Kayıt Ol

Araf'ta Dans - I

Çevrimdışı Quad

  • *
  • 28
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
    • Other World
Araf'ta Dans - I
« : 10 Mayıs 2013, 18:55:40 »
Gökyüzündeki tüm bulutlar söz birliği etmişçesine, bir örümceğin bacaklarının kirli kayayı kavradığı gibi kavramıştı Barallus'u. Yağmur kendisini yollamaya çalışan bulutlara kafa tutuyor, bu lanetli şehre inmemek için yalvarıyordu adeta. Yıldırımlar, belki de ateşle yoğrulup, ışıkla bilendiklerinden beri ilk defa bu kadar zevkle boşaltıyorlardı elektiriklerini Barallus'a. Rüzgar şiddetini, arduvaz çatılardan, aka çınarlardan esirgemek bir kenara, gövde gösterisi yapıyordu, hırçın toprağa. Dalgalar kendi aralarında yarışır gibi Barallus kıyılarına, sadıh başlarını vurmakla meşgullerdi. Doğa Ana kızmıştı ve bunda en büyük pay, muasır Mistik Rahipler'e aitti.

 Mistik oda tüm ihtişamıyla parlıyordu fakat bu ışığın bile söndürmekte zorlandığı karanlık, kaderleri olan halkın, çaresiz çığlıklarına bakıp, ellerini koca göbeklerinde birleştirmiş kahkahalar atıyordu. Yuvarlak bir kürenin tavan kısmında gibiydiler. Duvar, zemin ve tavan tamamen camlardan yapılmıştı. Masa, bulutlardan çalınan şimşeklerle dizayn edilmiş, sandalyeler, üstlerinden duman çıkan alev kayalarından yontulmuştu. Mistik odanın, güneş kadar sıcak, buzullar kadar soğuk ve kaynayan lavlar kadar dehşetli kapıları açılırken, eflatun masanın üstünde parşömenlerden, kitaplardan başka birşey yoktu.

  İhtiyarlar kırışık yüzleri, buruşmuş elleri, kederli gözleri ve öfkeyle saçılan sözleriyle içeri girdiler birer birer. Her birinin yüzünde muğlak bir keder vardı. O heybetli görünümlerinin altında, düşünceleri paspal ve mücrimdi. Üstlerinde, kumaşı ateş, ipliği toprak olan cübbeleri vardı. Hepsi kapüşonlarını başlarına geçirmiş, artık sararmaya yüz tutmuş saçlarını gizliyorlardı. Ayaklarında, kara yılan derilerinden yapılmış ayakkabıları her adım atıldığında, odanın tıslama sesleriyle yankılanmasına sebep oluyordu. İçinden, lekeli kanların geçtiği mavi damarların aşırı belirgin ve şiş durduğu uzun, geniş ellerini masaya koydular sırayla. Tırnaklarını, bir köpeğin tırnaklarından ayırt etmek neredeyse imkansızdı. Dudakları, bir zemheriden geçilmiş kadar beyaz, burunları böceklerin yer yer yediği bir kemik yığını gibiydi.

 Eflatun masanın en ucunda oturan ve bu loş ruhlu ihtiyarların başında olduğu açıkça belli olan, kanla çizilmiş dişlerini göstererek konuştu.

 "Her biriniz" dedi kükreyerek, "Bu duruma nasıl geldiğimizi bilirsiniz. Sözlerinizi dikkatle seçin, artık duyulmadığımız yer kalmadı" Söylediği her kelimede cam oda renkten renge giriyordu.

 "Ben" dedi sağında oturan kişi. "Bu nefreti berzahlara taşıyacak kudretin, ellerimizin altında olduğunu bilirim" Diğer ihtiyarların yüzünden anlaşıldığına göre, sözleri sıradan ve sıkıcıydı.

 Tekrar söz aldı baş koltuğun sahibi. Bu esnada titreyen cam odada, yer yer patlamıştı duvarlar.

 "Fevkinize bir bakın hele ne görürsünüz"  dedi gözlerini başına getirip, gökyüzünü izlerken.

 Tüm ihtiyarlar kafalarını yukarı kaldırdılar. Camların ötesinde, bir çift göz kendilerine bakmaktaydı kara bulutların arasından. Tedirgin oldular yaşlı adamlar, birerce koltuklarından kalkıp, öfkeyle duvarlara yaslandılar.

 O sırada yer çatladı, gök sallandı. Kara bulutlardan oluşmuş, muazzam bir el gelip avucunu cam kubbenin üzerine yerleştirdi. Şimşekten gözlerini yakınlaştırıp, kubbenin dibine kadar vardı.

 Konuştuğunda, tüm Barallus'u sanki kollar arasında sallanıyormuş gibi bir titreme aldı.

 "Sizler, görmez misiniz kudretimi. Günlerce sınamanıza sebep neydi asaletimi. Şimdi siz söyleyin, sizleri köpeklerin karnınızı yiyeceği, arslanların  kollarınızı parçalayacağı Alev gölleriyle süslediğim, lavlardan dağlarla gözetlediğim derin çukurlara göndermemem için sebep ne?"

 İhtiyarlar ellerini açtılar O'na doğru.

 "Seni yapmaktan alıkoyan nedir?" dediler hep bir ağızdan. Karanlık avuçlarını kaldırdıkları zaman göğe, bir çığlık koptu altı yerden.

 Homurdanarak geri çekildiğinde;

 "Bu savaşı siz başlattınız" dedi ve göklerin zemin olduğu, kudretli tahtına geri çekildi.

 Mistik Rahipler, birer birer odadan çıkarken, son yapılan ayini düşünüyorlardı ister istemez. Altısının birden aklına altı fikir geldi. Altı dünyaya haber göndererek, altı Tanrı ile savaşmak için altı savaşçı istediler.

 Düşüncelerini yolladıkları an yoz dünyalara, maruf krallar, gözleri oyulmuş sırtlanların üstlerinde geliyorlardı Barallus'a. Her birinin boyu altmış insan boyunda, kollarında farklı farklı silah ve gözlerinde altı farklı isyan vardı. Zırhları sisten, derileri dumandandı. Gözleri yoktu hiçbirinin ve hiçbiri konuşmazdı. Altı başlı kuşları vardı -ki onlara Zemmar denirdi.  Zemmar'lar, tanrının köpeklerinin derisinden, gagaları, tanrının kılıçlarıyla donatılmıştı

 Birinci kral, zümrüt ellerinde yılandan palalar taşıyordu.

 İkinci kralın mızrağı, bin ejderhanın dişlerinin eritilmesiyle yapılmıştı.

 Üçüncü kralın gürzü eski tanrının kemiklerindendi.

 Dördüncü kral, sırtında ruhlardan yay ve karanlıktan oklar taşıyordu.

 Beşinci kralın bir elinde kitap, diğer elinde ateşten asa vardı.

 Altıncı kral, buzdan  baltasını hep önünde tutuyordu.

 Sırtlanlarını sürdüler gökyüzüne doğru, kükremeler gök gürültüsünden ibaretti. Yağmaya başlayan yağmurlar ağlayan dünyanın gözyaşlarıydı. Savaşa hazırlık bitti ve Araf'a beş kala yeryüzü altıya ayrıldı.


 Tahtından inerek, emri altındakilere baktı son defa. "Bu savaş" dedi, "suyun ateşle, karanın akla, yeşilin toprakla savaşmasına benzemeyecek. Bir defa inilecek meydana ve bir defa kaybedilecek"

 Tahtın arkasından altı başlı, altı aslan çıktı.  Hepsi, kuyruklarında güneş taşıyor, gözlerinde yıldızlar tutuyorlardı. Pençeleri şimşeklerden, yeleleri alevdendi. Bindiler aslanlara ve Araf'a beş kala gökyüzü altıya ayrıldı.

Çevrimdışı duhan

  • **
  • 284
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Araf'ta Dans - I
« Yanıtla #1 : 10 Mayıs 2013, 23:01:03 »
betimlemeler o kadar abartıya kaçmış ki konuya odaklanmakta zorlandım. fantastik olması gereken hikaye fantastikliği geçip arafa sürüklenmiş adeta. çok ağır bir hikaye. belki de giriş. seveni vardır ama böyle başlayan bir roman okumak istemezdim ben şahsen. kusura bakma ama vur deyince öldürmüşsün.
( edebi yönüne diyecek bişey yok. ben sadece okur olarak hikayeye odaklanıyorum. süslü cümlelerin altında ezilmiş gitmiş gibi geldi bana)

Çevrimdışı Quad

  • *
  • 28
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
    • Other World
Ynt: Araf'ta Dans - I
« Yanıtla #2 : 11 Mayıs 2013, 07:45:57 »
Yorumunuz için teşekkür ederim Sayın Duhan fakat betimlemenin tam olarak ne anlama geldiği konusunda fikir ayrılığı yaşıyoruz diye tahmin ediyorum. Yine de düşüncelerinizi keyifle gözden geçireceğim.

Çevrimdışı Quad

  • *
  • 28
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
    • Other World
Araf'ta Dans - II
« Yanıtla #3 : 11 Mayıs 2013, 07:52:45 »
Altı dünya kurdum hayalimde, altısı da altındaydı karanlığın. Ve ben sadece birinin ellerinden ölebilirdim, bunu bilerek çıktım yola. Öfkem yollarımı aydınlatan güneş gibiydi. Suskunluğum tezattı üstünde olduğum beyaz aslanın ayak sesleriyle. Düşündüğüm tek birşey vardı şimdi. Hıh! En iyisi sonraya bırakmalı düşünceleri. Aslanımın zırhı görkemli bir şekilde parıldıyor karanlığa girdiğimizde ve gözlerimin kamaşmasını, doğduğumda yazılan efsunlar bile koruyamıyor. Az önce bir gök şehirden geçtik, herkesin gözlerinde korku vardı. Ama derinlere bakabilmeyi, derinlerde ölüp giden babamdan öğrendim ben. Sanırım umutları var hâlâ. Düzelecek birşeyler ve bu yoz, köhne karanlık kalkacak zannediyorlar. Oysa ben...Sanmıyorum! Buna rağmen neden mi yola çıktım? Biliyorum sorduğunuz şey bu. Gülüyorsunuz aynı zamanda ve beni umudunu kaybetmiş bencil biri olarak görüyorsunuz. Tuhaf, bende size gülmeye başladım şimdi.  Yavaşla sadık dostum yavaşla. Şu buluttan ağaçları görüyor musun? İşte oraya gidelim, anlatacaklarım var.

  

  

 Yıldızlardan yapılmış kulelerin peşi sıra uzandığı, devasa surların bir bekçi gibi dikildiği parlak şehrin önündeydi. Aslanının üstünde, kendi zırhıyla aynı renkte altın sarısı bir zırh vardı. Sırtında çift kılıcı geniş, uzun ve oldukça keskindi. Başındaki göktaşından yontulmuş miğfer, her ne kadar beynini pişecek gibi sıcakla sarsa da, Gökyüzü İmparatorluğu'nun serin hatta kimi zaman dondurucu olan havası bu etkiyi azaltıyordu bazen. Şehrin içine girerken, bulut evlerin yanında geçerken ve aslanıyla gövde gösterisi yaparken aklında sadece neden çağrılmış olduğunun merakı vardı. Kale nöbetçilerinin yanına vardığında, orada uzun boyu ve cüsseli yapısıyla rütbeli olduğu belli olan kişi yanına doğru yürüdü. Bu esnada, aslanının başını okşayıp, kulağına birşeyler fısıldıyordu. Adam birşey konuşmadan, aslanın yanına kadar gelip;
 "Beni izleyin" dedi sadece, ses tonu kalın ve boğuktu.
 Aslanından inip, taş kapıların ardına kadar açıldığı salona girerken, etrafındaki herkesin onu süzdüğünü hissediyordu. Büyük salonun hemen heryerinde belirli bir simetriyle dizilmiş altı başlı aslan heykelleri vardı. Askerlerin sağlı sollu durarak, insandan koridor yaptığı, yaldızlı halı üzerinde yürüyerek kırmızı tahtın önünde durdular.

 İçeri, yaklaşık olarak bir insanın iki katı büyüklüğünde olan başında tacıyla biri girdiğinde, herkes dizleri üstüne çökmüştü. Homurtularla tahtına oturduğunda birden mütebessim bir kişiliğe bürünmüş etrafına bakınıyordu.

 "Gökyüzü Krallığıma hoşgeldin Zebuh" dedi gülümseyerek. "Seni çağırmamın sebebini biliyor musun?"

 "Hayır" dedi Zebuh kesin bir ifadeyle.

 "Kara Taht'a gidecek bir ordunun başına geçeceksin"

 "Gökyüzü Krallığında, nice değerli savaşçılar varken, neden benim seçi..."

 "Mütevazi savaşçı mı? Ohh! Sevmem, hiç sevmem! Sen kendinin en iyisi olduğunu biliyorsun. Ordu, yağmur meydanlarında hazır bekliyor. Komutanları eksik sadece"

 "Ne yapmam gerekiyor?" dedi Zebuh tiksintiyle bakan bir yüz ifadesiyle.

 "Ne mi yapman gerekiyor? Savaş, öldür, yok et, Taht'ı bana getir."

 "Olmuş bilin" dedi ve diz çökmüş insanların arasından geçerek salondan ayrıldı. Aslanının olduğu yere yürümeye başladığında, aklındaki sorular değişmişti ve şimdi de böyle katlanmalıydı onlara. Mütemadiyen konuşan biri olmamakla beraber, şimdi durmadan konuşmak istiyordu aslanıyla. Yanına vardığında, beyaz yelelerini okşayıp alnına dudaklarını değdirdi usulca. Sert görünümüne rağmen oldukça mütenasip bir adamdı Zebuh. İri gözlerinin efsunlu olmasa bile çok kadının etkisine gireceği kesindi. Uzun saçlarını omuzlarından dökülüyordu sarı zırhının üstüne. Büyük elleri, sırtındaki geniş kılıçları sadece kendisinin kullanabileceğini gösterir şekildeydi. Kaşlarından biri, diğerine göre hafif yukarda olduğu için yüzü hep sinirli gibi bakardı. Aslında gülümsediğini gören olmamıştı hiç, bu nedenle dehşeti daha savaş borozanları çaldığında yayılıyordu askerlere. Hakkında neler söylenmiyordu ki, akşam yemeklerinde ejderha eti yediği, sıkıntılı olduğu zamanlar yer altına gidip ölümü avladığı hatta Yeryüzü Krallığının krallarına kafa tuttuğu söylentileri, tavernalarda, soylu salonlarda abartılarak anlatılıyordu. Velev ki onun ne yapabildiğini görenlerin hiçbirinin yaşamadığı bilinen tek gerçek. Zebuh hakkında araştırma yapacak bir kaç aristokrat yada bir iki casusun öğreneceği tek şey "hiçbirşey" olacaktır. Tek bilinen Zebuh'un ölmediği! Bunun da rivayet olmaması için bir sebep olmasa da, karanlığın hüküm sürdüğü ışıklı yollarda yada ışığın ele geçirdiği kasvetli zindanlarda yerin, duvarların hatta çürümeyi bekleyen kemiklerin bile adını bildiği açık bir gerçekti.

 Aslanın üstüne tek seferde atlayarak, yönünü çevirdi ve Yağmur Meydanı'na doğru gitti aynı surat ifadesiyle. Şehir gerçekten şahane gözüküyordu onun gözlerine. Bunun kutsanmış gözleriyle bir ilgisi olmadığını biliyordu. Bembeyaz bir pamuk tarlasının içinde gibiydi. Evlerin tamamı bulutlardandı. İnsanlar sokaklarda alışveriş yapıyor, tellallar halka gereken duyuruyu yapıyor, çocukların şen sesleri kulaklarda çınlıyordu. Bir peri kadar güzeldi kadınları ve aynı şekilde bir tanrıdan tenasüh olmuş gibi asaletle yürüyen erkekleri vardı bu şehrin.

 Meydan'ı tepeden görebilen tek yere geldiğinde, aşağıda kendisi bekleyen yüzlerce asker gördü. Hepsi baştan aşağı kırmızı zırhlarla donatılmışlardı. Bu onların "ölmeden eve dönme" ayinlerinden başka birşey değildi. Sağdaki yuvarlak grubun tamamı süvarilerden, soldaki sıralı grup ise tamamen mızraklılardan oluşuyordu. Arka tarafın neredeyse hepsi Gök Piyadelerinden oluşuyordu. Zırhsız savaşırlardı ve karşılarına kim çıkarsa ölüme gönderirlerdi. Gök Piyadelerinin azameti meydanı titretirken aslanının yelelerinden tutarak yokuş aşağı inmeye başladı.

 Ordunun tam karşısında durup, ön saftakilerin gözlerine baktı birer birer. Aslanından bir seferde inerken;

 "Nereye gideceğimizi biliyor musunuz?" dedi bağırarak, cevap beklemeden devam etti konuşmasına.

 "Gök Kral, bizi Kara Taht'ı almak için gönderiyor. Bunun çok zor olacağına da, burdaki askerlerin yarısının öleceğine de yürekten inanıyor. Sizlerin, bizim kesin bir zafer kazanacağımıza olan inancı yok denecek kadar az."

 Elleriyle sırtındaki iki kılıcının kabzasından tutmuş dolanıyordu askerlerin önünde.

 "Ama onun ne düşündüğü benim umurumda bile değil! Gidip, Kasırga Ordusunu ezelim ve gelip onun gözlerine bakarak utanmış mı yaptıklarımızdan bir görelim!"

 Askerler arasından öyle bir haykırış koptu ki, tüm şehri titreme almıştı sanki. Bu esnada şehrin gözetleme kulelerinden, dev davulların sesi geliyordu. Yürekleri titreten bu sesi duyan herkes evlerine kaçışırken, Zebuh duyduğu ritimlerin anlamını çözmüştü çoktan.

 Yukardan üstlerine doğru gelmekte olan altı sırtlan gördüğünde, ordusuna emir  bile veremeyecek kadar şaşırmıştı. Ardından...



Ardından m? Aaah! Çok yoruldum ve çok acıktım. Sende mi? Kabrel'de acıkmış. Bunun devamını sonra anlatacağım siz gülenlere. Şimdi akşam yemeği için ejderha avlamam gerekiyor. Unutmadan, karanlığa çok yaklaşmayın.

Çevrimdışı Gülbüyüsü

  • **
  • 84
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Araf'ta Dans - I
« Yanıtla #4 : 21 Mayıs 2013, 13:06:06 »
Sonuçta bu fantastik bir kurgu ve betimlemeler bazen gerçekten önemli olabiliyor. Anlatım tarzı ve betimlenen ortam benim için çok önemli çünkü birbirinin aynı kurguları sevmem. Yazarın hayal gücünün nerelere ulaştığı ve ne kadar özgün olduğunu ise betimleme gücünden ve bunu yansıtma şeklinden anlarım. Belki biraz dikkat isteyecek derecede fazla betimleme yapmış olabilirsiniz ama tabi buda bir tarz. Bazı hatalarınız olduğunu gördüm; anlam bozukluğu içeren cümleler ve 'şey' kelimesinin bitişik yazılması gibi. Duhan'a katılıyorum biraz ağır bir diliniz var ve okumak için gerçekten kendimizi vermezsek bağlantıları kaçırabiliriz. Lakin bunu kötü eleştiri olarak algılamayın çünkü dediğim gibi tarzınız bu olabilir ve henüz iki bölüm okuduğum bir hikaye üzerinden kesin yargı yürütmek istemiyorum. Kaleminize sağlık.
Kim olduğunu unutursan, olmaman gereken kişiye dönüşürsün.

Çevrimdışı Quad

  • *
  • 28
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
    • Other World
Bölüm III
« Yanıtla #5 : 23 Mayıs 2013, 19:29:14 »
Kadim... Ne anlatır bu söz bize çocuk düşünsene. Ne anımsarız bu şatafatlı sözcükten. Geçmişin paslı küllerine üflendiğinde ortaya çıkan bir kor tanesi midir? Yoksa geleceğin ateşinin söndüğünde bıraktığı, bir nefes kadar yaşamı olan kül müdür? Birileri hata yaptı ama kimin hatası olduğunun önemi yoktu aslında. Bu savaşı başlatan karşılıklı nefret ve kinin çarpışma isteğiydi. İtaate zorlamaydı, kibrin nefesini hisseden tanrının sınamasıydı, sınanması güç olan yaratığı. Ateş, toprağa o zaman hükmedecekti. Bunu bilenler, kederli ellerini daldırıp kötülüğün kalbine, kötülüğün parçası olmayı tercih ettiler. İnanç sisteminin bariz açıklığında gizliydi bu belki de ve belki de, inanmamanın zorluğunda saklanmıştı bilindikçe bilinmesi zor olan gerçekler. Tapınaklar inşa ettiler insanlar, dualar ettiler. Kime, neye gittiğini bilmeden dillerini kıvırarak, sözlerini savurdular etrafa. Duyulduklarını zannettiler yaşam boyu! Ve yaşamlarının sonuna geldiklerinde kendilerini karşılayan, ateşten kılıçlar taşıyan şeytanlardı meğerse. Savaş böyle başladı aslında; birinin ötekini kandırmasıyla. İşte o zamanların adıydı kadim...

                                                                                                                                                     - - -

 Kar yağışının bile kirini örtemediği bir zamanda, Barallus'un gökyüzüne meydan okur gibi uzanan sivri kulelerinden birinde, Mistik Oda'da toplanmış olan ihtiyarlar gözleri kapalı, titreyen bedenleriyle güneş ışığına nefretlerini kusmaya hazırlanıyorlardı. Mavi şimşeklerden yontulmuş masanın üzerinde altı tane çocuk, gözleri kapalı halde, yanyana uzatılmışlardı.  İhtiyarlar, ellerini, cübbelerinin yenlerine geçirmişler, başlarını utangaç, suçlu bir mahkum gibi öne eğmişlerdi. Odanın içerisi bilinmeyenden gelen fısıltıların esareti altına girmişti. Uğultu, uyuyan bir ejderhanın nefes alıp vermesi gibi sınıyordu, korkak bedenlerin, korkusuz ruhlarını. Duvarlarda asılı duran insan yağından yapılmış kuru kafa kandiller, kasvete diz çökmüşler ve cılız ışıklarını söndürmek üzereydiler. Önce kanlı gözleri olan konuştu, gözlerini açmadan.

 "Merhametiniz, gereksiz!"

 Odanın içinde, çığlık atarcasına, dört bir yana savrulan siyah dumanlar, çocukların üstlerinde durup, sisten ellerini çıplak göğüslerinin üzerine koydular. İçlerinden biri, çocuğun ağzını usulca açarak, bedenine girdi. Titremeye başlamıştı çocuk, açılan gözlerinin tamamı kapkaraydı. Sanki görünmeyen onlarca el çocuğun dört bir yanından tutmuş ve silkeliyorlardı.

 Bu defa sesi duyulan, uzun tırnaklarının içinden, kederli kaderin hükmünün geçersiz olduğu acılardan ırmak akan ihtiyardı. O da gözlerini açmadan konuştu.

 "Dürüstlük, en büyük kötülük"

 Kara dumanlardan diğeri, ikinci çocuğun ağzından içeri girdiğinde, ilk çocuğa olanların aynısı ona da olmuştu.

 "Öfke, götürecek seni gerçek zevke"

 "İhanet! Tadılması gereken sonsuz bereket!"

 "Masumiyet, kokuşmuş bir kefaret!"

 Sırasıyla söylenen sözlerden sonra, cam odanın içi karanlığa bürünmüş, katran gibi akan karanlık camları kaplamış ve çocukların biri dışında tamamı titremeye başlamıştı. Gözlerini sırayla açtıklarında, içlerinde yoksun oldukları erdemlerle masadan inip ayağa kalktılar.

 Sıra son ihtiyara geldiğinde, sesi işkenceye uğrayan tanrıların gazabından farksızdı.

 "Birsiniz! Özünüz gibi!"

 Diğer çocukta kalktığında masadan, onun gözlerinin diğer çocuklardan farklı olduğunu gördüler. Bembeyaz parlıyordu gözleri, saçları ışıktan bir nehir gibi düşüyordu ensesine kadar.

 "Özünüz gibi!" dediler hep bir ağızdan ihtiyarlar.

 Karanlık, kanlı ellerini basmıştı titreyen Barallus'a. Güneş, parlaklığını kaybediyordu yavaşça ve loşluğun hakimiyeti altına giriyordu insanlar.

 Mistik odada ise çocuklar yanyana dizilmişti. Çırılçıplaktılar ve her biri altı yaşından fazla değildi. Masanın başında oturan ihtiyar ağır adımlarla, karşısında yanyana dizilmiş çocuklara doğru yürümeye başladı. Tam karşılarına vardığında, ellerini sırtında birleştirmiş ve tek tek gözlerine bakıyordu karanlığın esir aldığı, hiçbir şeyden haberi olmayan bu zavallılara. Ellerini iki yana açarak, beyaza kesmiş dudaklarını oynattı. Onun söylediği sözlerden sonra, oda sanki gökyüzüne doğru tırmanıyormuş gibi rüzgar ve soğukla doluyordu. Camlar yok olmuş, sadece zemini kalmıştı odanın. İhtiyarların cübbelerinin başlıkları arkaya düşüyor, sararmış saçları dalgalanıyordu odada. Rüzgarın sesi en derinden geliyor gibi, odayı katil bir annenin çocuğunu sarması gibi sarıyordu. İhtiyar, yana açtığı ellerini ağır ağır ortada birleştirdi ve iki avucunu yukarı doğru açtı. Sol avucunun tam ortasında bir bıçak belirmişti. Kabzası kandan, sırt kısmı parlak gözyaşlarındandı. Sağ eline aldığı zaman İblis Hançerini, en baştaki çocuğun yanına gitti.

 "Adın ne?" dedi boğuk sesiyle.

 "Merhamet" dedi çocuk.

 İhtiyar, çocuğun kara saçlarından tutup arkaya bastırarak, kalbinden içeri soktu hançerini. Çocuk titreyerek ve karanlık gözleri dehşetle açılarak yere çöktü.

 Diğer çocuğun yanına geçti ve adını sordu.

 "Dürüstlük" dedi çocuk ve ihtiyar, çocuğun ağzına elini sokup, dilini çıkardı ortaya ve kökünden kesip attı yere. Kopan dil, beyaz bir dumana döndüğünde, zeminden kapkara dumanlar akın ettiler üstüne ve bir buz kütlesinin yere çakılması gibi parçalanıp yok oldu.

 Üçüncü çocuk, adını "Sakinlik" olarak telafuz etti ve hançer beynini dışarı çıkardı.

 Dördüncü çocuk, "Sadakat" dedi adını söylerken. İhtiyarın acımasız eli, gözlerini oydu, kalbini söktü, dilini kopardı.

 Beşinci çocuğun adı, masumiyetti. Yüzünün derisini oydu ihtiyar, yetinmedi, kara kalbini söktü yerinden.

 Altıncı çocuğa doğru attı adımını. Çocuğun beyaz gözlerinde belirgin bir sinir vardı.

 "Adın ne?" dedi ihtiyar, alnını çatarak.

 Çocuk, iki kat olmaya başlamıştı. Ellerini karnının üzerinde birleştirmiş, acıyla kıvrılıyordu. Sonundan ağzından bir parça siyah duman çıktığında, gözlerini ihtiyarın yüzüne dikti.

 "Zebuh" dedi çocuk ve camlara doğru koşarak, kendini bıraktı aşağı.

 İhtiyarlar öfkeyle arkasından bakakaldılar çaresizce. Elinde hançer tutan adam, ellerini havaya kaldırarak, göz bebekleri yerinden çıkacakmış gibi tüm gücüyle bağırıyordu. Sesi, gökyüzünü göğsünde tutan tanrıların çığlığı gibi yayıldı dünyaya. Diğer ihtiyarlar, ürkekçe sinmişlerdi masanın kenarlarına.

 "Savaş mı istiyorsun!" dedi ihtiyar öfkeyle. "Öyle olsun!"

 Mistik odaya ayini tamamlaması için biri daha getirilirken, adının Zebuh olduğunu söyleyen çocuk, ışıktan bir rüzgara binip, ışığa doğru yolculuğa çıkmıştı.

 Odaya gelen diğer çocuğun kafasını koparıp, saçlarından tuttuğu baştan damlayan kanla, diğer çocukları yıkadı. Ardından söylediği sözlerle hepsini dirilterek son emrini verdi.

 "Yayılın ve kalplere hükmedin! Karanlığın keskin ucunu, ışığın aciz ruhuna saplayın"

 Altı çocuk, altı yavru sırtlana bindirilip dünyanın altı yanına gönderildiler. Daha ilk yolculukta çocuklar, sırtlarınların gözlerini oymakla başladılar işe. Karanlığın emri altına girmek için, sürdüler kendilerini, sürgünlerin dünyalarına.


                                                                                                                                             - - -

Savaşı başlatan kimdi demiştin bana. Önemi yok, anladın mı çocuk. Sonuç itibariyle bir savaş, sonu getirmek için yaşanacaktı. Tahtın sahipleri de biliyordu bunu, tahttan sürgün yiyenlerde. İşte o zaman, kimin yazdığına karar verilmeyen bir şey devreye girecek, bu hakim, sert zamanlara "ben burdayım" diyecekti. Kader! Kazanana ne kılıçlar karar verecekti, ne lütuflar. Kader kimi severse ondan yana olacaktı. Ve unutma çocuk, tavernalarda, hanlarda seviştiğiniz bir kadından farksızdır kader. Kimi ne zaman, ne amaçla ve ne uğruna seveceğini bilemezsin. Sana verdiği şeylere sevinmeye fırsatın olmadan, kaybettiklerinin yüreğine düştüğü acı dünyaları yakar. "O" tek güçtür.

Çevrimdışı Quad

  • *
  • 28
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
    • Other World
Ynt: Araf'ta Dans - I
« Yanıtla #6 : 24 Mayıs 2013, 01:31:28 »
@Gülbüyüsü; düşünceleriniz ve eleştirel bakışınız için teşekkür ederim. Bahsedilen hataları dikkate alacağım.

Çevrimdışı Quad

  • *
  • 28
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
    • Other World
SON
« Yanıtla #7 : 24 Mayıs 2013, 13:35:05 »
Gökyüzünün tamamını alevler ele geçirdi. Yeraltı sırtlanları, gökyüzü şehrini yaktı, Gök Kral'ı parçalara ayırdı. Ne benim hükmüm geçerli oldu onlara, ne de onlar kan içme arzularını benimle giderebildiler. Etrafımda gördüğüm herşey yanık, herşey parçalanmış vaziyette.

 Kılıcım! Seni kullanamayacaksam en önemli anlarda, ne işe yararsın ki avuçlarımda? Sapladığım yerde kal, sana bir daha ihtiyacım olmamalı. Çocuklar, kadınlar ve silahsız insanlar... ŞU LANET ŞEHİRDE BENDEN BAŞKA YAŞAYAN NEDEN YOK! Herşey boşa gidecekti madem neden yola çıkarıldım? Bunu söyleyecektim daha sonra. Sanırım "O" istedi. Ben Zebuh, kaybettim. Savaşı, bu dünyayı, en önemlisi de benliğimi kaybettim. Artık "O"nun isteğine uymaktan başka çarem yok... Bu savaşı değil sadece, yalanlarını yaşatma mecburiyetini de kazandılar. Yeni bir dünya için...


  

 Çocuk anladı herşeyi. Ya sen? Söylemiştim. "O" gelecek demiştim. Gök şehri yaktıklarında, Yer altı şehrini de yakanlar vardı. Altı başlı aslanlar, şehirlerinin yandıklarını öğrendiğinde kendilerine söylenenlerin "boş laflardan ibaret" olmadığını anlamışlardı. Bir defa inilecek meydana ve bir defa kaybedilecek. Böyle demişti Gök Tanrı, böyle söylemişti onlara.

 Tılsım kırılmış, Araf'ta milyonlarca yıldır tutsak olan "O" serbest kalmıştı. Yeni yalanlar, yeni düzmeceler, yani hepimizi bekleyen o sonsuz SON gelmişti. Seçilmiş olan tek bir kişi vardı ve sadece tek bir kişi yeni dünya düzenin de yerini alacaktı.

 "O" önce tanrıları yok etmekle başladı işe, ardından yaşam içeren herşeyi yaktı, yok etti. Usta bir katliamcıydı, usta bir savaşçıydı. Ne yaparsa yapsın, kimse onu suçlamadı, suçlayamadı. Yıktı dünyaları, herkes savaşı suçladı. Yıktı yuvaları, herkes zelzeleyi suçladı. Boğulanlar suyu, yananlar alevi suçladı. Vücutlarda kan, irin ve yaralara sebep olan yoldaşlarını çağırdı. Çoğuna veba dedi, çoğuna kanser. Genel olarak ordusuna "hastalık" adını verdi. Savaş adını verdiği ordusuyla düzen değiştirdi, düzen yarattı. Bir de renkleri vurdurdu birbirine. Siyaha beyazı, beyaza kızılı dövdürttü. Birbirine düştü renkler, sınıflara ayrıldı düzenler. Adına inanç dediği orduları vardı ve herkesi bir başkasına inanırdı. Onlarla da kırdı safha safha yaşayanları. Fakirlik adını verdiği ordusuyla suçlar yarattı ama buna isyan edenler çoğunluktaydı. Zenginlik ordusu, isyan çıkaran fakirlik ordusu mensuplarını zevkle ezdi. Tüm ordulara Para adı verilen biri hükmetti. Ama Para'ya da hükmeden "O" idi. "O" kimi isterse, ona yöneldi bu isim. Sonunda yeni dünya düzenine geçildiğinde, "O" tek güç kalmaya devam etti.



 
Yaptım. Herşeyden bir sonuç çıkardım. Sonucu götürdüğüm her yerde sebeplerim oldu. Ben yapmasaydım düzen kurulmamak için inatla direnecekti. Kendilerine mistik diyen bunakların yaptıklarını gördüm, kendilerine tanrı diyenlerin çaresizliğini. İzledim sadece ve sadece bekledim. Düzen ve tılsım kardeş gibiydiler. Elele kırılmak için gerekli olan tek şey vardı. Zaman! Ve zaman geçtikçe ben gülümsedim. Evet, ben nereye gidersem sebebim de vardı. Boş yere ölmedi, boş yere de ölmeyecek artık kimse. Ordularımın tamamını ben yarattım, ben kullandım. Düzen sadece böyle işleyebilirdi ancak. Söylediklerimiz, söylenenler saklanması gerekenler. Gizlilik ve sükut temel prensibiniz olsun konu "biz" isek. Benim adım Kader. Kime ne zaman ne istersem onu verir, kimden ne zaman ne istersem onu alırım. Suçlamayın beni. Onlar dünyanın bu hale gelmesi için ellerinde geleni yaparken ben yoktum aralarında. Nerde miydim? Araf'ta Dans ediyordum.



 
 Benim adım Cain. Anlatılanları tekrar anımsadım şimdi. O zamanlar dehşetin öbür adıymış yaşamak. Gizlilik ve sükûnetle sakladığımız şeyler var. Bilinmemesi gerekenler, bizden sonrakileri aldatmak için yeterli olacak bir şeyler. Şart bu! Herkes için, bizim için, kalan dünya için. Eski dünyaya oranla huzur heryerde şimdi. Ailemin yaptığı hatanın sonucu şimdi buradaymışız. Öyle söylememiz isteniyor. Ben sadece bu minik çevremde kardeşimle beraber, bu kocaman yalana rağmen eğlenmenin yollarını arıyorum. Şu an gördüklerimden daha iyilerini gördüm, şu an yaşadıklarımdan daha afili şeyler yaşadım. Ama babam böyle istiyor. Annem ise ona uymak zorunda gibi bakıyor artık gözlerime. Kalbimde bir şey gizli, bir acı, bir istek. Bunu yapmamak için direndiğim anlar olsa da, öfkemin sebebini bilemiyorum. Sanırım o da babamdan kalma bana. Yeni dünyada bir şeyleri değiştirebileceğime inanıyorum. Ama bunu engellemek isteyen kardeşim Abel, eski dünyayı özlüyor gibi. Şimdi babam çağırıyor, yanına gitmeliyim. Büyük, sevgili Zebuh'u bekletmek olmaz. Ahh! Yeni adı Adam! Ona öyle seslenmemizi istedi... Hoşçakalın!