladı. Liçi sonunda gücünün sonlarına yine getirmişti ama Ejder artık tükeniyordu. Liç bunun farkındaydı ve güçlü bir büyü için çevresinde rünleri dans ettirirken yaklaşmasına izin verdi.

Ejder süratli uçuşuyla Liçin korumalarına bindirdi. Rünlerin gücü ve korumaları kırılıp sarsılırken liç gözünü bile kırpmadan büyüsüne sakince devam etti. Ejder ısırdı, pençeledi, büyülü nefesini kustu, tekrar ısırdı ve tekrar pençeledi, bütün bedenini gücüyle ön ayaklarıyla defalarca pençelerini vurdu durdu kalkana ve sonra büyü tamamlandı.

Yeşil ışıltılı gümüşi bir ışık Ejderi göğsünden vurdu ve yaratık bu çakan şimşek misali ışık ile geriye savruldu. Yuvarlandı ve yuvarlandı Ejderha.

Ve bir daha kalkamadı. Çevresi alaz kızıl ışıltılı alevlerle kaplandı ve yanmaya başladı Kan Ejderinin cesedi.

Liç bu zaferini sonuna kadar izleyemedi. Çünkü arkadan üzerine vuran birleşik büyüler, Ejderin az önce parçaladığı büyülü korumalarının son zerrelerini ezip geçmişti. Liçin özü üzerine çöken ışıktan kıyamete karşı duramadı. Kudretli liç bitti ve dağılıp saçıldı. Toparlanıp filaterisinde yeniden şekillenmesi uzun zaman alacaktı.

******
"Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra ya hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise birtek yerde kabul ediyorum. Yaşamak varken yaşayamamış olmakta."

Uzun Yol - Susayanın Uyanışı (https://rapidshare.com/files/2985198102/Susayanin_Uyanisi.pdf)

Çevrimdışı Althar

  • **
  • 70
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
    • http://grimaden.blogspot.com/
Ynt: Althar'ın Akıncıları: Altıngöl ve Ejderha (8. Bölüm)
« Yanıtla #7 : 21 Temmuz 2012, 11:23:05 »
******

Althar kavgayı izlemek için elindeki bütün imkanları sonuna kadar kullanmıştı. Sulvor'un bu tür gözlemler için biçilmiş kaftan olan evcili, Goldo, burada çok işe yaramıştı. Büyülü koca papağan yaratık Althar'a ve Sulvor'a neler olup bittiğini an an göstermişti.
"Aygazabı!!!" diye haykırdı Althar'ın sesi. Dostu olan şifacı druid ona döndü. Şifaya odaklanmış zihinsel ve fiziksel duruşundaydı Talix. Kocaman bir ağaçdevi gibi görünüyordu. Odunsu gövdeli, dallı, yapraklı, tomurcuklu ve çiçekli sarmaşıklı, on metrelik bir dev halini almıştı druid.
"Geri getir onu!!!" diye eyvah eden sesi duyduğunda, cücenin ona açık olan zihnindeki telepatik mesajı aldığında Talix düşünmedi. Althar onun önderiydi ve Romulion ise defalarca dostluğunu kanıtlamış bir akıncı kardeşiydi. Maviay Ormanları'nın Aygazabı aşiretinden bir druid olan Talienos 'Talix' Aygazabı, süratle değişti ve insansı cüsseye doğru küçüldü ama insansı cüsseye inmeden yeniden şekillendi. Yerden omuz yüksekliği üç metre olan koca bir kurt halini aldı. Mavi gözleri ayışığı gibi parlayan, mavi rünik desenlerle işli ak kurt sahile doğru fırtına gibi koşmaya başladı. Önünde ne namevt ne de korven durabildi. O gelmeden yolu açılıyor, yolun açılmaya yetişemediği yerde kendi yolunu dişleriyle ve cüssesinin şahmerden gibi durdurulamaz ilerleyişiyle açıyordu.

Aygazabı Derindere'nin Altıngöl'e bakan uçurumlarına vardı ve aşağıya, göl sularına doğru atladı. Havadayken bir yıldırım indi ve koca kurt bu yıldırımla birlikte yıldırımdan bir bedene büründü, yıldırımdan bir kurda dönüştü. Yıldırımkurt, Altıngöl göğüne yıldırım hızıyla geri yükseldi.  Kurt tavana yakın noktalarda oluşan kristalli, mantarlı, sisli sarkıtların arasındaki hava akımlarından sekti. Yönü aşağıya döndü ve havza üzerinde yol alıp bir göz kırpımı kadar bir süre sonunda hedefine ulaştı.
Ejderin cesedinin hemen az ötesine düşen yıldırımın içinden üç metre boyunda, Talix'in giysisini giyip asasını taşıyan bir kurtadam çıktı. Ejderin cesedinin içeri çökmüş bir noktasında, açılmış bir yumurtayı andıran küçük, korumalı çanağın içinde Romulion yatıyordu.

Kurtadam elindeki asasını yere sapladı ve çevredeki ateşler bir koridor açıp onun Rom'u almasına izin verdi. Kucağında Çilekeş Romulion ile ateş koridorundan geri yürüdü Talix. Asası değişti ve yerde bir çembere dönüştü. Işıldayan güzel sesler ve kokular yayan, tatlı alacakaranlık bir delik oluştu yerde. Talix bir tünel gibi yeraltına inen yumuşak meyilli merdivenlerden aşağı, delikten içeri yürüdü. Ve az sonra onlar içeri girdikten sonra delik de kayboldu.

Merdivenleri tırmanıp bir kaç adım sonra delikten kucağında gölgeörücü ile dışarı çıktı Aygazabı.  Dostunu nazikçe yere bıraktı. Asası Derindere savaş salonunda, yerden bir karış yukarıda süzülen bir hal alana kadar bekledi. Asasını eline aldı ve yere yatırdığı parçalanmış elbiseli, yaralı gölgeörücünün üzerine büyülerini saçmaya başladı.
Romulion'un çok yaralı olduğunu görüyordu. Gölgeörücüler öldürülmesi çok zor kişilerdi ve aldığı yaralar adamı o zorlukta epey ileri bir sınıra kadar denemişti. Bir noktada sadece gölgeörücülerin en son savunması olan kristal kalp koruma büyülerinin onu hayatta tutuğunu görebiliyordu Talix. Rom çok zayıf ve tükenmiş bir haldeydi. Hayat gücünün üzerindeki karanlık gölgeler de onu iyileştirme çabalarına pek yardımcı olmuyordu hani. Gölgeörücü epey derinlere batmıştı bu defa.

Sonunda Romulion bu druid büyülerine zor da olsa cevap vermeye başladı ve gözlerini açtı. Yüzünde derin çizgiler ve gözlerinde acıların yoğun tortuları vardı.
"Talix... Aygazabı..." diyebildi Rom. Sesi kuru ve çatlaktı, sesi çok zayıftı. "Dostum," diyerek mırıldandı ve dudaklarını susuzlukla yalayarak gülümsemeye çalıştı.
Bu iyiye işaretti. Talix de gülümsedi ve yan tarafta onları izlemekte olan Amir Kessim'in uzattığı bir bardak suyu dostuna içirdi. Romulion suyu kana kana içti.
"Daha iyi," diye inledi Rom. Gülümsedi. Su çok iyi gelmişti. Su hayatın özüydü. Ölümden gelen birisine daha büyük bir tedavi yoktu.
Biraz daha gülümsedi. Elini kemerindeki küçük bir keseye uzattı ve  küçük yeşil bir hayat kristali çıkardı. Emir ile büyüyü tetikledi. Kristal parçalandı ve haykıran kalıntılar büyülü bir ışıltıyla Romulion'un içine akıp özüne karıştı. Gölgeörücü derin bir nefes çekip ayağa kalktı. Bu çok daha iyiydi.

Hala yorgun ve yaralı görünüyordu ama şimdi Talix onun daha iyi olduğunu biliyordu ve rahatlamıştı. Şu halinden daha kötü durumlarda Rom'un kavgalarda hala çok iyi işler çıkardığına defalarca şahit olmuştu. Rom'un hamurunda inatçı bir dayanıklılık vardı.
Nitekim Rom hemen bir büyüye başladı. Onu bir diğeri izledi. İlki bir görüş yansıması oluşturan gözlem büyüsüydü. Ve gölgeörücü gördükleri üzerine başını biraz daha rahatlamış biçimde sallayarak hafifçe gülümsedi. İkinci büyü bu esnada süratle kendini tamamlamıştı ve sessizce patlayıp süratle yok olan siyah-mor dumanların içinden Romulion'un evcili çıkmıştı. Sukubus melezi bir ifrit olan Disana'ydı gelen.
Disana hemen Rom'un yanına gelip onun koluna destek olarak girmişti.
"Bir süre dinlenmeliyim," diyerek ortaya konuştu hala yaralı olan adam. Elini kemerindeki bir diğer keseye uzattı. Kristalden yapılmış ve avuç içine sığan, yüzeyleri astronomik sembollerle işlenmiş, küp şeklindeki büyülü ulaşım cihazını dışarı çıkardı, etkinleştirdi. Havada süzülen bir kapı oluştu. Açık kapının diğer tarafında Romulion'un cep boyuttaki çalışma odası görülüyordu. Disana ve Rom içeri yürüdü. Büyülü kapı onlar geçtikten sonra arkalarından kapandı ve gözden kayboldu.

Bu esnada dışarıdaki savaşta kıyamet hafiflemişti. Ölüler çok ağır bir darbe almıştı ve liçler de dağılmış ya da ortadan kaldırılmıştı. Korven ordusu bütün cephelerde ciddi kayıplar ile birlikte dağılmış, bozguna uğramıştı. Savaş yer yer bazı bölgelerde küçük çatışmalar halinde sürse de şu anda yaşanan sadece kuşatma makinelerinin yok edilmesi ve çevredeki dağınık namevt kuvvetlerinin temizlenmesiydi. Bu hala ciddi bir işti. Kuşatma makinelerinin yanında kalmış bazı mühendisler intihar saldırılarıyla geniş alanları hastalık ve zehire, ateşe buluyordu ama asıl zaman alan ölülerin ordusuydu. İskeletler ve zombiler bazı noktalarda iskelet yüzbaşıların ve iskelet büyücülerin çevresinde guruplanıp organize karşılıklarla bela olabiliyordu.

Althar ve Akıncıları sonuna kadar Savunuculara yardım ettiler. Aygazabı'nın savaşa geri dönüşüyle Rom'un iyi olduğu haberini alan Jeena, Althar'ın izin vermesine rağmen arkadaşlarını yalnız bırakmadı ve işler iyice düzene girene kadar sahada onlarla beraber dövüştü. Sonunda üç saat geçince ortalık iyice toparlanıp çok az iş kaldığında, Althar Akıncılarını sahadan geri çekti ve dinlenmeleri için emir verdi. Savunucular da aynını yaptılar ve yedek kuvvetler yerlerini aldı, kalan temizlik devam etti. Savaş daha bitmekten uzaktı ve casusluk ile sabotaj seferlerini durmadan sürdüren gececilerden gelen bilgiler, sonraki saldırının bundan bile daha büyük olacağını işaret ediyordu. Elde fırsat varken herkes olabildiğince dinlenmeli ve hazırlanmalıydı.

Jeena'nın istirahat emri aldıktan sonra yaptığı ilk iş hemen çantasındaki ulaşım aygıtını çalıştırıp Rom'un çalışma odasına bir kapı açmak oldu.

*****

Romulion burada geçirdiği üç saate karşılık gelen on beş gün içinde iyileşmiş ve kötüleşmişti. Bedeni iyileşip kendini toparlarken Kan Ejderi'nin Laneti de üzerine çökmüştü. Aldığı yaraların hepsinin ruhunda da bir karşılığı vardı. Geçmişin yeniden açılıp kanamaya başlayan yaraları da buna eklendiğinde Morag'ın anlaşması dişlerini zevkle geçirmişti Romulion'un ruhuna.
Yalnızlık ve karanlık acı hatıralarla beraber çökmüştü gölgeörücünün üzerine. Rom tek kaçışı ve sığınağı eski bir dostta bulmuştu. Tabii onun da ne derece dost ve sığınak olduğu çok tartışmalıydı. Ama canı cehennemeydi...

***********

Odaya giren dişi savaşçı, yatağın üzerinde elindeki koca şişeyi kafasına dikmiş adamı gördüğünde, bunun ne olduğunu çok iyi biliyordu. Bu konuda daha önce pek çok kez konuşmuş ve ateşli kavgalar vermiştiler. Kadın artık yorulmuştu. Kadın artık sabrının sonundaydı. Kadın için yolun sonu burasıydı belki de.
Cehennem gibi bir kavgadan çıkmış gelmiştiler ve şimdi bunun sonunda bulduğu şey hiç hoşuna gitmeyen, nefret ettiği bir manzaraydı. Bunu çok gerilerde bırakmış olmaları gerekiyordu ama işte tam karşısındaydı. Yine aynı yere geri dönmüştüler.
"Çilekeş Romulion," diye seslendi Jeena'nın hayalkırıklığına uğramış ve kızgın sesi. Rom dalgınca kapanmış gözlerini açtı, kendi kendine küçük şarkılar mırıldanan sarhoşluğunu biraz araladı.
"Bak bak, kimler var burada... Gel Jeena. Yeşimkılıçlı Aşkım. Biz de tam sevgili Disana ile geçmiş günlerden konuşup dertleşiyorduk," diye hafif sarhoş, gülümseyen bir sesle konuştu Rom. Sesinde hüzün ve batıklık vardı. Rom'un zebani evcili olan çekici sukubus Disana, kolunun altına girmiş, başı Rom'un göğsüne yaslanmış uyukluyor gibi görünüyordu.
"Onu bıraktığını sanıyordum Rom. Bunu aştığını sanıyordum,"diyerek Rom'un elindeki çok güçlü ve mistik özellikleri olan kara şöhretli içkiyi işaret etti Jeena.
Kanlı Aşk olarak bilinen içki, içeni efsunlu rüyalar alemi ile gerçeklik arasında tehlikeli bir yolculuğa çıkarması ile ünlüydü. Bağımlılık yapıcı ve ruhu tüketici doğası nedeniyle bu içki, İldar'ın pek çok yerinde çok yasaktı. Sarhoşluk çizgisi ile bağımlılık çizgisini tutturmak herkesin harcı değildi. Bu yolun sonu bazen kişinin kendini kaybedip bir yaşayanölüye dönüşmesine kadar giderdi. Efsunlu karanlık yan ile yaşayan yan kaynaşıp bir olduğunda, kişi yaşam ile beslenen lanetli bir varlığa; bir "yansıkişiye" dönüşürdü. Büyücüler ve büyü kullanıcıları zaman zaman güçlerini arttırmak ve yeni sınırlara erişmek için bütün risklerine rağmen bunu kullanırdı... Ya da sadece derin bir sarhoşluğa dalıp bir süre kaybolmak için...
"Bu acı, Jeena. Bu, benim. En saf halimle bu benim. Acı... Bunu aşmak beni aşar," diyerek zayıf ve sarhoş, güçsüz bir kahkaha ile güldü Romulion.
"Yeter Rom. Bırak artık. Kurtar kendini bundan. Bu gerçek değil. Seni kandırıyor sadece. Olmayan bir acıya kendini köle ediyorsun, kendini yok ediyorsun yok yere..." diye boş yere olduğunu bilerek konuştu amazon.
"Yok yere mi dedin?" diyerek güldü Rom."Yok yere öyle mi? Yaşadığım şey bana oldukça gerçek geliyor Jeena. Yıllardır içimde taşıdığım bu acı oldukça gerçek. Her nefeste kaç farklı kavga verdiğimi biliyor musun? Gülümseyebilmek için içimde kaç iblisi zincire vurduğumu biliyor musun? Sana dokunabilmek için her an kaç canavarla boğuştuğumu biliyor musun?"
"Yeter Rom. Yeter," diye zayıfça konuştu Jeena. Çaresizliği hissediyordu. Acı duyuyordu. Rom'u seviyordu ama bunu sevmiyordu.
"Acıyı arkamda bırakmayı çok denedim Yeşil Prenses. Ama ben acının ta kendisi olmuşum. Acı içimdeki tek gerçek ve benim benden büyük bir parçam. Artık o ve ben biriz. Bazı yaralar hiç kapanmıyor Jeena. Yıllar geçtikçe bizimle beraber büyüyor. Acısı ve kanayan tazeliği hiç tükenmiyor. Bunlar kimliğimizin bir parçası haline geliyor. Ben buyum. Değişemem Yeşimkılıçlı. İstesem de değişemem. İstemem de. Ben... Bana... Hem... Hem sana ne demeli Prenses? Ben kendimi acıya mahkum ettim belki. Evet. Doğru. Ya sen? Sen de kendini kaçışa mahkum etmedin mi? Her nefesinde arkana bakmadan kaçmıyor musun? Sürekli kendine kaçmadığını ispatlamaya çalışırken aslında durmaksızın, olanca gücünle kaçmıyor musun?"
"Bunu istemiyorum artık Romulion. Bununla daha fazla başa çıkamam," diye kararlılıkla konuştu amazon. Artık daha fazla yürümeyeceğini biliyordu, bunu hissediyordu. Bu istediği şey değildi. Rom onun doğrusu değildi. Ne yazık ki bunu artık kabul etmek zorundaydı.
Rom derin bir nefesle bezgin ve mutsuzca inledi.
"Tekrar..." diyerek bir koca yudum içki daha dikti kafaya koca şişeden. "Herşey yine aynı noktaya geri dönüyor. Hayatımın s...ilmiş hikayesi... Tekrar ve tekrar ve tekrar ve tekrar... Çok sıkıcı."
Jeena suskunca dikildi ve gözlerini onun gözlerinden almadan gölgeörücünün karşısında durdu. Veda eder gibiydi. Sessiz bir veda...
Rom bunu görebiliyordu. Jeena orada dururken ondan uzaklaşıyordu ve hatta gitmişti bile. Yine de ayağa kalkıp ulaşmaya, tutmaya çalışmaktan, denemekten kendini alamadı.
"Jeena , neden birbirimizi olduğumuz gibi kabul etmiyoruz. Seni seviyorum. Deniyorum. Elimden geleni samimiyetle yapıyorum. Senin için yapıyorum. Bu yetmiyor mu? Kusurlarımızı görmek yerine neden iyi yanlarımızı parlatıp barış yapmıyoruz? Sadece hayat var Jeena, hepimizin kendi eşsiz ve görkemli biricik hayatı var. Zor, biliyorum. Ama birbirini kucaklayarak daha kolay olmuyor mu? Sevgi yetmiyor mu? Yetmeli. Kusursuz diye bir şey yok. Elimizdekinin kıymetini -olduğu kadarıyla- bilsek olmuyor mu?"

"Bu şekilde yaşayamam, Rom. Sen kendini bu şekilde mahfederken buna çaresizce seyirci kalarak seninle olamam. Üzgünüm," diye açıkça konuştu güzel amazon. Yeşil gözleri nemliydi. Sesi aşırı kontrollü haliyle duygularının fırtınasını açığa vuruyordu.
Jeena daha fazla durmadı. Arkasını dönüp uzaklaşırken Rom kendisinin bile duymakta zorlandığı bir fısıltıyla kendine konuştu.
"Seninle yaşayamam demek istedin yani... Öyle olsun," diye iç çekti. Acımıştı içi. "Acı ve yalnızlık eski ve çok gerçek yoldaşlar. Kadim dostlar bunlar. Değerlerini daha iyi bilmeliydim," diyerek bir koca uyudum dizisiyle şişeyi kafasına dikti Rom.
"Barışalım eski doslar. Karanlık, acı, yalnızlık ve gözyaşı. Hoş geldiniz. Bakın işte yine beraberiz."

***

Althar, Jeena çıktıktan kısa bir süre sonra içeri girdiğinde Rom aslında pek şaşırmamıştı. Althar bu gemide olan herşeyi bilirdi. Hem de bu kadar çabuk. Bir ara bunu nasıl yaptığını ona sormayı kendine not aldı Rom. Ama şimdi değil. Şimdi hiç mi hiç havasında değildi.
"Althar!!! Naber len seni açgözlü çılgın cüce? " diye gülerek, sarhoş kahkahalarla karşıladı Rom. Gözleri nemli ve sesi yorgundu. Disana hala göğsünde uyukluyordu.
"O rüyaların gerçek olmadığını biliyorsun değil mi Çilekeş? Onlar sadece koca birer yalan," diyerek içkinin çok güçlü olan uyuşturucu, yalan mutluluk efsununa işaret etti cüce. Kanlı Aşk hem mutluluk hem acı vererek eşsiz bir karışımla ruhlara pençesini geçiren bir efsundu. Hem unutturup hem hatırlatarak korkunç bir hüküm kuruyordu kişinin üzerinde.
"Elbette. Yalan olduğunun çok farkındayım sakallı dostum. Gerçek olan tek bir şey var Althar. Ne olduğunu bilmek ister misin? Ahh, ama bunu sana söylememe gerek yok. Sen zaten biliyorsun değil mi?" diyerek şişeyi Althar'a uzattı Rom.
"Sadece doğru cevabı hala bildiğinden emin olmak istedim seni kıç kafalı gölgeörücü..." diyerek dostça söylendi Althar. Rom'un uzattığı şişeyi tereddüt etmeden aldı ve homurdanıp söverek Rom'un yanına oturdu paladin. Koca bir yudumla şişeyi kafasına dikti. Uzun bir yolu savaş alanlarında yürümüş paladinin hayatının kolay ve sorunsuz olduğunu kimse iddia edemezdi.
"...Acı... Sadece acı. Tek bir gerçek var dostum. Onun adı acı. Başka herşey yalan. Herşey yalan..." diye dalgınca, derinlerden seslenerek konuştu gölgeörücü Çilekeş Romulion.
Beraber içmeye başladılar. Koca şişeyi karşılıklı yudumlarla dibine kadar içerken efkarlı iki dost sessizliği paylaşıp geçmişlerinin muhsebesine tekrar ve tekrar battılar. Kayboldular. Acıda ve kederde boğuldular. Hem herşeyi, her yüzü ve her duyguyu tekrar tekrar şiddetle hatırladılar ve hem de unutup bir süre için çok mutlu oldular.

Althar sızdığı köşeden saatler sonra  uyuklayan gözlerle kalkarken arkasına döndü ve sordu.
"İyi olacak mısın Rom?"
"Hayır. Bir süre için hiç iyi olmayacağım Ateşsaçlı dostum. Onu özleyeceğimi biliyorum. Çok hem de. Sonra bir süre geçince biraz daha iyi olacağım. Ama bir süre hiç iyi olmayacağım," diyerek gülümsedi Rom. Gözünde iki damla kurumuş yaş vardı. Şişeye uzandı ve kafasına dikti. S..tiğimin şişesi bomboştu. Tek bir damla bile kalmamıştı. Rom koca bir küfür etti.
"Hepsini bitirmişsin s...k kafalı cüce!" diye küfürlerle sitem etti.
Althar güldü. Hain bir gülümsemeyle konuşurken dayılandı dostuna.
"Bir an evvel ayıl ve savaşa hazırlan. Önümüzde zorlu bir gün var."
Rom sadece küfürlerle karşılık verdi.

*********

Althar kapının dışına çıkıp koridorda yürürken aklında düşünceler resmi geçidi vardı.
Yıllar yıllar önce, Acıgetiren Romulion ismiyle bilinen karanlık bir paralı asker yüzbaşısı ile karşılaşmıştı. Bir cadı tiranın zindanında hapsedilmiş işkence gören Romulion'u orada bırakması işten değildi. Romulion'un şöhreti hiç de parlak değildi. Ama orada Rom bir engeli kırmıştı.
Fedakarlık. Bir 'hiç' için; Sadece ve sadece diğerleri için fedakarlık.
Ölümün, acının, nefretin ve intikamın ötesinde Rom'un içinde parlayan şeyi görmüştü Althar. Sevgi vardı orada. Karşılıksız sevgi.
Althar daha genç bir savaşçıyken o iki kelimenin anlamını öğrendiğinde, savaş alanında bir paladin olmuştu; hem de ne paladin, tanrı Durathar'ın bu çağdaki en sıradışı ermişiydi Althar.
Althar o tezahür anından sonra Romulion'u orada bırakamazdı ve bırakmamıştı. O günden sonra Romulion Althar'ın Akıncıları'ndan biri olmuştu.
Althar yürürken burnunu çekti ve nemli gözlerindeki yaşları tuttu. Yaşlanıyordu. Sulugözlü bir ihtiyara dönüşüyordu. Cehennem ateşleriyle kavrulup yanan, kirli bir hayatın içinde yoğrulmuş ve gözyaşları ile yıkanıp bütün o kan ve kirden arınmış nice gölgeli dostunu beraberce andı savaşçı ermiş. Ruhlarına içten; ateş gibi yanan, tertemiz saf bir dua okudu.
"İyi ki vardınız, iyi ki varsınız. Hep olacaksınız. Taaaaa burda..." diye kalbine sertçe, kuvvetle vurarak konuştu cüce. Yüzü güçlü duygularla sertleşti ve düşmanlarına karardı. Hatıralar içinde kükreyen kudurmuş bir deniz gibi coşarken savaş salonuna doğru hışımla yürüdü Althar.


*********

Büyük Şef Rorklutch ve Albay Duumkla alçıdan dökülmüş ve bütün kıvrımları mükemmel bir ölçekle yerine oturmuş, kabartma bir Altıngöl haritası gibi görünen, büyülü savaş salonu zemininin üzerinde dikilmiş konuşuyordular. Birliklerini topladıkları yerleri ve gelecek günlerdeki hareket rotalarını kararlaştırıp sayıları ayarlıyorlardı. İkisi de savaşın gidişinden hiç mi hiç memnun değillerdi çünkü kayıpları çok yüksek rakamlara çıkıyordu.
Yüz elli bine yakın kayıpları vardı ve bu rakam Rorklutch için kabul edilebilirin çok ötesindeydi. Hele ki daha ortada bir zafer yokken. Elbette bu bir yıpranma savaşına dönüşmüştü ve bu noktadan sonra kazanacaktılar. Ama ne pahasına? Aptalca acelecilik ve eksik bilgiyle tam hazır olmadan yola çıkmanın bedelini ödüyordular. Altıngöl çok pahalıya mal olacaktı. Bu sefer bir felakete dönüşüyordu.

İkisi de saldırı planıyla ilgili konuşurken söylemeden aslında bunu konuşuyordular satır aralarında. İşte bu konuşmalar olurken içeri bir hışımla girdi Rahip Leşkesen!

Gelişi çok aceleli ve çok öfkeliydi. Tek gözü tehlikeli biçimde kısılmış ve yüzü öfkeyle çarpılmıştı. Diğer gözü soğuk ak bir alevle yanıyordu. Varlığının kokusu ve güç etkisi eziciydi. O yaklaştıkça Duumkla elinde olmadan Rorklutch'dan usulca uzaklaştı ve kenara çekildi. Bu salondan hemen kaybolabilse ne iyi olurdu...
Leşkesen korkutucu yürüyüşünün sonunda tam Büyük Şefin önünde durdu. Pis kokusu ve öfkesi adeta Rorklutch'a hücum ediyordu. Fareadamların Şefinin tüyleri ürperdi. Elinde olmadan bir adım geri çıktı.
Leşkesen'in sesi soğuk ve hiddetli bir tonda, karanlık ezgilerle konuştu.
"Neden saldırmıyorsun? Birliklerini neden geri çektin?!" diye Şefin yüzüne tipiler estirerek, leş nefesiyle tükürerek konuştu Rahip.
Rorklutch korkuyor olabilirdi ama o hala bir seçilmişçene idi ve içindeki dikbaşlı yanı öne çıktı.
"Senin sabırsızlığın yüzünden hazır olmadan harekete geçtik ve sonucu gördük! Bu defa birliklerin hazır olmasını bekleyeceğim!" diye hiddetle konuştu Rorklutch.
Leşkesen bir an durdu ve seçilmişçeneye ilgiyle baktı. Sonra hışımla öne çıktı ve eliyle kendisinin beş altı katı olan şefi boğazından yakaladı. Soğuk ve acı dalgaları Rorklutch'ı sararken şef inleyip acı ile kükredi, ciyakladı, kırılıp yarıldı, boş yere çırpınmaya çalıştı ama o derece güçlü ve çaresizleştirici bir pençe ile yakalanmıştı ki sadece çaresizce uzun uzun acı çekti.
Duumkla bir adım öne çıkıp sadakat göstermek, Rahibe saldırmak istedi ama sonra bunu düşündüğü için kendine küfredip başını çaresizce öne eğdi. Dişini sıkmaya devam etti. Nefretle dişini sıktı.
"Ben... Ne diyorsam... Onu yapacaksın!!! Ve ben sana, 'saldır' diyorum!!!" diyerek kükredi ses. Rorklutch acıdan bilincinin kaybetmenin eşğindeydi. Aklına hücum eden korkunç görüntü ve sesler, çektiği acı ve vaad edilen acının sözleri seçilmişçeneyi kuşatıp ezmişti.
Rahip kavrayışını bıraktığında büyük şefin ayakta durmaya gücü yoktu. Gözlerinden ve kulaklarından, burnundan kan geliyordu. Vücudu istemsizce kasılıp duruyor ve nefes almakta zorluk çekiyordu. Boğazı kötü biçimde ezilmiş ve rahibin pençesinden derin yarıklar kazanmıştı.

Leşkesen arkasını dönmüş ve yürüyüp uzaklaşmıştı. Kapıdan çıkmadan önce durup geriye dönmeden son sözlerini tükürür gibi söylüyordu.
"Savaş makineleri karaya çıkar çıkmaz Derindere'ye saldırı başlayacak. Ölümün ordusu merkezi alacak ve sen kanatlardan saldıracaksın. Sıradaki hatanda öleceksin Rorklutch. Artık hata yapmasan iyi olur."

Rahibin varlığının soğuk ve karanlık, leş kokan izleri havadan silinene kadar kendini toparlamaya çalıştı Rorklutch. Duumkla saygılı bir mesafeden sadece emredildiğinde yardım ederek gururu parçalanmış, öfkeden kuduran efendisiyle mesafesini korudu.
Nefesi düzelip konuşabilecek kadar kendini toparladığında işaret ederek Albayını çağırdı Büyük Şef.
Duumkla eğildi ve bitkin, yaralı, öfkeden kudurmuş Büyük Şefinin sözlerini bekledi. Duyduğu sözleri daha önce bir kez konuşmaya cesaret etmiştiler ama nasıl yapacakları hakkında hiçbir fikirleri yoktu.
"Kurtulmamız gerek bundan Duumkla. Bu anasını yatırdığımın iblisinin dölü Yeşilçukurlar aşiretlerinin sonu olacak," diye konuştu Rorklutch. Duumkla başını onayla salladı. Aklına şimdi bir fikir geliyordu. Bu savaşı yakından izlemişti ve liç hakkında edindiği bilgileri de düşündüğünde aklında bir şeyler şekilleniyordu.
Düşüncelerini sessizce fısıldayarak kısaca anlattı Albay. Bu ellerindekinin en iyisiydi. Aslında bu ellerindeki yegane şeydi. Ona sarılmaktan başka seçenekleri yoktu.

Rorklutch sadece başını salladı ve güçlükle yaralı boğazından çıkan kin dolu sesiyle, hırlayarak kısaca emretti.
"Yap."

*****

Aslında duruma pek bir fayda sağlamamış olan ilk toplantılarının üzerinden çok kısa bir süre sonra Althar ve Sözcüler hemen ikinci bir toplantıya acilen çağırılmıştı. Bu defaki toplantı Derindere savaş salonunda yapılıyordu. Bu toplantıda Sözcülerden başka sadece Althar vardı ve çok gizli bir görüşme söz konusuydu. Althar havadaki büyüleri koklayabiliyordu. Koruma ve saklama, karıştırma büyüleri çok yoğundu ve delinemezliğe yakın sıklıkta örülüydü.

Daha ilk sözlerin ardından herkes bu kadar korumanın nedenini anlayabiliyordu. Ortada çok garip, çok alışılmadık, çok inanılmaz şeyler dönüyordu. Burada üç fareadam vardı ve bunlar elçiydi. Bir ittifak anlaşması sunmak için gizlice taa Derindere şehrinin içine kadar girmiş ve görüşme talep etmiştiler. İçeri nasıl gizlice girdikleri ayrıca bir sorgulama konusu olurken asıl geliş amaçları ortalığı karıştırmıştı. Bu gurubun sözcüsü gibi öne çıkan Mühendis büyücü, yüksek gizlilik ve acil görüşme talep etmişti.

Üç korven birbirinden çok farklıydı. Bir mühendis büyücü, bir seçilmişçene ve bir gece avcısı vardı burada. Eski püskü görünüşlü yırtık pırtık bol giysiler giyiyordu Mühendis büyücü. Adı Levye idi. Sırtındaki çift askılı kocaman silah çantası, elindeki rissli silah asası ve boynundaki madalyonlar koleksiyonundan başka kokusu ve üzerindeki ateşli silahlar koleksiyonuyla da göze çarpıyordu. Hayır, bu silahların hiçbirini teslim etmemişti ama boynuna bir ölüm tasması takılmasına izin vermişti. Bu düşmanca hareketlerini engelleyip takanı tek bir emirle öldürebilecek bir tasmaydı ve seçkin gececilerden adambaşı üç muhafız da onların nefes alışını bile izliyordu.
Seçilmişçene olan Hrar, üzerinde ağır zırhı ve ellerinde kalkanlı yumruk silahları olan pençevenler ile dikkat çekiyordu. Üç metrelik koca bir kıyım silahı olan yaratık adını sürekli ve sadece hrar diye hırlamasından alıyordu. Bu hrar sesi hem onay, hem küfür, hem şikayet, hem soru ve daha bir dolu anlama geliyordu... Hrar dehşetli pek çok yara izine sahipti ve yüzü de bu yaralardan payını almıştı. Gözleri en korkutucu yanıydı. Şiddete açlığı ve şiddeti şiddetle uygulamaya kabiliyeti gözlerinde ateş gibi yanarak kendini gösteriyordu.
Gece avcısı ise Törpü adıyla tanıtılmıştı. Simsiyah ve büyülü olduğu anlaşılan giysilere bürünmüştü. Üzerinde bir dolu küçük ve nahoş silah göze görünüyordu ama göze görünmeyenlerin yanında bunlar bir hiçti. Uzun kamalar ve sessiz arbaletler yanında bombalar ve büyülü silah kristallerine sahip bir katil, bir suikastçiydi Törpü. Çok işinibilir, çok sakınılası bir hava yayıyordu korven.

Konuşan Levye idi. Diğerleri sadece sessizce ona eşlik ediyor ve yeryer onay nidaları ve baş sallamalarla ona eşlik ediyordular. Levye bu belayı başlarına nasıl sardıklarından, kemm ve ork savaşlarında yaratılmış mührü kırmalarından söz etti. Saklamadan şeflerinin nasıl rahip Leşkesen ile tuzağa düştüğünü ve liçin pençesinde nasıl esir olduklarını, durumdan hiç memnun olmadıklarını ama ellerinden bir şey gelmediğini anlattı. Fareadam açık, net ve dolandırmadan konuşuyordu.

"Daha önce de dört kez anlattığım gibi yine kısa ve öz biçimde anlatacağım. Savaşın gidişi ortada... Yüz bin hatta iki yüz bin korven bile öldürseniz sonuç değişmeyecek. Üç yüz bin korven öldürseniz de sonuç değişmeyecek. Çünkü hala korven olacak orada.  Hem, bütün şehirlerinizi ele geçirmek için Rorklutch'ın bütün ordularının ölmesi gerekse bile bu olacak, kayıplar dikkate alınmayacak... Sadece sonuç, sadece sonuç dikkate alınacak," diyerek üzerine yapılmış gerçeklik ve yalanı hissetme büyülerinden hiç rahatsızlık duymayarak anlatmaya devam etti mühendis büyücü Levye. "Kaybediyorsunuz. Biz de kaybediyoruz. İki taraf için de bu kazananı olmayan bir kavga. Kazanan üçüncü taraf olacak. Biz bunu istemiyoruz. Siz de bunu istemiyorsunuz. Bizim istediğimiz şey, bizi bu liç belasından kurtarmanız. Biz denedik. Başaramadık. Oradaydım. Üzerine çullandık ve bizi yokmuşuz gibi silkeleyip üzerinden attı. Çok kayıp verdik ve üstelik o tek başınaydı. Ne liçlerini ne de jareslerini çağırmıştı. O lanet melez dev bile yanında yoktu. Bize güldü, bizi cezalandırdı. O saldırıdan hayatta kalanlar ya ihtiyaç duydukları ya da ibret olsun diye yaşamasına izin verdikleriydi. Biz üçümüz oradaydık..."
"Büyük Şef Rorklutch sizin yaptıklarınızı izledi. Sizi gördü. Bu durumun nahoşluğu karşısında yegane çıkış yolu olarak, güç birliği yapmamızı gördüğünü söyledi. Sizin elinizdeki güçlerin onun jareslerine ve liçlerine yaptıklarını gördü. Bunu sonsuza dek yapıp bu orduları durduramazsınız, ama doğru yere indireceğiniz tek bir darbe ile bütün o namevt ordular ve liçler ile savaşmadan bu savaşı kapınızdan sürüp atabilirsiniz."
"Elbette teklif ettiğimiz bu birlik, bu ittifak, gizli tutulacak ve herşey bittiğinde hiç olmamış gibi olacak. Ama Liç belası başımızdan atılana kadar sizler ve biz kardeş olacağız. Evet, teklifimiz bu. Ne diyorsunuz?" diye gülümseyerek ve heyecanla, merakla sordu korven büyücü.

Sözcülerin hepsi önce bu korven ile ilk konuşan olan Neekor'a baktı sonra Neekor sorulmamış sorulara cevap olarak başını çevirdi ve Althar'a sordu. Neekor eskiden bir akıncısı olduğu bu çılgın cüceye gülümseyerek sormuştu.
"Ateşsaçlı Althar, ne diyorsun?"

Althar bir Neekor'a baktı ve bir de Levye'ye. Yürüdü ve pis kokulu fareadamlara yaklaştı. Büyücünün önünde durdu.
"Bu iş tam olarak nasıl olacak?" diye sordu Althar. Althar için durum oldukça basitti. Bunun bir korven oyunu olduğuna inanmıyordu ve her nasılsa kaderin onları çok garip ve gönülsüz bir ittifaka ittiğini hissediyordu. Zaten bu teklifi denemekten başka şansları yoktu. Daha kaç dalga saldırıyı durudurup püskürtebilirdiler? Arka arkaya kaç kez kıyamet büyülerini çağırabilirdiler... Sonunda direnemeyecekleri kadar yorulacak, tükenecek ve korven pençe ve dişlerinin önünde düşecektiler. Ama burada bir şansları vardı. Liç giderse namevt ordu da giderdi ve namevt ordu olmadan sadece korvenler ile dövüşme düşüncesi bile çok sıcak baktığı bir şeydi... Ama, korvenlerin ağır kayıplarını ve tanıdığı kadarıyla Rorklutch'ı düşününce savaşın liç ile biteceği üzerine bahse bile girerdi...
"Liçin ininde bir şansımız var Althar Paladin. Nausor Rushnill(Kan Tabyası) denen o koca piramit şehirde liçin filakterisi var. Kendisi de her zaman orada. Sadece bir kez dışarı çıktığını biliyoruz ve hepsi o. Ayrıca jaresleri, liçleri ve melez dev de orada. Piramit tabyanın çevresi ölüm ordularıyla çevrili. İçerde sadık ve seçkin kemm taburları var."
"Buraya doğrudan saldırı önermiyorsunuz heralde," diye çatık kaşlarla sordu Althar. Uzatma da asıl konuya gel demek istiyordu. Bu korvenlerin bir süredir fırsatını kolladıkları bir planları vardı zaten, bunu görebiliyordu.
"Gizli bir girişin bilgisine ve içeride yön bilgisine sahibiz. Eğer yeterince hızlı hareket edebilirsek kısa sürede daha ne olduğunu anlamadan Liç ile yüzleşebiliriz. Biz üçümüz ve senin seçkin adamların hızlı ve sert vuracağız. Liçi öldürüp filakterisini yok edeceğiz. Kuşatma kaldırılacak. Fareadamlar Yeşilçukurlara geri çekilecek. İttifakımız unutulacak. Yeniden eskisi gibi düşman olacağız,"diyerek anlattı Levye.
"Oldukça düz ve standart bir plan gibi görünüyor. Karmaşıklık yok, şüphe yok, ince ayarlamalar ve hayati dakik düzenlemelere gerek yok. İçeri dal, öldür ve çık. Bence çok güzel ve uygulanabilir bir plan," diye konuştu Althar. Sözcülere döndü ve başını onaylayan bir nida ile salladı.
Sözcüler bu kadar hızlı bir biçimde Althar'ın onaylamasına şaşırırken Neekor bilmişçe gülümsüyordu sadece. Althar gibi o da durumun umutsuzluğunun ve korvenlerin bu noktada oyun oynamaya ihtiyaç duymayacağının farkındaydı. Hem şimdi garipliklerin hepsi bu hikaye ile yerli yerine oturuyordu. Liç hem kilit hem de anahtardı.
Busenger başının kendini kontrol edemeyen, inanmayan bir eda ile gülümsüyor ve başını iki yana belli belirsiz sallıyordu. Bu olanları zavallıca bir girişim olarak gördüğünü belli ediyordu. Busenger hala kendini bu işten sıyırabileceğini düşünüyordu ve durumun ciddiyetine rağmen elindekilere fazlasıyla güveniyordu.
Diğer sözcüler onun halk üzerindeki gücüne ve kontrol yeteneğine iğrenerek saygı duysa da askeri yönden bu adamın tam bir moron olduğu ortadaydı. Uğultuluşehir saflarındaki bir avuç fedakar ve cefakar subay olmasa şehrin ordu ve donanması bu adamın ellerinde heba olurdu.
Althar sadece gözlerini kısıp delici bir bakışı uzun uzun sözcünün gözlerine kilitleyerek cevap verdi. Gözlerin çarpışmasında Busenger direnmeye kalktı ama sonunda elinde olmadan kaybetti ve gözlerini kaçırmak zorunda kaldı. Cücenin iradesi çelikten daha kararlıydı. Althar homurdanarak başını çevirirken Busenger memnuniyetsiz bir ifadeyle kendine sessizce sövmekle meşguldü. Kaybetmeyi sevmezdi Sözcü.

Az sonra bu iradalerin beklenmedik karşılaşması çok geride kalmıştı ve yola çıkış planları yapılıyordu. Nelerin gerekeceği ve nasıl olacağı konusunda epey bilgi vermişti üç korven. Hrar bile konuşmuştu ve bir kaç kelime ile ağzını açmıştı. Bunu nadiren yapardı seçilmişçene.
"Hrar! Ejderha bağlı. Kesmeli... Hrar!"
"Elbette," demişti Althar dev fareadama, teskin edici babacan bir ses tonu ve ifadeyle. "Keseceğiz evlat, merak etme..."

Bir saat kadar sonra planın ayrıntıları konuşulup kararlaştırılıyor ve son düzenlemeler yapılıyordu. Son kararlar ilgili yerlere bildiriliyor ve süratle hazırlıklara başlamak için emirler sağa sola fısıldanıyordu.

"Sayıca yirmi beş kişi kadar olmalıyız. Daha fazlası hem fark edilmemizi hızlandırır hem de fark edildiğimizde alacağımız tepkiyi şiddetlendirir. Bu sayı ilk görüşte bizi hem cüretli biçimde kalabalık hem de zavallı biçimde zayıf gösterecek bir rakam," diyerek yılların tecrübesiyle konuştu Althar. Sayısız kavgada komutanlık yapmış cüce paladin bu konuda kendinden son derece emindi çünkü liçler ile daha önce de karşılaşmıştı ve nasıl düşündüklerine dair berrak hatıralara sahipti. "Efendiniz sizi bizimle oraya gitmek için gönderdiğine göre sizin yeteneklerinize oldukça güveniyor demektir, ya da belki de sizi çok harcanabilir görmüş de olabilir? Belki de her ikisi birden?" diyerek sordu Althar. Sadece üç fareadam göndermişti Rorklutch. Elbette saflarında bu olayda güvenebileceği ve işe yarar adam bulmakta zorlanmış olması doğaldı; böyle bir ittifak teklifini taşıyacak, ittifakı sindirebilecek ve liçle yüzleşecek kuvvette korvenlerin sayısı çok değildi.
Karşısındaki gurubu daha ilk gördüğü andan itibaren zaten keskin gözleriyle, yılların liderlik ve savaş alanı tecrübesiyle tartıyordu ama bir de onlardan duymak istiyordu.
Mühendis büyücü Levye'nin ses tonunu ve cevabındaki kelimeleri duydu Althar.
"Saygıdeğer cüce Şef, ikisi birden demek çok daha isabetli olacaktır. Bizler Büyük Şefi temsil edeceğiz. Onun gücünü göstereceğiz ama aynı zamanda her bir korven gibi bizler de çok değersiz sefil kullarız. Hayatımızın ne Büyük Şef  Rorklutch, ne de Kemirgen Baba Schpidemos'un(korven tanrısı, büyük fare tanrı; kirlilik, kemirgenlik, hastalık, bozulma ve kan, ölüm onun alanları...) gözünde hamamböceği kadar kıymeti yok," derken bir seçilmişçene olan Hrar öfkeyle hırladı mühendise.
"Bazılarımızın hamamböceği kadar değeri olabilir..." diyerek pis bir gülümsemeyle Althar'a sırıttı ve Hrar'a başıyla selam verdi mühendis.
Hrar bundan biraz daha memnun kalmış gibi daha az öfkeli bir hrar sesiyle hırlayarak homurdandı.
Diğer köşede, pis pis sırıtıp hançerilerini yağlayan sessiz ve ürkütücü bir korven olan Törpü, sadece  izlemekle yetiniyordu.
Althar göreceğini görmüştü. Duyacağını duymuştu. Notlarını vermişti. Bir korven gurubu için ziyadesiyle iyiydiler.

****

Althar dahil hepsi yirmi beş kişiydi. Bunlar çok iyi hazırlanmış ve planı çok iyi ezberlemiş, çok iyi organize olmuş bir topluluk idi. Kısaca bir iki yeni düzenleme yapılmıştı. Althar'ın Mavicadı'dan getirdiği yirmi dört akıncıdan sekizi Derindere'de destek gücü olarak bırakılmıştı ve yerlerine Altıngöl ile Korveni temsil eden sekiz yeni akıncı gelmişti. Süratle yeni gelenler beşerli savaş guruplarına bölünmüş ve süratle akıncıların temel yaklaşım ve taktikleri üzerinde bilgilendirilmişlerdi. Birlikte ne yapacaklarını ve neye nasıl tepki vereceklerini, hangi emrin ne anlama geldiğini kısa sürede yeni gelenler hemen öğrenmişti. Sonuçta bu katılanlar da seçkin büyücü ve savaşçılardı ve gurup içinde bir makinenin parçaları gibi uyum içinde dövüşmenin gücünü hepsi biliyordu.
Mühendis Büyücü Levye'nin getirdiği bir diğer haber korvenin saldıracağıydı ve bu defa dinmeyen bir saldırı sonuna dek Derindere'ye vuracaktı; Liç kemm Auruz Vektashi öyle buyurmuştu ve Büyük Şef Rorklutch'ın öyle yapmaktan başka şansı yoktu. Althar küfürler ederek başını anlayışla sallamıştı buna. Zamanları çok azalıyordu. Çok hızlı olmalıydılar. Her geçen an Altıngöl saflarının katliama daha çok yaklaşması demekti.

Althar'ın Akıncıları olan bu gurup ilk önce, düşman büyücülerin uzun mesafeli bir nakil büyüsünün büyülü ezgilerini duymaları ihtimaline karşı, Kabukada üzerine geçit ile nakledildiler. Sonra süratle, buradaki Altındiş Çukuru'nun perdeleyici etkisinden faydalanarak, ileriye bir sıçrama gerçekleştirdiler. Bu nokta korven desenleriyle işaretlenmiş kararlaştırılan iniş noktasıydı ve tam Karaboğaz'a tepeden bakan bir uçurumun tepesindeydi. Bu ikinci sıçrama noktasında geçit üstadı olan Cens kenara çekilmişti çünkü sıradaki geçit büyüsünü yapacak olan kişi Levye idi. Bunun nedeni buradan ötedeki iniş noktalarının tam korven bölgesinin derinlerindeki, geçitkıran dikitlerle korunan bir kavşak bölgesi olmasıydı. Cens bile -nereye ineceklerini tam olarak biliyor olsa bile- sayısız geçitsavar dikit ve güçlü tılsımlarla korunan böyle bir yere geçit açamazdı

İndikleri yerde yaşadıkları sürpriz karşısında Althar ne diyeceğini bilemeden sadece sessiz kalmıştı.
Kırk beş fare binek ve süvarileri basit bir kamp kurmuştu ve onlar geldiğinde kampın büyük bölümü uyuyordu. Bu kamp genç ve tecrübesiz, daha yeni kılıçlarını kuşanmış çocuk yaşta korvenlerden oluşuyordu. Ve Levye'nin süratle bir büyü taşıyıcı kristalden celp ettiği, bir büyük ateş elementalinin ellerinde can verdikleri için bunların hiçbiri yetişkin olamayacaktı. Korvenler daha Althar ve gurubu bir şey söyleyemeden başlayıp biten gerçek dışı bir katliam ile süratle ölmüştü.
Böylece farebinekler sorunsuzca artık onlarındı. Bu ayarlama daha üç korven yola çıkmadan yapılmış ve Duumkla tarafından planlanmıştı.
"Tanrılar kurban istiyor Althar Paladin," diye söyleyen seste iğrenme tınısı duyduğunu sanmıştı Althar. Sanki bu korven az önce yaptığı şeyden iğrenmiş gibiydi ve Althar buna inansa mı yoksa inanmasa mı karar veremedi. "Tanrılar kurban almalı. Schpidemos onları aldı. Hem, bu gençler anlamayacaktı Paladin Şef, onlar düşman diye eğitildi ve akılsız genç kafaları ittifak gerekliliğini bile anlamayacak kadar dar ve küçüktü. Biz onları böyle istedik ve onlar hep böyle olacak. Sadece savaş ateşine daha çok odun olması için, gencecik fidanlarımızı içi boş kafalarıyla hep savaşa sürüyoruz. Sağ kalıp dönenler daha güçlü ve daha korkunç savaşçılar oluyor. Ölenler ise sadece ölüyor..." diye karanlık, bezgin tonda bir tirad okumuştu Levye. Sonra kendiyle alay eden bir kahkaha patlatmış ve binekleri işaret ederek gülmüştü. "Törpü yolu biliyor. Bu devfare binekler bizi götürecekler. Nauzor Rushnill sınırlarına çok kısa sürede taşınacağız."

Gerçekten de fare binekler, sırtlarındaki binicilere itaat etmelerini fısıldayan Törpü'nün ardından sorunsuzca ve süratle geliyordu. Sırtlarında düşmanlarını taşıyan bu binekler inanılmaz yaratıklardı. Yüzme, tırmanma, dalma, hız ve dayanıklılık gibi konularda çok güçlü olan bu fare bineklerin en iyileri özellikle Duumkla tarafından seçilmiş ve bunların sırtlarına tılsımlı eyerler vurulmuştu. Herşey bu planın yürümesine bağlıydı ve Rorklutch ile Duumkla bunun için ellerindeki herşeyi ortaya koyuyordu.

*****
"Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra ya hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise birtek yerde kabul ediyorum. Yaşamak varken yaşayamamış olmakta."

Uzun Yol - Susayanın Uyanışı (https://rapidshare.com/files/2985198102/Susayanin_Uyanisi.pdf)

Çevrimdışı Althar

  • **
  • 70
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
    • http://grimaden.blogspot.com/
Ynt: Althar'ın Akıncıları: Altıngöl ve Ejderha (9. Bölüm)
« Yanıtla #8 : 02 Ağustos 2012, 18:02:34 »
*****

Törpü yolu çok iyi biliyordu ve Albay Duumkla da bu yolun üzerinde herhangi bir devriye ya da karakol noktası ile karşılaşmamaları için gerekli ayarlamaları yapmıştı. Korvenler yedi aşiretten oluşuyordu ve şu andaki fetih ittifakı sadece Rorklutch'ın aşiretinin ordu gücüne, rahip Leşkesen'e Kemirgen Baba Schpidemos'un dokunduğu söylentilerine dayanarak ayakta kalıyordu.
Lakin o durum bile liçlerin varlığı ve yaşanan bozgunlar ile zora girmiş bir durumdu. Şu anda bir korven ve Altıngöl ittifakının ortaya çıkması demek bütün herşeyi yerle bir eder ve Rorklutch'ın seneler boyunca inşa etmek için uğraştığı çok şeyi yıkar yok ederdi. Rorklutch bozgun sonrası dağılmayı bir şekilde kurtarabileceğine inanıyordu ama bu ittifak ortaya çıkarsa herkesin gözünde hain olacaktı. Bütün korvenler onu hain bilecekti. Onlar gerçeği -bütün aşiretleri kurtarmak için bu ittifakı kurduğunu- bilmeyecekti.

İşte bu çetrefilli durumun göbeğindeki akıncı gurup tam hız ilerlerken diğer tarafta Rorklutch da içinden küfürler yağdırarak ordularına saldırı emrini veriyordu. Son ve Altıngöl şehirleri düşene kadar durmayacak büyük saldırı başlıyordu. Althar koca fare bineğin sırtında süratle karanlık tünellerde ve havzalarda ilerlerken içine doğan ilahi hisle bunu biliyor ve görüyordu. Tanrısı Durathar'ın ona gönderdiği görüş ile saldırının başladığını biliyordu. Cüce paladin dişini sıktı ve derin, sıkıntılı bir nefesle kaşlarını çattı. Yüzü öfkeyle buruştu ve karardı.
"Daha hızlı seni pis kokulu iğrenç kıl yığını! Daha hızlı!" diye bağırdı Althar.
Hemen Althar'ın önünde giden Törpü, Althar'ın neden hız istediğini bilmiyordu belki ama ses tonundaki acele tınısını çok iyi biliyordu. Törpü sadece lider binek olan kendi bineğinin eyerindeki hız tılsımlarını etkinleştirerek cevap verdi. Törpü'nün bineğine tılsımlı bağlarla bağlı diğer eyerler de hemen aynı şekilde hızlandı ve bir an sonra fareler yeraltında eskisinden çok daha hızlı ilerliyordu.

Yolları pek çok karanlık ya da ışıklı bölgeden geçti. Fosforlu dev mantarlarla kaplı koruların yanından ve içinden geçtiler. Koca bir rengarenk asit gölcükleri bölgesinin içinden yıldırımlı bir hızda geçip karanlık bir tüneller labirentinde ilerlediler. Bir noktada suyun altına indiler ve uzun dakikalar boyunca eyerlerinin onları korumak için başlarının çevresinde yarattığı su baloncuğundan bir korumayla yolculuk ettiler. Bataklık benzeri sıcak ve boğucu havzalardan ilerleyip her yandan şelale ve boşalan derelerle dolmuş koca bir göleti yüzdüler, şelale basamaklarını tırmanıp karannlık ve ıslak, rüzgarlı tünellerde ilerlediler. Devfareler ilerlerken zamanın ucunu kaybettiler. Süratle ve durmadan, büyülü bir dayanıklılıkla ilerlediler.

Uzun saatler sonra hatta belki de bir gün sonra aniden durduklarında hedeflerine ulaşmıştılar. Devasa bir sıcak su göller bölgesi olan büyük Nauzor Rashnil havzasının karanlık ve çorak, kayalık bir kenarındaydılar. Havzanın neredeyse tamamına hakim bu tepecikten önlerindeki koca piramidi bütün azametiyle görebiliyordular.
"Nauzor Rushnill," diyerek konuştu Törpü. Pek konuşmamıştı yol boyunca. Althar'ın birkaç kez sorduğu sorulara kısaca cevaplar vermişti ve bunlar da sadece baş sallama, el kol hareketleriyle işaret etmeler ya da onaylayan nidalar olmaktan öteye girmemişti. Ama şimdi konuşuyordu ve bu seste yoğun duygular vardı. "Kan Tabyası. Kemmlerin yükselişte olduğu zamanlarda yapılmış bir kale, bir sunak. İçeride tutsak bir mavi Ejderha Umlobb Uykusunda uyuyor ve Liç ondan emdiği ejder özüyle ordularını güçlendiriyor. Kendisi de Ejderha'ya bağlı. Gogan'ın Şamanlarının elinden bu sayede kaçabildi. Ejderin özüyle olan bağı onu yokoluştan kurtarıp kudretli bir liçe dönüştürdü."
Althar onaylayarak başını salladı.
"Anlıyorum. Ürkütücü," diyerek bir kez daha uzun uzun havzaya baktı paladin.

Yaklaşık bin metre taban uzunluğuna ve sekiz yüz metre yüksekliğe sahip devasa bir şehir piramidi idi bu. Bu piramidin kuzey duvarına sırtını verdiği havzanın ölçüleri, kuzeyden güneye yedi fersaha yakındı. Doğudan batıya uzunluğu da neredeyse bir bu kadar vardı. Bütün bu havza sucak su vahaları ve sıcak su nehirleri, fosforlu mantar koruları, kristal kolonileriyle doluydu.  Yer yer bataklık ve yer yer soğuk su dereleri nedeniyle sisli boğucu bölgeler de vardı. Piramidin üzerinde oturduğu kayalık zeminin çevresi doğal hendekler ve içinde namevt orduların gezindiği sık yeraltı ormanları ile çevriliydi. Havada koca rüzgar tünellerinden akan yer yer yumuşak, yer yer vahşi rüzgarlar vardı.  Piramidin kendisi uğursuz ve boğucu bir hava yaratmada geri kalmıyordu. Üzerindeki devasa büyülü ateş çanakları ve kızıl siyah rün yazıtlar ışıldıyordu. Gölgeler ve ürkütücü yeşil alevlerin ışıkları piramidin üzerinde dans ediyordu. Althar derin bir nefes çekti. Burayı hiç mi hiç sevmemişti. Burası burnunun direğini kıracak kadar kara büyü ve kadim efsun kokuyordu.

Fareler Törpü'nün önderliğinde sessiz ama fırtınalı bir süratle ilerlediler. Dev binekler öncünün çok iyi bildiği kenarda köşede kalmış yeraltı su tünellerini, zemindeki yarıkları, mağara ağlarını kullanarak ilerlediler. Tırmandılar, yüzdüler, sıçradılar, süründüler ama hiç durmadılar, yorulmadılar. En sonunda derin nefesler çekerek uzun bir dalış ile suların altında kayboldular.
Basit haberleşme büyülerinin küçük ağında Törpü beklenen sözlerini fısıldarken son hazırlıklar yapıldı, kemerler sıkılaştırıldı, silahların emniyet bağları hazır konuma getirildi, savunma ve güçlendirme büyüleri hazırlandı.
"Neredeyse geldik. Hazır olun. Lağımlardan tırmanacağız ve ana boşaltma tünellerine ulaşana kadar yukarı doğru yüzeceğiz."
"Lağımlar mı?" diye inleyen ses Theoros'un sesiydi ve ses Althar'a dönüktü. Althar sessizce pis pis sırıttı. "Harika, gerçekten çok harika. Kişi köklerinden asla kurtulamıyor değil mi..." diye gözlerini devirerek ve memnuniyetsizce konuştu savaş rahibi.
Theoros titiz, şık, temiz ve bakımlı bir rahip idi. Bir de çocukluğunda Althar onu oradan çekip alana kadar pis bir lağım çocuğu, bir yankesici idi. Eski günlerin hatıralarından ve onları hatırlatan şeylerden pek hoşlanmıyordu. İlk gençlik yıllarında bu onun için çok acılı ve ciddi bir sorun olmuştu ama yıllar geçtikçe bununla başa çıkmayı öğrenmişti. Artık bu konu Althar ile aralarındaki bir şaka, bir atışma konusuydu.

Karanlık sular soğuk ve sıcak akıntılarla harmanlanan rengarenk bir palet gibiydi. Daha ileri gittikçe suyun sıcaklığı kararlı bir ılıkta sabitlendi ve düzgün duvarlar Törpü'nün yaktığı büyülü fenerinden yayılan ışıkla aydınlandı. Piramidin tünellerinin bağlandığı yeraltı mağara tünellerinden çıkmış ve el yapımı kanallara ulaşmıştılar.

İlerlerken önlerine birkaç mağara timsahı çıkma hatasını yaptı ve Törpü bu hataları arbaletinden çıkan oklarla hemen cezalandırdı. Ölü vücutları akıntıda dalgalanırken akıncılar timsahlara ikinci kez bakmadılar. Baksaydılar diğer timsahların yavaşça bu cesetlere doğru hamle ettiğini görecektiler.

Tünellerin içinde yaklaşık yarım saat kadar ine çıka, döne tırmana ilerlediler. Rota zorlu değildi ama temkinli ve yavaş ilerlediler. Sonunda başlarını suyun altından hava olan bir salona çıkardıklarında akıncıların hepsi biraz daha rahat hissediyordu. Bu bineklerle yaptıkları huzursuz ve rahatsız yolculuktan azad olma düşüncesi hoşlarına gidiyordu. Bu yola çıkış öncesi yaptıkları görev toplantısında binekleri bırakacakları yer olarak ifade edilen rezervuar salonuydu.
Yarıya kadar suyla dolu olan derin salonun zemininden, yüksekteki yürüyüş yollarına ve balkonlara önce gececiler ve avcılar çıktı. Hemen çevrede güvenlik aldılar. Fenerlerini yaktılar. Öte yandan ışıklara ek olarak karanlık görüş iksirleri içildi ya da karanlıkta görmeyi sağlayan nesneler çalıştırıldı. Diğerleri de yavaş yavaş derin sulardan çıkarken Törpü bineklere döndü ve ağzında sessiz bir kavalı çalarak onlarla konuştu. Binekler koca salonun yer yer yıkılıp çökmüş bölümlerine doğru ayak altından çekildiler ve üzerlerindeki eyerlerin büyüsü ile görünmezliğe büründüler.

En önde Törpü ve Kuup ile bir İldar efsanesi olan gececi raskan Jakk Bestius Perfekto Triksturm vardı. Arkayı kollayanlar ise şöhretli Hunthar ve cengaver Shokunami idi. Öncüler ve ardçılar bu kadar sağlam kahramanlarken gurubun bir tuzağa yürümesi gibi bir ihtimal çok düşüktü. Nitekim etrafları iskelet kemm bölükleriyle sarıldığında bunun geldiğini çok önceden görmüş ve hazırlanmıştılar.
Onları uygun bir dörtyol ağzındaki koca bir meydanlıkta sarmak isteyen iskelet yüzbaşıların ve büyücülerin aldıkları karşılık beklediklerinden çok sert idi. Elbette iskeletler de buna sert karşılık verecekti ama akıncı gurubu dehşetli sayıdaki düşmana rağmen çok sağlam duruyordu ve disiplinli çarpışıyordu.

Saldıranlar iskelet kemmler idi. Bunlar celp büyüleriyle çağrılmış iskeletler değildi. Bunlar bir zamanlar yaşamış olan kemmlerin uyandırılmış iskeletleriydi ve üzerlerindeki silah ve zırhlar kendi seçkin statülerini hemen gösterecek kadar gösterişliydi. Sadece gösterişli olmanın ötesinde bütün donanımları aynı zamanda efsunlarla yüklüydü. Boyları üç buçuk metreye varan kocaman zırh ve kalkanlar taşıyan kocaman baltalarını savuran iskelet kemm savaşçılar dehşetliydi. Koca yaylarından yeşil zehir ışımasıyla yüklü koca oklar atan kemmlerin yanında havada süzülüp hasar büyülerini saçan iskelet büyücüler de vardı. Kanatlardan vurmak için süratle gelenler ise iki ayaklı kocaman kertenkele bineklere binen -kızıl küçük alevlerle tüten- kemm süvarileri idi.

Düşman iyice yayılıp ortaya çıkana kadar Althar'ın ana gurubu daha az saldırgan ve daha çok savunmacı bir yaklaşımla ağır adımlarla savaşarak ilerledi. Durum süratle netleşip saldırının rengi belli olunca Althar daha saldırgan biçimde emirlerini verdi.

"Ezin! İleri! Durmak yok! Ezin! Dağıtın! Parçalayın! Derindere için! Altıngöl için! Şehitlerimiz için! Vurun!!! Vurun!!! Komayın!!! Hücuuuum!!! Onod Durathar!!!

Althar'ın ağzından gümbürdeyen bir gök gibi çıkan bu sözler ile Akıncılar ileriye kutsal bir şevk ateşiyle tutuşmuş gibi atıldılar. Büyülerin gücü ve deliciliği arttı, savrulan kılıçlar daha hızlı ve güçlü vurdu, şifa ve koruma büyüleri daha da güçlendi. Savaş alanına sanki meleklerin ordusu yardıma inmiş gibi bir anda Althar'ın saflarından koca bir ışık dalgası yükseldi ve iskeletlerin safları her yönde bu savrulan güçlü kılıçların, büyülerin önünde dağılmaya başladı.

Althar'ın gurubu ilerlerken oklar üzerlerine fırtına gibi uçuştu. İskelet süvariler yanan saldırıları ile saflarına bindirdi. Büyücü iskeletlerin ayazmızrakları ve zehir oku saçılım büyüleri uçuştu, kızıl şimşek zincirleri safların üzerinde dans etti. Bunların hiçbiri Althar'ın Akıncıları'nı durdurmak bir yana yavaşlatamadı. Kayadan bir sel gibi aktı ve önüne kattığı iskeletleri ezip geçerek ilerledi Akıncılar.

Auruz Vektashi bu kavgayı yakından izlemişti ve orduları saldırırken bir yandan böyle sinsi bir karşı saldırıya maruz kalması kahkahalarla gülmesine neden olmuştu. Üç fareadamı bu akıncı gurubun içinde görünce hem öfkelenmiş hem de neşelenmişti. Beyinsiz Rorklutch ona karşı çıkma cüretini göstermişti. Bir yandan bu davranışı için ona saygı duymuş öte yandan da ondan öldüresiye nefret etmişti. Ama şimdi öldürmeyecekti, hayır şimdi değil. Savaşın ya da duruma göre en azından sıradaki hamlenin sonucunu bekleyecekti.
Liç büyülü bir aynaya doğru süzüldü ve o aynadaki görüntüde yarattığı melez devi gördü. İlerliyordu. Kir Jarad. Ejder Özlü.
Bir ejderha vekili ve bir devin özlerinin arasına başka unsurlar da katarak oluşturduğu bu melez yaratığı gerçek savaşın göbeğinde bir kez daha deneyecekti. Orkların üzerindeki etkisi beklediğinin çok üzerinde yıkıcı olmuştu. Bakalım burada bu sefil yüzey pisliklerine neler yapacaktı. Neşeli ve sabırsız kıkırtılarla, için için bir neşeyle hasta kahkahalar attı Auruz Vektashi. Zevkle izlemeye koyuldu.

********

Devasaydı bu tünellerin ve koridorların ölçüleri. Bu piramit bir adak, bir sunak olarak inşa edilmişti ve dev bir ırkın devasa ölçülerdeki ordularının içinde hareket edebileceği, ejderhaların ve koca savaş kertenkelelerinin koridorlarında gezebileceği, uçabileceği büyük ölçülerde inşa edilmişti. Bu büyüklük ve ezici enginlik aynı zamanda kara tanrılarının ezici ve sınırsız gücüne de bir gönderme ve methiye idi.

Devasa şehir piramidin içi yer yer gece gece gibi karanlık ve yer yer de çeşitli büyüklüklerdeki sönmeyen büyülü ateş çanaklarının varlığıyla gün gibi aydınlıktı. Değişmeyen tek şey koridorların ve salonların duvarlarındaki oluklardan ya da çatlaklardan akan sulardı. Zemin kimi yerlerde bileğe, kimi yerde dize kadar suyun içindeydi ve bazı koridorların iki yanındaki su kanallarından sürekli su akıyordu. Büyük salonlarda duvarlardan fışkıran su oluklarının ve yıkılmış üst katlardan şelale misali akan derelerin şırıltıları, çağlamaları  kulaklarından eksik olmayan seslerdi.
Bu piramit sanki su altındaymış gibi her yanından su sızdırıyordu ve bu doğal kabul edilebilirdi. Çünkü havzanın kuzey duvarından akan koca derelerin büyük bölümü kanallar yoluyla piramidin içinden havzaya akacak şekilde düzenlenmişti. Uzun yıllardır bakım ve tamirat yüzü görmediğinden bu koca yapının içindeki çürüme ve yıkılmalar bir yere kadar çok anlaşılabilir idi.

Akıncılar durmadan ve çarpışma yoğunluğu kimi zaman hiçe kimi zaman da zirveye ulaşarak ilerlediler. Süratli ve acımasızdılar. Büyük salonları, uzun tünelleri, koca merdiven şaftlarını aştılar ve sonunda piramidin lağım seviyesinden yeraltındaki daha üst katlara onları ulaştıracak kavşak şaftına ulaştılar. Althar onları burada sıkı bir karşılamanın beklediğini öncü gececilerinden duymaya ihtiyaç duymadan biliyordu. Burada sıkı bir karşılaşma olacağından adı gibi emindi ve nitekim burada kıyamet gibi bir çarpışma olacaktı.


Yuvarlak şekilli kavşak bölgesinin çapı iki yüz metreye yakındı. Bu silindir şekilli kuyu bölgenin su yüzeyinden tavana yüksekliği ise iki yüz yetmiş metreydi. Su yüzeyindenyüz kırk metre yukarı yükselen silindir şekilli platformun çapı da yüz yirmi metreydi ve akıncılar şu anda bu terasın üzerindeydi. Dört ana ve dört ara yöne mükemmel bir mühendislikle konumlandırılmış sekiz girişten bu terasa uzayan sekiz adet kocaman köprü vardı. Ve bu köprülerin hepsinin -az önce akıncıların geldiği köprü de dahil- üzerinde  birer bölük kanlı canlı, seçkin kemm savaşçısı vardı. Bu bölüklere komuta eden birer kertenkeleadam büyücüsü vardı ki bunların çevresindeki güç halesi uğursuz şarkılarla uğulduyordu. Ve, tam karşılarında ise hakkında pek az gerçek bilgiye sahip oldukları ama yine de kısıtlı istihbarat toplayabildikleri melez dikiliyordu. Kir Jarad. Auruz Vektashi'nin seçkin savaşçısı. Ejder Özlü.

Ejder Özlü, iki ayakta dik duran muazzam kaslı gövdesiyle karşılarında dikiliyordu. Sırtında koca ejderha kanatları vardı. Boyu sekiz metreyi bulan dev kertenkele melezinin üzerinde zırh levhaları vardı ve derisinin çıplak yanları da mavi kertenkele pullarıyla kaplıyıdı. Mavi teni meydanlığın kızıl sarı ışıyan ateş çanaklarından gelen ışıklarla parlıyordu. Elindeki kocaman, uzun saplı, iki ağızlı savaş baltasının üzerinde elementlerin yozlaştırılmış kara güçleri haykırarak parıldıyordu. Ama en çok gözleri parlıyordu. Kara gözleri kuvvetli kızıl bir ışıltıyla yanıyordu. Duruşu hiddet ve yıkım açlığıyla etrafındaki havayı titreştiriyordu. Bedeninden büyü ezgileri tütüyordu.

Althar etrafına kısaca bakındı. Bu salondan sağ çıkmak istiyorlarsa son derece disiplinli ve çabuk hareket etmeleri gerektiğini biliyordu. Bir kişinin hatası hepsini öldürebilirdi burada. Herkesin üzerine düşeni dört dörtlük yapmasının gerektiği o kader kavgalarından biriydi buradaki, bunu kemiklerinde hissediyordu paladin. Cüce bu konularda hiç yanılmazdı.

"Gececi öncüler, büyücüleri paylaşın. Elinizdeki herşeyi kullanıp onları tutabildiğiniz kadar tutun. Ana gurubun hedefi bu büyücüleri tek tek indirmek olacak. Savaşçı ve süvarileri beş gurup ile karşılayıp büyücü ve şifacılardan uzak tutarak mümkün olduğunca toparlayacağız. Topla ve Boğ taktiği hanımlar ve beyler. Süratle işlerini bitirmeye bakın, Bolthar ve Brom benimle birlikte Dev'e dalacaklar. Bu kocaoğlan için yardımımıza mümkün olduğunca çabuk gelin," diye hızlı hızlı her zamanki saha komutanı ağzıyla konuştu Althar.
Buna benzer taktik açıklamalarını ilk kez yapmıyordu cüce ve buna çok benzeyen kavgaları daha önce de yaşamış gurubuna daha fazla ayrıntılı açıklama yapmasına da gerek yoktu. Hem zaten savaşın doğasında karmaşa vardı, az sonra belki de bütün bu taktikler havaya uçacak ve her şey değişecekti. Kim bilebilirdi?

Bunlar konuşulurken Kir Jarad ağır ama koca adımlarla öne çıkmaya ve Althar'a doğru koca baltasını savurmaya başlıyordu! Kavga başlıyordu! İşte geliyordu!

(devam edecek)

Not: Beklemeden öykünün sonunu okumak isteyenler için adres: http://www.izedebiyat.com/yazi.asp?id=109546
"Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra ya hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise birtek yerde kabul ediyorum. Yaşamak varken yaşayamamış olmakta."

Uzun Yol - Susayanın Uyanışı (https://rapidshare.com/files/2985198102/Susayanin_Uyanisi.pdf)

Çevrimdışı Althar

  • **
  • 70
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
    • http://grimaden.blogspot.com/
Ynt: Althar'ın Akıncıları: Altıngöl ve Ejderha (10. Bölüm)
« Yanıtla #9 : 04 Ağustos 2012, 11:44:53 »
Kir Jarad koca bir kükreme ile öne atıldı ve yürüyüşü saldırı koşusuna dönüşürken aynı şekilde karşılık gördü. Althar, Bolthar ve Brom koşarak öne atıldılar. Althar'ın dudaklarında güçlendirme ve koruma duaları bütün akıncıları için fısıldanırken Bolthar yırtıcı bir savaş narası ile cüce tanrısı Durathar'ın adını haykırdı. Brom içindeki kan mirası gücünü; ateş devinin gücünü çağırdı. Cüssesi o koşarken büyümeye, derisi kalınlaşmaya, ateşi har yanmaya başladı. Koca zırhında işli dev demirciliği efsunlarının yardımıyla zırhı da bu değişime süratle ve kuvvetle uyum sağlıyor, değişiyor, yeni bir cüsseye ve güçlere bürünüyordu. Brom birkaç kısa an içinde altı metre boyunda bir deve dönüşmüştü. Kızıl derisi altın ve kızıl ışıltılı rünlerle desenlemiş yarıdevin siyah zırhı da ateş gibi yanan rünlerle parıldıyor ve etrafına bir ateş çemberi yayıyordu. Elindeki devasa kara kalkanı ve ateş gibi yanan kocaman enli kılıcıyla ilk vuran Brom idi. Ve sağlam vurdu.

Üzerine savrulan baltayı başını eğerek ve ileri iki koca adımla sıçrayarak karşıladı Brom. Yandan güçlü bir yarma vuruşuyla kılıcını şiddetle savurup ilk kanı akıttı. Ejder Özlü ilk kana uludu ve cezalandıran darbelerle Brom'un kalkanına defalarca çöktü. Brom iyice savunmaya çekilip karşıladı bu darbeleri ve bıraktı cüce kardeşler bu sinirli anında düşmanlarına vurabildikleri kadar vursunlar. Cüceler bu fırsatı kaçırmadı zaten ve balta ile çekiç dinmeyen bir şiddetle, bu öfkeden göz dönmüş ve darbeleri henüz hissetmeyen, ejderdeve indi durdu.

Kavganın ilk anında bütün büyücüler, ulaşım büyüleriyle kendilerini yer seviyesinden yukarıya taşımışlardı.  Köprülerin arasında kalan bölümlerde bulunan koca su oluklarından şelale gibi sular çağlıyordu. Bu şelalerin gürleyip püskürdüğü olukların üzerinde küçük teraslar gibi üzerinde dikilebilecekleri uygun alanlar vardı. Bu alanlar kavgaya güvenli bir mesafeden yıkım ve ölüm yağdırmaları için biçilmiş kaftandı. Bu teraslar aynı zamanda yanlarına bütün maharetlerini kullanarak sinsice tırmanan gececiler ve silahşörlerin savaş evcilleri için de biçilmiş kaftandı.

Sinsice geri çekilip gözden ustaca kaybolmuş gececilerin ve silahşörlerin büyücülerin üzerine çökmesi hiç de uzun zaman almamıştı. Sıçrayıp tırmanarak, süzülüp uçarak kısa sürede aradaki mesafeyi ve yüksekliği, ulaşılmazlığı aşmıştı Akıncılar. Büyücülerin ilk anlarda gurubun üzerine bolca akıttığı büyüler az sonra tekliyordu ve büyücüler üzerlerine çöken bu güçlendirilmiş kıyamet kılıçlarıyla yüzleşiyordu. Koruma ve güçlendirme büyüleri sayesinde, normalde tek başlarına karşı duramayacakları rakiplerine karşı güçlü bir avantaj yakalamış akıncılar, acımasızca saldırıyorlardı.

Ana gurup ilk anlarda sadece sıkı bir savunma ile üzerine çöken büyüye karşı durmaktan başka bir şey yapamadı. Üzerlerine gölge sütunları yağarken, yozlaştırma ışınları tek tek onları yoklarken, zehir voleleri saflara dalgalar halinde bindirirken, ateştopları ortalığı cehenneme çevirirken... Sadece direndiler ve ayakta kaldırlar. Büyücüler ve ruhbanlar olanca güçleriyle korumaları ayakta tutup şifa büyülerini dost safların üzerinden eksik etmediler. Cezalandırmaya karşı yapabilecekleri çok fazla bir şey yoktu çünkü açık alanda ve dört yanları çevrilmiş biçimde çok güçlü bir büyücü çemberinin içine düşmüştüler. Ama gececiler ve silahşörler büyücüleri oyalama işini alır almaz, çember kırıldı ve felaket dişlerini çıkardı. Sahaya bu andan sonra Akıncıların yıkıcı gücü ağırlığını koydu.

Jakk sinsiliğinin pelerinine sığınarak süratle safların arkasından dolanmış ve diğer gececilerle, silahşörlerle her zamanki yöntemlerle paylaştıkları hedefine dönmüştü. Jakk kendini sütun terastan aşağıya savururken hala Gececi Tanrıçası Xilli'nin ihsanı olan görünmezliği üzerindeydi. Raskan cengaver bir müddet düştü ve sonra bilekliğindeki halatkamçı düzeneğini iradesi ile çalıştırdı. Büyülü halatkamçıdan örümcek ağı gibi, sarmaşık gibi bir kol ileri ok gibi atıldı. Yukarıdaki su oluğunun başını süsleyen koca ejderha başı süslemesindeki dişlerden birine sıkıca sarıldı. Halatkamçı minik raskanı süratle yukarı çekti ve Jakk su gibi akıcı bir çeviklikle, ölüm gibi sinsice tırmanıp büyücü kemmin arkasına geçti.
Kemm daha ne olduğunu anlayamadan üzerindeki bütün korumaları düşmüş ve bütün büyüleri susmuştu. Hışımla arkasını dönüp elindeki koca asasıyla savunma pozisyonu almaya çalışırken kalın zırhının delinip bedeninin deşildiğini hissetti. Güçleri de hemen hemen aynı anda geri geliyordu ama çok geçti. Bedenine işleyen zehir kokteyli çok güçlüydü, bedeninin içini oyan bu kama çok acımasızdı. Amansız ölümün kollarında acıyla inlemeye bile güç bulamadı kemm büyücüsü. Jakk çok temiz ve hızlı bir biçimde kemmin kafasını diğer kamasıyla kesti ve şelaleden aşağıya bıraktı. Çocuksu ve neşeli bir gülümsemeyle safça konuştu.
"Biri gitti, kaldı yedi." Jakk'ın yanında taşıdığı en pahalı donanımlardan birisi anti büyü kristali taşıyan büyücü kapanıydı. Tek bir kristalin bedeli eşek sürüsü yüküyle altın ve mücevher değerinde olduğundan ve güçlü büyücülerle, büyülerle karşılaştığında bu nesne çok çabuk özelliğini yitirdiğinden; bu nadir nesneleri bulundurmak ve verimli kullanmak her babayiğidin harcı değildi. Jakk çok ensesi kalın bir babayiğit idi.

Furin, Jakk kadar oyuncak meraklısı değildi ama yarı kan kanatlı elf olan bu cengaverin de kendine has kabiliyetleri vardı. Furin sırtındaki kanatlarını gizleyen büyüyü etkisizleştirip gerçek görüntüsüyle kendini sütun terastan aşağı savurduğunda kanatları onun hemen yukarı kaldırdı ve süratle çizdiği küçük bir yayın ardından görünmezlik pelerinine bürünmüş halde kendi payına düşen büyücünün üzerine çöktü. Furin'in dalışı habersiz büyücünün kalkanının üzerine patladığında büyücü sendeledi. Kanard(kanatlı elf kanı taşıyan yarı elflere verilen isim) elinde tuttuğu iki ucu bıçaklı koca savaş asasıyla çılgın bir saldırıya kalkmıştı. Büyücü korumalarını güçlendirip itici ve zarar verici büyülerini arka arkaya gönderiyordu ama Furin'in havadaki dansı kusursuzdu. Kanatlı savaşçının bir arıkuşu gibi süratli ve çevik saldırısı hem büyücüyü sürekli savunmada kalmaya zorluyor hem de arada bir çıkartabildiği büyülerin büyük bölmünden sakınmasını sağlıyordu. Yine de bu uzun süre devam edebileceği bir dans değildi ve Furin arkadaşlarına sadece zaman kazandırdığının farkındaydı. Varsın öyle olsundu. Onlar gerekeni en kısa sürede yapacaktı zaten, silah arkadaşlarına güveni tamdı.
Shokunami ve Hunthar'ın kendi paylarına düşen büyücülere karşı yaklaşımı bu gececi ve büyücü silahşör tayfasının yaklaşımından daha farklıydı. Avcı silahşörler olarak menzilli savaş taktiklerine ve savaşçı evcillere güvenen bu cengaverlerin saldırısı ilk anda iki büyücüyü kilitlemişti. İki evcil; ejderkedi Çozz ve fazörümceği Yapışş, efendilerinin saldırıları için iki büyücünün dikkatini dağıtıp duruyor ve büyü kullanmalarına engel olmak için bütün maharetlerini ortaya koyuyordu. Çozz uçarak ve yer değiştirip kah yakından, kah uzaktan vurarak kemmin bir saldırı taktiği geliştirmesini zorlaştırıyordu. Shoku bu esnada bu güçlü kemmin büyülü korumalarını kırmak için Nesinfey300'ü ile durmadan güçlü özel atışlarını saydırıyordu. Hunthar'ın buharlı arbaleti de geri kalmıyordu. Uzun bir sıçrayışla, süratli ağ halatlarıyla kısa sürede kendi büyücüsüne ulaşmış olan Yapışş isimli fazörümcek, büyücü kendisini itici şok dalgası büyüleriyle aşağılara fırlatsa bile süratle geri dönüyordu ve asitli ağ tükürüğü ya da zehir püskürten ısırışıyla oyalama işini başarıyla yerine getiriyordu. Hunthar'ın atışları büyücünün büyü gücünü emen sülük atışlar ve sessizlik etkisi getiren atışlar ağırlıkta olmak üzere hastalık ve zehir özellikleri taşıyan sinsi atışlardı. Atışları yağmur gibi yağıyor ve hiç ıskalamıyordu.

Diğer büyücüler de benzer yöntemlerle kontrol altına alıdığında gurubun savaşçıları öne çıkabilmiş ve kendilerine yüklenen devasa kemm savaşçıları ile çarpışmaya başlamıştı. Bu noktada Cens'in bu salondaki şelalerin gücünü suejderinden kollara çeviren büyüsü çok etkili olmuştu. Büyü oldukça kalabalık sayıda kemm savaşçısını bu yuvarlak savaş alanından süpürüp aşağıdaki sulara fırlatmıştı. Suejderleri Kir Jarad tarafından çözülüp ortadan kaldırılana kadar gölgeörücüler de savunucu konumdaki güçlerini yeniden düzenleyip iblis evcillerinden oluşan bir gurubu savaş alanına celp etmişti. Eris ve Romulion ikilisi güçlü ustalardı. Sanatlarında derin ve karanlık güçleri olan ikili pek az sayıda gölgeörücünün aynı anda hükmedebileceği sayıda iblis evcile sahipti. İki büyücü de beşer evcilini(imp, sukubus, kılıçiblisi, gölgedevi, cehennemdevi) savaşa sürdüğünde ortalık bir anda çok daha kalabalıklaşmış ve aynı anda da çok daha hızlı seyrelmeye başlamıştı.
Büyücülerin ve şifacıların önüne kalkan olan koruyucu cengaverlerin yanına destek gelen bu on ifritin güçleri efendilerinin gücüyle birlikte katlanırdı ve Eris ile Romulion'un evcilleri burada kemm saflarına kıyamet gibi vuruyordu. Kemm safları yavaşça ama sürekli biçimde toparlanıp biraraya getirilerek büyücülerin vuruşları için daha kolay hedefler halinde kontrol altında tutuluyordu.

Çok karmaşık gibi görünen savaş alanı aslında şu haliyle sınırları Althar tarafından çizilmiş son derece düzenli bir oyun sahasıydı ve herşey yerli yerindeydi, herkes vazife başında idi.

Koca devin vuruşları sert ve çok etkiliydi. Büyülü güçlerle yüklenmiş baltanın ve fiziksel gücünün koruyucuların üzerine yüklediği mistik hasarların tedavisi zorlayıcıydı. Üç koruyucu mükemmel bir dans ile sürekli değişerek devin ilgisini üzerlerine çekiyordu ve diğerleri saldırıların hasar ve etkilerinden arınırken kendini feda ediyordu. Koruyucu olmanın doğası ve kuralı buydu. Ne Brom, ne Bolthar ve ne de Althar bundan şikayetçiydi. Bu onların onuru ve dostlarına borcuydu. Bir koruyucu olmak zorlu ve fedakar, cefakar, acı dolu bir yol idi.

Acı hiç eksik olmuyordu koruyucuların üzerinden. Kir Jarad'ın güçleri keskin ve şiddetliydi. Güçlerini hışımla ve ustalıkla kullanıyordu. Taktikleri vardı ve Althar'ın hemen dikkatini çektiği üzere çok akıllı bir düşman olmasa da son drece disiplinli ve kararlı bir düşmandı. Brom'un ateş güçleri ve darbeleri epey yaralayıp canını yakmasına rağmen hiç gerilemiyor ve temkinli yaklaşmıyordu. Kir Jarad kafadan dalmaya ve öfkeyle kudurarak dalmaya devam ediyordu. Vuruşları git gide güçleniyor ama savunması da daha çok açık veriyordu. Yine de dev yaratık bu üç koruyucunun verdiği hasara daha saatlerce dayanabilecek gibi güçlü bir duruşa sahipti.

Güç... Bu ejderdevin sahip olduğu şeydi. Koca yaratık savaş ve kıyım için, yıkım için yaratılmıştı. Vuruşları ve kabiliyetleri çok etkiliydi, çok sakınılasıydı. Üç koruyucu mümkün olduğunca bu darbelere hedef olmamaya ya da aldıkları hasarı daha azaltacak şekilde darbeleri kabul etmeye çabalıyordu.
Ejderdevin vuruşları düzen içinde ve neredeyse şaşmaz bir ritim içindeydi. Büyücülerin kilitlenmesinden sonra ritm kısa sürede çok daha belirgin hal almıştı. Büyücüler gidince bir iki yeni taktik daha kullanmaya ve hem koruyuculara hem de akıncı gurubun tamamına vurmaya başlamıştı.

Önce bir şimşek zinciri geldi. Üç koruyucu bu şimşek zinciri üzerlerine vurduğunda acıya ve iradeyi test eden bedenlerinin tepkilerine karşı direndi. Bu zayıflamış hallerinde ikinci geniş alanlı saldırıya hedef oldular. Yıldızateşi nefesi ejderin ağzından geniş bir koniye acımasızca, hiddetle kükrendi. Vuran darbe hem yakıcı hem de dondurucuydu. Vuran darbe bir dağ gibi güçlüydü. Şifacılar ve büyücüler tam koruyuculara destek büyülerini göndermeye çalışırken bu defa da onların üzerine bir yıldırım fırtınası büyüsü patladı ve koca akıncı gurubu bu yıkıcı fırtına çemberinden sağa sola çılgınlar gibi kaçışıp savruldu. Bunun üzerine Ejdervekil diğer bir büyüyü haykırdı ve saldırdı. Baltasını yüklenmiş koca büyü ile yere bir çekiç gibi vurdu. Baltadan patlayıp yayılan enerji kubbesinin dalga dalga vuruşu hem koruyucuları hem de diğer beş gurubu birden vurdu. Bu kaçınılmaz darbenin ardından toparlanmaları daha da geciktiren koca savaş çığlığının içindeki girdaplı şok ezgileriydi. Büyücülerin ve şifacıların güçleri bu saldırı dizisi her cerayan ettiğinde test ediliyordu. Kısa süre içinde arka arkaya bu kadar yoğun saldırı yapabilen pek az rakip ile karşılaşmıştı Akıncılar. Bu dev tam bir yokedici idi. Zaman büyük bir düşmandı, bu dev süratle yok edilmeliydi!
 
Büyücülerin üzerine çöken saldırı, ejderdevin saldırı dalgalarından fırsat buldukça ama artan bir aciliyet hissinin verdiği artan bir güçle gerçekleşiyordu. Büyücüler onları oyalayıp zayıflatan silahşörlerin ve evcillerin karşısında tek başlarına hala güçlüydü ama uyum sağlamaları, taktik bulmaları, karşısındakinin korumalarını tüketmeleri zaman alıyordu ve bu zaman onlara kendi yıkımları olarak dönüyordu. Büyücü kemmler olanca dayanıklılıklarına ve sahip oldukları yıkıcı öldürücü güçlere rağmen akıncı gurubun mükemmel bir savaş dansı sergileyen birlik ruhu karşısında boyun eğiyordu.

Bir büyücü daha, daha çok savaşçı kemm... Bir büyücü ve bir tane daha... Ve daha çok kemm savaşçısı... Sayıları azaldıkça Akıncıların bu düşmanlara vuruşu daha da sertleşiyor ve güçleri artan bir oranla koruyucuların uğraştığı Ejderdeve dönüyordu.

Sonunda bütün büyücüler gittiğinde kalan savaşçılar da biraraya toplanmış ve hepsi süratle alan etkili katliam büyüleri ile yokedilmişti.
İşte bu anda yapılması gereken kapıların mühürlenmesi ve köprülerin yıkılması idi. Shokunami, Kuup, Sulvor ve Levye ile Hunthar bu işe verilmişti. Sabotaj ustaları kısa sürede bir bir tünelleri çökertiyor ve köprüleri havaya uçuruyordu.

Ejderdev üzerine çöken felaket karşısında gitgide daha da öfkeleniyor ve şiddeti artan bir saldırıyla üç koruyucuya yükleniyordu. Üç koruyucu daha sık biçimde yer değiştirmek zorunda kalıyordu. Devin saldırı dizisindeki aralıklar gitgide azalıyor ve saldırıları sıklaşıp güçleniyordu. Ama aldığı karşılık da güçleniyordu. Akıncılar deve tamamen uyum sağlamıştı ve ritmik saldırı düzenine karşı tepkileri kısa sürede ezberlemişti. Dev ile dans ediyordular...

Dans daha fazla uzamadı. Bir kez ritmi yakaladıklarında bu iş Althar'ın Akıncıları için çocuk oyuncağı idi.

Ejderdev üzerine yağan saldırılar karşısında elinden geleni olanca şiddetiyle yaptı ama bu onun kaldırabileceğinden daha ağır gelmişti. Karşısındakiler bir çapulcu ork ordusu değildi. Bunlar Althar'ın Akıncıları idi. Ve dev boyun eğdi.

Dizlerinin üzerine şiddetle yığılırken kanatlarını ve kollarını açıp son bir savaş çığlığı ile kükredi. Bir kez daha ayağa kalkmaya çabaladı ama Brom'un göğsüne attığı güçlü bir tekme ile yere sırtüstü serildi. Bolthar'ın baltası iki kaşının tam ortasına indi, Althar'ın savaşçekici göğüskafesinin ortasına patladı. Bir daha da yerden kalkamadı Kir Jarad. Akıncıların silahları birbiri ardına üzerine saplanıp onu yere adeta mıhladı. Büyüler onu ezdi ve özünü yakıp kül etti. Ejderdev, Kir Jarad işte böyle düştü ve öldü.

(devam edecek)

******
"Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra ya hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise birtek yerde kabul ediyorum. Yaşamak varken yaşayamamış olmakta."

Uzun Yol - Susayanın Uyanışı (https://rapidshare.com/files/2985198102/Susayanin_Uyanisi.pdf)

Çevrimdışı Althar

  • **
  • 70
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
    • http://grimaden.blogspot.com/
Ynt: Althar'ın Akıncıları: Altıngöl ve Ejderha (11. Bölüm)
« Yanıtla #10 : 06 Ağustos 2012, 13:21:00 »
******

Kemm Liç Auruz Vektashi kontrol etmeye çabaladığı öfkesinin fırtınasında sarsılıp durdu. Güçlükle duygularını kontrol ediyordu. Bu başarısızlık çok büyüktü. Güçlü tasarımı nasıl da alt edilmişti. Bu egosunu epey yaralamıştı doğrusu. Büyük uğraşlar ve çok zaman harcamanın sonunda büyük güçlerle donattığı bu yaratımına ne çok güvenmişti oysa. Koca bir küfür dizisi ve bir dolu koca lanet okudu Auruz Vektashi. Liçin gözleri çılgın gibi parladı.
"Gelin bakalım," diye kinle mırıldandı Liç. "Canlarınıza susadım..."
Hışımla içine döndü ve Rahip Leşkesen ile arasındaki bağı kuvvetle salladı. Rahibin ruhunu çekip huzuruna çağırdı.

Rahip aldığı emirler ile süratle yola çıkarken içinde sıkışıp kalmış korven benliği korkuyla bir çocuk gibi sinmişti. Lanet olsundu o güne. Güç peşinde koşarken içine düştükleri bu lanetli duruma lanet olsundu. İçindeki bütün öfkeyi dışarıya nefret olarak yansıttı Rahip. Çevresindeki güç halesi yoğunlaştı ve şiddetle kararıp gölgelere, buz gibi soğuğa büründü.
Aldığı emir ortadaydı. Hain Rorklutch'ı bulacak ve yok edecekti. Bu emre direnemezdi. Hem neden dirensindi? Zaten kazanmalarına, kurtulmalarına imkan yoktu. Hiç olmazsa sefil hayatının kalan kısmında bu efendiye yaltaklanarak biraz daha az lanetli bir yaşam sürebilirdi. Hem belki liç ondan memnun kalırsa onu güçler ve ölümsüzlükle de ödüllendirebilirdi? Yine de bu son düşünceleri hemen kafasından uzaklaştırdı ve kendinden iğrendi Rahip. Bu sefil varlığının bile bir dayanma kapasitesi vardı ve Rahip Stakios Leşkesen bu iblis dölü kemm liçin kuklası olma düşüncesinde cehennemi yaşıyordu. Uğursuz dudaklarında küfürler ve lanetlerle hışımla yürüdü kukla Rahip.

*******

Althar yönlendirildiklerini hissediyordu. Bu kadarını da bekliyordu doğrusu. Törpü de en önde beraberce ilerlediği paladine dönüp aynı gözlemini söylediğinde Althar sadece kahkahalarla gülerek kafasını sallamıştı. Fareaadam bu içi dolu ve sağlam özgüvenden hoşlanmıştı. Bu gurup çok iyi bir silaharkadaşı gurubuydu. Herşey bittiğinde yine düşman olacak olmaları ve günün birinde bunlardan birkaçını ya da hepsini öldürmek zorunda kalabilecek olma düşüncesi neredeyse üzecekti korveni. Neredeyse. Ama o kadar da uzun boylu değildi yani.

Yol o kadar uzun değildi. Birkaç kat çıktıktan ve birkaç büyük salonu yine büyük iskelet taburları dolusu düşman tarafından daha zayıf bırakılmış istikametlere yönlendirilerek geçtikten sonra artık arkalarından gelen yoktu. Gittikleri yol ortaya çıkmıştı.
"Piramidin büyük ayin salonuna gidiyoruz, Kızıldolunay salonuna. Auruz Vektashi genelde oradadır," diyerek açıklamıştı Törpü. Törpü bu piramide ilk girdiklerinde ekibi ile çok süratli ve iyi bir keşif yapmış ve sonrasında da birkaç kez buraya uğrayıp olası bir saldırı için cesurca keşiflerde bulunmuştu. Ne yazık ki şu güne kadar bir şeyler yapmaları pek mümkün olamamıştı ama işte burada bu kısıtlı bilgileri bile çok işe yarıyordu.
"Görünüşe göre evsahibi ile tanışacağız. Ne şeref," diye güldü Althar. Akıncı gurubuna hazırlık emirlerini verdi ve özel görevi olan birkaç kişiye son kez hatırlatmalarda bulundu. Güçlendirme ve koruma büyüleri tazelendi. Saldırı büyüleri ve silahlar kavgaya hazırlandı.

Uzun koridor kocamandı. Hem çok yüksek hem de çok genişti ve koridorun her yirmi metresinde sağ ve sola açılan kapılar da bu ölçülere yakışır büyüklükte idi. Bu koca koridorlarda koca ejderler rahatlıkla gezebilirdi. Büyülü ateş çanaklarından yayılan ışık ve karanlık gölgeler duvarlarda dans ederken salona yaklaştıkça soğuk mavi ve yeşil bir ışıma güçleniyordu. Hava soğuyor ve açıkça büyü ezgileri, karanlık fısıltılar içlerine dolmaya başlıyordu. Burası piramidin kara büyülerinin beşiğiydi. Burası Auruz Vektashi'nin tahtıydı.

İçeriye yürüdüklerinde ilk farkına vardıkları şey tam karşılarındaki tahtın üzerinde süzülen Kemm Liç ve salonun büyüklüğü idi. Salon içinde ejderhaların uçabileceği kadar büyük bir alan kaplıyordu ve tavanı da çok yüksekti. Karanlık gölgeler ve kötücül soğuk yeşil nmavi ışıltılarla, ateş çanaklarından saçılan kızıl islerle çevrelenmiş kocaman bir kare şeklindeki salonda liç ile başbaşa gibi görünüyordular. Ama onlar ilerledikçe bu durum süratle değişti.

Görünmezlik büyüleri kalktı ve mumya büyücüler ile mumya savaşçılardan oluşan seçkin yakın koruma ordusu liçin her iki yanında ve salonun her iki kenarı boyunca ortaya çıktı. Bu görüntü karşısında paniğe kapılıp kaçmaya kalkacak olsaydılar, akıncıların hemen fark edeceği ilk şey devasa kapıların süratle çoktan kapandığı ve mühürlendiği olacaktı. Ama Akıncıların kaçmaya hiç niyeti yoktu. Korku hayatlarında ilk kez karşılaştıkları bir şey değildi, onunla yaşamayı çok iyi biliyordular.


Mühür büyüsü ile salonu kapatmıştı Liç. Bütün yan geçitler ve ana kapı büyü ile kapatılmış ve mühürlenmişti. Bu zamanlı ve çok sağlam bir büyü idi. Zaman ile bağlanmış büyüleri sadece büyüyü yapan kişi ya da büyüyü yapandan çok daha güçlü bir büyücü kaldırabilirdi. Şu durumda buna hiç mi hiç gerek duymuyordu Aknıcılar.
Cens durumu bildirdiğinde Althar ve Theoros gözgöze geldi. Althar gülümsedi. Theoros bezgince başını salladı ve dudaklarından küfürler akarken belindeki küçük bir kesenin içinden bir büyük kese çıkardı. Althar'a attı. Cüce iddiayı kazanmıştı. Liçin salonu mühürlemeyeceğini, sürekli destek alacağını iddia etmiş ve buna hazırlıklı gelinmesini sağlamıştı savaş rahibi. Ama Althar yine de aksini iddia etmişti. Liçler ne kadar güçlüyse o kadar kibirli olurdu ve bu liç çok güçlüydü. Bu da en büyük zayıflığıydı.
"Ya...k kafalı yeraltı maymunu..." dedi Theoros öfkeyle fısıldarken. Bu kesede son iki seferden kazandığı bütün altınları vardı. Kısacık zamanda bir hışımla, liçe bir sürü koca küfür ve hakaret sayıp döktü rahip.
Althar keseyi kendi para kesesinin içine tıkıştırırken ağzı kulaklarında gülüyordu. Theoros'un parasını almaya bayılıyordu.

Liç kendisine ağır ama kararlı adımlarla yaklaşan, şimdiden salonun ortasına gelmiş guruba doğru karanlık ve soğuk sesiyle, yıpratıcı ezgiler fısıldayarak konuştu.
"Beni bu sefil minik gurubunuzla mı durdurmaya geldiniz? Ben Auruz Vektashi'yim! Efendimiz Kıyametelçisi'nin Birinci Kulu ve Xalazoph-Kheem'in Gardiyanı'yım! Ben sizin ölümünüzüm! Bana karşı duramazsınız! Buradan sağ çıkmanıza imkan yok!" diye sonunda kahkahalarla gülerek kocaman kükredi Liç.
Sesi bile o anda ilk dalga saldırısı gibi akıncı gurubu sarsıp etkilemişti. Sesindeki büyüler çok güçlüydü. Düşmanın aklını karıştırıp savaş gücünü budayacak güçlü efsunlar yılan gibi sinsice ruhlara sokuluyor ve sokacak bir delik arıyordu. Ama cüce Althar'ın gurubunun üzerine ördüğü liderlik iradesinin zırhı çok kalın ve dayanıklıydı. Althar sadece liçin gözlerine canı sıkılmış biçimde bakıyor ve esniyordu. Esniyordu!

Liç bu esnemeyi ve sıkkın, kayıtsız bakışı gördüğünde kahkahalarının içinde ilk kez şüpheye düştü. İlk bakışta görülen bir ışıltı vardı cücenin gözlerinde. Şimdi dikkatle baktığında çok daha iyi görüyordu. Güngörmüş bir cüce, yıllanmış bir cengaver, kudretli bir ermiş savaşçı vardı karşısında. Karşısında Durathar'ın en büyük ihsanlarına nail olmuş çok güçlü bir paladin vardı. Bu cücenin gözlerinde uzun yıllar önce sadece bir kez daha gördüğü bir şey görüyordu Liç. Sarsılmaz bir inanç. Bu nadir bulunan pek kıymetli ve pek tehlikeli bir şeydi.

"Bütün bu tantananın, bütün bu dökülen kanın ardındaki sensin demek. Güzel. Sorunun köküne inmişiz sonunda," derken kocaman pis bir sırıtışla konuştu Althar. Yüzünde kendine güven ve kararlılık vardı. "Sevdiklerimiz için imkansızı mümkün yaparız Auruz Vektashi! Ve biz Altıngöl'ü çok seviyoruz!" diye konuştu gülümseyen Althar
"O halde gazabımı alacaksınız!" diyerek cevabı hemen yapıştırdı Auruz Vektashi. Sesi soğuk ve ürkütücüydü. Pek çok savaşçı bu ses yüzünden bile arkasına bakmadan kaçmaya başlayabilirdi. Sesindeki efsunlar şimdi çok daha karanlık ve yıkıcıydı. Ama bazılarını hiç mi hiç etkilemiyordu bu dehşetli efsunlar...
"Sen daha önce benim ünlü ve muhteşem değneğimi alacaksın, hem de köküne kadar!" diye araya giren, kemerinin önününde asılı sallanan koca büyülü değneğini eliyle sağa sola anlamlı anlamlı sallayan bembeyaz ve gümüşlü, ışıltılı cüppeli rahip Theoros idi.
Liç bu ahlaksız göndermeyi almıştı ve cevaben kükredi.
"Küstah! Saygısız, sefil insan! Bakalım canlı canlı derini yüzüp, etini kemiklerinden ellerimle sıyırırken de  böyle konuşabilecek misin!"
"Kızdırdın onu Theoros. Bunu hep yapıyorsun, hani bu defa temiz oynayacaktık," diyerek sahte bir azarlamayla konuştu Althar. Liç ile dalga geçerken Theoros ile şakalaşıyordu. Rahip koca kahkahalarla sinir bozucu bir biçimde gülüyordu.
Liç kızmıştı hem de çok. Kocaman kükredi.
"Yeter!!! Bu kadar yeter. Hazırlıklı olduğunuzu sanıyorsunuz! Ama gerçekten öyle misiniz, şimdi göreceğiz. Saldırın!" diyerek emretti Liç.

Bir anda ortalık soğuk rüzgarlar ve tipi patlamalarıyla uğuldayıp gürledi. Işıklar çaktı ve savaş sesleri her yeri sardı. Üç jares sırtlarında kudretli liç süvarileri ile devasa salonun kuzeybatı, güneybatı ve güneydoğu köşelerinde görünmezliğin içinden belirdi. Althar'ın Akıncıları kuşatılmıştı işte. Kavga işte böyle başladı.

Bir anda ortaya çıkan üç jares ve liç süvarileri çok beklenmedik bir şey değildi ve akıncıların buna hazırlığı vardı. Althar'ın Akıncıları çeşitli ırk ve geçmişlerden renkli bir gurup gibi görünse de işin özünde hepsi tek bir vücut idi. Yıllar ve yolların sonunda artık bu gurup kaynaşıp bir olmuş, tecrübe ve acı ile birbirine sımsıkı bağlanmıştı. Dağınık biçimde salona girişlerine kadar çok ustaca aldatmacaların ardında saklanan bu gurup göründüğünden çok daha güçlü ve tehlikeli bir akıncı topluluğu idi. Salona girdikleri anda bile hepsi muhtemel düşmanlarına karşı savunma ve saldırı için en uygun pozisyonu almaya ve hedefleri paylaşmaya hazırlardı.
Nitekim Jaresler ileri doğru kanat çırptıkları anda akıncı gurubu süratle savaş durumu aldı ve altı guruba ayrıldı. Her gurubun koruyucuları hedeflerine kafadan dalmak için koşarken şifacılar ve silahşörler ile büyü kullanıcıları ortada sağlam bir pozisyon alıyordu. Yakın dövüşçüler ve celp edilen elemental muhafızlar, golemler ortadaki gurubu mumya savaşçılardan ve mumya büyücülerden korumak için çevrelerinde kalkan gibi konumlanıyordu.

Liçe dalanlar Brom ve Althar ile Jeena idi.
Brom koşarken bir yandan içindeki dev mirası gücünü çağırıyor bir yandan da silah arkadaşı Jeena'ya fısıldıyordu. Jeena ona kulak veriyor ve göz ucuyla bakıyordu.
"Jeena. Hepsini öldür, Jeena. Hepsini öldür," diye fısıldamıştı Brom'un anlamlı sesi. Brom bu çılgın ve yaramaz amazonu çok seviyordu. Ve onun bu lanet liçin çıkardığı belalar yüzünden çok mutsuz olduğunu gördükten sonra Brom da çok kızmıştı. Rom ile Jeena'nın beraberliği Althar'ın Akıncılarının hepsi için bir neşe ve mutluluk kaynağı iken şimdi ayrılıkları hepsinin içini kederle kamçılıyordu.
Jeena sadece kısaca başını salladı koşarken ve dudakları çok vahşi bir ela savaş çığlığı haykırdı. Yırtıcı çığlığı duyanlar canlı olsaydı daha ilk kılıç darbeleri inmeden kanları donardı. Amazonun içinde intikamcı fırtınalar esiyordu. Bu savaş ondan Romulion'u çalmıştı. Bu liçten nefret ediyordu ve şimdi burada bunu açıkça gösteriyordu. Liç ile aralarındaki mumya savaşçıların hattına bindirdiğinde mumyaları üzerlerindeki güç zırhları ve kudretli silahları bile koruyamadı.

Yeşimkılıçlı savaşçının yeşil alevlere dönüşmüş ışıktan kılıçları ışık ve ateş rüzgarları patlatarak, havada ateş tokatları ve girdap rüzgarları yaratarak dövüşüyordu. Jeena rüzgar gibi, şimşek gibi dövüşüyordu. Hiç darbe almadan, kılıçlarıyla bile düşman darbelerini karşılama gereği duymadan dehşetli bir dans ile kaçıp sakınarak dövüşüyordu. Kılpayı denecek mesafelerle ama hala yıldızlar kadar uzak bir rahatlıkla düşman hamlelerinden kaçıp kendi hamlelerini bütün korumalarına rağmen mumyaların özlerine gömüyordu. Kısa süre içinde sadece Jeena'nın liçin önündeki koruma hattına indirdiği felaket bile korkunç idi. Büyücü ve savaşçı mumyaların hattında koca bir gedik açılmştı. Yeşil ışık patlamaları ve ışıktan tokatlar havada çakıp duruyordu.

Jaresleri karşılayan savaşçıların yüzleştiği saldırılar ilk önce buzul çemberi ışımasıydı. Bu dondurucu ışımanın etkisine karşı koruma ve destek büyüleri almalarına karşın koruyucular sadece bununla uğraşmak zorunda değildi. Karanlık mızraklarından yaylım ateşlerine karşı durmalı, yıkıcı gazap ışığı saldırılarından sakınıp korunmalı, ayaz mızrakları ve zehir oklarından rüzgarlarla boğuşmalıydılar. Üzerlerine yağan siyah şimşeklere rağmen hareket etmeyi bırakmamalı ve sürekli vurmalı ve vurmalıydılar. Savaşçı tanrı Azes'in koruyuculara ihsan ettiği çelik efsunları sayesinde sert ve isabetli vuran silahlarıyla düşmanlarını sürekli üzerlerinde tutup diğerlerini korumalıydılar.

Yaptıkları buydu ve bunu çok da iyi yapıyorlardı. Azes'in efsunları düşmanların üzerine kamçı gibi inip ateş gibi özlerini yakarken Jaresler ve süvarileri koruyucuları aradan çıkarmadan gurupların üzerine çökemeyeceklerinin çok farkındaydılar. Koruyucuların kılıçlarındaki efsun gurup büyücülerinin güçleri için bir akıntı yoluna dönüşmüştü ve bu güce arkanı dönmek demek ölüm demek idi. Büyücülerin güçlü büyüleriyle yüklediği kılıçların vuruşları arada mesafe olsa bile bir mızrak gibi, bir şimşek gibi çakıyor ve Jaresleri isabetle vuruyordu.

Bir köşede Althar ve Brom ile Jeena liçin üzerine çökmüş onunla dans ediyorlardı. Diğer köşede Hrar ve Kuup bir jares ile boğuşuyordu ve Kuup'un jaresin üzerine sıçrayıp liç süvari ile yaratığın üzerinde dövüşmeye başladığı anlarda savaş alanının bu köşesi çok hareketlenişti. Hrar da bir ilham ile Jares'in üzerine sıçrayıp boğazına yapışmıştı ve çıldıran jares savaş alanının üzerinde dört döner bir halde paniğe yakalanmıştı.
Bir diğer köşede son derece düzenli ve disiplinli bir kavgada Paladin Lokka kendi payına düşen jares ve liçi canlarını öldüresiye sıkarak meşgul ediyordu. Güçlü paladinin içindeki ışık çok kudretli ve ateşliydi. Göz kamaştıran ışığı ve kılıcındaki kutsal ateşler yüzünden jares bu paladinden hem uzak durmaya çalışıyor hem de ondan uzak durmamaya çalışıyordu. Jares şaşırmış ve karmaşayla kendini kaybetmenin eşiğine gelmişti. Süvari liç öfkeden kuduruyor ama bir türlü jarese hakim olup istediği saldırıları istediği şekilde gerçekleştiremiyordu.
Bolthar'ın üzerine çöktüğü Jares ise diğer bütün savaşçı ve büyücülerin de üzerine odaklandığı ilk hedef idi. Arkayı temizleyip öne doğru dönme düşüncesiyle dövüşen akıncılar bu jares ve liç üzerinde korkunç bir hızla, bütün güç ve kabiliyetleri ile çalışıyorlardı. Süratle buradaki sayıları indirmek istiyorlardı. Bir liç kendini ve savaşan ordusunu yenileyip tazelemek için çok ilginç yöntemlere sahip bir düşman idi ve buna fırsat verilmemeliydi.
Bunlar olurken çevreyi sarmış olan mumya büyücüler ve mumya savaşçılar ise çevreye cömertce saçılmış Althar'ın savunma önlemleriyle yüzleşmekle meşguldü. Bu önlemler arasındaki kristal golemler süratle bir elma büyüklüğündeki çekirdeklerinden patlayıp beş metre boya ulaştığı andan itibaren büyücülerin başının belası olmuştu. Büyüye bağışıklık sahibi olan bu canavarların saldırısı mumya büyücüleri daha az doğrudan yöntemlerle kendilerini savunmaya itmişti ama azalan sayıları yüzünden bu yöntemler de kısa sürede gücünü kaybetmişti. Silahşörlerin saçtığı mayınlar ve süratle kurup kullanmaya başladıkları kıyıcı taret silahlar gölgeörücülerin evcillerinden de yardım alıyordu. Ateş ve toprak elementalleri yanında yarım düzine iskelet devi de Akıncıların safında dövüşüyordu. Özellikle Radorna'nın iskelet devleri ve Rom'un golemleri burada kemm savaşçılar üzerinde çok etkili oluyordu. Bu savunmaları aşıp hala merkezdeki guruba yaklaşabilen sayılı mumyayı karşılayan ise Şaman Vjanix'in şimşekler çaktıran totemleri ile koca bir kar kaplanına dönüşmüş druid Snowmia'nın ayazlı pençe vuruşları ve donduran nefesiydi. Avcı silahşörlerin evcilleri de bu koruma çemberinde olanca güçleriyle vahşice çarpışıyordu. Büyücü ve şifacılara ne büyü ne de kılıç yaklaşabiliyordu.

Yine de kavga bu kontrol halinde gibi görüntüsüne karşılık son derece zorlu ve parmak uçlarında cereyan ediyordu. Auruz Vektashi güçlü bir liç idi ve ondan önce de güçlü bir büyücü rahip idi. Üzerindeki kadim ve kudretli kan asası olamadan bile bir dolu kudret yadigarının güçleriyle kuşanmıştı. Büyülerinde usta ve irfanda derindi. Auruz güçlü ve belalı bir düşmandı ve Brom ile Althar bunu iliklerine kadar işleyen soğukta hissedebiliyordu. Auruzu'un ustaca ve yıkıcılıkla kullandığı asasının girdap darbeleriyle savaşıp onun üzerine kalmaya çalışmak iki koruyucu için de çok zorlayıcıydı.
Kemm Liç arka arkaya kullandığı büyüleri ve doğaüstü yetenekleri ile hem koruyuculara hem de salondaki bütün akıncılara neyle uğraştıklarını bir an olsun unutturmuyordu. Liçin üzerindeki vampir ışıma durmaksızın bütün akıncılardan kan emiyor ve can çalarak acı şokları vuruyordu. Ayrıca liçin aldığı bütün hasar bu salondaki kullarının üzerine bu ışıma yüzünden belli bir oranda dağılıyordu ve liç daha az hasar alıyordu. Ayaz rüzgarı patlamaları gurubu vurup sarsıyor ve bir süre için hepsini hareketsiz bırakıp ayaklarını dizlerine, bellerine kadar buza saplıyordu. Bunun ardından gelen soğuk kuyu büyüsü ile oluşan kara hiçlik kuyusunun soğuk ışıması yakınında yakaladıklarının bedeninden bütün ısıyı emerek onları donduruyordu. Soğuk kuyuların sayısı git gide artıyordu ve salondaki savaş alanı her an değişerek akıncıları hareket halinde tutuyordu. Kemik tuzağı büyüsünün yarattığı engeller yüzünde hareket etmek sorundu ve yavaşlayıp saplanan akıncılar hemen o anda üzerlerine yağan karanlık mızrağı dalgalarıyla yüzleşiyordu. Bir yere çok fazla akıncı toplandığında liç oraya hemen bir yeşilköz topu büyüsü gönderiyordu ve geniş bir alanı parçalayan bu büyü yüzünden şifacılar zor anlar yaşıyordu.
Ama şifacılar en çok gazap ışığı büyüsüyle zor anlar yaşıyordu. Bu saldırıyla vurulan kişiyi tam zamanında yakalayıp süratle koruma altına alamaz ve iyileştirmezlerse bu kişinin süratle kaybedilmesi hem de diriltme kabul etmeyen lanetli bir ölüme kaybedilmesi işten değildi. Şimdiden üç akıncıyı ölüme kaybedip Snowmia ve Vjanix'in diriltme büyüleriyle geri getirmiştiler zaten ve bunu savaş sürerken daha kaç kez yapabileceklerinden emin değildi şifacılar. Savaş alanında savaş sürerken bir ölüyü canlandırmak çok tüketici bir çabaydı.

Althar kavgayı olabildiğince yakından izliyordu ve sürekli kardeşi Hunthar'dan iletişim taşıyla bilgi alıyordu. Akıncılarının gücü süratle eriyordu. Vampir ışıma ve maruz kaldıkları diğer saldırı büyüleri şifacıları çok zorluyordu. Hem kemmler ve hem de Jaresler ile uğraşmak da akıncıları tüketiyordu. Ellerindeki en sert saldırılarla büyük bir çaba göstererek dövüşüyordu Althar'ın Akıncıları. Hem kaçıp sakınıyor hem de vurup duruyorlardı. Bu söylendiği kadar kolay yapılan bir şey değildi. Çok büyük bir odaklanma ve çok büyük fedakarlıklar gerektiren bir çabayla terliyordu hepsi.

Savaşın dönüm noktası salonun mühürlerinin kırıldığı andı ve Hunthar bunu bekliyordu. Hemen işaretini verdi ve diğer üç silahşör hemen Hunthar ile harekete geçtiler. Shokunami ve Sulvor da Hunthar ile beraber hemen belirledilkleri beş noktaya koşturdular. Sırtlarındaki çantaların içinden çıkardıkları büyülü kutuları yerlerine yerleştirip etkinleştirdiler. Büyülü kutuların kurulmuş büyüleri hemen birbirini tanıyıp birleşti ve ortak güçleriyle salonun bütün duvarlarını karış karış gezip bir kabarcıkla sardılar. Kabarcık kısa süre içinde yoğun bir büyü ile ışıldamaya başladığında Hunthar tamam olduğunu biliyordu.
"Eris! Romulion! Sizin sıranız!" diye bağırdı cüce.
Gölgeörücüler hemen öne çıktılar ve ortak büyülerine başladılar. Eris'in yönetimindeki büyüye destek oluyor ve bütün gücünü Eris'e aktararak onun odaklanmasına, dayanmasına yardımcı oluyordu Rom. Eris bağlar ve karanlık iblis büyüleri konusunda bir uzman olarak üne sahipti. Burada uzmanlığı gerekiyordu. Burada kesilmesi gereken bir bağ vardı!

Ejderhanın varlığı ve liç ile bağlantısı konusunda ellerinde ne kadar az bilgi olsa da bildikleri Eris için çok şey ifade etmişti ve Eris hemen hazırlıklara başlamıştı. Eris bunun çok zor olmadığını ama çok riskli ve tehlilkeli olduğunu söylemişti. Ama riskler de ona göre azdı çünkü liç son derece işi başından aşkın bir halde olacaktı. Eris o zaman bunu rahatlıkla yapabilirdi.

Aslında Brom ve Althar bir şeyler hissedip hışımla duruşunu değiştirmeye başlamış liçin üzerine ellerindeki en ağır saldırılarıyla aciliyetle çökmeselerdi Eris bunu biraz zor başarırdı ama takım oyunun gücü de birbirini kollayıp desteklemekten geçiyordu. Eris Ejderha ile Liç arasındaki bağı önce yozlaştırmış ve zayıflatmış ve sonra da tamamen kesip atmıştı. Bu bağın kopmasının ardından liç bir an için paniklemiş ve boşluğa düşmüştü. Bu öfkelenmesine ve saldırılarının gücünü daha da arttırmasına neden olmuştu. Bu aynı zamanda savunmalarında daha çok açık vermesine ve her darbede daha çok hasar almasına da neden olmuştu..
Daha, daha ve daha... Liçin karşılaştığı durum karşısında öfkesi ve saldırısı büyüdükçe savunması da düşmüştü ve canı gitgide daha çok kanamaya başlamıştı. Liçin özü her an daha çok darbe alıyordu çünkü artık salonda kalan tek bir jares ve bir avuç kemm savaşçısının düşmesi sadece an meselesiydi. Bütün akıncıların gücü ve dikkati şimdsi liçe dönüyordu.
Liçin buna cevabı daha çok öfke ve daha sert saldırı oldu. Saldırısı o kadar sertleşti ki artık tek bir koruyucuyu liçin gücü karşısında ayakta tutmanın yolu yoktu. Kısa bir süre karşısında dikilebilen bir koruyucu heme geri çekilip yerini arkasındaki arkadaşına bırakıyordu ve hatta arkadaki adam öne çıkıp artık ayakta duramayan arkadaşının önüne siper oluyordu.

Taretler artık liçe dönmüştü, golemler etrafını sarmıştı ve elementallerin saldırıları durmaksızın üzerine iniyordu. Büyücülerin ve silahşörlerin en güçlü saldırıları yağmur gibi üzerine yağıyordu.

Liç artık çıldırmıştı. Kaçış yolu ve destekleyici bağı yok olmuştu. Üzerine çöken bir kıyametti ve buna dayanamıyordu artık. Saldırıları bir noktadan sonra artık ıskalamaya ve hedefini bulmamaya başlamıştı. Gücü ve kontrolü zayıflıyordu, özü sarsılıp varlığı titreşiyordu. Aklı ve iradesi gölgeler ile kaplanmıştı. Düşünme gücü ve hakimiyeti zayıflarken içindeki bir duyguya sarıldı. Sadakat.
Hışımla, yeni bir şevkle ayağa kalktı içindeki gücü. Hem efendisi ve hem de Atası için son bir dik duruşla son kavgasını verdi. Cesurca ve onurla dövüştü, kudurmuş bir gazapla dövüştü Auruz Vektashi. Ama kaçınılmaz olan kaçınılmaz idi. Ve kaçamadı. Sonunda özü bu saldırıya tamamen boyun eğdi ve dağılıp saçıldı. Auruz Vektashi yenildi ve Althar'ın Akıncıları'nın önünde düştü.

(devam edecek)

********
"Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra ya hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise birtek yerde kabul ediyorum. Yaşamak varken yaşayamamış olmakta."

Uzun Yol - Susayanın Uyanışı (https://rapidshare.com/files/2985198102/Susayanin_Uyanisi.pdf)

Çevrimdışı Althar

  • **
  • 70
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
    • http://grimaden.blogspot.com/
Ynt: Althar'ın Akıncıları: Altıngöl ve Ejderha (12. Bölüm - SON)
« Yanıtla #11 : 07 Ağustos 2012, 21:47:33 »
********

Rorklutch risk almıştı. Tehlikenin çok farkındaydı. Bir noktadan sonra liçin onun üzerine dönebileceğinin ve hatta döneceğinin bilincindeydi. İşte bu yüzden büyülü korumalarla ve aldatma yöntemleri ile kendini elinden geldiğince saklamıştı. Yine de sonsuza kadar saklanamayacağı aşikardı. Herşeyden önce saklanabileceği çok fazla yer yoktu ve Leşkesen o yerlerin çoğunu biliyordu. Nitekim liçin iradesi tarafından yönlendirilen rahip onu bulduğunda çok şaşırmadı.

Acı çok berrak ve çok saftı. Rahibin pençesinde havada çırpınıyor ve inleyip ciyaklayıp duruyordu. Leşkesen onu liçin huzuruna götürmeden önce iyice hırpalamaya kararlıydı.
Rahip karmaşık lanetli duyguların girdabında yüzüyordu. Güç hırsının ve iktidar hayallerinin onu götürdüğü yerde en berbat köleliğe kurban olmuştu. Beynini ve ruhunun içinde tecavüze uğramamış tek bir saklı köşe kalmamıştı. Rorklutch'ın her hatasında ilk önce Stakios cezalandırılıyordu ve her uygunsuz düşüncesi; Her direniş çabası birkaç misli ceza olarak üzerine dönüyordu. Leşkesen her köle gibi en çok kendinden olmak üzere herşeyden; Korvenlerden, liçten, Rorklutch'tan esaretinden, açgözlülüğünden çılgınca nefret ediyordu. Ve bu nefretin sonunda ise tek yapabildiği bütün öfkesini, bütün kinini her fırsatta Rorklutch üzerine boşaltmaktı. Rahibin köle ruhunun tek sığınağı, tek nefes alma fırsatı bu hastalıklı anlardı ve bu anlara tatkuyla sarılıyordu.

Rorklutch çektiği acıya dişini olanca direnme gücü ile sıktı. Sabrının bir sınırı vardı ve içindeki vahşi o sınıra gelmişti. Bu liçe daha fazla tahammül etmeyecekti. Sonu nereye varırsa varsındı... Acıyla iyice bulanıklaşıp düşünme kabiliyetini tamamen kaybetmenin eşiğinde sallanan zihni Leşkesen'in daha önce hiç bu kadar ileri gitmediğinin farkındaydı. Birşeyler cidden değişmişti. Yolun sonu belki de burasıydı.

Yolun sonu gerçekten de burasıydı. Altıngöl havzasından epey uzakta bir yerde Rorklutch'ın kaderini çizen hamle sonlandırılmıştı. Liç sonunda düşmüştü. Althar'ın akıncıları başarmıştı.
Bunu ilk önce Rahip Leşkesen hissetti. Üzerindeki büyülü ruhsal zincirlerin süratle gevşeyip dağıldığını duydu. İçindeki soğuk ve karanlık bilinç parçası dağılırken aracılık büyüsünün nişanı olan gözü de soğuk beyaz ışımasını kaybediyordu. Rahibin bedeni ve zihni yeniden kendisine aitti. Farkında olmadan büyük bir rahatlama ile Rorklutch'ı pençesinden bıraktı ve derin bir nefes çekti Leşkesen. Dudaklarından bir rahat nefes adeta gülerek kaçtı.
"Sonunda..." diye mırıldandı rahatlayan sesi.
Rorklutch düştüğü yerden yavaşça ama kinle doğruldu. Kenarda bekleyen Duumkla'ya baktı. Duumkla elinde tuttuğu bir iletişim taşıyla ona bakıyor dudaklarında çok memnun pis bir sırıtışla gülümsüyordu. Duumkla evet anlamında başını sallıyordu.
"En sonunda... En sonunda..." diye açlıkla ve kinle hırladı Rorklutch'ın sesi. Gözlerini kan bürümüştü. Dişleri cinnet geçiren bir kudurmuşlukla sıkılmıştı. Sonraki ses yüzü şok ve dehşetle çarpılmış, neden diye soran bir bakış yüzüne kazınmış rahipten geldi. Leşkesen'in dudaklarından çıkan ses acılı bir hırıltı ve kana boğulan nefeslerinin öksürüp öğüren sesiydi.
Büyükşefin hançeri bir kez daha rahibin bedenine girip çıktı. Ve bir kez daha. Albay'ın hançeri de çılgın bir coşkuyla Rorklutch'ın hançerine katıldığında ortalık kısa sürede havaya fışkıran kan fıskiyeleriyle kıpkırmızı olmuştu. Cinnet geçiren iki fareadam kin ve nefretle dakikalar boyunca Leşkesen'in cesedine hançer vurup durdular, tekmelediler, savurup parçaladılar. Rahibin ölmüş olması yetmiyordu. İçlerindeki kini durdurmaya yetmiyordu sadece ölmesi. Ceset paramparça olup fareadamdan çok bir et yığını halini alana kadar iki çılgın ve ilkel yaratık vahşi; hayvani sesler çıkararak delirmiş bir nefretle heryeri kana buladılar.
Sonunda bu kasaplık sona erdiğinde ikisi de nefes nefeseydi ve üstleri sırılsıklam kan içindeydi, ceset parçaları her yanlarındaydı. Bir yandan nefeslerini düzeltmeye çalışırken diğer yandan yüzlerindeki hastalıklı, vahşi bir gülümseme ile iblisçe sırıtıyordular. Liçten kurtulmuştular işte. İşte kurtulmuştular iblis dölünden.

"Şimdi ne yapacağız Büyükşef?" diyerek biraz daha toparlanmış sesi ile sordu albay.
Rorklutch en çılgın hayallerinde başarı karşısında uygulayacağı bir planı zaten yapmıştı.
"Dikensırt birliklerini derhal geri çek! Asgari çatışma! Güçlerini ve sayılarını mümkün olduğunca savunup süratle Yeşilçukurlara çekilsinler. Toparlanmadan önce kendi içimizde epey bir kavga vermemiz gerekecek Duumkla. Herkes bir kurban arayacak ve o tahta en çok uyan kelle benimkisi,"diyerek onu yeni bir kavganın bilincinde konuştu Rorklutch. Yine de çok daha iyi ve rahat hissediyordu. Bu defa kararları tek başına verecekti ve başında ona ne yapacağını söyleyen bir tiran olmayacaktı. Geriye kalan herşeyle başa çıkabilirdi.

*******
Liçin düşüşü savaş alanında hemen hissedilmişti. Namevt ordunun komutanları olan büyük liçlerin iradeleri şiddetle sallanmıştı ve kısa bir süre sonra kendi aralarında vartdıkları bir anlaşma ya da anlaşmazlıkla tamamına yakını kaçar gibi çekiliyordu savaş meydanından. Kalanlar ise güçlerini geri çekmeye ve guruplayıp biraraya getirme çabasında idi. Korven generalleri ise bir süre daha şuursuzca saldırılarını sürdürdüler ve değişen yeni savaş meydanını çözmeye çabaladılar. Korven anlayışı bazı şartlarda çok hızlı çalışırdı ve Dikensırt birlikleri savaş meydanından süratle çekilmeye başladığında, bunun haberi bütün saflara yaz yangınları gibi yayıldığında... İşte o zaman ortalık karıştı. Bir kıyamet koptu korven saflarında.Fareadam saflarındaki anlaşmazlıklar, kandavaları, düşmanlıklar ve kin su yüzüne çıktı. Korven güçleri hemen bu düşman topraklar üzerinde çıldırmış gibi birbirlerine girerken yer yer de ardına bakmayan tam bir kaçış, koca bir bozgun yaşanıyordu.

Liçin düşüşünün düşman üzerindeki etkisini haber aln Althar'ın yüzündeki gülümseme kocamandı. Törpü ve Levye'nin yüzlerinde de benzer gülümsemeler vardı. Hrar hala sağda solda devam eden küçük çarpışmalarda dövüşüyordu ama o da zafer naralarıyla kükrüyordu.

Şehirlerin rahatlaması raporlarla tamamen resmiyet ve kesinlik kazandığında Althar hemen piramitten Derindere'ye bir geçit açılmasını emretti. Cens hemen piramidin savunma önlemlerini etkisizleştirip bir geçit açarak destek guruplarının şehirlerden piramide akmasını sağlamıştı. Althar derhal buradaki liç filakterilerini bulmak ve liç belasına kalıcı bir çözüm bulmak istiyordu. Beş Şehir'den gelen takviye gececi takımları hiç durmadan Akıncıların çabalarına destek olurken kahraman bölükleri de bu arama esnasında piremit içinde yaşanan direnişleri ezip keşif takımlarına koruma sağlıyordu.
Aramalar süratle ve sonuç vererek devam ederken filakterilerden başka keşifler de yaşanıyordu. Kocaman kadim şehir piremidinin içinde çok ilginç sürprizler de gizliydi. Ve bu sürprizlerden bir tanesi özellikle kocamandı.
"Yeraltı maymunu," diye yanına iyice sokularak sordu Theoros.
Althar sadece dalgın dalgın adımlamaya devam etti ve sessiz homurtularını sürdürdü. Gözlerini hipnotize etmişcesine bağlayan bu manzara karşısında huşu içinde kendi kendine mırıldanıp duruyordu. Karşısında kocaman, devasa bir kadim ejderha vardı. Mavi pulları ışıl ışıl yanan bu ulu yaratığın uyuyan halindeki azameti bile sarsıcıydı.
"Althar?" diye dalgınca ve kendisi de ejderhayı hayranlıkla izlemeye dalmış bir halde bir kez daha seslendi rahip.
"Hıh?" diye kısmen kendine gelerek ama hala çokça dalgın biçimde sordu cüce.
"Ne yapacağız bu ejderhayla Althar?"
"Biliyorsam ne olayım, Theoros. Biliyorsam ne olayım..." diye dalgınca ve ne yapacağını bimezce söylendi cüce paladin.

****
Altıngöl üzerine gerçekleşen bu seferin bedelleri olmuştu. Bu bedelleri savaşın bütün tarafları az ya da çok ödemişti. Ödeyecekti. Korvenler, Liç, Beş Şehir ahalisi... Ve Althar'ın Akıncıları. Hepsi bedeller ödemişti. Savaşın doğası da bu değil miydi zaten. Akan kan, yiten hayatlar, acı, gözyaşı. Althar bunları düşünüyordu. Bu olanların etkileri üzerine düşünürken aklı sürekli olarak kendi ödediği bedele kayıyordu. Bu savaş ona iki iyi akıncısına, iki çok sevdiği arkadaşına mal olmuştu.
Althar'ın akıncıları Jeena ve Romulion'u kaybetmişti. Ve bu ikisi ise aralarındaki çok güzel bir şeyi yitirmişti.
Cüce paladin bütün bunları düşünürken dudaklarından dökülen küfürleri, sıktığı yumruklarını, içinde kuduran öfke fırtınasını engelleyemedi.
Birileri Althar'a bunun hesabını vermeliydi. Liç bu ödemeyi yapacak durumda değildi. Althar bir koca küfür daha savurdu. O adi iblis dölünü bir kez daha diriltip bir kez daha öldürmeyi ciddi ciddi düşündü. Sonra aklına daha iyi bir fikir geldi. Faturayı kesebileceği biri daha vardı ve o kişi çok yakınlarındaydı. Yüzü zalimce gülen cüce süratle yürüdü. Tahsilatları severdi Althar.

Neekor çok sert ve kararlı bir biçimde itiraz ediyordu. Son onbeş dakikadır Althar morlu büyücüyü kökten hızlı bir çözümle Busenger'den kurtulmaya ikna etmeye çalışıyordu. Ama Neekor direniyordu. Diğer sözcüler arada kalmıştı. Neekor'un savları mantıklı ve adildi, medeniydi. Doğruyudu. Beş Şehir'in kanunları vardı. Yasalara uymak ve yasaları uygulamak zorundaydılar. Bununla beraber diğer sözcüler; Ulmatores ve Gilmos, şu bin babanın çocuğu Busenger konusunda bir şeyler yapmanın gerekliliğine de inanıyorlardı. Bu korven seferi esnasında yaşanan olaylar Beş Şehir bölgesinin konseyindeki bütün çarpıklıkları ortaya çıkarmıştı. Adı konmamış gizli bir savaş vardı konseyde. Konseyde uzun zamandır dönen komplo dolapları yeni bir safhaya gelmiş ve işler çok ciddileşmişti. Ortaya kimsenin görmezden gelemeyeceği kadar çok kan dökülmüştü. Bu kanın bir bölümü de Uğultuluşehir sözcüsünün ellerindeydi. En azından Althar son on beş dakikadır bunu bas bas bağırıyordu.

"Yeter Althar! Kararım kesindir! Bu bizim meselemiz," diyerek şiddetle noktayı koymuştu morlu büyücü. Çok kararlıydı Neekor. "Bunu kendi yöntemlerimizle halledeceğiz."
Althar öfkeden kuduruyordu. Yüzü sertleşmişti ve gözleri yanardağlar gibi yanıyordu. Çevreye hiddeti dalga dalga yayılıyordu. Bu konuşmalara sonradan katılan diğer iki sözcüye döndü cüce. Ama Ulma bu konuda istemeyerek de olsa Neekor'un yanındaydı. Gilmos da görüldüğü kadarıyla diğer iki sözcüye karşı çıkmayacaktı. Althar öfke ve umutsuzlukla ağzını açıp gözünü yumacaktı ve ortaya bütün deliliğini kusacaktı. Ama o anda adeta ilahi bir tezahürü yaşadı. Burada bir sözcü eksikti. Althar bir anda güneş gibi aydınlanan yüzü ile kocaman gülümsedi. Tutez'i de bu toplantıya davet etmiştiler ama korsan sözcü burada yoktu. Althar'ın gülümsemesi kocaman bilmiş bir sırıtışa dönüştü. Cücenin ağzı kulaklarına varıyordu. Cüce Neekor'a baktı ve başını onayla salladı.
"Peki," diye kolayca kabul etti paladin. "Bunu kendi yöntemlerinizle halledin."
Neekor ilk başta cücenin neden bu kadar kolayca ve süratle fikir değiştirdiğini anlayamadı. Ulmatores ve Gilmos'a soran gözlerle baktı. Sonra o da fark etti. Burada bir sözcü eksikti. Tutez. Korsan Sözcü Tutez'in eksikliği ve Althar'ın gülümsemesi çok şey anlatıyordu. Neekor memnuniyetsiz ve çok tatsız bir of çekti, koca bir nefes verdi.


*****
Busenger'in misafir salonuna yayılmış bir yandan en iyi kalite balliköründen bir maşrapayı kafasına diken diğer yandan uyuklayan şarkılar söyleyen kişi eski korsan, şimdiki tüccar sözcü Tutez'den başkası değildi. Tutez pek davet beklemeden içeri dalmıştı ve derhal sözcü Busenger ile görüşmek istediğini söylemişti. Son bir saattir burada umursamaz bir biçimde Busenger'in pahalı kilerini mideye indirmekle meşguldü. Yiyor, içiyor ve şarkılar söylüyordu. Uğultuluşehir sözcüsünün onu özellikle beklettiğini biliyordu ama bunu önemsemiyordu. Tutez yıllanmış bir korsan eskisiydi. Busenger gibi bir çömezin politik hamleleri, yüzeysel basit stratejileri onun için sadece şakaydı.

Sonunda bir teşrifatçı gelip ona Busenger'in onu savaş salonunda beklediğini söylediğinde korsan sözcü koca maşrapayı kafasına dikti. Bu güzel içkiyi yarım bırakmak büyük bir israf olurdu doğrusu. Ağzının kenarlarından ballikörü dereleri süzüle süzüle büyük bir iştahla maşrapayı boşalttı  Tutez. Beğeni dolu bir nidayla koca bir oh çekti ve ağzının kenarlarını gömleğinin kollarıyla sildi.
"Busenger ağzının tadını biliyor," diye konuştu ve suratsız teşrifatçının yanından geçerken kasıtlı olarak kocaman geğirdi.

Uğultuluşehir sözcüsü Busenger salonun zeminindeki koca kabartma haritayı inceliyordu. Ya da inceliyor gibi görünmeye çalışıyordu. Yanında albayları ve şehir amiri vardı. Tutez içeri girince ona döndü ve sözcüye gülümseyerek nazikçe selam verdi.
"Affet beni Tutez. Biliyorsun burada hala yapılması gereken pek çok şey, ilgimi gerektiren pek çok konu var," diyerek konuştu sözcü.
Zaman ayırmana sevindim Busenger," diyerek, abartılı bir memnuniyetle gülümseyerek konuştu sözcü Tutez.
Busenger alayı hissetmişti. Amirini ve albaylarını belli belirsiz bir baş hareketi ile salondan gönderirken Tutez ile başbaşa kaldı.
"Biraz daha içki alır mısın? Belki biraz daha ballikörü?" diyerek içki masasının başında sordu evsahibi. Gülümsüyordu.
Tutez de gülümsedi.
"Herşeyden haberin var, değil mi Busenger?" diye anlamlı anlamlı sordu korsan eskisi. Busenger istifini bozmadan kendisine bir içki hazırladı ve kristal kadehi elinde hafif bir ateşle yanan büyük şömineye doğru yürüdü. Ateşi izlerken dalgınca, gülümseyerek konuştu. Elbette herşeyden haberi vardı.
"Ne için geldiğini söylemeyecek misin Yosunkıta Fatihi Tutez?" diyerek korsan ismiyle sözcüye hitab etti Busenger.
Tutez daha dengi bir rakip olsa daha uzun oynamayı isterdi. Belki babası olsaydı, babasıyla... Ama oğluyla değil. Bu velet kibirli ve sıkıcı bir yeni yetme idi. Tutez'in yüzü çok sertleşti ve karardı. Ciddileşti korsan sözcü. Oyunu bıraktı.
"Hain kelleni fahişe bedeninden ayırmaya geldim piç kurusu. Artık senin küçük politik oyunların yüzünden daha fazla masumun can vermesine göz yummayacağım."
Busenger sözcünün bu sözlerine güldü. Bir korsandan bunları duymak çok komiğine gitmişti. Ama daha da komiği Tutez'in onu kendi şehrinde, kendi sarayında ve kendi savaş salonunda açıkça tehtid etmesiydi. Hatta bu tehtid bile değildi. Düpedüz onu öldürmeye geldiğini söylüyordu. Bu çok komikti. Kahkahalarla bir süre güldü Busenger.

"Peki, Yosunkıta Fatihi söyler misin? Bunu kaç kişiyle yapmayı planlıyorsun?" diye gülümseyerek sordu Uğultuluşehir Sözcüsü. Elleriyle çevresini gösterdi. Teke tek kalmıştılar koca salonda.
Tutez belindeki kılıcın kabzasına elini tehtid etmeden yavaşça koydu. Gülümsedi.
"Yeteri kadar kişiyle sözcü Busenger. Sadece yeteri kadar kişiyle."
Tutez'i aşağılayan bir gülümsemeyle baştan aşağı işaret ederek kibirli bir biçimde konuştu Busenger.
"Bunun yeteceğini pek sanmıyorum Korsan," diye konuştu ve o konuşurken önceden görünmez olan dört gece katili muhafızı görünür oldu. Seçkin gece muhafızları Tutez'in etrafını sarmıştı.
Busenger güldü. Kahkahası salonda çınladı. Tutez elini kılıcının kabzasından çekerken yüzünde ciddi ve kararlı bir ifade vardı.
"Yolun sonu Tutez. Buraya kadar. Sıkıldım. Senden ve diğer sözcülerden sıkıldım. Anlaşılan planlarımı hızlandırmam gerekecek. Şu tesadüfe bak ki bu korven saldırısı bana ihtiyaç duyduğum şartları büyük ölçüde sağladı. Öyle ya da böyle seni kısa zamanda diğer sözcülerin de izleyeceğini bilmek belki ölümünde biraz teselli bulmanı sağlar," diyerek konuştu sözcü ve son sözlerini söyledi, "Öldürün!"

Bu emrin etkisi Busenger için oldukça şaşırtıcıydı.
Daha emir ağzından çıkarken görünmezliğin içinden çıkan sekiz gececi Busenger'in dört gececisini kıskıvrak yakalamıştı. Dehşetten kocaman açılmış gözleriyle farkında olmadan bir adım gerileyen Busenger arkasındaki bir şeye daha doğrusu birisine çarptığını hissetti. Aynı anda da boğazında çaprazlama halde yerlerini almış iki çelik namlunun soğukluğunu hissetti. Sadece yüzeysel ve zararsız kesikler olsa da sızlayan acı ve akan kanın sıcaklığı sözcüyü paniğe boğmuştu. Busenger boğazındaki kılıçlarla  kıskıvrak yakalanmıştı.
"Cehenneme benden selam söyle, piç kurusu," dedi ve başını bitir işini anlamında hafifçe salladı korsan sözcü.
Busenger'in boğazındaki kılıçları tutan dişi katilin dudaklarından iki kelime onaylar bir ses tonuyla döküldü. Ses hayranlık uyandıracak kadar hoştu. Busenger bu kadar berbat bir durumda olmasa büyük ihtimalle bu sese aşık olurdu. Ses çok güzeldi. Bir rüya gibiydi bu ses. Sesin sahibi ve bir vampir olan karaelf suikastçi ise güzeller güzeliydi. Adı Lilbelisis idi.
"Edasi Tinomedor," diye söyledi Lil. Zalimlerin hükmüne karşı savaş anlamına gelen bir deyişti bu. Elindeki kılıçları bir makas gibi çalıştı ve kusursuz tek bir hamle ile bir anda Busenger'in kafası bedeninden ayrılıp ayaklarının dibine yuvarlandı.

****

Kahraman sözcü Busenger'in azılı korven suikastçileri tarafından suikaste uğraması elbette büyük savaş zayiatlarından biriydi. Ama Uğultuluşehir halkı güçlüydü ve büyük yöneticilerinin yasını hakkıyla tuttuktan sonra hayat devam edecekti. Busenger yaptığı güzel işlerle hatırlanacak ve Uğultuluşehir tarihinde saygın bir yere sahip olacaktı.
Althar ağ sıçramasından sonra gölcük üzerinde süzülen gemisinin pruvasında güldü. Busenger... Kahraman... Saygın... Yok artık, daha neler. Bu nasıl bir şakaydı böyle. Althar biraz daha güldü. En azından işin bu kısmı bir şekilde halledilmişti. Bu da bir şeydi.

Mavicadı kış devriyesindeki diğer bir durağına doğru ilerlerken rotasını batıya çevirmişti ve batan güneşe doğru süzülüyordu. Gökte ay ve yıldızlar güzel mor ve gece mavisi gökyüzünde kocaman beyaz bulutlar arasında yerlerini alıyorlardı.
Cüce derin bir nefes çekti. Tatsız, üzgün bir nefes ile ah etti. Savaşta pek çok iyi kişi kaybedilmişti ama bu büyüklükte ve bu şiddette bir kavgadan beklenenden çok daha azdı kayıpları. Bu bir teselliydi. Ama... Yine de kayıpları vardı. Mavicadı ve Beş Şehirler kıymetli evlatlarını ölümün gölgeli salonlarına uğurlamıştı. Şehirler ağır kuşatmaların altında inlemiş ve özellikle Derindere dayanıklılığının her bir zerresinin sınandığı ateşten bir çemberden geçmişti. Altıngöl havzasında savaşın izleri derindi. Şehirlerin çevresinde korven cesetlerinden ve namevt kalıntılarından tepeler vardı. Kuşatma silahlarının ve cephanelerinin tahrip edilmesinden doğan koca kraterler uğursuzluk abideleri gibi göze saldırıyordu.
Bütün bunların ötesinde Althar'ın içini en çok yaralayan ise arkadaşlarının yaşadığı yıkımdı. Gemisinde artık Jeena ve Romulion yoktu. İkisi hem ilişkilerini noktalamış hem de Akıncılar ile yollarını ayırmışlardı. Althar derin bir nefes daha çekti. Koca bir of çekti. Sonra bir of daha çekti. İçmesi gerekiyordu. Sarhoş olmadan olmayacaktı. Jonin'in sıkıntılı zamanlar için ayırdığı sert buzüzümü şaraplarının yerini biliyordu paladin. Jonin'in odasına daldığında gördüğü manzara üzerine yüzüne buruk bir gülümseme yayıldı.
"Gel Althar. İçelim,"diyen Jonin idi. Masada Althar'ın yeri ve kadehi hazırdı.
"İçelim Jonin. İçelim. Bu gece çok karanlık ve sabaha daha çok var. Sarhoş olmadan gelmeyecek bu sabah."


Son

Kısa öykü diye başladım sonunda kısa roman olarak hikaye kendini bitirdi. Sağlık olsun. Bruce Dickinson ve Tears of the Dragon'a, Stratovarius ve Destiny'e, King Crimson ve Epitaph'a, Iced Earth ve Melancholy'e teşekkürlerimi sunarım. Ayrıca Sabaton'a da Attero Dominatus ve The art of war için teşekkür ederim. Bu çocuklar olmadan bu öykü kıvama gelemezdi. Büyüksünüz çocuklar.
"Hayat yaşandığı kadar vardır. Gerisi ya hafızalardaki hatıra ya hayallerdeki ümittir. Hüsranı ise birtek yerde kabul ediyorum. Yaşamak varken yaşayamamış olmakta."

Uzun Yol - Susayanın Uyanışı (https://rapidshare.com/files/2985198102/Susayanin_Uyanisi.pdf)