Kayıt Ol

Anchilea - Kutsal Kalkan

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Kutsal Kalkan Bölüm Otuzdokuz
« Yanıtla #45 : 18 Ocak 2016, 14:54:29 »
B Ö L Ü M  O T U Z S E K İ Z

      İlçede hareketlilik sabah erken saatlerde başlamıştı. Eşinin çayı koyup kahvaltıyı hazırladıktan sonra uyandırmasına alışkın olan Kaymakam Enver Bey, yattığı odadaki telefonunun çalmasıyla uyandı. Rehberlerde olmayan ve özel kişilerden başka kimsenin bilmediği özel telefonuydu bu.
     “Hayırdır İnşallah" deyip kalktı. Telefon eden kişiyi daha sesini duyar duymaz tanımıştı. İlk bir kaç cümleden sonra uykusu dağıldı. Apar topar hazırlanmaya başladı. Bir yandan da telefon fihristini arıyordu. Bu haberi mutlaka İlçe Emniyet müdürüne bildirmeliydi. Arayan kişi, “Lütfü Yurttaş evinin önünde arabasının içinde ölü bulunmuş” demişti. Kim bilir belki de bir cinayettir. Parmakları hızla Emniyet müdürünün telefonunun tuşlarına basmaya başlamıştı.

     Kapıcı sabah olayı ilk gördüğünden beri belki beşinci belki onuncu defa anlatmıştı soranlara; birini de komiser Rüzgar Ali'ye. O seçkin sitenin en seçkin villasının önünde büyük bir kalabalık toplanmıştı. Gazeteciler, polisler, eş dost, akrabalar hep toplanmıştı. Doktor gelip kontrol ettikten sonra içeriye taşınmıştı naaş. Görünürde bir yara bir darbe izi yoktu, o halde ölüm raporuna -kalp yetmezliği- yazmakta da bir sakınca yoktu.
      Olayı iki kişi görmüştü. Biri yaşamış, diğeri izlemişti. Yaşayan, Lütfü Yurttaştı, izleyen de belki bir bahşiş daha koparırım ümidiyle gece geç vakit yola çıkan adamın dönüşünü bekleyen kapıcı. Kapıcının şansı kalbinin Lütfü beyden daha genç olması ve olayı uzaktan izlemesiydi. Ne yazık ki gördüklerinin hiç birini polise anlatamazdı. Olayın hemen arkasından yatağına girmiş orada gözünü bile kırpmadan bildiği bütün duaları okuyarak sabah ezanını beklemişti. Sabah hava ışır ışımaz arabanın yanına gitmiş yorganın altında ezberlediği rolünü oynamaya başlamıştı, hem de en abartılı şekliyle.

      Ara sokaklardan koşar gibi gidiyorlardı. Doğan, bu kadar yolu arabayla çıkmadığına pişman olmuştu. Eğer bir iki gün önce -yoksa dün müydü?- aynı eve gelmemiş olsaydı bulabilmesi olanaksızdı. Önce evlerin neredeyse birbirlerine değeceği yakınlıkta bulunan sokaklardan geçtiler. Sonra onlarca belki yüzlerce basamaklardan oluşan merdivenleri çıktılar. Merdivenlerin üst başında ki evin zilini Doğan yalnız başına çalıyordu. Genç kızı aşağıda merdivenlerin alt başında bırakmıştı. Nefes nefeseydi, kapıyı olduğundan bir hayli yaşlı gösteren Abidin Bey açtı.
      Kapı önünde konuştular, içeride Abidin beyin hemen gerisinde Turan suçlu havasında duruyordu. İçeri girmelerini öneren Abidin beye ve eşine teşekkür etti. Aşağıda merdivenlerin başında bekleyen arkadaştan söz etti. Yaşlı adam, Onu da getirseydin dediğinde acele dönmeleri gerektiğini söylemişti. Gerçek neden ise merdivenleri üç-beş basamak çıktıktan sonra aklına gelmişti. Yüksel Pekcan herkesin benzettiği gibi rahmetli Necla'ya çok benziyordu. Bu benzerliği yaşlı çiftte çabucak fark edecekti. Bu nedenle genç kız gözden uzakta aşağıda kalmıştı. Merdivenlerden hızlı adımlarla inerlerken Turan olanları anlatmaya başlamıştı bile.

     “Sabaha karşı Münevver hanımın çığlığıyla uyandım. Oda ne olduğunu anlamadığı bir bağırışla uyanmış. Koşup küçük kızın uyuduğu odaya baktıklarında yatağı boş görmüş. Attığı çığlık beni bile uyandırdı. İşte o zaman daha önce duyduğum o korkunç kahkahayı duydum. Küçük odanın küçük penceresi ardına kadar açıktı. Bir gölge, evlerin damlarında tıpkı bir düz yolda koşar gibi koşuyordu.
“Üzerinde bembeyaz, karanlıkta ışıldayan bir elbise vardı. Etekleri sanki kasıtlı olarak püsküllermiş gibi yırtılmış bir elbise." Turanda, Doğanda, söze giren genç kıza bakıyordu.
      “Öyle hortlak benmişim gibi bakmayın. Sadece Hekate’nin yardımcılarının kim olduğunu biliyorum" dedi. Hala yüzüne bakan adamlara "Bakınız Meydan-Larousse 4. cilt Sayfa.... Zorla gülümsemeye çalışıyordu.

      Otomobili bıraktıkları çok katlı otoparka doğru yürürlerken Turan anlatmasını sürdürüyordu.
     “Dün babası çocuğu getirdi. Besim ağabeyde kızı da çok mutlu görünüyordu. Sevgiyle ayrıldılar birbirlerinden. Küçük kız bütün gece şen şakrak bir büyükbabasına bir annanesine gidip geldi. Arada bir benimle bile şakalaştı. Sonra alışkanlığı olduğu üzere torunlarını erken yatırdılar, her zaman olduğu gibi kendi odasına tabii." Doğan "keşke içeri girip kontrol etseydim" diye düşünüyordu.
      “Valla ben çok ısrar ettim "sizin yada benim odamda yatsın diye ama yaşlıların fikirleri sabit oluyor. 'Bu evde hiç bir şey olmaz' dedi başka bir şey demedi Abidin bey amca" dedi.  “Babasının haberi var mı?" Doğanın sorusuna Turan omuz silkerek yanıt verdi.
      “Hiç sanmıyorum. Biz haber vermedik. O odun gibi adamın da içine falan doğmaz hani" dedi. Varyantın girişindeki çok katlı otoparka varmışlardı. Dışarı çıkarken ne yapacaklarını yada nereye gideceklerini bilemiyorlardı. Yola çıktıklarında Doğan
      “Nasıl bir şeyler hissediyor musun?" diye sordu Yüksele. Turan bu soruda ki anlamı sezemiyordu ama bir şeyler olacağına hem de bugün olacağına inanıyordu. Genç kız
      “Hayır" dedi ve ekledi “İhtiyacı olan son parçayı da buldu. Çember tamamlandı, yakında her şey bitecek... İyi yada kötü sona erecek" dedi. Dönüş yolunda öğrendiler iş adamı Lütfü Yurttaş’ın vefat ettiğini. İlçeye vardıklarında tören için hazırlıklar yapılıyordu, cenazesi ikindi namazından sonra kaldırılacaktı. Aile törenin olabildiği kadar görkemli olması için kesenin ağzını açmıştı.


   Sitenin kapıcısı sessiz kalmayı tercih etmişti. Nasıl sessiz olmasındı ki, beyazlar içerisindeki bir hayalete kim inanırdı ki. Üstelik olayı deşelemenin de bir anlamı yoktu, Doktor kalp yetmezliği dedikten sonra kim ne diyebilirdi ki...

      Rüzgar Ali bir gece önce olanları Amirine anlatmayı düşünmüştü. Doğanın İzmir'den dönmesini beklemek daha mantıklı olur diyerek vazgeçmişti. Bekleme kararını vereli yarım saat olmamıştı ki yukarıdan gelen çağrıyı aldı. Kaymakam beyin daveti üzerine geniş çapta bir toplantı yapılacaktı. Toplantı saati olarak 10.00 belirlenmişti. Acaba ne olmuştu da Kaymakam Bey böyle bir toplantı yapma gereği duymuştu.
      Masasının çekmecesindeki bu konuda ki bilgileri içeren dosyayı çıkardı. Toplantı gereğinin ne olduğunu az sonra öğreneceğini düşünerek odadan çıktı. Oda girişinde oturan sekreteri Gülay hanıma ararsa kendisini nerede bulacağını söyledikten sonra ağır ve kararlı adımlarla Kaymakam beyin makamına yöneldi.

   O eski ev ile ilgili anıları kafasında yeniden canlanıyordu. Yaşamının en güzel günleri en tatlı anları bu evde geçmişti. Annesiyle, babasıyla, kardeşiyle hep bu evde yaşamışlardı. Sağlığında pek sevmiyor olsa da babasını bile özlemişti Babasının kardeşini daha fazla sevmesini, kendisinin kardeşini kıskanmasını ve annesinin o melek annesinin kendisini kayırmasını özlemişti. O uzun yıllar önce yaptığı, yapmaya çalıştığı o şakadan sonra olanların acısını yıllarca çekmişti. Hem de bedelinin çok fazlasını ödeyerek. Bu karanlık eve bilmem kaçıncı defa gelerek gözyaşı dökmesinin başka hangi nedeni olabilirdi ki...

        Her gelişinde hazin bir tören, duygulu bir ibadet gibi yaşadığı o dakikalardan sonra yapması gerektiğini yapmaya başladı. Kapının girişinin hemen karşısında diz çöküp ağladığı siyah beyaz o kocaman aile fotoğrafının önünden yavaşça doğruldu. Yapması gerektiğini yapmalı, işlem tamamlanmalıydı...  Dönüşüm gerçekleşmeliydi... Altı yaşındaki aldığı ilacın etkisiyle hala uyuyan çocuğu yatırdığı yerden kucakladı. İçeriye doğru yöneldi. Bu işi yapmaya karar vermek için yaşadığı hüznü geri kazanmalıydı. Bu da ancak diğer çocukların Hekate'ye tesliminden sonra yaşadığı o doyumu mutlaka tekrar yaşamasıyla olacaktı. O kocaman kırmızı güneşin altında yaşadığı sakin, huzurlu dakikaları başka hiç bir şeyde bulamadığı iç barışını yeniden yaşamalıydı.
      İlk çocuğu teslim ettikten sonra bir hayal olarak gördüğü annesine her seferinde biraz daha yaklaşmıştı Uzaktan yüzüne gülümseyen annesinin her çocuktan sonra gülümsemesi belirginleşmişti. Belki de bu defasında kucaklaşacaklardı. Hem de bu kendi kanından olan biri nedeniyle daha çabuk olacaktı bu kucaklaşma.

      İlçeye gelir gelmez doğrudan Gazeteye gittiler. Yolda Turan "bu kere beni sen bile kurtaramazsın ustamın elinden" demişti. Arabalarını ara sokağın girişinde bırakarak Gazeteye vardılar. Yakup usta hiç bir şey olmamış gibi “Kanal 5'den Kadir Öncü İlçedeymiş diyorlar. Hiç durma doğrudan İlçeye git. Kaymakamlıkta önemli bir toplantı var. Anla bakalım nedir?" dedi. Böylece aralarında olması gereken nezaket konuşmaları bile olmamıştı. Birlikte gittiler Hükümet konağına. Bu konunun önemi dolayısıyla olmasının yanında birlikte oldukları Yüksel hanımın etkisi de vardı.
      Önce Yüksel hanımı evine bıraktılar. "Biraz dinlenmesi" gerektiğini söylemişti. "Bir duş alıp kıyafetini değiştirmesi gerektiğini" eklemişti. Doğan, bu ayrılışın gerçek nedeni için pek çok şeyi feda edebilirdi.

      Hükümet konağına vardıklarında ise kısa süren toplantı sona ermişti. Daha girişte, sonra buluşmak üzere ayrıldılar. Turan, genel havayı koklayacağını söylemişti. Doğansa, doğrudan Rüzgar Ali'yi görmeye gitmişti. Aradığı bilgileri orada bulacağını biliyordu.

      Komiser odasında yalnızdı ve sinirli bir şekilde volta atıyordu. Odaya girdiğinde sanki kırk yıllık dostlarmış gibi birbirlerini kucaklamışlardı. Yaşadıkları olaylar mutlu bir şekilde sona ererse kalıcı dostlukları olacağının işaretiydi bu. Tersi bir durum olursa üzüntüyü anımsamamak için birbirlerini görmeyi istemeyebilirlerdi.
      “İzmir'den döndün ha" sorusuyla başlayan uzun muhabbette bildiklerini birbirlerine anlattılar. Rüzgar Ali daha o sabah yüz yüze görüştüğü iki polis memurunun "hiç bir olumsuzlukla karşılaşmadıklarını söylediklerini" söyledi. Sabah gözetim altında tuttukları çocukları sağ salim gördüklerinde iki memurda görevlerini devretmişler, yukarıya dinlenmeye çıkmışlardı. Doğan, İzmir’de olanları anlatınca şaşkınlığı arttı komiserin. Gelen telefonla yola çıktığını biliyordu ama konunun ayrıntılarını şimdi öğreniyordu.
      “Demek hiç bir zorlama yada kuvvet izi olmadan çocuk aniden kayboldu.
      “Evet. Bizim Gazeteci genç yanlarında kaldıydı. Ne O nede Büyükler hiç bir ses yada gürültü duymamışlar. Büyükbaba geç saatlere kadar uyuyamadım" bile demişti."
      “Peki, sence babanın haberi var mı?" diye sordu Rüzgar Ali. Doğan olumsuzca başını salladı
      “Zannetmiyorum." Bütün anlattıklarının içerisinde Yüksel Pekcan’ın özel durumu ve yolda anlattığı inanılmaz öyküsü yoktu. Kendisinin bile inanmakta zorlandığı kuşkuları hala devam ediyordu böyle bir durumu Komisere nasıl anlatabilirdi. Bu defa O sordu.
     “Toplantı nasıl geçti." Umursamaz bir omuz silkişi yanıt olarak geldi. "Televizyonculardan biri gelmiş sözde. Hani o konusuz kaldıklarında pireyi deve yapanlardan. Kaymakam Bey 657 sayılı yasayı anımsatan bir konuşma yaptı. Hani bilirsin "kimsenin amirlerinin izni olmadan basına bilgi yada demeç veremeyeceği" falan." Ben bir ara köyde olanları anlatmak istedim ama sözüm boğazıma tıkıldı. "Köylü vatandaşların hayal güçlerini konuşmuyoruz burada" oldu. Komiser belli etmemeye çalışıyordu ama moralinin bozuk olduğu belliydi.
      Onlar konuşurlarken Turan odaya girdi. Her bir noktasını konuştukları toplantı hakkında farklı yorumlarla gelmişti. İçeri girer girmez
     “Olay artık Ulusal bir olay" demişti Doğana. “Yüzde yüz akşam haberlerinde çıkacağız" diye eklemeyi de unutmadı. Doğan konuşmasına nefes almak aklına geldiği için bir an ara veren Turan'a “Sen istersen Gazeteye git. Ne olur ne olmaz Bakarsın yeni gelişmeler vardır" dedi.
Öyle olsaydı mutlaka ararlardı” Sözlerinin onaylamasını bekler gibi bir an Ali Rüzgarlı’nın yüzüne baktı. Gözlerinin bir an inip kalkması Doğan için yeterliydi.
      “Oradan İşletmeye gel. Bakalım oralarda bir gelişme var mı?" dedi. Tam kapıdan çıkmak üzereyken durdu. “Sahi Besim ağabeye haber verecek miyiz?" dedi. Komiser ve Doğan birbirlerinin yüzüne bakakaldılar. Sanki bir şey gizliyormuş gibi hissetmişlerdi kendilerini.
      “Olanları sağır sultan bile duydu oda duymuş olmalı. Bir baba kızı kaybolacak ve haberi olmayacak öyle mi?" dedi Komiser. Doğan, Komiserin küçük Emelin özel durumunu bilmediğini anlamıştı.
      “Siz belki durumu bil..." sözünü Rüzgar Ali kesti.
      “Babanın çocuğuna karşı kayıtsız kaldığını, yavrunun dede ve ninesi ile büyüdüğünü biliyorum" dedi. “Her ne olursa olsun bir baba çocuğuna bu kadar ilgisiz olamaz, olmamalı. Hele bu yavrucuk yetim ise" diye sözlerini tamamladı. Doğan ne diyeceğini bilemedi, Komiser haklıydı. Yine de
      “Sen istersen Besim beyinin evine uğra. Ağzını yokla." “Eğer bilmiyorsa…"
      “Bilmiyorsa benim çağırdığımı, mutlaka yanıma uğramasını falan söyle" dedi Komiser Rüzgar Ali. Turanın çıkmasından sonra Komiser dahili zile bastı. Bir dakika sonra memure hanım kapıda belirdi.
      “Sabah birlikte gelen üç memuru odamda bekliyorum" dedi Yaşı ilerlemeye başlamış Memure Gülay “Onlardan yalnızca Hasan Tırpan geldi. Yanında da bir öğretmen bayan ve iki köylü yurttaş vardı. Ama diğerleri daha gelmediler" deyince
      “Hasan Tırpan hemen yanıma gelsin, öbür ikisine de haber ulaştırın. Telefon edin yada birini gönderin ama bir an önce burada olsunlar" dedi.Kadın itiraz edecek olduğunda
      “Size Garcia'nın hikayesini anlatmış olmalıyım. Bir an önce O arkadaşları odamda görmek istiyorum" Sesindeki su götürmez bir otorite vardı. Kadın "Peki" deyip dışarı çıktı. Memure dışarı çıkar çıkmaz Doğana dönerek “O üç gencin sivillerle ilişkileri iyi. Dışarıdaki havayı bir öğrensinler bakalım. Sizinle daha sonra Birlik fabrikasında buluşuruz" dedi. Doğan için dışarı çıkmaktan başka yapabileceği bir şey kalmıyordu.

      Hükümet Konağının girişindeki merdivenlerde duraladı, ne yapacağını tekrar düşündü Doğan. Sağa sola bakınır görünürken kafasının içi karma karışıktı. Altıncı çocuk kaybolmuştu ve hiç bir şey yapamıyorlardı. Elleri kolları bağlı başka yapabilecek bir şey yoktu. İşin daha garibi daha önce kaybolan çocuklarda ortalık birbirine girmişti ama toplum artık kanıksamış mıydı ne? Kimse umursamıyordu. Bir an aklından Cephane sokağa gitmek geçti, ama hemen vazgeçti. Daha ne kadar bir zaman geçmişti ki ayrıldıklarından bu yana, kıza dinlenmesi için zaman vermeliydi. Arka sokağa arabasına doğru yürüdü.

      Turan bir saat önce Doğan Bey ve Yüksel hanımla birlikte girdiği Gazeteye bu kere yalnız giriyordu. Ustasının atacağı fırçadan az önce kurtulmuştu ama bu kere kaçacak yeri onu kurtaracak Yüksel hanımı yoktu. Dış kapıdan içeri korkarak girdi. Yakup usta yazıhane de telefonla konuşuyordu. Onun içeri girdiğini görmedi, Turan doğrudan matbaa bölümüne girdi.
      Elemanlar kendilerini işlerine kaptırmışlardı. Camlı yazıhanede arkasını dönmüş olsa da ustalarının kendilerini gözleyebileceğini düşünen çocuklar çalışmaya devam ediyorlardı. Turan beklemekten başka yapabilecekleri bir şey olmadığını bildiği için ceketini çıkardı. Arkadaşlarına yardıma karar vermişti. Basılan davetiyeleri, el ilanlarını kontrol etti. Sabah gazete yeni dağıtıma çıktığı için ertesi günkü baskıyı hazırlamaya daha vakit vardı. Bir kaç dakika sonra kendini yaptığı işe kaptırmıştı. Yazıhane kapısın da kendisine bakıp gülümseyen Yakup ustayı fark etmemişti bile.
      “Küçük tilkimiz kürkçü dükkanına döndü demek." Turan, arkasından gelen bu tanıdık sese dönünce Yakup ustanın ciddi yüzüyle karşılaştı. Yüzünde az önce var olan gülümseme bir anlıktı ve çoktan uçup gitmişti. Turan elindeki iki ağızlı anahtarı aldığı yere tezgahın yanına bıraktı. Ellerini alışkanlık haline gelmiş davranışla bez parçalarına sildi. Bir kaç adımda ustasının yanına geldi.  
       “Kusura bakma Yakup usta haber veremedim" dedi. Yaşlı adam elini karşısında boynu bükük gencin omzuna koydu. "Hele gel içeri" dedi.

      Son konuğu Doğan’ı da gönderdikten sonra Rüzgar Ali makamına oturdu. Bunca yıllık polis memuruydu, yüzlerce olayla karşılaşmıştı. Hırsızlıklar, gasp, adam kaçırma, cinayet, kan davası… Yine de bu aşadıklarına bir anlam veremiyordu. Birbirinden alakasız gibi görünen beş kayıp Doğan beyin anlattığıyla tamamlanmıştı. O atak Gazetecinin teorisini doğrular şekilde hem de. Ve şimdi altıncı çocukla işlem tamamlanacakmış gibi görünüyordu. Çocukların isimlerini anımsamaya çalıştı.
 
     Halime Hamarat, Emine Balcı, Kadriye Batman, Ayla Özçam, Tülay Çobanoğlu. Çocukların isimlerini nasılda ezberlemiş olduğunu fark etti. Ve Emel. Emel. Önce Esin zannetmişlerdi. Sonra korkutup kaçırdıkları Cadı, Yaratık, Hayalet yada her neyse Taa İzmir'de bulmuştu kurbanını. Hem de bir tanıdığın kızını. Umursamaz görünen baba ise işin başka bir yönüydü. Tıkırdayan kapı sesi Onu bu düşüncelerden sıyırdı. Kapı açılınca bir gün önce görev verdiği iki genç memur bu defa resmi elbiselerle karşısındaydı.
      “Beyler, hemen üzerinizi değiştiriyorsunuz ve çevreden bilgi almak üzere halkın arasına karışıyorsunuz" dedi. Sesi emir tekrarı yapmamayı gerektirecek kadar otoriterdi. Üç genç topuklarının üzerinde dönerek odadan çıktılar. Tam kapı eşiğindeyken içeriden duydukları sesle geri döndüler.
      “Ne aramanız gerektiğini biliyorsunuz ve yalnızca bana rapor vereceksiniz" dedi. Bir anlık duraklamadan sonra ekledi. "Birazdan Birlik İşletmesine gideceğim. İki saat sonra sizleri orada bekliyorum" dedi. Genç adamlar dışarı çıktıktan sonra "Acaba iki saat yeterli gelir mi?" diye kendi kendine soruyordu.
 
     “Az önce sen içeri girdiğinde Timur Bey’le görüşüyordum" diyerek söze başladı Ustası. "Demek içeri sessizce girdiğini görmüştü.
      “Timur Bey" diye yüksek sesle Ustasının sözlerini tekrarladı. Sesinde hayranlıkla karışık saygı vardı bu ismi söylerken
“Evet Timur Sarıca. Efsane gazeteci”    Demek hiç belli etmese de Yakup ustanın tanıdıkları da bir hayli vardı. Üstelik bunca zamandır gizlemeyi de başarmıştı.
      “Hayırdır" dediğinde Ustası telefon görüşmesini anlatmaya başlamıştı bile.
”Bizim İlçede olanlar taa İstanbullara kadar gitmiş. Hani biz işin için de sanıyoruz kendimizi ama bir b.ktan haberimiz yok" Bir anlık sessizlikte Yakup usta söylemek istediklerini düşündü tekrar.
      “Sen haklısın galiba evlat, iş bizlerin tahmininden bir hayli büyük. Demin sizin anlattıklarınıza dayanarak adamı İlçeye davet ettim. Yarın gelebilir. Bu arada sen yarına kadar somut bir şeyler bulmalısın" dedi. Suskunluk sırası Turana geçmişti. Bir fırsattı Timur Sarıca’nın İlçelerine gelmesi. Ne yapıp etmeli somut kanıtlarla adamın karşısına çıkmalıydı. İş hoşuna gitmişti ama Muhalif Turan Muhalifliğini yapmalıydı.
      “Olur mu? be Usta, ben aylardır peşindeyim bu işin. Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik. Sen benden hazırladığım aşı altın tepside adama sunmamı mı istiyorsun?" dedi. Dedi ama ileri gittiğini anladı. Şimdi "Çık dışarı terbiyesiz" geliyordu.
      “Haklısın ama O senin hakkını yiyecek biri değil. Üstelik romanın için bir basamak bile olabilir. Yine de sen bilirsin" dedi. Ustası çok az gördüğü kadar sevecendi. Turan “Özür dilerim" dedi. “Kabalaştığımın farkındayım" dışarı çıktı. Bu işi bitirmesi gerektiğini anlamıştı. Yaşlı adamın ellerine sarılacaktı utanmasa ama adam çoktan arkasını dönmüş içeri yazıhanesine girmişti. Hızlı adımlarla dışarıya çıktı. Motosikleti bıraktığı gibi duruyordu. İzmir'den döndüğün den beri en çok motosikletine kavuştuğuna sevinmişti. Özgürlüğünü tekrar elde etmiş gibiydi Utanmasa öpecekti Vespasını.

      İşletmenin ana kapısına vardığında uzun zamandır gelmediğini anladı. Kendisini nasıl karşılayacaklardı acaba. Ahmet Oker olayından sonra arkasından gizlice konuşulduğunu tahmin ediyordu. Kapıda arabayı görür görmez Cavit Pekal, kapının düğmesine bastı. Koca sürgülü kapı gıcırdayarak açıldı.
      İçeri girer girmez arabasını sağa çekti yol kenarına bıraktı. Bekçi kulübesinde demirbaş kadro oturuyordu; bekçi, Odacı, Hamalbaşı ve Usta. Mevsim gereği işler azalmış olmalı diye düşünüyordu. Umduğundan daha sıcak karşılandı. Bekleyenler arasında tanımadığı biride vardı. Yirmidört yirmibeş yaşlarında gösteren bir delikanlıydı. Cavit dayı
      “Benim uzak bir akrabanın oğlu, Gölyaka köyünden. Uzun yıllar dışarılarda okudu. Şimdi kendi köyünün camisinde imamlık yapıyor. Sana anlatacakları bir şeyleri varmış?" dedi. Doğan şaşırmıştı, kimdi bu genç? Kendisini nasıl bulmuştu? Anlatacaklarının önemli olduğunu söylüyordu. Delikanlının yüzünde çekingenlikten olduğu anlaşılan bir kızarıklık vardı.
      “Anlatacakların önemli olmalı?" dedi Doğan. "Yani yemek yemeyi bekleyemez mi?" Onun öyle demesi üzerine Rıza baba elini anlına vurdu.
      “Tüh. Görüyor musun taa Gölyakalardan Bizim Hasan Hüseyin’in oğlu gelmiş biz Ona aç mısın?  diye sormuyoruz" dedi. Daha sonra ayağa kalktı. Ne de olsa ev sahibi sayılırdı.  “Hadi buyurun yemek yiyelim" dedi. Doğanın uzun zamandır duyduğu en güzel sözler bu sözlerdi. Birlikte içeri geçtiler.
      Yemek basit ve lezzetliydi, hemen her yerde yenilebilecek bir listeydi. Kuru fasulye Bulgur pilavı ve ayran. Bu yemek Doğana ballı börek gibi gelmişti. Sadece fasulyenin yanında soğan yemediği yiyemediği için üzülmüştü. Yemekten sonra içeri Yüksel hanımın odasına geçtiler. Diğerleri ne olup bittiğini merak etseler de konuya fazla bulaşmamaya çalışıyorlardı. Yaşları kendisinden büyük olsa da Doğan personeli arkadaşları olarak görüyordu. Onlarda Doğana karşı bir resmiyet vardı. Bunu deşifre olmasına bağlıyordu. Müdür Birol Bey bile çekinceli davranıyordu Doğana. Bu nedenle köylü genç ile Muhasebe odasında yalnız kalması zor olmadı.
      Hasan Hüseyin’in oğlu Hasan Hüseyin, demek bu adet hala devam ediyordu. Kendi karşısında duran genç adama sormamış olsa da o evin ölü doğan yada bebekken ölen bir kaç çocuğundan sonra doğmuş olabileceğini bu nedenle babanın, bebeğin yaşaması için kendi adını verdiğini tahmin edebiliyordu.

      Hasan Hüseyin’in anlattıkları bir gün önce dağ köyü olan Muradiye de duyduklarından pek farklı değildi. Hayaletler, gece dolaşan varlıklar, duyulan kahkahalar, çığlıklar. Anlatılanları başka bir zaman başka bir yerde dinlemiş olsa gülüp geçebilirdi ama bu defa ciddiye aldı. Anlatılan köy dün gece uğraştıkları köyün aşağısında sayılırdı. Bu nedenle akşam yaşadıklarının benzerlerinin orada da anlatılması doğaldı. Aralarındaki fark karşısında olan biteni anlatan köylünün daha belirgin adres vermesiydi. Köyün epey dışında metruk bir evden söz ediyordu. Aslında biraz belleğini zorlasa Doğan o evin belleğinde bir yerlerde olduğunu anımsayacaktı. Genç imamı dinlemeye devam etti.
      “Yaklaşık altı aydır bunlar oluyor" dedi köylü genç. "Önceleri sizin beni dinlediğiniz gibi dinledim onları. Anlattıkları ciddiye alınacak şeyler değildi. Her köyde duyulabilecek söylentiler.; sesler, bağırışlar, ışıklar vesaire. Köyümüz gençleri merak edip yaklaşmaya çalışmışlar. Bir şey anlayamayınca benden önce imamlık yapan kişiye gitmişler. Adam "iyi saatte olsunlar" demiş. "Cinler basmış köyü" demiş. Ondan somut bir destek alamayınca köyün resmi imamı olarak bana geldiler. Bir aydın, pozitif bilim okumuş biri olarak ilgilenmem gerekiyordu. Genç imam anlatırken o dakikaları tekrar yaşıyordu sanki.

      “Duyduklarımdan sonra bu ev bende takıntı halini almıştı. Uzaklarda ama evi rahatlıkla görebileceğim bir yerde karargah kurdum. Dikkat çekmemek için çevreden dolaşıp varıyordum oraya. Önceleri bomboş görünen ev bazı gecelerde hareketleniyordu. Evdeki ışıklar ne kadar korunsa da panjurların arasından dışarı sızıyordu. "Doğan genç adamın sözünün bu noktasında araya girdi.
      “Mor ve mavi tonlarda dalgalı ışıklar değil mi?"
      “Evet, ama siz nereden biliyorsunuz?"
      “Başka bir yerde daha tanık olduğum bir olay da" Doğan delikanlıya cesaret vermek için “Sonra" dedi.
      “Her zaman olmuyordu bu ışık yansımaları. Belli zaman aralıklarında tekrarlıyordu."
      “Mesela ne kadar sıklıkta?" Delikanlı biraz düşündükten sonra yanıtladı.
      “Keşke bir çetele tutsaydım... Sanıyorum ayda bir olabilir. Birde o gecelerde yani ışıkların yoğun olduğu gecelerde çevredeki doğal sesler çoğalıyordu sanki. Adamın anlattıkları bildiklerini teyit ediyordu. Üstelik somut bir adresle.

      “Peki sizi buraya getiren asıl nedeni söyleyin."
      “Merak beslendikçe artan ve kişiye cesaret veren bir duygudur bilirsiniz. Bu cesaretle dün gece gene o evi kontrole gittim. Evde diğer gecelerden çok daha fazla ışık vardı. Önceleri azami dikkat göstererek görebildiğiniz o ışıklar çok daha yoğundu ve çok daha parlaktı. Dün akşam  "yarın eve iyice yaklaşmalıyım" diye karar almıştım kendi kendime."
      “Gittin mi?"
      “Evet. Sabah gün ışır ışımaz yola çıktım. Haa birde o gece köyün bütün hayvanları bağrıştı durdu. Bizim bahçedeki horozlar bile sabaha kadar öttü" Genç adam sözü uzattığını farketmişti. “Yani bir noktada sizi ilgilendirebilir diye söylüyorum" dedi.” Yani peşinde olduğunuz her neyse yada o evde oturan her kimse bütün hayvanlar tarafından hissediliyor. Doğan
      “Peki söylediğiniz o daha önceki yani bir ay yada daha öncesinde olan olaylarda köyün hayvanları aynı tepkiyi gösteriyor muydu?" Adam bir an düşündü.
      “Hayır." Biraz daha düşündü. “Hayır hayır olsaydı mutlaka fark ederdim" dedi.
      “İsterseniz siz gene bu sabaha gelin" dedi Doğan. Konunun ilgisini çektiğini biliyordu. Olayların merkezini bulmuştu belki de. Genç imam anlatmaya devam etti.
      “Saklandığım yerden durumun uygun olduğunu görünce aşağı indim, ana yoldan içeri girdim. Ev yoldan görülmüyordu, ancak yüksek bir yerden bakarsanız görebiliyordunuz. Ev ve bahçesi sık okaliptüs ağaçlarıyla çevrilmişti sanki. Yaklaşabildiğim kadar yaklaştım. Bütün pencereler panjurluydu ve panjurları sımsıkı kapalıydı. Bina dışarıdan eski görünmesine rağmen viran değildi. Hatta bakımlı bile olduğunu söyleyebilirim. Panjurların arasından bakmaya çalıştığımda hiç bir şey görememiştim. O dakikaya kadar bir şey olmamasından cesaret alarak kapıya yöneldim. Tam da o zaman doğal sesleri farkettim
      Sabahın o erken saatlerinde köpekler uluyor, baykuşlar ötüyordu. Kapı eşiğine vardığımda kanımı donduran çocuk çığlığını duydum. Bir çocuk acı içinde bağırıyordu. Sanki... sanki..." adam çığlığı tanımlamakta zorlanıyordu. Alnında boncuk boncuk terler birikmişti. “Sanki başka biri o çocuğun sesinden bağırışından zevk alıyordu. Kahkahalar atıyordu. Hiçbir şey düşünmeden oradan kaçtım. Şimdi bile o çığlık ve o tiz kahkaha kulaklarımda yankılanıyor" genç adam başını eğdi. Davranışından utandığı belli oluyordu.
      “Aldırma" dedi Doğan teselli etmek için. "Yerinde kim olsa aynı şekilde davranırdı." Havayı yumuşatmak için gülümsedi. "Bende olsam kaçıp giderdim." Sonra ilgisiz bir sesle ekledi. "Daha sonra ne oldu, beni nasıl buldunuz." Belli etmemeğe çalışsa da seviniyordu.
      Eksik parçalar yerini buluyordu, kuvvetle muhtemel olarak çocukların yerlerini bulmuşlardı. Yapması gereken konuyu sonuna kadar dinlemek ve o evin yerini iyice anlamaktı. Birde şimdi dinlediklerini sabaha karşı İzmir’e giderken Yüksel hanımın anlattıklarıyla birleştirince çocukların sağ olabileceğini düşünüyordu. Buradan çıkar çıkmaz o kitabı tekrar karıştıracaktı. Eğer bu adam yada adamlar geçmiş zamana özeniyorlarsa bir tören yapacaklardı. Bir kurban töreni olduğunu anımsıyordu okuduklarında. Bu da çocukların esenlikte olduğunu anlamına geliyordu. Konuşan genç adamı dinlemeye devam etti.
      “Kaçtım. Kaçabildiğim kadar uzağa kaçtım. Peşimde duyduğum metalik ayak seslerini duyamayacağım yere kadar kaçtım. Ana yola ulaşasıya duraklamadan dinlenmeden kadar koştum. Arkamda bir motor sesi duyunca durdum, bir araba geliyor olmalıydı. O an durdum. Tenha yoldaki gürültülerin tek kaynağının ben olduğumu anlamıştım. Geriye dönüp baktığımda arkamda koşan yada beni kovalayan kimsecikler yoktu. Görünürde otomobil falanda yoktu. Ama uzaklardan gelen bir motor sesi vardı.
      Nefes nefeseydim, yolun soluna kenara kaçtım, kendimi toprağa yapıştırdım. Yolun dirsek aldığı yerden bir araba belirdi. Fabrikadan yeni çıkmış gibi pırıl pırıl, siyah ve kocaman bir araba belirdi. Onca uzaklıktan bile boyası ciladan çıkmış gibi yanıyordu. Araba benim az önce koşarak kaçtığım tali yola o metruk çiftlik evinin yoluna girdi. Adam bir zaman sustu. Doğan
      “Sonra." Yapboz tamamlanıyor ana resim ortaya çıkıyordu. Artık bir efsane haline gelmiş olan büyük siyah otomobil de ortaya çıkmıştı. O an kafasında kocaman bir "acaba" belirdi. Bu genç adam anlattıklarını kendi hayal dünyasında yaratıyor olabilir miydi? Gazetelerde okuduklarını sağda solda duyduklarını kullanarak -bilerek yada bilmeyerek- gündeme gelmek istiyor olabilir miydi? Başı önünde hemen karşısında oturan kıvırcık saçlı adama bir kere daha baktı. Bir imam yalan söyleyemez miydi?. Bu adama güvenmekten başka yapabilecekleri de yoktu.
      “Sonra anayola kadar kah koştum kah yürüdüm. Bir minibüse atlayıp İlçeye geldim." Doğan İmamı ilk gördüğünde sorduğu soruyu yineledi.  
      “Peki beni nasıl buldunuz?."
      “Minibüste hep düşündüm, kime giderim, bana kim inanır, olanları nasıl anlatırım diye. Garajdan Hükümet Konağına giderken de kafamda hep bu soru vardı. Allah’tan yolda daha önceden tanıştığımız bir polis memurunu gördüm. Rahatlamıştım, bir kahveye oturduk. Durumu özetle anlattım. Tahminimin aksine beni gayet ciddi bir şekilde dinledi. Oda seni tanıyormuş. Sana gönderdi.      
“Peki bütün bu anlattıkların tam olarak ne zaman oldu."
         “Bu sabah."
        “Saat verebilir misin ?"
        “Sabah erken saatlerdi, en fazla dokuz yada dokuz buçuk olmalı." Doğan genç arkadaşına teşekkür etti. Konuşulacak başka bir konu kalmamış gibiydi. Dışarı çıkmak üzere hazırlanıyorlarken kapı aniden açıldı. Turan belirdi kapı aralığında.
      “Özür dilerim. Söyleyeceklerim önemli olmasa konuşmanızı bölmezdim" dedi. Doğan Turanı içeri çağırdı.
      “Gel Turan gel. Seni İmam arkadaşla tanıştırayım." Gölyaka köyü İmamı Hasan Hüseyin'le. Gazeteci Turanı basit bir seremoni ile tanıştırdı.
      “İmam Hasan Hüseyin..." Adamın soyadını çıkaramamıştı. Allah’tan köy imamı durumu farketmişti. İmam Hasan Hüseyin Ölmez dedi. Turan karşısındaki kendi yaşıtı sayılabilecek genci süzüyordu. Belli ki bir yerlerden çıkartmaya çalışıyordu.
      “Sizinle daha önce bir yerlerde tanışmış mıydık?" Doğan araya girme gereği duydu.
      “Önce istersen söylemek istediğin neydi onu söyle"dedi
      “Tüh... Görüyor musun? Besim ağabey için konuşacaktık değil mi?" dedi. Bir ara 'sakıncası var mı diye sorar gibi yanlarındaki İmama baktılar. Adam durumunu anlamıştı. Dışarı çıkmak için hareketlendi. Doğan bey
      “Sen anlat, arkadaş yabancı sayılmaz" dedi ama yine de genç adam dışarı çıktı.
   “Besim ağabeyin kapısını epey çaldım. Kimse açmadı kapıyı. Komşularına sordum. Uzun zamandır eve gelip gittiğini gören yokmuş. Mahalle bakkalıyla görüştüm. Yurt dışına çıkmış olabileceğini söyledi" dedi. Doğan bir kaç saniyelik sessizlikten sonra “Bunu kesin olarak öğrenmemiz gerekiyor. Adam yurtdışında olamaz. Daha dün görüştük biliyorsun."
      “Ama dün kızına yaptığı ziyaret bir veda ziyareti olabilir?  Olabilir miydi? Bir an dışarı çıkıp Rıza Babaya yada diğerlerine sormayı geçirdi aklından." Besimin bu tür gezileri oluyor muydu?" Vazgeçti, eğer sorabilseydi "hayır" yanıtı alacaklardı.
      “Eee Turan Bey... İş gene size düşüyor. Bu konuyu bilse bilse Hükümet Konağındakiler bilir..." Turan, kendi kendine konuşmaya devam etti. “Ve ben de tüm torpillerimi kullanıp bu konuyu araştırmalıyım." Bir an durdu.
      “Yanılıyor muyum?" İkisi birden bastı kahkahayı. Turan başka bir şey söylemeden dışarı çıktı. Kapı kapanmıştı ki Doğan bir zamandır kafasında oluşan düşünceyi uygulamak için penceredeki önündeki masaya doğru yürümeye başladı. O anda kapandığını sandığı kapı yine açıldı. Turan
      “Bana böyle bir elemanınızmış gibi davranmaya devam ederseniz romanım da sizi kötü karakter olarak canlandırmak zorunda kalacağım" dedi.
      “Roman mı? Ne Romanı?" Turan kapı aralığından konuşmasını sürdürdü.
      “Yakup Usta ile konuştuk. Bu olayı çözülür çözülmez kaleme alacağım. O da basılmasını sağlayacak" dedi. Ve kapı kapandı.

      Doğan gülümseyerek telefona yöneldi. Sabahtan beridir aramadığı Yüksel hanımı arayacaktı. "Bu kadar dinlenme yeter" diye düşünüyordu. Cep telefonunu çıkardı, beklemeye başladı. Ama o an aklına gelen bir düşünceyle tekrar cebine koydu. Kapıya yöneldi.
      “Turan!!" Koridorda kendisine yanıt verecek kimse yoktu. Hızla ana girişe yöneldi. Yanından geçtiği genç imama
      “Gel benimle" diyebildi.  Olanlardan bir şey anlamayan delikanlı bir saniye sonra hızlı adımlarla koridordan dışarı çıkan Doğanın peşinden yürüyordu. Doğan Turanı Vespasının üzerinde bahçede yakalayabilmişti.
      “Arkadaşı da Ali Rüzgarlıyla tanıştırıver" dedi arkasından gelen imamı göstererek. Yanına varmış bulunan Hasan Hüseyin’e de
      “Turanın seni tanıştıracağı kişiye bana anlattıklarını aynen anlat" dedi. Onlar sürgülü kapıdan çıkarlarken kendisi de girişteki bekçi odasına yönelmişti.
“Merhaba" dedi küçük odanın tüm sandalyelerine oturmuş olanlara. Ana kapıya kumanda eden butonların bulunduğu masada Cavit dayı oturuyordu. Karşısındaki üç sandalyede doluydu. Bir saniye sonra eli tekrar telefonuna gitti. Kısa bir sessizlikten sonra az önce kafasında var olan soruları da sormaya başlamıştı.
      “Cavit Dayı, sen bilirsin. Bizim fabrikada çalışanlardan kimler "Gölyaka köyünden" Cavit Dayı bulunduğu yerden karşısında oturan arkadaşlarına baktı. Bir zaman odada sadece Doğanın telefon tuşlarına tekrar tekrar basarken çıkardığı mekanik ses vardı.
      “Bildiğim kadarıyla bizim Fabrikada çalışanlardan kimse oralı değil. Diğerleri kafasını sallayarak arkadaşlarını onayladılar. Rıza Baba
      “Anne yada babası yönüyle oralı olanlar olabilir." Ali Usta
      “Evet Ahmet Oker'in annesi o köyden olmalı. Kendisinden bir kaç defa duyduğumu anımsıyorum" dedi. Onlar konuşmaya dalmışken kapı açıldı. İçeri Mustafa Ali Kırmaz girdi.
      “Bende Gölyaka’danım" dedi. Odada bulunanlara nispet yapar gibi tek tek baktıktan sonra "Eşimde Gölyaka’dan." Bir meydan okuma vardı sanki
      “Gölyakalı olmak bir suç mu yoksa" Doğan karışma gereği duydu
      “Yanlış anlıyorsunuz Mustafa Ali bey. Ne Gölyaka’lı olmak suç nede oradan bir hanımefendiyle evli olmak. Sadece bilmek istedim." Havadaki elektriklenme artmıştı. İri yarı ve şişman gövdesiyle kapının girişinde duran Mustafa Ali Kırmaz neredeyse bağırarak konuşuyordu.
      “Siz hangi sıfatla merak ediyorsunuz efendim. Hangi yüzle bizlere kim olduğumuzu, nereli olduğumuzu falan soruyorsunuz. Zaten sizin gelmenizden sonra bir sürü işler geldi ilçemizin başına." Ayağa kalkan Rıza Aslan, öfkeli bir şekilde burnundan soluyan Mustafa Ali'nin koluna girdi. Onu dışarı çıkartmaya çalışıyordu.
      “Sakin ol Mustafa Ali bey. Gel biraz hava alalım." Adam çevresindekilerin bu davranışını pasiflik olarak görüyor olmalıydı ki ses tonunu daha da arttırdı.
“Hayır efendim, niçin sakin olacakmışım. Bütün bu olanlar O şırfıntının işletmemize gelmesiyle başladı ve bu adamın Fabrikaya gelmesinden sonra da iyice arttı. O iki ajanın savunucusu ve destekçisi bu arkadaşlar. O iki Amerikalıyı da bunlar kaçırttı." Doğan ayağa kalktı. Kapıda dikilen adama baktı. Baktı, bakışlarında bir küçümseme vardı sanki.
      “Sözlerinize dikkat edin, ileri gidiyorsunuz" deyip dışarı çıktı. Burada telefon görüşmesi yapamayacağını anlamıştı. Arkasından gelen söylenmelere, söylenmelere karışan Rıza Babanın sesine aldırmadan içeriye Yönetim binasına yürüdü, bu dakikaya kadar aklına gelmeyen bir isim daha eklenmişti muhtemel suçlular listesine.
      Muhasebe odasında cep telefonunu belki onuncu belki yirmi defa çaldırıyordu. O kadar uzun süre çalmasına rağmen telefonu açan yoktu. Bir anlık tereddütten sonra odadan çıktı. Bu kadar uzun çalan telefona bakmayan biri için iki olasılık akla gelebilirdi. Ya evde yoktu yada telefona bakamayacak kadar zor durumdaydı. İkinci olasılık daha ağır basıyordu kafasının içinde. Odadan çıktı, arabasına yöneldi. Bahçede Mustafa Ali süklüm püklüm yanına yaklaştı.
      “Çok özür dilerim efendim. Beni yanlış anlamayın, kusuruma bakmayın " gibisinden bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Kelimeler ağzının içinde yuvarlanıyorlar da öyle dışarı çıkıyorlardı sanki. Doğan, bir an durdu; önünde ellerini birbirine bağlayıp neredeyse dizlerine kapanacak kadar eğilen adama iğrenerek baktı. Bu her devrin adamından bir katil yada sapık olup olamayacağını aklından geçirdi. Bir saniyelik bu duraklamadan sonra arabasına doğru yürümeye devam etti. Arabasına bindiğinde de Mustafa Ali Kırmaz özürlerini sıralamaya devam ediyordu.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Anchilea - Bölüm Otuzdokuz
« Yanıtla #46 : 22 Ocak 2016, 08:12:29 »
B Ö L Ü M   O T U Z  D O K U Z

      Duvarda kocaman bir siyah beyaz resim vardı. Bu işlere başladıktan sonra ait olduğu duvardan indirerek resmi buraya getirmişti. Her şey bu gün değişecekti, her şey birazdan yeniden başlayacaktı, hem de eskisi gibi. Bir rüyadan uyanıyormuş gibi kaldığı yerden devam edecekti. Bu nedenle seçilmiş kişi olarak görevine başladığı ilk günlerde yaşamının değişmez parçası olan bu resmi buraya getirmişti. Getirmişti ki bu resim olacakların tanığı olsun.
      Beyninde yer etmiş olan efendisinin söylediği tüm direktifleri harfiyen yerine getirmişti. Kaçırdığı ilk kurbanla başlayan ve her biriyle giittikçe kafasının içinde büyüyen sesin her sözünü noktası noktasına uygulamıştı. Yüzyıllardır yapılmayan yapılamayan tören birazdan başlayacaktı. Hekate daldığı uykudan uyanacak dünyayı yönetecekti. Kendisi bir uşağı olmasından onur duyduğu efendisi ona geçmişini bağışlayacaktı. Ölüler ülkesinde bulunan çok sevdiği, sevdiğinden daha çok kıskandığı eşini ve ailesini geri gönderecekti. Hazırlıkların tamamlanmasıyla bir bekleme dönemine girmişti. Törenin sonunda duyacağı ve her kurbandan sonra artarak duyduğu hazzın zirvesine çıkacaktı.
      Karşısındaki sedire baktı. Yüzyıllar önce ilk hizmetkarın yattığı sedirde yatan, masum bir şekilde uyuyan küçük kıza takıldı gözleri. Acıma, hüzün birazda pişmanlık duyguları içini kapladı. Gözlerini kapadı, kırmızı büyük bir güneşin etrafında dönüyordu. Güneşin yumuşak ışıkları gözlerini dinlendiriyor, içine doyumsuz bir huzur duygusu dolduruyordu. Uzaklarda bir nokta bir yıldız gibi parıldayan başka nesneler vardı.
      Dev kırmızı gezegenin yüzeyinde alev patlamaları olmaya başlamıştı. Alev şelaleleri binlerce kilometre yükseğe sıçradıktan sonra kırmızı bir ırmağın suları gibi tekrar ait olduğu yere yıldızın muazzam gövdesine dökülüyorlardı. Bu manzarayı bir kaç zamandan beridir görüyor sanki o alevler kendisini yutacakmış gibi korkuyordu. Kırmızı rengin üzerindeki koyulaşmalar bugüne kadar dikkatini çekmemişti. Beynindeki kişi her kimse bu kırmızı güneşin vatandaşı olmalıydı ki güneşin kırmızılığının artmasında endişeleniyordu. Korkuyordu, fışkıran her alev sütununun biraz daha yükselmesinden soğuk uzaya savrulmasından irkildiğini biliyordu. Kafasının içindeki her neyse veya her kimse Güneşinin durumundan etkileniyordu.

      Doğan kendini bir anda Cephane sokakta buluvermişti. Kafasının içi karışık olduğu merakının geçen dakikalarla endişeye dönüştüğü için sokağa nasıl nereden geldiğini anımsamıyordu. Evin önün de bıraktı arabasını. Dışarıdan göründüğü kadarıyla evde hiç bir ses seda yoktu. Zili uzunca çaldı, kapıyı açan olmadığı için sağa sola bir iki defa bakıp üst katlara doğru uzanan sarmaşığa tırmanmaya başladı. İçinden "Yüksel inşallah kapının kilidini yaptırmamıştır" diyordu. Küçük bir zorlamayla açılıveren balkon kapısı geçen seferden bu güne kadar onarılmadığını belli ediyordu. Kapının aralığından içeriyi dinledi, hiç bir ses gelmiyordu. Ayaklarının ucuna basarak içeri girdi.
      Salonu gözleriyle taradı, her hangi bir dağınıklık görünmüyordu. Eşyalar aynı yerlerinde duruyorlardı. Aklına geldi, balkon kapısının yan duvarında duran müzik setine baktı, yerindeydi. Evin koridoruna çıktı, bir an seslenmeyi, Yüksel hanımı bağırarak çağırmayı düşündü. Sessizce aramak daha doğru olacaktı, odalara girip çıkmaya başladı.
      Oturma odasında yoktu, evin tam ortasına gelen mutfağa baktı. Orada da kimsecikler yoktu. Küçük odaya da bakıp bulamayınca bakmadığı tek yer olan yatak odasına yöneldi. Uzun neredeyse evi bir baştan bir başa geçen koridoru hızlı ama sessiz adımlarla geçti. Garip bir ahlak duygusuyla yatak odasına önce girmemişti. Bir an durdu yarısı camlı kapının önünde. İçerisi karanlık olduğu görebileceği bir karaltı yada gölge olmadığına emin olunca elini kapı koluna attı. Küçük bir gıcırtıyla kol aşağı indi, peşinden kapının mandalının açıldığını belirten "tık" sesi duyuldu. Kapı bir santim kadar açıldı ve arkasında bir şey dayalıymış gibi durdu.
      Yüzünü buzlu cama yanaştırdı. Yüksel içerde miydi? İçerideyse kapının arkasına neden bir destek koyma gereği duymuştu. Bir daha yüklendi kapıya, kapının aralığı biraz daha çoğaldı. O dar yerden geçmek için uğraşırken yerde yatan bedeni gördü. Bütün gücüyle kapıya yüklendi, yerdeki bedeni adeta sürükleyerek itti, kapının açılmasını sağladı. Heyecan ve korku ile eğildi. Hareketsiz yatan vücudun kime ait olduğunu görebilmek için yüzü üzeri çevirdi. Gördüğü yüz onu derinden sarstı, nasıl olabilirdi. Nasıl...

      Sekreteri kandırması zor olmuştu Turanın. Yakın zamanlarda konser yada tiyatro gösterisi yoktu. Bu nedenle gelebilecek ilk oyunun biletlerini temin edeceği sözü vermek zorunda kalmıştı. Kadın öyle arkalarda da istemiyordu alacağı yeri. Uğraştığına değmişti ama kendisi o numaraya defalarca telefon etse bile öğrenemezdi.
      Kadın Kaymakam beyin adını kullanarak İzmir Emniyet Müdürlüğünü aramış doğrudan yabancılar dairesinin sekreteriyle görüşmüştü. Aldığı bilgi ise "Besim Kalden adına geçen yıl bir pasaport çıkartıldığı idi. Turan hemen istim üzerindeyken Kezban Hanımdan Fransa'nın İzmir konsolosluğunu da aramasını istemişti. Uzun uğraşmaların dil dökmelerin sonunda geçen hafta Besim Kalden adına vize alındığını öğrenmişlerdi. Bu bütün uğraşmalara değmişti. Turan, sevinçten yaşça kendisinden bir hayli büyük olan kadının yanaklarını öptü.
      “İnan Kezban abla bizlere çok büyük iyilik yaptın" demişti. Dışarı koridora çıktı. Havayolu şirketlerine de telefon etmeliydi ama nasıl. Koridor da aşağı yukarı volta atmaya başladı. Hiç olmazsa T.H.Y.'ye ve Air France'sa telefon edip böyle birinin bilet alıp almadığını sormalıydı.
 
     İşletmede Cavit Dayıya sorduğu “Burada Gölyaka’lı kimler var" sorusuna yanıt aldığında aklına gelen kuşku ayaklarının altında yatıyordu. Odanın perdeleri sıkı sıkı kapalı olduğu için oda karanlıktı. Kapının sağını eliyle yokladı. Aradığını bulduğunda yatak odası tavandan sarkan ampulle aydınlanmıştı. O zaman eve girdiğinden beri aradığı Yüksel hanımı karşı duvarın dibinde yatıyor gördü. Ayaklarının dibindeki bedeni atlayarak genç kıza koştu. Yatışından bir an boynunun kırılıp ölmüş olabileceğini aklına geldi.
      Sevdiği kızın yerde yatan bedenine uzandığında göğsünün belli belirsiz inip kalktığını görünce rahatladı. Tam kucaklayıp yatağına yatırmayı düşünüyorken genç kız gözlerini araladı.
      “Ben iyiyim, kendime gelebilmem için biraz zamana ihtiyacım var" dedi. Yine de Yükseli kucakladı yatağa yatırdı. İşte o ara doğan çevresine bakınacak zaman bulabilmişti. Kapının yanındaki komedinin üzerindeki minik vazo dahil her şey yerli yerinde duruyordu. Odada kısa süreli de olsa bir boğuşma yada itişip kakışma izi yoktu.
      Bir kaç dakika sonra genç kız yerinden dirsekleri üzeri ne doğruldu. Uzun ve yorucu bir çalışmanın sonucunda bitkin düşmüş gibiydi. Ama bedeninde yada yüzünde bir damla bile ter yoktu. Fısıltıyla yatağının kenarına oturmuş adama.
      “Kusura bakma emir buyurduğum için ama bir ip bulalım da şu adamı bağlayalım" dedi. Doğan, bilmediği tanımadığı bir evde nereden ip bulacağını bilemiyordu. Yerde hala baygın yatan adamın üzerinden atladı. Mutfakta bir iki aramadan sonra aradığını bulmuştu. Yerine asılmamış çamaşır ipi. Önce bir sicimle başparmakları birbirine bağladı, sonra da bilekleri. Bir yandan çalışıyor bir yandan da iyice kendine gelmiş gibi duran genç kıza merak ettiklerini soruyordu.
      “Ahmet Oker'in burada ne işi var" dedi. Genç kızın dudaklarında acı duyuyormuşçasına bir gülümseme belirdi.
“Senin bana hep sorduğun cihazın peşinde olmalı" dedi. Doğanın aklına salondaki müzik seti gelmişti. O nesnenin bir parçası Yüksel hanımın ellerindeydi.
      “Başaramamış.
      “Başaramadı, yani tam olarak başaramadı demek istedim. Biraz zarar vermiş. Onu durdurmak beni bir hayli yordu." dedi. Doğan o zaman az önce aklına gelenleri sormanın sırası geldiğini düşündü. Biraz alaycı sesle. “O nesne her ne ise çok kıymetli olmalı. Büyük bir olay yaşanmış burada. Sen bir yanda o öbür yanda baygın yatıyorsunuz. Odada ufak bir boğuşma izi bile yok... Doğrusu ben hiç bir şey anlamadım" dedi. Bağlama işini bitirmiş genç kızdan gelecek açıklamaları bekliyordu.
      Bu arada genç kız ayağa kalkacak kuvveti kendinde bulmuştu. Deminden beridir elinde kurcaladığı aleti cebine koydu. Doğan “Arızası var mı?" deyince “Sanıyorum evet ama düzelmeyecek gibi değil" dedi. Komedinin üzerindeki minik pirinç vazodaki çiçeği çıkardı. İçinde ki suyu adamın yüzüne döktü. Ahmet Oker kafasını tutarak kendine geldi.
      “O gün bana o çocuklarla ilgin olmadığını söylemiştin. Alışkanlıklarının basit kötü alışkanlıklar olduğunu söylemiştin. Yanılıyor muyum?" dedi Ahmet Bey, aptal gibi sağına soluna bakınıyordu ya gerçekten nerede olduğunu bilmiyordu yada çok iyi rol yapıyordu. Doğan adamın bu haline bir anlam veremedi. Sorusunu başka şekillerde tekrarladı, adam hiç ses çıkarmadan şaşkın bakışlarla çevresine bakınmaya devam ediyordu. Doğanın ses tonu iyice yükseldi. Sinirlerine hakim olamıyordu. Elleri arkadan bağlanmış adamı yakasından yakaladı, sarsmak üzereyken beynine bir ağrı saplandı.
      Adamı olduğu gibi bırakıp elleriyle kafasını tutmak zorunda kalmıştı. Peşinden boğuk bir ses odada yankılandı
      “Kaltak, çabuk ellerimi çöz ve o elindekini bana ver." Doğan baş ağrısından ayakta duramayacak durumdaydı. Yerinden doğrulmaya çalıştı, bacakları kendisini dinlemiyordu, başaramadı. Bir ara göz ucuyla yanındaki Yüksele baktı. Kadın bütün sinirleriyle bütün kaslarıyla gerilmiş bir şekilde duruyordu. Ellerini Doğana uzattı, o zayıf bedenden, o narin ellerden umulmayacak bir güçle Doğanın ellerini sıkmaya başladı. Doğan beynine saplanmış o sancı olmasaydı ellerinin ağrısını duyacağını biliyordu. Bir iki saniye sonra ağrısı hafifler gibi oldu. O zaman ellerini sımsıkı tutan genç kızın
      “Düşüncelerini serbest bırak, kendini kasma ve tüm benliğini bana ver. Rahatla kendini sal dediğini duydu. Kafasındaki düşünceleri atmaya çalıştı. Tüm varlığıyla genç kıza yardım etmeyi düşünüyordu. O zaman ağrının azaldığını hissetti. Karşılarında duran Ahmet Bey yerde debelenmeye başlamıştı. Elleri serbest olsaydı belki de Doğan gibi elleriyle kafasını tutacaktı. Olanlar başladığı gibi birden bitti, üçü de oldukları yere yığılmışlardı.

      Turan Hükümet Konağında girişindeki merdivenlerin üst basamağında beklerken içeriden merdivenden hızla inen kişilerin oluşturduğu gürültü dikkatini çekti. Merak duygusuyla oturduğu geniş beton saksılığın üzerinden kalktı, kapıya yaklaştı. O anda içeriden çıkan kişinin Rüzgar Ali olduğunu gördü.
      “Turan, biz bu arkadaşın söylediği yere gidiyoruz. Kısa bir araştırma yapacağız" dedi. Arkasında Hükümet Konağına birlikte geldikleri imam vardı. Onunda arkasında iki bey daha O iki kişinin de polis memuru olduklarını tahmin ediyordu. Basamakların altına vardıklarında
      “Doğan bey geldiğinde nereye gideceğimizi söylemeyi unutma" dedi. Hızlı adımlarla Hükümet Konağının arka kapısına yöneldiler.
      Komiser, otoparka henüz varmış olmalıydı ki ana girişten Hükümet binasının bahçesine üç kişi ağır adımlarla girdi. İyice yaklaştıklarında Turan, Doğan abisini ve öbür yandaki Yüksel hanımı tanıdı. İyice yaklaştıklarında ancak ortalarına almış oldukları başı önde yürüyen Ahmet beyi tanıyabildi. Merdivenin basamaklarını hızla inip onları karşıladı. Yanlarına vardığında Ahmet Oker'in ellerinin arkasında bağlı olduğunu fark edebilmişti.
      Ali Rüzgarlı’nın söylediklerini içeri giresiye kadar anlattı. Az önce çıkmış olduklarını söylemeyi unutmadan. Doğan, Rüzgar Alinin oraya gitmesinden memnun olmuştu. Şu adamı bıraktıktan sonra peşlerinden gidecekti.

      Cavit Dayı, adamları karşısında görünce ne diyeceğini, ne yapacağını bilemedi. Sevinmişti sevinmesine ama son olaylar olduğundan bu yana yaşananları unutacak kadar uzun süre geçmemişti. Üstelikte adamlar sabıkalı siyah arabayla gelmeye de çekinmemişlerdi Başka zaman olsa hayranlıkla izleyeceği süzülüyormuş gibi yol alan arabayla içeri girdiler. Neredeyse bir aydır görüşmüyorlardı ama o bir aydan öncesinin samimiyeti kaynaşmaları için yeterli olmuştu. İçeri girip arabadan iner inmez kucaklaştılar.
      Aslında sevilmeyecek kimselerde değildi. Amerika gibi koca bir ülkeden gelmelerine rağmen hiç büyük burunluluk yapmamışlardı. Kendilerine şirin gözükmeye çalışan yöneticilerin iltifatlarına aldırmadan çalışanlarla daha çabuk kaynaşmışlardı. Bekçiyle, Şoförle, hamalbaşıyla daha samimi olmuşlardı.

      İşletme müdürü pencereden görmüştü gelen arabayı. -Başımızın dertleri yine geldiler" deyip dışarı çıktı. Ama iki genç kendileri için kapıya çıktığını bildikleri halde Müdürü görmezlikten gelip doğrudan bekçi odasına girmişlerdi. Birol Tekin, bir ay önce olanları anımsayınca adamların bir an önce gitmelerini sağlamak için çareler düşünmeye başlamıştı. İçeri girdi, gelen konuk işletmenin amiri olarak önce kendisini ziyaret etsin isterdi bu nedenle gururu ayaklar altına alınmıştı. Makamını bırakabileceği biri olsa hemen doktora falan çıkacaktı ama sanki olacakları önceden tahmin edercesine yardımcısı doktora gitmek için sabah sevk kağıdı hazırlamıştı. Birden kafasının içerisinde bir hainlik uyandı. Telefona el atıp zihnindeki numaraları tuşlamaya başladı.

      Büronun insanı ezen dekorasyonunda üç adam yumuşak koltuklara gömülmüş laflıyorlardı. İçeride ağır bir matem havası vardı. Konuşulan konu ise ikindi namazından sonra toprağa verilecek olan Lütfü Yurttaş’ın iyiliğiydi. İçeri girip başsağlığı dileyenler oluyordu. Elinde mendili eksik olmayan genç adam hüzünlü olduğuna inandığı sesiyle "haber şehidi!" ilan edilen babasına gelen taziyeleri kabul ediyordu. Sabahtan beri susmayan telefonları bir kere daha çaldı. Nezaket gösterip yerini vermiş olduğu konuğu telefonu açtı. Karşı tarafın arzusu üzerine telefonu büroda oturanların en gencine uzattı. Adam ahizeyi eline alır almaz gözleri yerinden fırlayacakmış gibi oldu.
      “Olamaz... Gerçek olamaz" diyerek telefonu kapattı. Kendisine meraklı gözlerle bakan iki adamlardan şişman olanına dönerek  "O iki Amerikalı İlçeye dönmüş" dedi. Kamil Aksu duyduğuna inanmamıştı.
      “Sahi mi?" dedi.
      “Az önce görüştüğüm Birol ağabeydi, Birlik Çırçır Fabrikasının Müdürü yani. Yankiler  şimdi oradaymış" dedi. Makam koltuğunda oturan adamın gözleri parlıyordu. Bir haber iyi bir haber kokusu alıyordu.
      “Hele anlatın bakalım, olay neymiş birde biz duyalım.  Daha sonra birlikte kafa kafaya verir bir plan yaparız" dedi.

      Doğan, doğrudan İlçe Emniyet müdürünün yanına çıkmıştı. Yalnız yaptıkları görüşmede Ahmet Oker’in nezarete atılmasını istemişti. Adam "suçu nedir?" diye sorunca bir an durumu anlatmayı aklından geçirdi. Hemen vazgeçti. Yarım saat kadar önce yaşadıklarına adamın İnanmayacağını inandıramayacaklarını biliyordu. Bu nedenle
      “Dışarıdaki bayan şikayetçi, evine girmiş, kendisine saldırmış" demekle yetindi. Nezaretteki nöbetçiye de  “Lütfen dış görünüşüne aldanmayın kendisi çok tehlikelidir" demeyi de unutmamıştı. Sonra kapı önünde kendisini bekleyen Turanın yanına vardı. Durumu anlatmasını isteyen Turan'a
      “Bende bilmiyorum, Yüksel hanım belki yolda açıklar dedi. İkisinin de bakışları kendilerine bakan genç kıza yöneldi. Hükümet konağından telefon etmeyi denemişler ama ne bir telefon rehberi nede yardımcı olabilecek birini bulamamışlardı. Gülay hanımda havalara girmiş gibiydi.

      Adam dakikalardır sessiz bir doyumla yattığı yerden doğruldu. Büyük an yaklaşıyordu, son hazırlıklara tamamlanmalıydı. Ağır hareketlerle ayağa kalktı, koridora ve koridorun sonunda ki kapıdan bahçeye çıktı. Yıllarca önce belki de asırlarca önce dikildiği belli olan ve gölgesi tüm bahçeyi kaplayan çam ağacının dibine vardı. Bahçenin tam ortasına serilmiş olan halıyı yavaş hareketlerle topladı. Halı, rulo haline geldikçe altından halı ölçüsünden biraz küçük ızgara çıkıyordu. Tam yarısını toplamıştı ki birden durdu. Dışarıdan gelecek bir haberi, bir sesi dinliyormuş gibi bir kaç saniye durduktan sonra halıyı tekrar yerine sermeye başladı. Yaklaşan bir tehlike sezinlemişti beyninin içindeki varlık. İçeri girdi, gelenleri en iyi bir şekilde karşılamalıydı ki her hangi bir kuşku uyandırmasın.

      Bu arada genç gazeteci Turan, konunun ne olduğunu anlamadı çünkü kendi Motosikletiyle gitmeyi tercih etmişti. “Gazeteye uğramalıyım. Yoksa kendime yeni bir iş aramak zorunda kalabilirim" demişti.

      Doğan İşletmeye giderken genç kızı yol boyunca dinlemişti.  “O ırkımızın en kötü ve en zeki üyesi. İlk doğduğunda bilim adamlarımız neredeyse bayram yapacaklardı. Kendilerinin yıllardır uğraştığı ve çözemediği pek çok soruna bu zeki yurttaş tarafından çözüm bulabileceğini umuyorlardı. Ama Tynark beyin gücüyle ırkdaşlarının çok üzerinde olduğunu anlayınca bunu kötü yönde kullandı. Bizleri küçümsedi ve zekasıyla herkesi alt edebileceğini düşünmeye başlamıştı. Kendi çıkarları uğruna, toplumumuza, uygarlığımıza zarar vermeye başlamıştı. Çok uğraştırdı bizleri.
      Yakalandığı zaman doğrudan yok edilme cezasına çarptırılması istenilmişti. Bin yıllardır ne Kuroth ta nede diğer gezegenlerimiz de ölüm cezası verilmediği için -bir kereye  mahsus bir yasa değişikliği teklif edilmişti. Yüksek mahkememiz uzun süre tartıştıktan sonra bu -bir kereye mahsus- olayını reddetmişti. Bu kararda idam edilecek olan kişinin kafasının içinde taşıdığı olağan üstü beynin de yok olacağı düşüncesinin de etkisi oldu sanıyorum. O nedenle hemen yok edilmesi gereken tehlike hala yaşamaya devam ediyor. Genç kız sustu, bir kaç saniye süren sessizlikten sonra anlatmaya devam etti.
      Beynini karşısındakileri etkilemek için çok rahat kullanıyor. Sizin konuşmayla yapmaya çalıştığınızı hiç bir aracı kullanmadan yapabiliyor, özelliklerde zayıf kişiliklerde çok etkili bu yöntemi. Siz buna illüzyon diyorsunuz." Doğan “Ama..." diyecek oldu genç kız araya girdi.
      “Bizlerde de o yetenek var... Beynimizi sizlerden çok daha fazla kullanabiliyoruz. Ama dedim ya Tynark çok zekidir.
      “Desene sizin bu çok zeki katil bizleri uğraştırmaya devam edecek" Doğan gülümsüyordu. Bir ara kızın yüzüne haince bakıp

      “Sahi bana böyle yeteneklerinin olup olmadığını söylemiş miydin?" dedi. Araç İşletmenin bahçesine girmek üzereydi. Doğan sol sinyalini yaktı.
      “Ahmet Oker'i iki defa nasıl alt ettik sanıyorsun. Doğan aklına getirince bir saat önce yaşadığı acıyı yeniden yaşadı. Konuşmaları bitip konuk araç parkına yanaşırken büyük siyah Amerikan arabasını gördüler. Anlaşılan İşletmede de gelişmeler olmuştu.

      Turan Vespasını kenarı ya çekip gazeteye girdiğinde Yakup usta yazıhanede oturuyordu. Sırtı kapıya dönük biri daha vardı ama içeri girmeden kim olduğunu anlayamazdı. Bir kaç saniye kapı önünde dikildi. Ustası ve sırtı kapıya dönük olan konuğu odadaki küçük ekran televizyonu seyrediyorlardı. Kapıyı hafifçe tıklattı. İçeriden hiç ummadığı yumuşaklıkta bir  ses geldi.

      “Gel Turan. Bir konuğumuz var." Turan yazıhaneden içeri ye bir iki adım atmıştı ki Onun girmesiyle yüzünü dönen konuğu hemen tanıdı. Yaşamının en güzel anlarından biriydi bu tanışma. Kendisine bir ideal olarak aldığı kişi ile karşısında duruyordu. Ustasının tanıştırmasından sonra dikkati odadaki diğerleri gibi televizyondaki görüntülere kaydı. Küçük ekranda sabah öldüğünü duyduğu Lütfü Yurttaş’ın oğlu heyecanla konuşuyordu. Bir ara kamera yanındaki konuğa çevrilince ünlü haber programı yapımcısı Kadir Öncü’yü hemen tanıdı. Ülkenin iki ünlü televizyon habercisi burada ilçelerindeydi.
      “Aylardan beri peşinde olduğun olayı birde beyefendi için anlatır mısın?" dedi Yakup usta kibar bir sesle. Bir anlık sessizlikte Turan olayı kafasında toparlamaya çalıştı.
      “Seve seve ama önce bir telefon etmeme izin verin" dedi. Turan ustasının yanında İzmir’i aramış direk Menderes havaalanıyla bağlantı kurmaya çalışmıştı. Santral dan aldığı telefon numaralarıyla önce T.H.Y. yi aramış son bir kaç gün içinde Besim Kalden adına bir bilet alınmadığını öğrenememişti. Israrlarına rağmen ahizenin karşı ucundaki kişi istediği bilgiyi vermiyordu. Bir sonuç alamayınca sert bir şekilde telefonu kapattı. Odadan öfkeli hareketlerle çıkmakta iken Timur Bey telefonu ve Turanın bir kağıda yazdığı numaraları "izninle" deyip almıştı.
      Önce Air France'a telefon etti önce Timur bey. Air France gişe yetkilisi Umut beyin sesinden etkilenmiş olmalıydı ki istediği bilgiyi hemen vermişti. Bir gece öncesinde İstanbul bağlantılı bir Paris bileti satılmıştı Besim Kalden adına. Yetinmemişti Öğrendikleriyle Kurt gazeteci Timur.
      “Bu arkadaş uçağa bindi mi?" diye tekrar sordu telefonun diğer ucundaki kişiye. Bir kaç dakikalık bekleyişten sonra  “O kadarını öğrenemedim" deyip ahizeyi yerine koydu. Turan bir kaç dakika içinde almış olduğu dersten etkilenmişti. İzin isteyip bir telefon daha etti. Bu defa aradığı Birlik Çırçır İşletmesiydi. Doğan ağabeyini bilgilendirdi. Timur beye dönüp
      “Ne zamandır izlediğim bu olaydaki son gelişmeleri öğrenmek istiyorum izin verirseniz" dedi. Timur Sarıca’nn anımsattığı söz üzerine vazgeçti. 
“Delikanlı hani bize neler olup bittiğini anlatacaktın" dedi. Sesin yumuşaklığı ve o yumuşaklık içindeki emir tonu bir kere daha etkilemişti Turanı. Kalkmaya niyetlendiği sandalyeye tekrar oturmak zorunda kalmıştı.

      Doğan, içeri İşletmeye girince yanıldığını anladı. Siyah arabayı İşletmenin bahçesinde görünce aklına ilk gelen "sapıklar İşletmeyi basmış" düşüncesiydi. Onlar daha arabadan inmeden zenci Amerikalı kapılarını açmak için otomobilin yanında belirmişti bile. Hoş bir sürpriz olmuştu doğrusu. Tabii beyinlerdeki kuşku korları tekrar canlanacaktı. Birde onları hiç sevmemiş olanlar geldiklerini gördülerse bir ay kadar önce yaşananlar yeniden yaşanabilirdi. Yüksel hanımsa çoktan eski dostlarıyla konuşmaya dalmıştı. Bir zaman sonra Doğan
     “Arkadaşlar bu akşam buradasınız değil mi?" diye sordu. Amerikalılar “Biz var memlekete dönmek..." gibisinde sözlerle vedalaşmaya geldikleri anlatmaya çalışırlarken Doğan Cavit Dayıya dönerek
      “Dayıcığım var bu adamlar biz gelene kadar gitmemek." Araya Yüksel hanım girdi.
      “Çünkü biz var bir iş bitirmek hemen dönmek. Akşama güzel bir yemek yemek" dedi. Sonra cümlesinin eksik kaldığını anlamış gibi ekledi.  “Hep birlikte yemek" Amerikalıların konuşmalarını taklide çalışmaları hoşlarına gitmişti.
      “Peki... Peki..." dediler. Tam çıkmak üzereydiler ki kapının telefonu çaldı. Cavit dayı açtı telefonu. Açar açmazda Doğana uzattı. Kısa bir görüşme olmuştu. Telefonu kapatınca içeridekilere açıklama yapma gereği olmuştu.
      “Turandı." dedi. “Yüksek olasılıkla Besim dün gece yarısı Air France ile Paris’e uçmuş" diye sözlerini tamamladı. O küçük odada bulunanlar "çık...çık..." lara başladılar.
      “Kızı kaybolan biri nasıl olurda Paris’e giderdi..."Bir baba nasıl bu kadar sorumsuz olabilirdi... "Böyle bir şey ne görülmüş ne duyulmuştu..."  Odada ki herkes düşüncesini yüksek sesle söylerken Doğan ve Yüksel dışarı çıktı.
      Arabanın motoru devrini aldı, geri vitese taktı. Doğan, sağ solunu oturduğu koltuğa atıp başını arkaya çevirmişti. Ayağını debriyajdan çekmek üzereyken camının tıkırdadığını duydu. Rıza Aslandı camı tıklatan. Vitesi tekrar boşa attı, camı açtı.
      “Nereye gidiyorsunuz?" Rıza Baba bu tür sorular sevmezdi. Sormazdı da.
      “Gölyaka köyündeki o çiftlik evini bir dolaşalım istiyoruz" dedi. Doğan karşısında duran adamın yüzüne baktı. Biraz suçluluk biraz keder vardı.
      “Besim Beyin rahmetli babası da o köydendi. Sanıyorum bahis konusu olan o ev" dedi. Başını eğdi, suçüstü yakalanmış ihbarcılar gibiydi, geriye bekçi kulübesine doğru yürümeye başladı. Doğan, az önceki hareketlerini yineledi, araç gerisini geri park yerinden çıkıyordu. Rıza babanın sözleri yönleri değiştirmemişti ama bu keresinde ne yapması gerektiğini daha iyi biliyor gibiydi.

      Yanlarında bulunan köy imamının yolu tarif etmesiyle aradıkları evi bulmaları zor olmadı. Gerçekten de ev ana yol ile Gölyaka köyünü birbirine bağlayan asfalttan görünmeyecek konumdaydı. Otlar ve çalıların etkisiyle gizlenen toprak yola girdiler. Bir kaç yüz metre gitmelerine rağmen hala evi görememişlerdi. Önlerindeki hafif tepeyi aşmaya başladıklarında ilerideki ağaç kümesini gördüler. Biraz daha yaklaştıklarında kocaman çam ağacının çevresinde toplanmış gibi duran bir grup ağaç vardı.
        Her biri tek başına dursa muazzam büyüklükleriyle hemen görülecek olan ama ulu çam ağacının yanında olmakla gerçek büyüklüklerinden daha küçükmüş gibi duran ağaç kümesinin arasında bir çatı vardı. Yıllardır üzerine dökülen toz ve yaprakların etkisiyle kırmızı rengini yitirdiği için ancak yaklaşınca fark edilebilen bir çatı, evi gözlerden kaçırmaya yardım ediyordu. Eve iyice yakınlaşmadan otomobili yolun sağına çektiler.
      Kapıyı çalan Rüzgar Aliydi. Genç imam, bir tanıyan olabilir düşüncesiyle arabada kalmıştı. Ağır adımlarla eve doğru yürüdüler ama durum arabada kalan gencin anlattıklarına ters bir şekildeydi, evden her hangi bir yaşam belirtisi gelmiyordu. Biraz beklediler, sağa sola bakındılar. Yol boyu kapıyı açan kişiye -eğer bir açan olursa tabii- ne diyeceklerini düşünmüşlerdi. Bir süre değişik senaryolar uydurmaya çalıştılar. İnandırıcı görünmüyordu hiç biri. Sonunda Komiser Gerçeği söylemeye karar vermişti. Yani gerçeğe yakın bir şeyleri. O kapıyı bir kere daha çaldığında yanında o çok sevdiği Dağ köyünden yeni gelen Hasan Tırpan vardı. Hasan ve diğer arkadaşı Uğur. Komiser kapıda kapıyı birinin açmasını beklerken Memur Hasan ve Memur Uğur evin her iki yanına yürümeye başlamışlardı.
      Evin ön cephesi taş duvardandı. Duvarın dibindeki çalılar ve pencereleri örten panjurları saran sarmaşıklar evin uzun süredir açılmadığını belli ediyordu. En azında pencereler açılıp havalandırılmamıştı. Tam duvarın ötesine gideceklerdi ki ön kapı gıcırtıyla açıldı. İki memur geri komiserinin yanına döndüler. Kapıyı açan en az ev kadar yaşlı görünen kadın onların daha kim olduklarını öğrenmeden içeriye davet etti. Üçünün de içindeki merak duygusu ağır basmıştı. İçeriye evin geniş salonuna girdiler.

      Doğan ve Yüksel Hanım gittikten sonra sohbetin hızı kesilmiş gibi görünse de Serkan Güler’in gelmesi ile neşeli bir hava kazanmıştı. Sanki bütün işi çevresindekileri güldürmek olan adam anlattıkça, küçücük odada hiç olamayacak kadar kahkaha- duyuluyordu. Bu neşe yolun tam karşısına yanaşan minibüsü görmelerine kadar sürdü. Üzerinde kocaman harflerle ait olduğu ulusal televizyon kanalının arması olan minibüstü.
      Minibüsten iyi bir televizyon izleyicisinin çok uzaktan bile tanıyabileceği bir bayan indi. Üzerinde dekolte sayılabilecek bir elbise onunda üzerinde haberlerin sonunda yazılan meşhur mağazalardan alındığı belli olan deri mont vardı. Arkasından omuzun- da kamerasıyla bir delikanlı ve yardımcı personel olduğu belli olan bir kaç kişi inmişti. Yolun sağına soluna baktıktan sonra İşletmeyi kamera ile çekmeye başladılar. Özellikle de avludaki büyük siyah arabayı zoomluyorlardı. Kulübede aralarındaki konuşmayı bırakmış olan kişiler yolun karşı kaldırımında olan gelişmeleri izliyorlardı.

      Dışarıyla içerisi bambaşkaydı. Yaşlı kadın adamları içeri buyur ettiğin de adamların bu kadar şaşırtacağı aklına gelmezdi. Ev otuz yada kırk yıl öncesinden kalmış gibiydi. atmışlı yıllarda çevrilen Türk filmlerinde kullanılan o evlerden biriydi ve sanki yukarı çıkan ahşap merdivenlerden bir Türkan Şoray yada bir Hülya Koçyiğit iniverecekmiş gibiydi.
     “Buralarda bir kaçak görmüşler nineciğim" dedi Rüzgar Ali sesine olabildiği kadar bir sempati katarak devam etti. "O nedenle seni rahatsız ettik " Yaşlı kadın
       “Hiç rahatsızlık mı olur a evladım. Zaten son günlerde arayanım soranım o kadar azalmıştı ki" dedi. Konuklarını peşine katmış salona götürürken aklına yeni gelmiş gibi. "Benim adım Esma" dedi. "Herkes bana Esma nene der." konuşmaktan çene kasları ağrımasın diye ağır konuşuyor gibiydi. "Sizlerde bana Esma nene diyebilirsiniz" dedi. Komiser bey bir yanlışlık yaptıklarını düşünmeye başlamıştı bile
      “Bu ev bana kızımdan kaldı, burada torunumla birlikte oturuyoruz" dedi Salonun ortasında ki açık olan seccadeye doğru yürümeye başladı “Daha doğrusu o ara sıra gelip gidiyor. Evde ben yalnız yaşamaya çalışıyorum" bir taraftan konuşuyor diğer taraftan orta yerdeki seccadeyi topluyordu. Komiser etkilenmişti.
      “Zor olmuyor mu?" dedi. "Yani ev işleri falan diyorum" Daha önceden anlaştıkları gibi Komiser yaşlı kadınla konuşurken diğer ikisi belli etmemeye çalışarak evi dolaşmaya başlamışlardı.
      “Dikkat edin evladım, bu evdeki her eşya kıymetlidir. İstemeden de olsa bir zarar verirseniz torunum çok üzülür." dedi. "Evi kolaçan etmeye çalıştığımızı farketti moruk" diye düşünüyordu ağır adımlarla yanlarına yaklaşmaya başlayan Hasan Tırpan. Ama yaşlı kadının sözleriyle tam bir şoka girdi.
      “Moruk kelimesinin yaşlılar için kullanılmayacağını sana öğretmemişler miydi evladım" dedi. Hasan Tırpan’nın yüzüne bakarak. Diğerleri anlamasa da Memur Hasan irkilmişti.
      “Hakkaniyetli torunum bazen temizlikçi getiriyor. Eh gündelik işleri de kendim yapabiliyorum zaten." Rüzgar Ali bir ağanın bağ evine geldiklerini düşünmeye başlamıştı. Çok ileri giderlerse yukarıdan birileri tarafından uyarılabilirlerdi. Ellerinde bir mahkeme kararı falan da yoktu, sırf bu yüzden bile doğrudan doğruya bir haneye tecavüz sayılabilirdi. Acaba arabada bıraktıkları imam mı yanılmıştı. Denize düşen yılana sarılır hesabı çaresizlikten ilk duydukları kişinin sözlerine aldanıp bir hata mı yapmak üzereydiler.
      “Biz yanlış gelmişiz nineciğim" dedi. "Aradığımız kaçağın buralarda olması mümkün değil."
Yaşlı kadın "Aldırma be torunum" dedi. "Yalnız oturduğum için beni çevrede pek sevmezler, hakkımda bir sürü söylenti yayarlarmış. Yok evden kahkahalar geliyormuş, yok evde küçük bebeler varmış" Yaşlı kadın daha devam edecekti ama Komiser elini öpmek için eğildi.
      “Kusura bakma nineciğim, biz adamı yanlış yerde arıyoruz" dedi. Üçü birden Ninenin ellerini öptü. Defalarca özür dileyerek dışarı çıktılar. Otomobili bıraktıkları yere vardıklarında ise arabanın boş olduğunu gördüler. Kendilerini buralara getiren imam kaçmıştı.

      Turan, en başından olanları anlatmaya başladı. Kendisinin "bu konu sizin için bu kadar önemli mi?" demesine gerek kalmamıştı. Adam durumu söz arasında açıklamıştı.
      “Rakip televizyonun böyle bir yere geleceğini duyduk küçük bir araştırma yapınca da haklılığını anladık. Şimdi, onlar sansasyon biz gerçek haber peşindeyiz" demişti.
      Ayrıntıya girmeden taa ilk çocuktan başlayarak anlatmıştı. O anlattıkça Timur Bey şaşırıyordu. Bir ara televizyona çıkan bir yüz tanıdık geldi.  "Ama bu... bu... Kaybolan çocukların birinin ailesi" Gerçekten de yöresel televizyonun stüdyosunda canlı yayınında kaybolan çocukların aileleri konuşuyorlardı. Turan kameranın karşısında aileyi tanımıştı. Selçuklu’dan geliyor olmalıydılar, anne, baba ve simitçi ağabey.
      “Ne yapmaya çalışıyor bu adamlar" dedi öfkeyle. Aksine usta gazeteci sakindi.
      “Az önce size dedim ya onlar sansasyon peşinde bizler haber.” Bir ara televizyonda görüntü değişti. Mekan stüdyo değil açık havaydı, yol kenarıydı. Yakup Usta Turandan daha önce tanıdı yeri.
      “Burası Birlik Çırçır’ın önü." Turan hemen cep telefona sarıldı. Karşısına Dayısı çıktı. Durumu sorunca Bekçi Cavit neredeyse yarım saattir yolun karşısında olduklarını ve içeriyi görüntülediklerini" söyledi.
      “Özellikle Amerikalı arkadaşların arabalarını çekiyorlar" deyince Turanın jetonu düşmüştü. Adamlar daha büyük haber peşindeydiler. Belki de bir isyan bir linç olayını yeniden hazırlıyorlardı. Hem de canlı yayın yapmanın hesaplarıyla. O nedenle kayıp çocukların ailelerini bulup getiriyorlardı. Amerikalı iki gencin üzerinden yargısız infaz yapacaklardı.
      Televizyonda görünmeyen bir ses sık sık "Sevgili büyüğümüz Lütfü Yurttaşın cenazesinden sonra Birlik Çırçır önünde buluşalım." diyordu. “Adaletin kendisi olalım" diyordu. Katil arabanın katil sürücülerinden hesap soralım" diyordu. Yüzünü görmeseler de kelimeleri yuvarlamadan konuşan sesin sahibini, Kamil Aksu’yu tanıyorlardı. Kayıp çocukların eski fotoğrafları ekranda gösteriliyordu. Gözü yaşlı ana babalar canlı yayına çıkartılıp yaraları deşiliyordu. Bu aleni bir kışkırtmaydı, Yakup usta doğrudan Kaymakam beye telefon açmayı denedi, ulaşamadı.

      Batı Anadolu’nun küçük bir ilçesi için kocaman ve üzeri çanak anten benzeri cihazlarla donanmış minibüs ve her akşam tvde gördükleri kişileri görmek büyük bir olaydı. Televizyonun arabasının yanına insanlar toplanmaya başlamışlardı. Önce bir iki boşta gezer, ardından canı sıkılan bir kaç genç, minibüsün yanına varmıştı. Bir görevli arabanın üzerindeki logoları söktü. Minibüs şimdi düz beyaz renkteydi. İçeride İşletmenin girişinde oturanlar gelişmeler karşısında ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Zumlu kamerayla kulübenin içinin bile görüntüye alınabildiğini tahmin ediyorlardı Serkan beyin yerinde önerisiyle içeriye yönetim binasına geçtiler. Doğrudan müdür Birol beyin odasına girdiler.

      Birol Tekin gelişmelerin bu noktaya varacağını ummamıştı. Tedirgindi ama tedirginliği böyle bir işe kalkıştığı için değil adını verdiği içindi. Üstelik doğrudan doğruya Lütfü beyin oğluna söylemişti adını. İçeri girenlere baktı
      “Gidiyorsunuz galiba" dedi Amerikalılara. Rıza Aslan kendinden beklenmeyecek bir çıkışta bulunarak
      “Kusura bakmayın Müdür Bey, arkadaşlar bu akşam bizim konuğumuz" dedi. Birol bey yıllardır birlikte çalıştıkları ve çok iyi tanıdığını sandığı adamın bu çıkışına şaşırmıştı. Durumu çabuk toparladı. Geçen ay olanlar kolay unutulacak şeyler değildi.
      “O halde alın konuklarınızı başka bir yere gidin" dedi. Sesi istediği gibi Rıza Aslanın ses tonundan daha yüksekti. Azarlar gibi devam etti
      “Az önce söylediklerinizi duymadım ve şu andan itibaren izinlisiniz" dedi. Kolundaki saatine baktı. "Ben Lütfü Beyin cenaze namazına gidiyorum. İsteyen olursa götürebilirim." dedi ve bir yanıt almayı beklemeden odadan çıktı. Bir saniye sonra kapıyı tekrar açıp “Belki bilmek istersiniz. Dün gece Lütfü Yurttaş’ın evinin önünde kapıdaki büyük siyah arabayı görmüşler" dedi.

      Doğan saatine bir kere daha baktı. ”Sence her şey bugün olacak mı?" dedi. Kız “Evet" diye mırıldandı. "Bugün olmak zorunda çünkü bizim yok olan yıldız sistemimize göre bu son sabah." Delikanlı anlamamıştı.
      “Sana söylememiştim değil mi. Bizim yok olan sistemimizin bir günü sizin otuz üç gününüze eşit. Bugün ise altıncı gün doluyor. Tynark'ın uyanma zamanı. Altı aşamada uyandı derin uykudan. Her gün için bir çocuk getirtti kendisine. Her gün biraz daha güçlendi kendine sunulan bu çocukla. Bu nedenle Ahmet beyi ve diğerlerini rahat etkiliyor. Eğer altıncı kurban emrine verilir de yattığı yerden doğrulursa ve hizmetkarının bedenine girerse ben dahil kimse durduramaz onu. O zamanda yasalarımıza uygun olarak kanserli ur toptan yok edilir." Doğan gülümsedi ama gülümsemesi buz gibiydi.
      “Kanserli ur Dünya mı oluyor yoksa?" başını çevirdi yanında oturan genç kıza baktı. Vereceği yanıtı duymak ve görmek istiyor gibiydi.
      “Üzgünüm" dedi. Yıllar öncesinden bildiği ve son aylarda iyice tanıdığı çehrede şaka yapar gibi bir hal yoktu.

      Bu camiyi bilerek seçmişti oğul Yurttaş. Babasının ani ölümü Onu gerçekten yaralamıştı. Babası onun için bir idealdi, kendisinin sağken anlattıklarını düşünüyordu." Sıfırdan başladım sana bir beylik bıraktım Sende bana yakışan evlat ol beyliği bir imparatorluğa dönüştür" derdi. Son gece yani birlikte oldukları son gece oğlunun geleceği için uğraşıyordu. O gece eve dönerken ölmüştü. Oturdukları sitenin kapıcısı polise söylemediklerini kendisine söylemişti. "Büyük siyah arabayı" anlatmıştı. "Arabadan inen kişiyi anlatmıştı. Şimdi o "büyük siyah arabadan ve o arabanın sürücüsünden intikam alma zamanıydı. Hem de babasının sağ olup ta görseydi oğluyla öğünebileceği bir tarzda intikam alacaktı. Babasının katillerini linç ettirecek bu linç olayını babasının kurduğu televizyon kanalıyla tüm Türkiye’ye hatta Dünyaya canlı olarak verecekti. Bu nedenle ilçe merkezindeki ve bulvar üzerindeki bu camiyi bilerek seçmişti. Caminin arka tarafında bulunan lojmanın kapısını çalarken bunları aklından geçiriyordu. Kapıyı açan İmamın eşine
      “Gürsel Yurttaş geldi der misiniz?" dedi. Kuşkulu bir şekilde kenarıya çekildi. Bir kimse görsün yada duysun istemiyordu. Beş dakika sonra ikindi namazı için abdest almaya giderken "adamla konuşmasına gerek olmadığını" düşünüyordu. Orta yaşlı sayılabilecek imam yeteri kadar yabancı düşmanıydı zaten.
      “İçiniz rahat olsun. Babanızın katilleri buradaysa camimizin cemaatinin büyük bir kısmının katilleri protesto etmek için tarafımdan oraya gönderileceğinden emin olabilirsiniz" demişti.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Anchilea - Bölüm Kırk
« Yanıtla #47 : 25 Ocak 2016, 11:27:11 »
B Ö L Ü M   K I R K

      Adam yine bahçeye çıktı. Uzaktan köyün camisinden ikindi ezanı duyuluyordu. İşte dehlize girdiği zaman masanın üzerinde bulduğu ve olağan üstü yetenekleri olmadan hayatta okuyamayacağı kara kaplı defterde yazılanları anımsadı." Kurban töreni güneş ufka yaklaşmaya başladığında yapılmalıdır" diyordu. Yine aynı kitap "Eğer güneş dağların ardında kaybolursa çömezler rahip, rahipler başrahip olabilmek için bir sonraki Ekinoks'u beklemek zorundadırlar. Eğer bu kurban töreni gerçekleşmez de güneş batarsa Tanrıça Hekate'nin lanetini hiç kimse, hiç bir şey durduramaz" diyordu. Bahçenin ortasındaki kocaman yeşil halıyı açtı. Halının altında hapishane parmaklığı gibi bir Izgara göründü. Izgaranın altında o ilk günden beri ışığı artan yeşil duvar, dumanlar saçmaya başlamıştı.

      Geri dönüşleri yavaş olduğu için karşılarından gelen bej renkli otomobili farkettiler. Komiser bey bir kez selektör yaptı. Karşılarından gelen otomobil saniyeler geçtikçe yaklaşıyordu. Bir yanıt gelmeyince acaba bir başkası mı diye düşünüyordu ki plakayı gördü. Araçlar birbirine teğet geçmek üzereyken bir selektör daha yaptı ve kornasına basmaya başladı. Diğer araç sert bir fren yapıp yolun sağına çekti. Rüzgar Ali de sağa yanaştı. Dörtlü uyarı ışıklarını yakıp beklemeye başladı. Bir dakika sonra Doğan ve yanındaki Yüksel arabalarının yanlarındaydı.
      “Boşuna gitmeyin diye uyarmak istedim sizleri" dedi. Ali Rüzgarlı anlamamış gibi kendilerine bakan iki kişiye.
      “Neden"
      “Biz o eve gittik. Evde sadece yaşlı bir kadın kalıyor. İçeri buyur etti bizi, sanıyorum bir ağanın bağ evi. Ev dışarıdan göründüğü gibi değil çok iyi durumda. Temiz ve bakımlı. Öyle perili, cinli bir yere benzemiyor" dedi.
      “İmam arkadaş ne diyor bu işe" Komiser gülmeye başladı. Bu gülüş komik bir olayın tepkisinden çok sinir gülüşüydü.
      “O onun bunun çocuğu kaçmış" Yanlarında durup sessizce kendilerini dinleyen Yüksel Hanımı görünce toparladı kendini “Kusura bakmayın Hanımefendi" dedi. Yükselin kafası ise bu tür nezaket kurallarından daha çok Komiserin ev için söylediklerine takılmıştı.
      “Bir hile olamaz mı? Bütün bu işleri yapacak cesareti kendinde bulanlar böyle küçük oyunlar oynamış olamazlar mı?" dedi. “Allah kahretsin" dedi içinden Komiser, vazgeçmek için çok çabuk karar vermişlerdi. “Keşke bahçe duvarına tırmanıp içeri bakmayı deneseydim" dedi Uğur Tamsun. Hasan Tırpan ise
      “Sanırım yaşlı kadın izin vermezdi" dedi. Bunları söylerken kafasından geçen "Moruk" yakıştırmasına yaşlı kadının verdiği yanıtı düşünüyordu. Bir kaç cümle ile anlattı durumu.
      “Bence O evi bir kere daha ziyaret edelim Komiserim" dedi Memur Hasan. Komiser de aynı düşüncede olduğunu belirtmek için kafasını salladı. O arada Yüksel hanım söze girdi.
      “Komiserim, Amerikalı iki dostumuz arabalarını geri vermek ve vedalaşmak için İlçeye dönmüşler. İlçede geçen ay olanların bir benzeri hatta daha büyüğü yaşanabilir." dedi. Komiser şaşırdı, kısa bir anda karar vermesi gerekiyordu. Yere baktı bir an, içindeki öfke büyüyordu, sağa sola bakındı. Yerdeki minik taşları öfke ile tekmeledi.

      “O zaman sen bu iki arkadaştan birini al o eve git. Ben diğer arkadaşla İlçeye döneyim" dedi. Komiserin sözleri henüz bitmişti ki Hasan Tırpan ileri atıldı
      “Komiserim izin verirseniz ben Doğan amirimle gideyim" dedi. Uğur Tamsun saniye farkı ile geç kalmıştı. Otuz saniye sonra Komiserin arabası İlçeye doğru tam gaz gidiyordu.

      Halı kalkınca aşağıda günler süren uğraşmalar sonucu açtığı kocaman çukur ortaya çıkmıştı. Sanki bir bomba yada gökyüzünden bir göktaşı düşmüşte bahçenin orta yerine bir krater açmış gibiydi. Kendinin bile inanmakta güçlük çektiği bir kuvvetle o kocaman ızgarayı tutup bir ucunu yere indirmişti. Bu sayede çukuru örten ızgara bir merdiven olmuştu. Merdivenin basamaklarından ağır ve dikkatli adımlarla aşağıya indi. İçini huzur dolduran yeşil ışıklı duvara dokundu. O müthiş hazzı bir kere daha duydu. Bütün organları, dokuları hatta hücreleri bayram yapıyordu sanki. Sanki bedeni denetimden çıkmış o haz duygusunun hiç kaybolmaması için elini oradan çektirmiyordu. Bedene hükmeden beyni ve beyninin içindeki o canlı elini çekmesini sağlamıştı. Yukarı çıkıp boş olan son kabinin son konuğunu getirmeliydi.
      Beyninin içinde artık rahatlıkla konuşmaya başladığı o varlığa, bir kere daha duvara dokunmasına izin vermesini istedi, olmadı, yalvardı gene bir ses seda çıkmayınca bunu izin kabul etti. Başını kaldırıp çam dalları arasından görünen ve yavaşça bahçe duvarına -ufka- yanaşan Güneşe baktı. Bu kere iki elini dokundurdu duvara. Duvarın enerjisi bedenine geçiyordu. Sonra ağır adımlarla ızgaradan tırmanmaya başladı, tören tamamlanmalıydı, ne olursa olsun tören tamamlanmalıydı.

      Bölgenin iki televizyonundan biri olan Haber Televizyonu cenaze namazını naklen vermişti. Hele namazın sonunda Hocanın duası görülmeye değerdi. Televizyonun yorumuna göre binlerce kişi katılmıştı Cenaze törenine. Yine aynı televizyon yorumcusuna göre İlçe, İlçe olalı beri böyle bir tören yaşamamıştı. Bir daha da kolay kolay yaşayamazdı. Kendini göstermeyip sadece sesiyle programa katılan Kamil Aksu'yu Televizyon izleyen pek çok kişi gibi İşletmedekilerde tanımışlardı.
      “Yalaka herif" dedi. Cavit dayı. Lütfü Yurttaş ölünce oğlunu yönetmek onun için çok kolay olacak. Belli etmemeye çalışıyor ama sesi zil çalıp göbek atıyor" dedi.
      Birol beyin "Cenazeye gidiyorum" deyip işletmeden ayrılmasından sonra başka bir yere gidip gitmeme konusunda epey tartışmışlardı. Sonuç olarak Fabrikada kalmaya karar vermişlerdi. Rıza Aslan'ın deyimiyle "mesai bitmemişti daha" Yine de yolun karşısında çoğalan kalabalık endişelendiriyordu onları. Muammer Alkaşlı,
      “Polisi arayalım" deyince Ali Usta da bıyık altından gülerek
"Boşuna aramayın hepsi Lütfü Yurttaş’ın cenazesindedir" demişti. Cavit Dayı ise bir ara gidip dış kapıyı iyice kapamıştı. Gerçi kapı yarım sürgülü kapıydı ve biraz zorlansalar da pek çok kişi üzerinden atlayabilirdi. Olsun yine de tedbir tedbirdi. Şu ara beklemekten başka yapabilecekleri bir şeyde yoktu.

     “Tynark, çok heyecanlı, sabırsızlanıyor. Lütfen biraz daha acele edelim" Ana yol ile köyü birbirine bağlayan toprak yoldaydılar. İlk bakışta görememişlerdi aradıkları evi, Doğan tırmanmaya başladıkları şu küçük yükseltiyi aşar aşmaz evi göreceklerini umuyordu. Bir iki dakika sonra karşılarında bir ağaç kümesi gördüler. Kocaman bir çam ağacı vardı aralarında. Arkada oturan Hasan Tırpan kümeyi görür görmez bağırdı
      “İşte" Biraz daha yaklaşınca ev geniş cephesiyle karşılarında duruyordu. Aracı kenarı çekip durdular. Ortalıkta var olan sessizlik Doğanın dikkatini çekmişti. Ne bir böcek ne de bir kuş sesi duyulmuyordu hatta rüzgar esmiyor yapraklar bile kıpırdamıyordu. Ağır adımlarla ön kapıya yanaştılar. Hemen arkalarından gelen çığlık sesi tüylerini ürpertti.
      O anda evin karşısındaki çalılıkların arasından bir gövde önlerine atılmıştı. Elinde kalın bir dal vardı. Binlerce yıl öncesinin mağaralarında duyulabilecek bir çığlık yine ovada yankılandı. Eğer ani bir refleksle eğilmeseydi kendisine en yakın olan Yüksel hanımın kafasını elindeki dal ile yarabilirdi. Genç kızın eğilmesi çalılardan fırlayanın hızını alamayıp ileri gitmesine neden oldu. İşte o zaman Uzun boylu polis memuru saldırganın ense köküne bir yumruk vurdu. Adam bir an sendeledi. Hızını alamayan bir boğa gibi öte yana geçmişti.
      Saldırgan Tekrar hücuma geçti. Bu defa Doğan, Yükseli arkasına almıştı. İnen kalın dal yana kaçılmasıyla omzunu sıyırdı geçti. Hasan Tırpan gene yetişti. Yarı deli saldıran genci arkasından kavradı. Uzun kolları mengene gibi sıkıyordu Doğan kendisini toparlayıp saldırganın önüne geçti. O an durdu. Hasan Tırpan "Haydi ne bekliyorsun" demeseydi belki de vuramayacaktı.
      Adam bir yandan debeleniyor kendisini saran kollardan kurtulmaya çalışıyor bir yandan da ayaklarıyla önünde duran Doğana tekmeler atıyordu. İçlerinde en sakin kişi görünen Yüksel saldırgana yaklaştı. Elini adamın ensesine attı. Parmaklarıyla uyguladığı bir anlık baskı bir vahşi gibi saldıran kişinin olduğu yere yıkılmasına neden oldu.
      “Bu numarayı bende biliyorum ama bu kadar etkili uygulayana ilk kez rastlıyorum" dedi Doğan soluk soluğa.
      “Arkadaş, adama vurmak için daha ne bekliyordun" diye Polis Memuru Doğana sitem edince Doğan eğildi yerde baygın yatan adamın yüzünü çevirdi. Kendilerine bu evde olanları anlatan evi tarif eden din görevlisi genç ayaklarının dibinde yatıyordu.

     “Lütfen acele edelim" dedi Yüksel ikisine de aldırmadan Ayak üzeri bir strateji belirlemişti.
   “Dağılalım, dağılırsak Tynark'ın dikkatini ilgisini dağıtmış oluruz. Doğan sen şu yana git. Duvardan bahçeye geçmeye çalış. Hasan Bey siz de kapıyı çalın. Yalnız çok dikkatli olun ve olabildiği kadar beni ve Doğan beyi düşünün. Zihinlerimizi birleştirebilirsek ancak yenebiliriz bu şeytanı" dedi. Doğan, sola evin duvarını örten ağaççıkların ve çalıların arasına daldı. O anda kapı tokmağının tok sesi duyuldu.

      İçerideki tedirginlik dışarıdaki kalabalıkla birlikte artıyordu. Yolun karşı şeridinde arabalar asfaltın sağına çekmiş, uzun bir kuyruk oluşturmuş İşletmenin sırasına da park edilmeye başlanmıştı. Müdür beyin odasındaki televizyon sürekli çalışıyordu.
      “Bu olan biteni, bu televizyon yayınlarını yetkililerden kimse izlemiyor mu?" dedi bilmem kaçıncı defa Ali usta. Bir yandan hoşuna gidiyordu. Sıradan başlayan bir gün önemli bir güne dönüşmüştü. Televizyonda İşletmenin karşısına ilk park eden araçtan alınan görüntüler veriliyordu. Özelliklede konuk araç parkında bulunan siyah Chevrolet. Serkan Güler telefonla Kaymakamlığı aramaya devam ediyordu. Ulaştığında da aldığı cevap can sıkıntılarını arttırmaktan başka bir işe yaramamıştı.
      “Biz kendi vatandaşımızı korumakta zorlanırken elin Amerikalılarını nasıl koruyabiliriz" gibisinden sözler söylemişlerdi. Kalabalığın daha da çoğalmaması için dua etmekten başka bir şey ellerinden gelmiyordu.

        Adam kucağındaki çocuğu nazik bir şekilde yere bıraktı. Beyninin içinde yankılanan ses sürekli acele etmesini söylüyordu. Yukarı çıkmış bıraktığı gibi uyumaya devam eden çocuğu kucaklayıp aşağı indirmişti. Minik yavru bir ara gözlerini açmış kendi babasının kucağında olduğunu görünce dudaklarının arasından "baba" sözü dökülmüştü.
      Elini altıncı defa kendi için özel yapıldığı belli olan el izine bastırmıştı. Belli belirsiz bir "tıs" sesiyle boş çekmece açılmıştı. Bir an belki saniyenin yüzdelerle ölçülecek biriminde aklına yaptığının doğru olup olmadığı gelmişti. Kendi yavrusunu "Hekate"ye kurban vermesinin doğru olur muydu? Saniyenin yüzdeliklerle ölçülebilecek bölümünde içindeki ses ona "yaptığının doğru olduğunu, kızını çok yüce bir varlığa katılacağını Hekate'ye yaşam vereceğini söylemişti. Az önce yere bıraktığı çocuğu aynı hassasiyetle kucakladı
      İşte o anda kapı tokmağının sesini duydu. Kafasını kaldırıp iyice ufka yaklaşan güneşe baktı. Az önce açılan bölme açıldığı gibi sessizce kapandı. Beyninin içindeki efendisi ona kapıya bakmasını emretmişti. Çocuğu nazikçe yere bırakıp ızgaranın basamaklarını hızla tırmandı.

      Kalabalığın arasından biri çıktı, ağır adımlarla karşıya geçti. Toplanan kişilerin sayısı sürekli artmaya devam ediyordu. Otomobiller, pikaplar, kamyonetler özellikle traktörler  asfaltı kaplamıştı adeta. Gelenler hiçbir şey yapmıyor, yalnızca İşletmenin önüne gelip sessiz bir şekilde bekliyorlardı. Sanki bir emir yada bir işaret gelsin de o zaman eyleme geçelim der gibilerdi. Yolu geçen adam sürgülü ana kapının şöyle bir yokladı. Göğüs hizasına kadar gelen kapının ucuna asma kilidi takılmıştı. Kapının yanındaki küçük kapıyı açtı, iyice yaklaştığı için adamı tanımışlardı.
      Birol Bey içeri girdi, Rıza Babanın özenle baktığı çiçekli bahçeyi de geçti. Üç basamağı çıkıp arkadan kilitlenmiş olan büyük camlı ana girişin önünde durdu. Kameraların kendisini zumlayarak çektiğini düşündüğü için kapıyı kibarca tıklattı. Rıza Aslan kapının içinde belirdi. Üzerinde takılı olan yale anahtarı çevirerek camlı kapıyı açtı.
      İşletme müdürü, kendi makamının bir karargah gibi kullanıldığını görünce sinirlendi. İlk geldikleri günden beri nefret ettiği Amerikalıların zenci olanı kendi masasında oturuyordu. İçlerinde en aklı başında gördüğü Eksper Serkan beye işaret ederek dışarı çağırdı. Koridorda bir müddet konuştular.
      “Hadi" dedi Birol Tekin “sizden bir amir bir müdür olarak değil bir arkadaş olarak rica ediyorum. O iki yabancıyı gönderin" dedi. iri yarı neşeli adam bu defa gülmüyordu, hiç bir şey demedi. Müdürünün koluna girdi, Birol bey kah yalvarıyor kah tehdit ediyordu. İri yarı adam amirinin sözlerine kulak tıkamış gibiydi. Biraz zorlama ile koridorda yürüdüler. Ana giriş kapısını açtı
      “Bizim aç köpek balıklarına atılacak yolcumuz yok" dedi adamı dışarı itti. İşletmenin müdürü hiç bir şey diyemeden kapının önünde bulmuştu kendini. Bir an kapıyı tekmeleyip küfürler savurmayı düşünmüştü ama yolun karşısında ki kameralar aklına gelince vazgeçti. Tekrar tiyatrosunu oynamaya başladı.
      “Yaptıklarınız yasalara aykırı. Yasa kaçaklarını İşletmede barındıramazsınız. Milli bir kuruluşumuzu böyle bir işe alet edemezsiniz" diye bağırmaya başladı. Asıl etkilemeye çalıştığı ise sürekli çekim yapan televizyon kameralarıydı.

      Büyük ağır kapının tokmağının her vuruşu tokmağın altındaki pirinç plaka yardımıyla tüm kapıda sonra tüm evde çınlıyordu. Bir kaç saniye sonrasında ise az önce aşıp geldikleri tepeden gelen yankısı duyuluyordu. Tam elini bir kez daha vurmak için tokmağa atmıştı ki kapı açılıverdi. Biraz önce kendilerini karşılayan yaşlı kadın açmıştı kapıyı.
      “Ne oldu evladım bir şey mi unuttunuz?" sesi biraz önce bıraktıkları kadar tatlıydı.
      “Şey ..."dedi kekeleyerek. Kapıyı çalarken kafasında var olan düşünceler uçup gitmişti.
      “Komiserim burada saatini unuttuğunu söylemiş..."sözünü tamamlayamadı. Karşısındaki yaşlı kadının nur yüzü bir anda uçup gitmişti. O sevimli gözler kan çanağına bürünmüştü. Kırmızı kanlı dişlerini göstererek 
      “Yalan söylüyorsun" diye tısladı İşte o zaman Yüksel aralık olan kapıyı olanca kuvvetinle iterek içeri girdi.
      “Asıl sen yalan söylüyorsun Şeytanın uşağı" dedi. O anda yaşlı cadı buhar olmuşçasına kayboldu. O anda dekoru tamamlarcasına bir şimşek çaktı. Kendilerini karanlık ve iğrenç bir mahzende bulmuşlardı.

      Önceleri hoşuna giden olaylar denetiminden çıkmaya başlamıştı. Biraz öncesine kadar günlük güneşlik olan hava birden kapanmıştı. Şimşekler çakıyor gök gürüldüyordu. Kafasının içerisindeki varlık temposunu arttırmış "Daha hızlı, daha hızlı" demeye başlamıştı. Elini aynı yere koydu. Kapandığın da dışarıya hiç bir çizgi bile göstermeyen çekmece açılıvermişti.
      “Ben onları oyalıyorum sen töreni tamamla" beynindeki varlık etiyle kanıyla şekillenmeye başlamış gibiydi. Çıkan rüzgarda elbisesinin etekleri savrulan küçük çocuğu tekrar kucakladı.
      “Baba... Babacığım..." Adam kucağında kendisine yalvaran gözlerle bakan minik yavruya baktı. İçinde kalmış olan insanlık kırıntıları bir an yüreğini sızlattı.
      “Korkma yavrum, bizden çok daha büyük bir varlığa katılacaksın" dedi içinden gelen vicdan sesini bastırabilmek için. Tıpkı diğerlerini yatırdığı gibi onu da açılan bölmeye upuzun yatırdı. Diğerlerine yaptığı gibi ana gövdeden çıkan ucun birini çocuğun narin koluna batırdı. Diz çökmüş olduğu yerden beyaz boru içinde milim milim ilerleyen kırmızılığa baktı. Diğer borunun ucundaki maskeyi kızının yüzüne yerleştirdi. Bir an aralanan acı dolu gözleri görmemek için kafasını çevirmek zorunda kalmıştı. İşlemler tamamlanınca açılan bölme yerine oturmaya başladı. Her işlemden sonra duyduğu hazzı duymaya hazırdı artık.

      Doğan kapının bir kaç kere çaldığını duymuştu. Kapıdan yeteri kadar uzağa gittiğine inandığında duvarı sarmalayan çalıların ve yaban sarmaşıklarının yardımıyla yukarı tırmandı. Olması gerekenden bir hayli yüksek olan duvarın üzerine çıktığında hiç bir şey göremedi. Her yer otlarla ağaçlarla ve çalılarla kaplıydı. Aşağı atladı, beline kadar çamura batmıştı. Bir an zihninde annesinin hiddetli sesini duydu
      “Yine çamura batmış üstün başın." Bunun bir halisünasyon bir göz bağcılığı olduğunu düşündü. Annesinin bağırışları kaybolmuştu. Çamur ise yalnızca ayakkabılarındaydı. Bakımsızlıktan arsızca çoğalmış otların ve çalıların arasında yönünü bulmaya çalışıyordu. Gerçek ile kafasının içindeki hayaller arasında gidip geliyordu. Kendini kaptırdığında çalıları balta girmemiş orman yada bir dal parçasını yılan zannettiği oluyordu. Birden önünde dikilen soğuk bir gerçekle yüz yüze gelmişti. Önünde siyah bir nesne belirmişti.
      Bahçedeki insan boyu otlar çalılar kaybolmuş kendini simsiyah metalik boyanmış bir araba ile karşı karşıya kalmıştı bir anda. Aradıkları efsane haline gelmiş Chevroletti burun buruna geldiği. İşin kuralını öğrenmişti aniden gerçekle yüz yüze gelince büyü bozuluyordu. İlerisindeki çukuru görünce yavaşladı. Her ne oluyorsa çukurun içinde oluyordu. Usulca çukura yaklaşmaya başladığında çakan şimşeği farketti. Bir anda hayal mi yoksa gerçek mi olduğunu anlamadığı karanlık bir fırtınanın ortasında bulmuştu kendisini.

      Adam bulabildiği en büyük aynanın karşısında kendisine çeki düzen veriyordu. Sonunda ülke çapında belki de Dünya çapında bir iş başarıyorlardı. İşi her ne kadar idare eden Kamil Aksu yada Kadir Öncü’ymüş gibi görünse de asıl işi yöneten kendisiydi. İmamla konuşan, yerel televizyonlardan canlı yayınları hazırlayan, kayıp çocukların ailelerinin bulunup getirten kendisiydi. Ailelerin çoğu çoktan ümidini kestiği bu olayı onlar sayesinde tekrar umutlanmışlardı. Bazılarını iknada zorlanınca çocukların bulunabileceği yalanını söylemişlerdi. Bir tek dün kaybolan çocuğun ailesi kalmıştı gelmeyen o da o kadar önemli sayılmazdı. "Allahım... Gözyaşı, şiddet, öfke belki de kan; muazzam bir haber olacaktı. Saçlarına fırçayla son bir defa daha dokundu, canlı yayın kameralarının karşısına çıkmaya hazırdı artık.

      “Çabuk def et kafandaki düşünceleri" dedi karanlıkta bağırarak. Hemen önünde yürüyen polis memuru bir yandan karanlıkta yürümeye çalışıyor bir yandan da kekeler gibi kendisine bağıran genç kıza yanıt veriyordu.
      “Na... nasıl yani"
      “Biz, sizin bir saat önce girdiğiniz evdeyiz. O an bir şimşek daha çaktı. Dehlizin karanlık taş duvarları bir an aydınlandı. Arkasından gelen gök gürültüsü taş koridorlarda yankılandı. Nemden yosun tutmuş taşların üzerinde kaymamak için çok dikkatli yürümek zorundaydılar.
      “Bir bahar düşün yada yaşadığın bir güzel ortamı anımsa..." Karanlık taş dehlizler önlerinde uzamaya devam ediyordu. “Lütfen. Hiç olmazsa az önce geldiğiniz o evin içini anımsamaya çalış" O an geniş bir salonun içinde olduklarının ayırdına varmışlardı.
     “Bu Tynark" dedi. Sizlerin zihinlerinizi etkiliyor. Korkularınızı, hırslarınızı gerçekmiş gibi önünüze koyuyor" dedi. Hasan Tırpan mırıldandı
      “Halisünasyon"
      “Bu halisünasyon olamaz" diye mırıldandı. Sürünerek az önce gördüğü çukurun ağzına gelmişti. "Bu bir kabus olmalı" Yaklaşık üç metre çapında düzensiz daire şeklinde açılmış bir çukurun başındaydı. Gerçek miydi önüne açılan çukur yoksa yine zihninin bir oyunu muydu? Kafasındakileri defetmeye çalıştı. Önceden kayboluveren hayaller gibi değildi önündeki çukur.
      Geniş çukurun ağzında aşağı inen derme çatma bir merdiven vardı. Aslında merdiven de değil başka bir şeye benziyordu. Dikkatli bir şekilde bakınca aşağıda biri olduğunu gördü. Karşı tarafta ışıldayan yeşil pürüzsüz bir duvarın önünde duruyordu. Bomboş bakışları karşı duvarı deliyordu. Aşağıdaki kişi daldığı bu durumdan kurtulsa ve başını biraz yukarı kaldırsa kendisini görürdü.
      “Ama...Ama... Bu Besim..." mırıldanıyor muydu yoksa dalgın olan arkadaşını harekete geçirmeye mi çalışıyordu bilemiyordu. Çocukluk, gençlik arkadaşı Besim Kalden. Rakibi, sevgilisini elinden alan can düşmanı Besim Kalden. Besim sanki transa geçmiş bu dünya ile ilgisini kesmiş gibi öylece bakıyordu, önündeki boş duvara. Ne yapacağını bilemedi Doğan. Kendini yaratığa teslim etmiş gibi duran arkadaşını uyarmalı mıydı? Daha vakti var mıydı?  O efsanevi tören olacak mıydı? Yoksa sadece bir efsane miydi?  Birden aklına az önce toslayacağı siyah araba geldi. Yoksa ortalıkta dolaşıp çocukları kaçıran Sapık Besim miydi?  Geriye dönüp Yüksel hanımla konuşmalıydı ki o an onun sesini duydu.
      “Lütfen aşağı in" diyordu. Etrafına bakındı, kimseyi göremedi. “Lütfen aşağı in ve elini duvara daya" yanılmıyordu. Bu Yükselin sesiydi ama çevresinde değil kafasının içindeydi. “Telepati" diye aklından geçirirken yanıt geldi.
      “Evet ama oyun zamanı değil ve bu bir oyun değil? Lütfen acele et, vakit daralıyor. Evet hemen harekete geçmeliydi, ayağa kalktı. Kendiyle birlikte aşağıda çukurda bekleyen Besim’inde ayağa kalktığını görmüştü.

      İşletmenin önüne geldiklerinde hayal kırıklığına uğramıştı. Ne umduğu kadar kalabalık vardı ne de kalabalık beklediği kadar hareketliydi. Televizyonlar canlı yayına devam ediyordu. Hala gelenler vardı ama "neyse" dedi kendi kendine "gerisini ben hallederim". Araban çıkar çıkmaz asistanına
      “Merkezle görüştünüz değil mi?" dedi. Genç gözlüklü bir bayan elinde makyaj malzemeleri olduğu halde adama yaklaştı. Yüzüne biraz pudra sürmeye çalışıyordu. Orta yaşı geçkince olan beyefendi giyimli asistan
      “Her şey hazır, on beş dakika sonra canlı yayına geçeceğiz. Ulusal bağlamda alt yazılar ile olayı duyurmaya başladık dedi. Bir anlık duraklamadan sonra  "İsterseniz biz bu arada ana haber bülteni için bir kaç çekim yapalım. Hem sizin içinde ısınma turu gibi olur" dedi.
      Televizyonların haber kralı Kadir Öncü bey "Lütfen" başını salladı.  Kendisine bilgi veren asistan gizli bir "Ohh" çekti. Diğer görevliler ise kiralanan küçük otobüsten inen aileleri çekimler için hazırlıyorlardı. Gürsel Yurttaş ve Kamil Aksu bir o yana bir bu yana koşturuyor şimdiye kadar yapmadıkları kadar büyük olan organizasyonun aksamadan yürümesi için hazırlıkların kusursuz olmasına çalışıyorlardı.

      Genç kız, kafasının dönmeye başladığını hissediyordu. Yorulmuştu. Bir adım gerisinde yürüyen genç polise tutunmak zorunda kaldı birden sendeleyince. Zaten yaptığı iş başlı başına zihinsel yorgunluktu bir de işin bu yönleriyle uğraşmak zorunda kalıyordu. Hem bu insanları korumak hem de Tynark'a karşı durmak zorundaydı. Dün gece iki defa engel olmaya çalışmıştı. Birinde kendisi başarılı olmuş diğerinde Tynark kazanmıştı. Şimdi son kozlarını oynuyorlardı. Fiziksel gücünü kaybetmeye başlamıştı ama işi tamamlamalıydı. Bu nedenle yanında yürüyen genç polise tutunmak zorunda hissediyordu kendisini.
      Yürüdükleri salondan kendilerini bahçeye çıkaracak kapı ile aralarında birkaç adım kalmıştı ki birden önlerinde kocaman bir uçurum açıldı. Genç memur değil uçurumu aşmak yanına yaklaşacak cesareti bile kendinde bulamıyordu. Ardında yürüyen polis memuruna
      “Dayanamıyorum... Lütfen beni şu koltuğa yatırır mısın" dedi. Hasan Tırpan önce bir şey anlamamıştı. Duvarlarından sular damlayan böyle bir zindanda koltuğu nereden bulacaktı. Önünde yürümekte olan Yüksel Hanımı kucaklamak zorunda kalınca salonun orta yerindeki koltuğu gördü. Yine gerçeğe dönmüşlerdi, salondaki yıllar öncesinin izlerini taşıyan gerçek antika bir üçlü koltuğa uzattı genç kızı. Uzanır uzanmaz gözleri kapandı. Kaşlarının üzerinde acıdan olduğu anlaşılan kırışıklıklar belirdi. Geriye döndüğü anda biraz önce önlerinde açılan uçurumun kapandığını görmüştü. Kapıyı açıp bahçeye çıktığında gördüklerini yaşamı boyunca unutamayacaktı.

      “Ben eski ben değilim artık, eski benin düşmanları da yok olmaya mahkumdur." Kafasını kaldırınca can düşmanı Doğanı çukurun başında görmüştü. İçinde hızla büyüyen bir güç hissediyordu. Kızının akan kanı kabinin içindeki varlığa ulaşmaya başlamış olmalıydı. Bir kaç dakika içinde operasyonun son aşamasına geçeceklerdi. Ne Doğan nede bir başkası buna engel olamazdı, olmamalıydı. Yerinden doğruldu, basamakları inerek ulaştığı o çukurdan bir sıçrayışta dışarı çıktı. Eğer kendi yansımasını bir aynada görseydi hırsı ve öfkesinin dışa vurumu olan yeni bedeninden kendi bile iğrenirdi.
      Genç polis kapıyı açıp bahçeye çıktığında Komiserinin "kendisi bizim müdür beyden bile yetkilidir" diye kulağına fısıldadığı Doğan bey o yaratığın kollarında çırpınıyordu. Bir an korktu, nasıl davranması gerektiğini bilemedi.

      Kalabalık, birileri tarafından düzene sokuluyordu, mırıltılar seslere sesler sloganlara dönüşüyordu. Yiğidi öldürüp hakkını vermek lazımdı ki adam organizasyon konusunda bir hayli yetenekli ve deneyimliydi. Bunda yapılan ekip çalışmasının önemi de büyüktü. Canlı yayını sunabileceği İşletmenin kapısını ve toplanan kalabalığı alabilecek bir yer seçilmişti. Bu işlem iyi bir programın temel koşuluydu. İşletmenin karşısına yığılan kalabalık eskisi kadar dağınık durmuyordu ve çok daha kalabalık görünüyordu.
      Kadir beyi aydınlatan tek Spot yandı. Hava hala aydınlıktı ama haber programı yapımcısının haber müdürü ve sunucusunun yüzüne biraz fazla ışık verilmesi gerekiyordu. Güneş ufka iyice yanaştığı için canlı yayın esnasında diğerlerinin de yanması gerekebilirdi. Güney ufkunda toplanan bej bulutlar bazı olumsuzlukların habercisi olabilecek gibi görünse de o bulutlar buralara gelesiye kadar çekimler bitirilebilirdi.

      Asistanına bir kez daha her şeyin hazır olup olmadığını sordu. "Hazır" sözünü aldıktan sonra ışıkların yakılmasını emretti. İşletmenin karşısında yanan tek bir spot olsa da cadde gündüz gibi aydınlanmıştı. Bu ışık kalabalığın bir kere daha hareketlenmesine ışığa koşan kelebekler gibi insanların ışık altında toplanmasına neden olmuştu. İlçeye iyice yaklaştıklarına inanan Rüzgar Ali yüzlerce metre öteden parlak ışığı gördüğünde durumu kavramıştı.

      Yattığı yerde Yükselin elinde örselenmiş bir alet vardı Doğanın defalarca sorup yanıt alamadığı müzik setine benzettiği alet vardı. Bir yandan soğuk soğuk terliyor diğer yandan elindeki aleti onarmaya çalışıyordu. "Yolda o kadar çene çalacağına niçin onarmadım" diye kendi kendine hayıflanıyordu. Elindekini bir an önce onaramazsa dışarıdaki boğuşma sesleri daha çabuk kesilirdi, hem de aleyhlerine.
      Doğan, karşısındakini polis memurunun aksine çocukluk arkadaşı Besim olarak görmektedir. Ama besim bedeninin tüm organlarını yüksek verimle kullanıyor olmalıydı. Bu nedenle insanüstü fiziksel güçlere sahipti. Kolları mengene gibi boğazını sıkıyordu. Ayakları yerden kesilmişti. Çaresiz kurban tekmeler sallıyor ama isabet ettiremiyordu. Sanki karşısındaki devasa ölçülerde bir Frankesteindi. Yüzü kıpkırmızıydı bunu biliyordu ve bilmesi için görmesine de gerek yoktu. Yüzüne giden aşırı miktardaki kan yüzünü kızartmış olmalıydı. Elleriyle vurabildiği kadar vurmasına rağmen Besim hiç hissetmiyordu.
      Neredeyse can çekişir duruma geldiği o anda göz ucuyla bahçeye çıkan memuru fark etmişti. Adam büyülenmiş gibi kalmıştı. Gözleriyle hemen yanların da duran küreği işaret etti. Saniyeler geçiyor acil ihtiyacı olan oksijen gelmiyordu. Yıllar kadar uzun saniyeler sonra donup kalmış olan adam hareketlendi. Duvara dayalı eski küreği aldı, küreğin sırtıyla adamın ense köküne vurdu. Doğanın anımsadığı en son sahne buydu.
      Polis memuru Hasan, birden kendisini gördüğü hayalin dışında gerçekle yüz yüze buldu. Doğan bey gerilmiş kolların ucunda kıpkırmızı duruyordu. Debelenen ayaklar eski gücünü kaybetmeye başlamışlar gibi sallanmaları azaldı. Azaldı. Hasan Tırpan ne yapabilirim diye etrafına bakınırken duvara dayalı küreği görmüştü Hızla küreğe uzandı. Bir ara keskin yan tarafıyla vurmayı aklından geçirdi. Vazgeçti bu anlık düşünceden ne olursa olsun katil olsun istemezdi Küreğin sırtı ile vurdu adama, adam tınmadı bile. Sonra bir daha, bir daha vurdu. Kendi gücünün tükenmeye başladığı anda ayakta duran iki kişinin sendelediğini ve olduğu yere yığıldığını gördü. Başarmıştı.

      Aracını direk olarak kalabalığın üzerine sürdü Komiser Bey. Bir kaç öfkeli çığlık ve yaşanan küçük bir panik sonunda tam kameranın önünde durdu. Hışımla arabasından çıktı. Komiserinin huyunu delirdiği zaman zapt etmenin güçlüğünü bilen Memuru peşinden fırladı. Meşhur olup olmadığına bakmaksızın gerekeni yapardı Rüzgar Ali. Ama ondan önce kalabalığın içinden araya girenler oldu.
      “Çekim yapmak için kimden izin aldınız" dedi öfkeyle. Bir eliyle kameranın vizörünü kapatmaya çalışıyordu.
      “Siz kimsiniz kardeşim" dedi Kadir bey sakin olmaya çalışarak. "Hangi hakla halkın haber alma özgürlüğüne engel oluyorsunuz" dedi.
      “İzin Beyim... İzin aldınız mı?" Burada sizi yada halkımızı ilgilendiren ne tür haber olabilir." Kanal 5 'in ünlü televizyon habercisi Kadir Öncü ile aralarında bir metrelik mesafe vardı. Dövüşe hazırlanan iki horoz gibiydiler, televizyon sunucusu gösteri yapıyor gibiydi.
      “Burada" eliyle yolun karşısını İşletmeyi gösteriyordu "altı çocuk katili iki Amerikalı var. İçerdeki yardakçıları da O iki sapığı kolluyorlar, yardım ve yataklık ediyorlar. Neden siz bana değil de onlara bir şeyler söylemiyorsunuz?"
      “Nereden biliyorsunuz sapıl olduklarını." Kalabalığın dışından gelen sesle başta kalabalığın ortasında duran iki adam olmak üzere tüm başlar sesin geldiği yöne döndü.
      “Elinizde yargı kararı veya somut kanıtlar mı var?" Sesin sahibi insanları yara yara geliyordu. Uzun boyu çevresindekilerden kendisini hemen ayırt ediyordu.
      “Siyah Chevrolet karşıda İşletmenin parkında duruyor" Sesin sahibi kalabalığın çevrelediği boşluğa gelince halkın arasında mırıldanmalar başladı.
      “Timur bey bu... Timur Sarıca" Belki benimde Chevrolet arabam var. Hem de aynen onun gibi gece siyahı o zaman bende suçlumu oluyorum?" Bir an dalgalanma oldu kalabalıkta. Aralarından biri haykırdı.
      “Tanıklar var, oradaki zenciyi olay yerinde görenler var"  Peşinden benzincinin de sesi duyuldu.
      “Evet, ben şahidim, onları şimdi size bakan bu iki gözümle gördüm. Önce kırmızı bir arabaydı. Sonra yıkamaya girince üzerindeki boya aktı. Arabanın içinden de zenci indi." Bir yandan konuşurken diğer yandan ortalıkta kendiliğinden oluşan meydanlığa gelmişti. Gürsel Yurttaş, hazırladığı organizasyon için kendiyle bir kere daha gurur duydu. Benzinciyi bile getirtmeyi unutmamışlardı. Omzunda kamerası olan gençte çevrede dönüyor sürekli çekim yapıyordu. Karşıdan polis ve jandarma da göründü. Onlar konuşurlarken toplanan kalabalıkla İşletme arasında asker ve polisin oluşturduğu insan zinciri kurulmuştu. Zincirin öte yanındakiler de gittikçe çoğalıyorlardı. Başlarının yüzlerce yukarısında toplanan koyu gri bulutlar gibi.

      Doğan baygın düştüğü yerden küçük bir kızın ağlamasıyla uyandı. Çevresine bakınınca ayaklarını üzerine doğrulmaya çalışan Besimden ve ona tıpkı bir kum torbasına vurur gibi vurmaya devam eden polis memurundan başka kimse yoktu.
      “Aşağı in Doğan, gövdedeki ele figürüne elini daya. Lütfen acele et." Konuşan Yükseldi. Telepatiye hala alışamamıştı, çevresine bakındı göremedi ama yakınlarda bir yerlerde olmalıydı. Beyninin içindeki sese uyup aşağı çukura inmeye çalıştı. Lanet olası enerji duvarı yerinde duruyordu. Bir daha denedi ama gene başaramadı. Görünmeyen duvarı geçmek mümkün değildi. Kafasının içindeki ses
      “Bir gizli geçit var onu bulmalısın" dedi. Bir gizli geçit, nasıl olabilirdi, nerede olabilirdi. Kafasını toparlayabilse belki düşünebilecekti ama kendini yoğunlaştıramıyordu ki. Adam, az önce kendi boğazını sıkan pençeleriyle gözlerinin önünde genç polis memurunu hırpalıyordu. Bir şeyler yapması gerekiyordu, hem de hemen. Sağına soluna bakındı. Az önce kendisini kurtaran kürek ayaklarının altında duruyordu. Eğildi küreği aldı ama o an kendisini uçsuz bucaksız bir denizde buldu.
      Deli bir rüzgar esiyordu,  Küçük bir çocuk, kıyıda durmuş kendi boyunu kat kat aşan dalgaların öfkeyle sahile vurduğu açık denize bakıyordu. Fırtına yüzünden ayakta durmakta zorlaştırıyordu. Koyu gri bulutlar, ufukta lacivert deniz ile birleşmişti sanki. Uzaklarda lacivertle grinin birleştiği noktada bir leke, küçük bir sandal da bir adam kıyıya yaklaşmaya çalışıyordu. Adamın arkasında bir dalga belirdi. Yaşlı adam terden sırılsıklam olmuş bir halde sandalını kıyıya çekebilmek için ölümüne kürek çekiyordu. Arkasından gelen dalga yaklaştıkça büyüyor yükseliyordu.
      Doğan, kıyıdan olduğu yerden bağırıyor bağırıyordu. Rüzgar sesini dağıtıyordu taa oralara ulaşmasına engel oluyordu. Babasının hiç görmediği ölümünü görüyor o acıyı tekrar yaşıyordu. Beyninin içindeki "Uyan" diye haykıran ses tekrar duyulunca kendine geldi. Şuurunu kaybetmiş olan Besim, karşısında, kendisine yaklaşmaktaydı. Uğraştığı polis memurunu bir kenara boş çuval gibi atmış, çocukluk arkadaşına yaklaşıyordu. Göz göze geldiklerinde gözlerinde ölümü gördü. Yattığı yerden sürünerek kaçmaya çalıştı. Üzerinde tonlarca ağırlık varmış gibi kıpırdayamadı. Gülümseyerek üzerine gelen Azrailin ta kendisiydi.

      Turan, Timur beyin ve Yakup ustasının yanında kalabalığa karıştı. Timur Sarıca’nın ustasına göstermiş olduğu saygı, Yakup ustayı gözünde bir kere daha büyütmüştü. Haberin bu bölümünü Yakup ustadan sonra alabilirdi. Aklına içeri girmeyi koymuştu, içeride olanları öğrenmeliydi. Bu birazda bencillikten kaynaklanıyordu, romanı için daha gerçekçi olurdu. Umutları polislerden oluşan zincire takıldı. Onu kalabalıktan biri olarak görmüş olmalıydılar ki geçmesine izin vermediler. Ancak durumunu ve kim olduğunu Komiser Ali Rüzgarlı söyleyince geçmesine izin verdiler.
      Sürgülü kapının hemen yanındaki dar kapıdan geçti. Rıza Babanın bakımını yaptığı güzel bahçeyi geçti yönetim kapısından içeri girdi. Kuşatılanlar, Müdür beyin odasında oturuyorlardı. Durum konusunda endişelenmekten başka bir sorunları yok gibiydi. Araya giren polis zinciri kendilerini biraz olsun rahatlatmıştı. Yine de grubun arasında İngilizce bilen biri olmadığı için Amerikalıların gerçek durumlarını bilemiyorlardı. Turan içeri girer girmez Ali usta sordu.
      “Bizim çıkmamıza neden izin vermiyorlar"
      “Bilmiyorum ama sorun sizde değil sanırım." Göz ucuyla odanın bir kenarında duran iki yabancıyı göstererek
      “İki arkadaştan kaynaklanıyor olmalı" dedi.
      “Ne istemek bu insanlar bizden" Zenci Amerikalı haklı olarak soruyordu yarım yamalak Türkçe'si ile.
      “Ne istiyorlar bu adamlardan" Cavit dayı homurdar gibi gülerek devam etti.
      “Hadi anlat bakalım bu adamlara." Turan her şeye yeni baştan başladığını düşünerek yarım İngilizcesiyle anlatmaya başladı. Olayın gerçek boyutlarını anlatırsa ne kadar şaşıracaklarını düşünüyordu. Olaylar biter bitmez başlayacağı romanından iki örnek göndermeyi düşünüyordu Amerika ya. Tabii bu olanlar kazasız belasız biterse.

      Kıpırdamayı tekrar denedi, bütün uzuvları ağrıyordu hiç birini kıpırdatamadı. Avının bir yere kaçamayacağını bilen bir avcı gibi yaklaşıyordu Besim kendisine. Kafasının içindeki ses aşağıya inmesi için yalvarıyordu." Gövdedeki ele bastır" diye. Geride uzaklarda ağlamalar vardı. Bir an delirdiğini düşündü. Çocuk ağlamaları duyuyordu. Çocukların sağ olabilir miydi? Umut edebilir miydi? Aslında umutlanmakta istemiyordu. Ya zihninin oynadığı numaralardan biriyse diye çukura yaklaşmaya çalıştı.
      Aşağıda yeşil renkli metalik gövde daha da ışıklar saçmaya başlamıştı. Sisler dumanlar içindeydi. Belli belirsiz bir vınlama duyulur olmuştu. Elini çukurun kenarına uzatıp kendini çekmek istedi. Uzanan eli ani bir refleksle geri çekildi. Sanki yüksel voltaj vardı çukurun etrafında.
     “Sen bir şey yapamaz mısın?" diye mırıldandı. Sorusuna yanıt beyninin içindeydi.
     “Ne ben ne de Tynark fiziksel olarak bir şey yapamayız. Dönüşüm başladı ve tamamlanmak üzere. Tynark şu an bir eşikte, bir boşlukta. Kendi rahminden çıktı ve Besimin bedenine girmek üzere. Eğer şu dakikalarda bir şey yapamazsan Tynark arkadaşının bedenine tamamen sahip olacak. Besim yada bir başkası olmadan bizler sizin gezegeninizde yaşayamayız" dedi.
      Doğan bir kere daha denedi çukura yaklaşmayı. Yapamıyordu. Sanki camdan bir duvar varmış gibiydi.
”Sana söyledim" dedi zihnindeki ses öfke kokan bir tonda. Bir başka giriş daha var. Onu bul"
      “Nerede
      “Bilmiyorum ama yakınlarda olmalı." Doğan sesli konuşuyordu sanki yanında birileri varmış gibi. Yüksel hanımsa uzaktan salonda yattığı yerden yanıt veriyordu Doğanın söylediklerine. Besimin ise hiç acelesi yok gibiydi, yılların içinde biriktirdiği öfkeyi çıkarmak için hiç acele etmiyordu. Başını çevirdi evden içeri girebileceği ve az önce çıktığı kapıyı gördü. Önce emekledi, sonra ağır adımlarla yürümeye başladı. Yürüdükçe ağrıyan kasları açılıyordu, bir kaç adım sonra yürüyüşü iyice normalleşmişti. Arkasından gelen ayak sesleri de kendisiyle birlikte hızlanmıştı, kapıdan içeri girdi.
      “Karşıya" dedi kafasının içindeki ses. Karşısındaki kapıyı da geçince salonda buldu kendisini. Salonun karanlığında duvar dibinde kımıldayan gölge gördü.
      “Sevgilim sen misin?" "Sevgilim" aralarında o kadar az olarak kullandıkları kelimeydi ki Sevgilim. Beyninde bir kere daha yankılandı "sevgilim." Salon kapısının açıldığını duydu. Romantizmin zamanı değildi.
      “Karşındaki kapıdan gir" Merdivenin yanındaki küçük kapıyı gördü. Bu ikinci kapıdan girdiğinde bir mutfakta buldu kendisini. Bu defa aldanmayıp kapıyı içeriden sürgüledi. Kapının arkasındaki mini sürgünün çok dayanmayacağını bildiği için bulduğu bir kaç eşyayı kapının arkasına yığdı. Eşyaları koymaya başladığı anda mutfak kapısı tekmelenmeye başlamıştı Bir taraftan eşyaları kapının arkasına yığıyor diğer yandan mutfakta ki diğer kapıyı aranıyordu. Bir iki saniye geçmeden aradığını bulmuştu.
      Bilinmez içine başka bilinmezler gizlenmiş gibiydi. Sanki bir bulmaca çözüyordu, son kapıdan geçince bir bodrumda buldu kendisini. Bu defa aranmadı hiç yeni bir kapı için. Eğilerek geçebileceği ölçüde genişletilmiş bir dehlizdeydi. Dehlizin ilerisi ise parlak yeşil ışıkla aydınlanıyordu, yanılmamıştı. Bir kaç dakika önce metrelerce yukarısında baktığı çukurun içindeydi Dehlizin ucuna vardığında tereddütle yaklaştı. Yaklaştı, bir taş attı, akıllanıyordu gittikçe. Taş doğrudan tok bir sesle düştü. Burada Bu mesafede enerji duvarı falan yoktu. Yere atladı, sıra parlak yeşil ve artık sisli, dumanlı görünen duvardaki el izini bulmasına kalmıştı iz.
      Ne aradığını bilmeden parlak yeşil pürüzsüz sayılabilecek duvarın kendinden yana olan tarafını elleriyle yokluyordu. En aşağıdan başlamış üstlere doğru çıkıyordu. Yukarıdan az önce kendisinin çıktığı dehlizden gelen sesler çatırtıya dönüşmüştü. Ara kapının daha fazla dayanamayacağı anlaşılıyordu. Yukarıda uzaklardan geliyormuşçasına işittiği vınlama sesi burada rahatsız edici boyutlara varmıştı.
      “Hadi... hadi... Dönüşüm tamamlanmak üzere.  "Elleri ne yaptığını bilmez durumda çalışıyor bütün duvarı geziniyordu. Kafasını kaldırmasa da dehlizin ağzındaki gölgeyi görmüştü. Eli, daha doğrusu parmakları bir girinti hissetmişti sanki.
      “İşte o, hadi koy, daya elini" Kollarını mengene gibi iki el kavradı, ayaklarının tekrar yerden kesildiğini ve hava da uçtuğunu hisseti. Belki uçmak iyiydi ama toprak duvara vurmak kemiklerine iyi gelmiyordu.

      “Beni emretmişsiniz."  Emniyet Müdürü Abdullah Bey, karşısında duran astına baktı. Beğendiği ve takdir ettiği idealist birine bunları söylemek zordu. “Bizlerin başka yerlerde görevleri olabilir. Burada bizi bağlayacak yada görev alanına girdiğimiz bir durum olduğunu sanmıyorum" dedi. Komiser Ali anlamamıştı.
      “Anlamadım efendim" dedi
      “Diyorum ki bütün personel şu an burada, ya diğer bölgelerde bir vukuat yaşanırsa. Kuvvetlerimizin bir bölümünü çeksek diyorum"
      “Acil durum için yeterli personel Merkezde kaldı Efendim" dedi.
      “Siz yine de Memurlarımızın bir bölümünü geri çekin"
      “Kusura bakmayın ama burada olağanüstü bir durum söz konusu. Ben personelimizin bir bölümünü bile geri çekemem" dedi Komiser Ali Rüzgarlı. Amirine karşı gelmesi ilk defa olmuyordu. Israr ederse “Lütfen emrinizi yazılı verin" diyecekti, gerek kalmadı.
      “Peki bu durum nasıl sonuçlanacak sizce" dedi Emniyet müdürü.
      “Birazdan iyi bir yağmur yağacak gibi. O zaman kalabalık kendiliğinden dağılır" Müdür beyin aklına bu gelmemişti. Gülümseyerek “Yağmurun bir an önce yağması için dua edelim o zaman" dedi.

      Bu kez kesinlikle kıpırdanamıyordu, gözünü açıp kendine yaklaşan Azrailine bile bakacak gücü yoktu. Bir kaç kemiği birden kırılmış olabilirdi. Düştüğü yerden kara gölgenin kendisine doğru yavaş yavaş gelişini izliyordu. Bir adım, bir adım daha derken önceleri sevdiği sonradan nefret ettiği o pis gülüş bir adım ötesinde dikiliyordu. Önce bir tekme attı yerde yatan Doğana. Böğrünü delen tekmenin acısı geçmeden ikincisi geldi. Peşinden de diğerleri. Her tekme bir öncekinde daha etkiliydi.
      Bir zaman sonra adam eğildi. Yerde yatan bedeni kavradı, başının üzerine kaldırdı. Kaslarını bir yay gibi gerdi, artık sıkıldığı oyuncağını atıp parçalamayı düşünen yaramaz çocuk gibiydi. Doğansa bir saniye sonra başına gelecek olanın farkında olabilecek durumda değildi. Bir saniye... Bir saniye daha geçti. Doğanı yukarıda başının üzerinde tutan eller harekete geçmiyordu. Geçemiyordu. Çukurun başında dikilen Yüksel hanıma takılmıştı gözleri, heykel gibi donup kalmıştı.
      Yüksel, gücünün son kırıntılarını kullanıp adeta sürüklenerek çukurun başına gelmişti. Ya şimdi müdahale edecekti yada hiç bir zaman. Daha etkili olması için bir zamanlar kendisine hayran olan adamın gözlerine bakıyordu.
      Besimin beyninde büyük bir savaş başlamıştı. Güçlenen vınlama sesi artık evi dolduracak hale gelmişti. Ayakta duran adamın dizleri titredi önce. Kendinden daha uzun boylu daha ağır birini taşıyan kolları aşağı indi. Önceki davranışlarınla kıyaslandığında nezaket sayılabilecek tavırlarla Doğanı yere bıraktı.
      Yüksel ise bir yandan Besimi etkilemeye çalışıyor diğer yandan Doğanın kendine gelmesini sağlamaya uğraşıyordu. Doğan, artık kanıksadığı sesle kendine geldi. Yüksel -yada Myra- yalvarıyordu. “Hadi uyan" diye. Gözlerinin açıldığını görüne  “Elini anahtara bastır" dedi. Doğan ikinci defa bastırdı elini. Eliyle birlikte uzun bir tıslama sesi duyuldu. Bir iki saniye sonra yeşil parlak duvarın altında, altı dikdörtgen çizgi belirdi. Havada asılı gibi duran vınlama sesinin altında bir de fazla istimin dışarı atılmasını andıran "pus" sesi duyulmaya başlamıştı.
   Sesle birlikte bölmeler ana gövdeden ayrılmaya başlamıştı, altı çekmece birden açılıyordu. Saniyeler geçtikçe önce beyaz döşemelerde yatan çocukların saçları göründü. Duvarın geniş bir elips şeklini andırmasından dolayı bölmeler ana gövdeden çıktıkça araları açılmaya başlıyordu. Kimi örgülü, kimi dağınık saçların ardından uyur gibi duran yüzler çıkmaya başladı. Doğan o zaman çocukların ağızlarındaki ağızlıkları gördü. Dudaklarını ve çenelerinin bir kısmını örten beyaz mat plastik görünüşlü ağızlıklardan uzanan hortum makinenin içine bilinmeyene doğru gidiyordu.
      “Şimdi ne yapmam gerekiyor?" Kafasını çevirip yukarıda kendisini izleyen genç kıza bakmak istedi. Yüksel çukurun yukarısında yarı baygın durumdaydı. Yüzünde hissettiği acının derin izleri belli oluyordu.
      “Kollarındaki boruları çıkar." Bölmelerin içinde uyuyan kızların bellerine kadar açılmıştı çekmeceler. O zaman kızların sağ kollarındaki yarım santimetre çapındaki boruları gördü. Önce boruların rengini kırmızı zannetti. Dikkatli bakınca şeffaf bir maddeden yapıldıklarını içindeki sıvıdan dolayı kırmızı bir renk aldığını anladı. Bu geniş çukuru kaplayan ne kadar derine gittiği belli olmayan nesnenin içindeki varlık yada canavar çocukların kanı ile besleniyor olmalıydı. İçinin kalktığını hissetti. İçinden gelen kusma isteğini güçlükle bastırabilmişti.
      “Ne bekliyorsun çıkar şu bağlantıları." Yüksele döndü baktı. Güçlükle açılan gözlerdeki yalvarmayı gördü. Hemen önündeki çocuğun kolundaki bağlantıyı çıkardı. O an beyninin bütün hücrelerinde korkunç bir çığlık yankılandı. Genç kız anlattıkları aklına geldi. Yüksel haklıydı. Bu aracın içerisindeki yaratık çocukların kanı ile besleniyordu. Bağlantının çıkması ile ne zamandır yattığı belli olmayan çocuğun zayıf beyaz kolunda bir damla kan belirdi. Kan damlası büyüdü ama bir noktadan sonra pıhtılaştı ve dondu kaldı.
      İkinci çocuğun yattığı kabine yöneldi, onu da çıkardı. Beyninde yankılanan çığlık bir kat daha artmıştı. Acele etmeye çalışıyordu. Üçüncü kızın dirseğinin içine el attığında ensesinde müthiş bir ağrı hissetti. Yarı açık kabinin üzerine çöktü. Az önce kolundaki boruyu çıkardığı esmer kızın siyah gözlerini gördü. Dudaklarının arasında günlerdir hasret kaldığı belli olan bir kıpırdanma belirdi. Minik yavrucuğun gülümsemeye çalıştığı belliydi. Son bir gayretle yandaki bölmede yatan kızın kolundaki bağlantıyı da söktü. Tekrar aynı çığlık duyuldu, artık durum tersine dönmüştü, Tynark acı çekiyordu.
      Bir sonrakine sıra gelmişti ama ancak bir kişinin girebileceği aralığa giremedi. Besimin güçlü kolları savurup atmıştı kendisini. Geniş çukuru dolduran haykırışlar havadaki vınlamalara vınlamalar ise gökyüzünden gelen gök gürültülerine karışıyordu. O zaman havanın fırtına için hazırlandığının farkına vardı. Yüzüne düşen ilk damlayı da o zaman hissetti. Akşamın çökmeye başlayan karanlığı gökyüzünde yağmura belki de afata hazırlanan bulutların daha da korkunç görünmesini sağlıyordu. Sırt üstü yattığı yerden bulutları seyreden biri olsaydı hayal gücünü hiç zorlamadan bulutların şekillerini anlatabilirdi. Sanırdınız ki sayısız masal kahramanı bulut olmuş başınıza toplanmış harekete geçmek için bir işaret bekliyor.

      Akşamın ve bulutların karaltısında kara bir yılan gibi uzayıp giden karayolunu geçmek üzere hazırlanan kalabalık bir gurup vardı. Kadınlı erkekli bir törene hazırlanır gibi bekleşiyorlardı. Bir kaç çocuk dekoru tamamlar gibi anne ve babalarının ellerine sarılmışlardı.
      Saatler geçiyor canlı yayına bağlanmayı çok istediği halde Kadir Öncü istediği ortamı elde edip bir türlü canlı yayına bağlanamıyordu. Aradaki polis kordonunu çekmeyi denemiş başaramamıştı. Toplananlar ise aralarına karışan paralı amigoların coşturmasıyla bağırıp slogan atıyorlardı. Son koz olarak o şımarık zengin çocuğunun dediğini yapacaktı. Çocukları kaybolan ailelerle gerekli röportajları yapmışlardı. Şimdi onları ileri sürüp ortalığı bir kere daha hareketlendirmek istiyorlardı.
      Ailelerin çoğu önce kabul etmişlerdi bu öneriyi. Ama o kahrolası Timur Sarıca araya girince çoğu verdiği sözden dönmüştü. Yine de Kanal 5’in canlı yayına çıkma arzusu ağır basmıştı. Bu arada kalabalığın içinde bulunan adamlarına biraz daha aktif davranmalarını söylemeyi unutmamışlardı.

     Karanlık çukurun içinde etkisini çok daha iyi gösteriyordu. İlk geldikleri anlara göre yeşil ışığın parlaklığı biraz daha azalmış gibiydi. Nede olsa gücünün bir bölümünü Doğan kesebilmişti. Şimdi savrulup atıldığı yerden bir kere daha doğrulmaya çalışıyordu. Bir yandan da Amerikan tarzı filmlerde sıklıkla yaşanan bu tür sahnelerin gerçek olmadığına inandığı aklına geldi. O sahnelerin bir benzerini şimdi kendisi yaşıyordu ve henüz Turanın romanında bir kahraman değildi.
      Bütün enerjisini toplamaya çalıştı. Bir kere başardıysa bir daha başarabilirdi. Ayağa kalktığında bir kırığının olmadığına sevindi. Kimbilir belki de bedeni sıcak olduğu için henüz acı vermiyordu kırıkları. Ağır adımlarla az önce çıkardığı bağlantıları tekrar yerine takmaya çalışan Besime doğru yürümeye başladı. Yürümeye hali yokken o aznavura nasıl engel olacağını bilemiyordu ama açtığı bölmelerin yeniden yerine oturmasına izin veremezdi doğrusu.
      “Bir daha dene...Başarman gerekiyor" Az önce kopardığı bağlantılar Yüksele de yaramış olmalıydı ki yukarıda ayakta duruyordu. Yüksel’den cesaret alan Doğan, bütün gücüyle Besime yüklendi. Belinden kavrayıp kabinlerin yanından çekmeye çalıştı. Adam vantuzlarla yapışmış gibi kıpırdamıyordu bile. Bir kere daha asıldı tüm gücüyle, birlikte yuvarlandılar. Bölmelerin içinden duman çıkmaya devam ediyordu.
      Yuvarlandıkları yerden ilk doğrulan Besim oldu. Saniye geçmeden Doğanda peşindeydi. Makinaya yürümeye çalışan adamın tekrar beline sarıldı. Bir daha yere yuvarlandılar. Okul kaçağı iki çocuk gibi yerlerde debeleniyorlardı. Yukarıda Yüksel hanımın yanında bir gölge daha belirdi, beklemeden aşağı çukura atladı. Yerde alt alta üst üste yuvarlanan adamlara baktı. Bölmelere yöneldi, adımları araca yaklaştıkça araçtan çevreye yayılan feryatlar çoğalıyordu. Besim üzerine çıktığı adamı bıraktı yukarıda boş çuval gibi attığı polis memurunun kendini nasıl toparladığını anlamamıştı. Ama adam aracın başındaydı ve Doğanın yapamadığını tamamlamaya çalışıyordu.
      Besim can havliyle yattığı yerden ok gibi fırladı. Polis memuruyla boğuşmaya başladı bu defa. İçinde olduğu panik duygusu dışarıdan açıkça görülebiliyordu. Bu işlere kalkıştığından beri ilk kez kaybedeceğini anlamış gibiydi. Duydukları feryatlara aldırmadan kah Doğan kah Hasan Tırpan çocukların kollarındaki hortumları çıkarıyorlardı. Çıkan her hortum araçtan daha yüksek sesle kopan bir çığlık oluyordu. Çığlıkların yankısı dışarıdan gök gürültüsü olarak geri dönüyordu. Besiminde gücü ve hareketliliği her bağlantının kopmasıyla azalıyor gibiydi.
      Son çıkan hortum duydukları sesin fısıltı haline dönüşmesine neden olmuştu. Gücünü araçtan alan Besim bir anda olduğu yerde yığıldı kaldı. Çocukların kendiliğinden uyanmasını beklemekten başka yapacakları bir şey kalmamış gibiydi.
      “Kabus bitti mi?" Doğan bir yandan boğuşmaktan ağrıyan yerlerini tutuyor diğer yandan Yüksele soruyordu.
      “Umarım bitmiştir." Biraz durdu düşündü. "Dönüşüm gerçekleşmemiştir umarım" dedi.
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark

Çevrimdışı azizhayri

  • ***
  • 581
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Anchilea - Bölüm Kırk bir Son Bölüm
« Yanıtla #48 : 27 Ocak 2016, 08:29:50 »
B Ö L Ü M   K I R K  B İ R

      Araçta az öncesine kadar duydukları neredeyse beyinlerinin içinde öten vınlama sesi kesilmişti. “Umarım" dedi Doğan "bu iş bitmiştir." Yüreğinin temennisini dile getiriyordu
      “Ya çocuklar..." Ayakta ne yapacağını bilmeden duran Polis memuru sormuştu bu keresinde.
      “Merak etmeyin. Birazdan kendilerine gelir. Derin bir uykudan uyanmış gibi olacaklar. Uzun süre yatmaktan adaleleri iyice zayıflamış olabilir. Bazı ağrıları olacak bir zaman ama yaşları uygun olduğu için çok çabuk atlatacaklardır. Onlar kendi araların da konuşurlarken çocukların birinin sesini duymuşlardı.
      “Baba... Babacığım" En son getirilen çocuk gözlerini açmış olmalıydı. Ayaktaki üç kişi önce birbirlerine sonra hala yerde baygın yatan Besime baktılar. Durumu nasıl anlatacaklardı minik yavruya. Nasıl "seni buraya baban kaçırdı getirdi" diyeceklerdi.
      “Arkadaşlar yine de ne olur ne olmaz diye çocukları dışarı çıkaralım biz" dedi Doğan. Az önce mırıltıları duyulan çocuğu kucakladı. Onu gören Hasan Tırpan’da bir başkasını kucaklamaya yöneldi. Aracın kendisiyle uğraşan araca tam bir hakimiyet kurmaya çalışan Yüksel hanıma dönerek
      “Ya bu vatandaş ne olacak" dedi. Yüksel hanım gülümsedi
      “Oda diğer çocuklar gibi olacaktır. Kendini derin uykudan uyanmış gibi bulacaktır. Yine de içiniz rahat edecekse bir parça ip bulup bağlayabilirsiniz" dedi. Bu sözler üzerine memur Hasan kabinde duran çocuklardan birini kucaklayıp resmen adı konulmamış amirini izlemeye başladı. Çocuklara bir zarar vermemek için ellerinden gelen tüm özeni gösteriyorlardı. Yüksel, Odth güneşinin tek uydusu olan Kölige de geliştirilmiş uzay aracını inceliyordu. Çok iyi bilmese de kendi uygarlığının bir ürünü sayılabilecek aracın kapısını bulmaya içeri girmeye çalışıyordu.  Hasan Tırpan dışarı köy evinin dışarısına çıkınca bir "ohh"  dedi. Kabus bitmişti yada bitmek üzereydi. O dışarı çıktığında Doğan amirini minik çocuğun başında gördü. En son kaçırılan çocuk olmalıydı ki gözlerini çoktan açmıştı. Doğan Memur Hasanı gördüğünde
      “Siz çocukların yanında kalın isterseniz" dedi.- "Birimizin çocukların yanında kalması iyi olur diye düşünüyorum" diye ekledi. Haksız sayılmazdı. Kendilerine gelen çocuklar çevresinde birilerini görmeyince ağlayıp sızlayabilirlerdi. Hasan Tırpan ise bu girişimi bir fırsat bilip belindeki telefonu çıkardı. Araç yada makine her ne ise sustuğuna göre cep telefonunun çalışması gerekiyordu. Tuşlara dokununca yanılmadığını anladı. Gelirken defalarca deneyip hep parazitle karşılaştığı telefonu çok normal bir şekilde çalışıyordu. Hemen amirinin çok iyi bildiği numarasını tuşladı.

      Rüzgar Ali telefonların çalışmamasını o kadar kanıksamıştı ki özel kılıfında belinde taşıdığı telefon o bildik marşı çalmaya başlayınca çok şaşırmıştı. Uzun zamandır yerini bile unuttuğu telefonunu açtı. Hele arkadaşının, çalışkan memurunun sesini telefonun öbür ucundan alınca daha çok hoşuna gitmişti. Telefonla konuşurken kendisini uzaktan izleyen biri yüzünün geçirdiği aşamaları görseydi bir insanın yüz ifadesini bu kadar çabuk değiştirmesine şaşırabilirdi. Telefonu kapattığında gözlerinin içi gülüyordu. Operasyon başarı ile sonuçlanmış çocuklar kurtulmuştu. Ama bunu kalabalığa nasıl anlatacaktı.
      Çocuklarınız bulundu, sağlıkları yerinde ve arkadaşlarımız tarafından getiriliyor" demesi gerekirdi. Ama bu sözleri bir kaç defa kullanmışlardı. Bu yöntem gittikçe artan insan yığınlarını bir kaç defa durdurmaya yetmişti de şimdi bir defa daha söyleyecek olurlarsa kimseyi inandıramazlardı. Şu halde onların gelmesini beklemekten başka yapabileceği bir şey kalmıyordu.

      Polisler, bir defa daha yaklaşan kalabalığı nasıl durdurabileceklerini düşünüyorlardı. Geçen her dakika televizyonun ve fısıltı gazetesinin etkisiyle gelenleri artan kalabalığı durduramaz olmuşlardı. En önde ulusal televizyonların vazgeçilmez sunucusu vardı. Kadir Öncü’nün hemen yanında kayıp çocukların aileleri anneler ve babalar vardı. Acılı yürekler çok çabuk etkilenmiş gerçekten suçlularmış gibi Amerikalılara yüklenmeye başlamışlardı. Önceleri inkar etseler yada yanaşmasalar da ortamın etkilemesi sonucu iki yabancı gencin suçlu olduklarına ve cezalandırılmaları gerektiğine inanmaya başlamışlardı. Kitle psikolojisi bu olmalıydı.

        Kaymakam beyin yerinde bir kararı ile polis ve Jandarmanın bütün silahları boşaltılmıştı. Bu karar sayesinde her hangi bir kazaya neden olunmayacaktı. Doğrusu iyide olmuştu. Öfkeli kalabalığın her ileri hamlesinde polis zinciri geri çekilmek zorunda kalıyordu. Rüzgar Ali son çare olarak Amerikalılara gizlice kaçmalarını önermiş ama bu önerisi kabul görmemişti. Dayanabilecekleri kadar dayanmaya çalışıyorlardı. Hiç olmazsa destek kuvvetleri gelesiye kadar.

      Doğanın almadığı iki çocuk kalmıştı. Yüksel, hala giremediği aracın başında uğraşıyordu. Görünen bölümüyle kıyaslandığında aracın geminin yada her ne ise o nesnenin fazla büyük olmadığı anlaşılıyordu. Dikkat çekici ne bir girintisi nede çıkıntısı vardı. Parlak pürüzsüz yüzey aracın bütün yüzeyini kaplıyor olmalıydı.
      Genç kız, onlar çocukları dışarı çıkarmaya başladığında kurbanların yattığı ünitelerin hemen üzerindeki bir kapağı açmıştı. Dışarıdan bakıldığında kesinlikle anlaşılmayacak bir kapak altında sayısız düğme ve tuş vardı. Genç kız bu tuşlarla oynamaya devam ediyordu. Doğan bir zaman sevgilisini izledikten sonra
      “Ümit yok mu?" diye sordu genç kıza
      “Bilemiyorum ama kapıyı öyle bir şekilde şifrelemiş ki açılmıyor.  Zannediyorum kendisini bir kere daha derin uyku koduna aldı yada almaya hazırlanıyor." Olabilir miydi? Çocukların birini daha kucakladı. Yükseli çözmeye çalıştığı sorunlarla baş başa bırakıp dışarı çıktı.
      Gökyüzündeki bej bulutlar yüklerini boşaltmaya başlamıştı. Damlaların düştüğü yerlerdeki su birikintilerinden anlaşılıyordu. Hasan Tırpan baygın yada yarı baygın çocukları kapının biraz ilerisine bıraktıkları bej renkli arabaya taşımıştı. Arka koltuğa dört çocuğu yarı oturur yarı uzanır bir şekilde yatırmıştı. Doğan son getirdiği çocuğu da onların yanına bıraktı. Çocukların biri ikisi gözlerini açmış mızıldanmaya başlamışlardı. Hasan Tırpan ne yapması gerektiğini bilemiyordu.
      “Arabayı çalıştır. Bir an önce emanetleri yerine ulaştıralım" dedi Doğan. Sonra son çocuğu almak için evin içine girdi. İçeri girdi. Doğan salonu henüz geçmişti ki Yükseli kucağında çocuk ile dışarı çıkarken buldu. Genç kız nefes nefeseydi.
      “Hadi çıkalım" diyordu. Doğan ne olduğunu anlamamıştı ama Yüksel hanımın telaşını görünce olağanüstü bir durum olduğunu anlamıştı. Kucağında ki çocuğu aldı. Ön kapıya koşarcasına çıktılar. Hasan Tırpan arabanın çevresinde dönüp duruyordu. İkisinin de aceleyle dışarı çıktığını görünce bir şeyler olduğunu anlamıştı. Doğan anca dışarı çıktığında ne olduğunu sorabilecek zaman bulabilmişti.
      “Neler oluyor" dedi. Genç kız arabayı işaret ederek
      “Bir an önce buradan uzaklaşmamız gerekiyor. Tynark kendi kendini yok etme düzeneğini çalıştırdı" dedi. Başka bir açıklama aramaya gerek yoktu. Doğan neredeyse iterek Hasan'ı direksiyona oturttu. Zavallı hala bir şey anlamamış gibiydi.
      “Kimden kaçıyoruz" dedi elindeki anahtarı direksiyon simidinde ki yuvasına sokmaya çalışırken.  “Bende bilmiyorum ama bir an önce sen çocukları İlçeye götür" dedi. Yüksel arabadaki çocukları biraz daha düzene sokmaya çalışıyordu. O kadar çocuğu arka koltuğa neredeyse üst üste yerleştirdiler.
      “Gözünü seveyim bir an önce hastaneye yada bir doktor kontrolüne teslim et" dedi.
      “Siz... Siz burada mı kalacaksınız?" Doğanın sesi otoriterdi
      “Polis memuru bu bir görev ve sen bu görevi layıkıyla yerine getirmelisin. Bir an önce emanetleri yerine ulaştırmalısın" dedi. Bu sözler ve ses tonunun üzerine Polis memurunun yapabileceği bir şey yoktu. Marşa bastı, bir çift far ışığının aydınlattığı toprak yolda araç yol almaya başladı.

      “Dinliyorum" Doğan otomobili yola çıktıktan sonra Yükselin biraz olsun rahatladığını farketmişti. Acele etmelerinin Polis memurunu bir an önce bölgeden uzaklaştırmak için bir senaryo olduğunu anlamıştı. Sana senin olan bir şeyi geri vermek istedim. Birazdan tanık olacaklarına başkaları da ortak olsun istemiyoruz. Bir gün gelecek sizlerde bizim içinde olduğumuz sisteme dahil olacaksınız ama aşmanız gereken büyük sorunlar var. Bu nedenle bu olayları ne kadar az kişi görürse o kadar iyi olur. Hazır olduğunuzda tekrar geleceğiz. Umarım o gurubun içinde bende olurum" dedi.
      Onlar konuşurlarken yukarı da bulutların arasında hareketlenmeler vardı. Karanlığın dakika dakika arttığı ortamda ancak dikkatli gözler bulutların biraz olsun aralandığını görebilirdi.

      “Böyle bitsin istemezdim ama başka çaresi de yok Üstelik havanın kararması bizim içinde iyi. Meteorolojiye karışmaya da gerek kalmazdı. Bizlere büyük iyilikler ettin. Belki sen ve arkadaşların olmasaydı Tynark dizginlenmesi çok güç biri haline gelebilirdi. Bu sayede hem kendinize hem de bizlere büyük yararlar sağladınız." Ses titremeye başlamıştı.
      “Bir ara sizin dünyanızdan umudumuzu kaybetmeye başlamıştık ama son yaşanılanlar teknolojik gelişmelerinizin yanında bazı evrensel değerlere sahip olmanız bizleri umutlandırdı. İnsanlığınızı yitirmeden uzaya açılmalısınız, özelliklerde dış uzaya." Bir kaç saniyelik suskunlukta Doğanın o ana kadar fark etmemiş olduğu Yükselin elindeki alet biplemeye başlamıştı.
      “Galiba merakım sona erecek" eliyle genç kızı elindeki nesneyi gösteriyordu.
      “Evet... Bu bizim sınırlar ötesi iletişim aracımız." Gülümsedi. "Sizin cep telefonlarınızın çok daha fazla gelişmişi" Karanlıkta yere ayaklarına bakıyordu.
      “Beni çağırıyorlar" Bir an durdu. “Myra’da seni sevdi. Yüksel Pekcan da.. .Zannediyorum Necla hanımda. Sözlerinde elle tutulur bir hüzün vardı.

      “Lütfen beni unutma" Binanın içine doğru yürümeye başlamıştı. Doğan bir kaç adım peşindeydi. “Lütfen... beni izleme. Öylesi çok daha zor olacak. Doğan bir an itiraz etmek istedi. Doğanın dudaklarına önce İşaret parmağı bastırdı susturmak için, peşinden de dudaklarını. Saniyeler asırlar gibi uzamıştı. Dudaklar tekrar ayrıldığında
      “Seni bu dudaklar daha çok öpecek ama Myra’nın öpüşünü unutmanı istemem doğrusu" dedi. Doğan gene bir şey anlamamıştı. Yüksel, ağır adımlarla içeriye doğru yürümeye başladı. Doğan peşinden bir kaç adım daha attı. Uzanan el onu durdurmaya yetmişti.
      “Lütfen." Bir iki adım sonra binanın karanlığında kaybolmak üzereyken "Armağanımızı seveceğini ümit ediyorum" dedi. Ses artık gizlemeye gerek duymadan ağlıyordu. Bir iki saniye sonrasında ise kafasının içerisindeydi ses
      “Biz gittikten hemen sonra sen ve Besim lütfen binadan uzaklaşın." Sözlerin anlamını bir dakika sonra kafasını kaldırınca anlamıştı. Yukarıdan dar bir ışın demeti aşağı inmeye başlamıştı. Doğan, olayları başından beri yaşamasa inanmayacaktı. Uzun bir flüoresan ampulü andıran beyaz ışın demeti aşağı indi. Adam, başını kaldırıp ışığın nereden geldiğini görmek için kafasını bakışlarını gökyüzüne kaydırdı.
      Gecenin karanlığı çöktüğü için bej bulutlar siyaha dönüşmüştü. Karanlık bulutların arasından bir ışık demeti iniyordu o kadar.  "Anchilie" O incecik ışın demeti evin arkasında kayboldu. Bir dakika geçmemişti ki aşağıdan kocaman bir kaya gibi gölge ile birlikte yükselmeye başladı. İşte o zaman Doğan kendisini o kadar süre uğraştıran varlığın barınağı olan aracın gerçek boyutlarını görmüştü. Büyücek bir otobüs yada bir tren vagonu boyutlarındaydı. Yüzeyinin pürüzsüzlüğü o mesafeden bile belli oluyordu
      Araç yükseldi, yükseldi ve bulutların arasında kayboldu. Akşamın karanlığı ve simsiyah bulutlarla kendini kamufle eden ana gemi, kapsülü ve içindekileri almıştı. Ardından bulutlar kapandı ve arkasını tamamen göstermez oldu. Bütün bunlar olup biterken ne bir ses nede titreşim oluşmamıştı.
      Bir zaman sonra rüzgarın ve gecenin diğer sesleri de tekrar duyulmaya başlamıştı. Sessizlik de bitmiş her şey eskisi gibi olmuştu. Sihirli bir değnek değmiş gibi bulutlar dağılmıştı. Gökyüzünde yıldızlar parıldamaya başlamıştı. Bir yıldız ise sanki çok yakından geçermiş gibi kuzeye İlçeye yönelmiş bir saniye sonra gözden yitmişti.
      Araç kuzeye yönelmiş karanlıkta kaybolmuştu ama Yüksel uzaklaşmamıştı. Doğanın kafasının içindeki konuştuğunu duyuyordu. “Lütfen oradan uzaklaşın" diyordu. Doğanın o zaman aklına bahçede kalan Besim geldi. Kafasının içinde Yüksel yalvarıyordu.  “Lütfen uzaklaşın"
      Bu bir Ahlak problemiydi ve ne kadar kötü olursa olsun arkadaşını içeride bırakamazdı. Evin açık kapısından içeri daldı. Evin içinde karanlık hüküm sürüyordu. Bir an aklına yaşadıkları geldi, bir köşeden Hekate kahkaha atıverecek gibiydi.
      Bir kaç defa girip çıktığı evin bahçesini bulması zor olmadı. Bahçenin ortasındaki çukur daha da büyümüş gibiydi. "Adamlar geride bir şey bırakmak istemiyorlar" diye aklından geçirdi. Öyle olmamış olsa Yüksel Hanım kafasının içinde hala yalvarıyordu. Çukurun boyutları iki katına çıkmıştı. Koca kapsül topraktan çıkasıya kadar bir hayli zorlanmış olmalıydı. Doğan çevreye bakındı Besimi göremedi. Kendi kendine konuşur gibi
      “Yüksel, Besim ortalarda yok" dedi. Konuşmasa da Yüksel’le bağlantısının sağlanacağını, O'na bir şey söylemek istediğinde düşünmesinin yeterli olacağını biliyordu. Dudakları hiç kıpırdamasa gırtlağından çıkan hava ses tellerini titreştirip anlaşılır sesler çıkartmasa da eski mesai arkadaşı kendisini duyabilirdi. Yine de o fizyolojisinin gereklerini yerine getirdi, bunca yılın alışkanlığı vardı ne de olsa.
     “Kaçmış olmalı" Biraz düşününce çocukları dışarı çıkarmaya başladıktan sonra Besimi görmedikleri aklına geldi. O telaşta Besim akıllarına gelmemişti.
      “Lütfen çık o binadan artık"

      “Tamam tamam çıkıyorum." Son bir defa daha çevresine bakındıktan sonra koşar adımlarla dışarı kapıya yöneldi.
      “Uzaklaşabildiğin kadar uzaklaş.” Bir an ne yapacağını bilemedi Doğan. Düşüncesi durup neler olacağını izlemek yönündeydi ama beyninin içindeki ses kendisine yalvarmaya devam ediyordu. Karanlık salondan koşar adım dışarı çıktı. Dışarıda temiz havada temposunu artırdı.
      Eski taş evi köy yolundan ayıran tepeciği henüz aşmıştı ki büyük bir patlama sesi duydu. Yalvarmaların nedeni gözlerinin önündeydi. Yukarıdakiler olayın iyice kapanmasını sağlamak için geride hiç bir şey bırakmamaya kararlıydılar. Geri dönüp baktığında görebildiği yıkılmış bir bina karaltısından ibaretti Doğan bir zaman karanlıkta bile fark edilen toz dumana baktı. Ne ev ne çukur nede başka bir iz işaret kalmamış olmalıydı. Yönünü Köy yoluna çevirdi.
      Dakikalar geçtikçe adımları hızlanıyordu Doğanın. İleride asfaltın siyah izi belirmeye başlamıştı. Bedenler arasında uzaklıklar çoğalmış olsa da Doğan hem yürüyor hem de zihnindeki Yüksel’le konuşabiliyordu.
      “Peki, bir daha görebilecek miyim seni?" Bir süre sessizlik oldu. Bir an Yükselin yada Myra’nın gittiğini zannetmişti. Kafasının içinde bir yanıt almaması bile korkutmuştu kendisini.
      “Yüksel... Şey... Yüksel hanım orada mısınız?" nedense aralarındaki ilişkinin bittiğini düşünüyor olmalıydı ki "sizli-bizli" konuşmaya başlamıştı.
      “Yüksel hanım gitti ama ben buradayım" "sen kimsin" Doğan kafasının içindeki ses değişmemişti ama yine de temkinli olmak istiyordu. Ne de olsa kendilerinden çok ileri bir uygarlık üyesiyle konuşuyordu.
      “Ben Myra"  "Galaksi suç birimleri görevlisi Myra" O zaman Yüksel’le izmir yolunda aralarında geçmiş konuşmayı anımsadı Doğan. Myra, Yükselin gerçek adıydı.
      “Birazdan gideceğim. Senin gibi bende bir kamu görevlisiyim, görev tamamlandı." Ses titriyordu. Belli ki ağlamak üzereydi.  “Senden özür diliyoruz. Seçtiğimiz taşıyıcı yanlış oldu. Konunun doğrudan içinde olan birini seçmiş olmamız hataydı. Yine de bizi bağışlayacağını ümit ediyoruz." Doğan söylenenlerden bir şey anlamıyordu ama dinlemeye devam ediyordu. Beden yapımız, kültürümüz, uygarlığımız sizlerden çok farklı.
      “Evet bunu daha öncede söylemiştin" Ses beyninin içindeki ses anlatmaya devam ediyordu.
      “Aramızdaki farklılıklara rağmen ben size yakınlık duydum. Farklı kültürden biriyle ilişkiye girdim. Beyninin içindeki ses iyice titremeye başlamıştı, Aşık oldum. Şimdi ise nasıl özür dileyeceğimi bilemiyorum. Belki de başın da yapılan bir yanlışlıktı bu, yanlış bir tercih. Milyonda bir olasılıktı ama gerçekleşti. Lütfen bizi anla. Bunu yapmak zorundaydık." Doğan bir anlam veremiyordu duyduklarına. Daha önce de benzer şeyleri duymuştu ama bu keresinde daha da ayrıntılı anlatılıyordu her şey sanki.
      “Bir yanlışlık yada bizim bilmediğimiz bir kusur mu işledik yoksa" dedi hala anlamadığı belli olan bir tonda.
      “Sizlerle iletişim kurmak için, sizlerin arasına karışabilmek için tıpkı Tynark gibi bizimde bir bedene gereksinimimiz vardı. Araştırmalarımız sonucunda Tynark'ın bu bölgede olabileceğini saptamıştık. O nedenle bu civardan bir organizma bulduk. Bir gün bir kaza sonucu ölmüş olan ve sizler tarafından umut kesilerek toprağa verilmiş bir bedeni aldık. Sizin için ölü olan bir beden bizim için hala sağ ve tedavi edilebilir bir organizmaydı.
      Uzun süren bir tedavi sürecinden sonra tekrar canlandırdık. Onu eski sağlığına kavuşturduk, beyninin belli bölümlerini kullandık ama belleğini hiç ellemedik. Sonra derin uyku moduna aldık. Tynark'ın kapsülün de beklediğimiz hareketlenme başlayınca yalnızca bedeni derin uyku durumundan çıkarttık. Ve ben tıpkı Tynark’ın Besimi yönlendirdiği gibi ben de o bedeni yönlendirdim." Doğan duyduklarına inanamıyordu. Uzak bir olasılık kafasının içinde umut pırıltısı olarak ışıldamaya başlıyordu. "Yoksa" dedi yüksek sesle. Devamı beyninde yankılandı
      “Evet, ne Besim ne sen nede diğerlerideğildiniz, seçtiğimiz o beden sizlerin tanıdığı sevdiği biriydi. İşte bu bir hataydı ama hatamızı anladığımızda ise çok geç kalmıştık. Yeniden birini alıp uyku konumuna geçirmek ve onu kendimiz için hazırlamak daha zordu. Bu nedenle tahminlerinizi inkar etmek daha kolay geldi bize."  Bir ara sessizlik oldu. Doğan bir yönden ana yola diğer yönden Gölyaka köyüne uzanan asfalta çıkmıştı.
      Bir an karasızlık yaşadıktan sonra yönünü köye çevirdi. Köyden bir araba temin etmesi daha kolay olacaktı. Adımlarını öylesine atıyor, sanki yanındaymış gibi Yükselle telepatik olarak konuşmaya devam ediyordu.
      “Peki" dedi mırıldanır gibi “O nerede şimdi."
      “Birazdan karşılaşacaksın. Lütfen bana kızma... Lütfen benden nefret etme. Sizlerin kader dediği düşük bir olasılık olmalı bu."
      “Pişman mısın?" Bir süre sessizlik oldu, fiziksel anlamda duyulan sadece Doğanın ayak sesleriydi.
      “Hayır. Şimdiye kadar yaptığım en güzel görevlerden biri bu... Yerine geçtiğim kişiyi çok sevdiğini biliyorum inan bana O’da seni çok seviyor. Umarım mutlu bir yaşantınız olur"  Son dirseği döndükten sonra uzaktan köyün ışıkları görünmeye başlamıştı. Bir zaman sessiz kaldı. "Yüksel Ha...  Yani Myra Hanım. Orada mısın?"
      “Evet, bir dakika önce yada bir saat sonra bu ayrılık olacaktı. Hoşça kal ve lütfen beni unutma" dedi. Doğan ne yapacağını bilemez durumdaydı.
      “Myra... Myra... Gitme..." Yanıt gelmiyordu. Doğan olduğu yerde durmuş sersem gibi çevresine bakınıyordu. İşte o zaman köye iyice yaklaştığını anlamıştı. Kendisine doğru gelen karaltılar vardı. Köyden birileri az önceki patlamanın ne olduğunu anlamaya çalışıyor olmalıydılar. Köylülerin kendisi hakkında ne düşündüğüne aldırmadan konuşuyordu kendi kendine.
      “Gitme Myra" Aldığı yanıt ise daha uzaklardan duyulan tek bir kelimeden ibaretti.  “Elveda" Yanından geçip gitmeye başlayan köylülerin bağırışları zihninde gelişen olaylardan koparmıştı Doğanı
      “Bakın... Bakın..." Yolun solunda, göl kıyısına doğru bir ışık huzmesi belirmişti. Yere bir emanet indirir gibi aşağı indi ve şimşek gibi kayboldu. Işık Huzmesi yukarıdan sonsuzluktan gelir gibi göremeyecekleri kadar yukarıdan gelmişti. Beyninde yankılanan son bir "ELVEDA" ile gökyüzünde bir yıldız kaydı. Geride uzun bir ışık yolu bırakarak uzayın derinliklerine doğru gitti.

      Doğan her şeyi unutmuş o ışığın belirdiği yere doğru koşmaya başlamıştı. Bir yandan da dua ediyordu umutları boşa çıkmasın diye. Hendeklerden, taşların üzerinden uçarcasına koşuyordu. Kafasının içindekilerin doğru olduğuna inandırmıştı kendisini. Yükselin yada Myra’nın yalan söylüyor olabileceğine ihtimal vermiyordu. Kendinden bir ara utandı, yabancılar kendisinin düşüncelerini hala bir şekilde izliyorsa hakkında ne düşüneceklerdi. Bir kaç dakika öncesine kadar konuştuğu kişiyi unutmuş çocukluk gençlik aşkına koşmaya başlamıştı. Yokuşu tırmandığında yanılmadığını anlamıştı.

      Emniyet güçlerinin artık dayanacak güçleri kalmamıştı. İnsanlar aralarındaki kışkırtıcıların etkisiyle kapılara dayanmışlardı. İşin boyutu olağan bir linç girişimini aşmış neredeyse ayaklanmaya dönüşmüştü. İnsanlar sloganlar atıyor bağırıp çağırıyorlardı. Aşırı siyasi örgüt ve dernekler bu işi fırsat bilmiş olayı tam bir protesto havasına sokmuşlardı. Polislerin kurmuş oldukları insan zinciri toplanan kalabalık yanında zayıf kalmıştı. Bu nedenle sürekli geri çekilerek İşletmenin kapısına dayanmışlardı.
      Komiser Rüzgar Ali üst kata çıkmıştı. Gözleri ana yolun güneyinde uzaktan göreceği tanıdık otomobili gözlüyordu. O tanıdık sesi o güzel "Çocuklar sağ salim yanımda oraya geliyoruz" cümlesini duyduğundan beri bir kaç defa aramıştı memurunu. Nerede olduğunu ne zaman geleceğini izlemeye çalışıyordu. Hastanenin ambulanslarını getirtmişti. İlçenin özel hastanesinden de bir ambulans istemişti. O da gelmek üzereydi. Uzakta görünen far ışıkları yakınlarına ulaşıncaya kadar heyecanla bekliyor, ilgisiz bir araç olduğunu anladığında da yanındakilere aldırmadan küfrü basıyordu.
 
     Kamil Aksu, televizyon kameralarının çevresinde dört dönüyordu. Çekimlerin kalitesi görüntü, ışık gibi teknik konularla doğrudan ilgileniyordu. Bu onun için önemliydi. Çünkü kendisini görücüye çıkmış kabul ediyordu. Yaptıkları onun tüm televizyon kanalları tarafından tanınmasına neden olacaktı. Kimbilir belki de uluslar arası bir şöhret bile olabilirdi. İşleri başta iyi gitmiş, Kadir Öncü beyin bilgi ve deneyimleri sayesinde sıfırdan bir haber yaratmışlardı. Çocukların ailelerinin gelmiş olması olayı daha dramatize hale getirmişti. Bir haberde olması gereken heyecan, ilgi, gözyaşı, endişe, gizem hepsi bu akşam kendileri sayesinde yayılıyordu tüm ülkeye.
      Ana kumanda minibüsünde bulunan kameralarla olayı anında izleyebiliyordu. Yerleştirdikleri sayısını tam olarak bilmediği kameralarla ile hiç bir şeyi kaçırmamış oluyorlardı. Kameraların konulduğu yerler bile özenle seçilmişti. Görsellik, haber düzmece bile olsa ön plandaydı. Hele bu işi kotaran adamlar. Kamil Aksu başta Kadir Öncü olmak üzere adamlara hayran olmuştu. Şu iki gün içerisinde pek çok şey öğrenmişti televizyonculuk konusunda. Bütün bunları düşünürken gözü minibüsün üzerindeki kameranın görüntüsüne takıldı. Uzaktan yaklaşan araç selektör yapıyordu. Bir anormallik olduğunu anlamıştı, telaşla minibüsten dışarı çıktı.
      Görülesi manzaraydı. Karanlık çökeli bir hayli zaman geçmiş olsa bile analar evlatlarının varlığını hissediyor olmalıydı. En önde polisle kalabalığın arasında kalan aileler bir anda geri döndüler. Sanki hepsi birden uyarılmış gibiydiler. Karşılarında ovada dümdüz uzayan asfalt boyunca yaklaşan bir çift far ışığı vardı yalnızca. Kalabalık arasında "ovadan gelen arabanın içinde kaçırılan çocuklar var" söylentisi yayılmıştı.
      Hasan Tırpanın kullandığı araba daha kalabalığın dış sınırına varmadan insanlar geriye dönmüşlerdi. İsminaz hanım bir elinde oğlu Tahsin hem çığlık atıyor hem de insanları sağa sola iteleyerek arabaya doğru koşturuyordu.
      “Kızımın, Tülay’ımın kokusunu duyuyorum" diye bağrışıyordu. Arabanın içerisindeki kızı ise henüz kendisine geliyordu. Kadın aradan o kadar zaman geçmemişte sanki kızı akşam üzeri ağabeysinin top oynayışını izlemek için yenileyin çıkmış gibi kızına koşuyordu.
      Arabayı kullanan Hasan Tırpan insanların kendisine adeta hücum ettiklerini görünce ayağını gazdan çekti. Önde koşturan, kalabalığı arkasında sürükleyen kadın annelerden biri olmalıydı. Ayağını gazdan çekmesi yetmemiş frene basmak zorunda da kalmıştı. Hemen arkasında mızıldayan çocuklardan örgülü saçlı olan "anneciğim" diye ağlamaya başlamıştı bile. Kalabalığı yönlendiren kadının arkasında diğer aileler koşuyordu. Ne duvara ne de polis kordonuna gerek kalmamıştı. Saatlerdir oturan ambulans sürücüleri de sıranın kendilerine geldiğini anlamışlardı.
      Genç polis memuru, kendini bir anda kurtarıcı gibi bulmuştu. Omuzlarda geziyordu. Durumu binanın çatısından gören Rüzgar Ali bir anda aşağıya inmiş polis memurlarına ne yapmaları gerektiğini söylemişti. Polis kordonu bir kaç dakika içerisinde yer değiştirmiş çocukların bulunduğu araba ile ambulanslar arasında yeni bir koridor açılmıştı. Durumun değiştiğini içeriden gören İşletme çalışanları derin bir oh çekmişlerdi, özelliklerde İki Amerikalı.

      Az önce vedalaşmamışlar gibi toprağın üzerinde yatıyordu genç kadın. Bir baygınlık geçirmiş öylesine uyuyup kalmış gibiydi. Doğan, yanına vardığında bir an ne yapması gerektiğini bilemedi. Bir kaç saniye öylece bakakaldı genç kıza. Neden sonra yavaşça eğildi. Elini nabzına koydu, umutlandı. Kalbin atışını bilekteki damarda hissetti. Kızın kalbi düzenli bir şekilde atıyordu. Yaşıyordu Yüksel Hanım. Karanlıkta dikkatlice bakınca göğsünün de inip kalktığını farketti. Genç kız uyuyordu. Hem de bebekler gibi. Arkasında ayak sesleri duyunca peşinden gelen köylüleri farketti. Bu doyumsuz zamanın uzun sürmeyeceği belliydi. Eğildi, masum bir öpücük kondurdu uyuyan genç kızın yanağına.

      Bir öpücüğün bu kadar acı verebileceğini tahmin etmemişti doğrusu. Kafasına şiddetli bir darbe yemişti. Bir an belki saniyenin ondalarıyla ölçülebilecek bir an baygınlık geçirdiğini hissetti. İşte o an gözlerini açtı genç kız.
      “Doğan" dedi. Peşinden de
      “Besim" demişti. Gecenin soğuğunu aniden farketmiş gibi ürperdi. Doğanın elini istem dışı kafasına götürünce elindeki kanı fark etmişti. Geriye dönünce genç kızın söylediği isimle bir anda karşı karşıya geldi. Elinde tuttuğu tabancanın kabzası ile vurmuştu kafasına. Yapılması gereken tek şeyi yaptı, var kuvvetiyle Besimin üzerine atıldı. Aralarında boğuşma başladı. Bir yandan Besimin elindeki silahı düşürmeye çalışıyor diğer yandan bir zarar vermesin diye bir kenarda duran ve çığlık atmaktan başka bir şey yapmayan Yüksel’den uzaklaşmaya çalışıyordu. Beyni ise boş durmuyor bir kaç dakika önceki veda beyninde yankılanıp duruyordu.
      “Yüksel Hanım siz misiniz?" dedi avazı çıktığı kadar bağırarak. Kenarda iki erkeğin kıyasıya boğuşmasını izleyen genç kız şaşkındı.
      “Yüksel Hanım’da kim?" Sesinde azarlar bir ton vardı. Doğan, dakikalar önce konuşulanları tekrar anımsadı. Yüksel hanımın -yada Myra’nın- gider ayak dedikleri doğruydu.
      Düşüncelerinden sıyrıldığı anda kendini yerde buldu. Besim, eline doğru şekilde alamadığı silahını düzeltmek üzereydi. Ani bir çırpınışla üzerine çökmüş olan Besimi atmayı denedi. Başaramadı ama dengesini bozmuştu. Bir kaç saniye sonra ayaktaydılar tekrar. Köylüler yetişmiş ama etraflarını çevrelemekten başka bir şey yapmıyorlardı. Ayaktaki mücadele bir kaç saniye daha sürdü. İki sumo güreşçisi gibi birbirlerini tartıyorlardı. Dört el iki karın arasında sıkışmış gibiydi.
      Birden bir silah patladı. Gitgide çoğalan köylüler arasında bağrışmalar oluştu. Silahın nereden atıldığı yada kime isabet ettiği bir kaç saniye sonra belli olmuştu. Ayaktaki iki adamdan önce Doğan çöktü dizlerinin üzerine ardından Besim yuvarlandı toprağın soğuk yüzeyine. Bir kaç adım ötede çevresinin kendisinden uzaklaşmasıyla açığa çıkan Ahmet Oker elinde silahıyla ayakta dikilip duruyordu. Çevresindekilerin bağırışlarına aldırmadan tetiğe birkaç defa daha bastı.
      “Bunca kötülüğe sebep olan birinin Ölmesi evladır" dedi o osmanlıca ağırlıklı Türkçesiyle. Ardından elindeki silahta yere düştü. Doğan sanki asırlardır içinde taşıdığı görev hissinin sona erdiğini anlamıştı. Atalarının vermiş olduğu söz görev yerine getirilmişti.

     Günler boyu İlçe olan biteni konuşmuştu. Daha doğrusu Turan olanları kaleme alasıya kadar herkes kendi bildiğini söylemişti. Gazetedeki bilgisayarının başına oturmuş neredeyse hiç kalkmadan yazmıştı romanını.

      “Necla Hanım ise ayıldıktan sonra tıpkı Myra’nın dediği gibi hiç bir şey anımsamıyordu. Sanki uzun bir uykudan uyanmış gibiydi. Kocasının cansız bedeni ayaklarının dibine yuvarlandığında bile neler olduğunu anımsamaya çalışıyordu. Çocuğu biricik kızı doğduktan sonra kocasının tavırlarına da yanamamış hiç bağışlanmayacak bir davranış olduğunu bile bile intihara niyetlenmişti. Yattığı hastanede tedavisi için kullanılan ilaçlardan bir avuç yutmuştu. Sonra... Sonra ovanın ortasında bulmuştu kendisini.

      Olayları kavraması uzun sürümüştü ama kızını o yaşı ile karşısında görünce sevinmesi mi yoksa kızı ile birlikte geçirmediği o günlere yanmalı mıydı bilemedi. Zamanla uyum sağlamasını bildi çevresine. Ve uzun zaman önce olması gereken mutlu son gerçekleşmişti. Doğan ve Necla Hanım evlenmişlerdi." "

      Laptopunun klavyesine son bir kere daha vurdu. Günlerdir gazetenin bir odasında süren inzivası sona ermişti. Yazdır tuşuna bastığında sayfalar diğer odadaki yazıcıdan çıkmaya başladı. Bir süre sonra elinde onlarca sayfayla Yakup ustanın kapısını çalıyordu. Masasında oturan yaşlı adama elindeki kağıt destesini uzattı. Yılların Ustası ağır hareketlerle cebinden gözlük kılıfını çıkardı. Gözlüklerini gözüne taktıktan sonra masasına konulan dosyayı şöyle bir karıştırdı. Sayfaların bazılarında durup satırları okudu.
      “Umarım iyi bir şeydir" dedi. İkisi birden gülümsediler.
      “Düğünden hemen sonra yayınevine göndereceğim" dedi. İkisi birden dışarı çıktılar. Aceleleri vardı. Ne de olsa Doğan Denizci’nin düğünüydü. Çocukluk aşkı, gençlik aşkı ile evleniyordu. İkisi birden dışarı çıktı. Gazete uzun zamandır ilk defa erkenden kapanıyordu. Eh nede olsa yarın ki gazetenin başlığı hazırdı.

"N İ H A Y E T   M U T L U  S O N
"İnsanlığın en büyük trajedilerinden biri ahlakın din tarafından ele geçirilmesidir." Sir Arthur Charles Clark