Kayıt Ol

Artair'in Ölümü (Tamamlandı)

Çevrimdışı Roland

  • *
  • 8
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Artair'in Ölümü (Tamamlandı)
« : 30 Mayıs 2013, 22:49:39 »
Artair'in Ölümü
M.Ö. 337 , Cruachan yakınlarındaki Omagh etekleri

1.

Güneş, Omagh'ın yamaçlarında yaşayan insanlardan bazıları için son kez doğuyordu. Dağın eteklerine sabahları misafir olan sis, Güneş'in kendini göstermesiyle druidlerden başkasının sakındığı ormanın içindeki karanlıklara çekilmişti. Diz boyuna gelen çimler huzur verici bir biçimde salınmaktaydı.

Çimlere ve aralarında saklanan canlılara soracak olsanız bugünün sonbaharın ilk günlerinden olması dışında bir özelliği olmadığını söylerlerdi. Bunların söylediklerini duyabildiğini iddia eden druidler de vardı.
Lakin özel bir gündü bugün.

Açıklığa neşeli bir gürültüyle ilerleyen küçük topluluk buna yürekten inanmıştı. Aralarında şarkılar söylüyor, sloganlar atıyorlardı. Bedenlerini sergilemekten de hoşlanıyor olmalıydılar, oysa çıplak olmalarının sebebi bunun bir geleneğe dönüşmüş olmasıydı.Müsabakalara böyle geliniyordu. Savaşın yerini müsabaka almış olabilirdi ama bazı geleneklerin yerini yenilere bırakması kolay değildi. Savaş olmayacaksa da önemli bir karar verilecekti.
Bir kaç gün önce ormana bir yıldırım düşmüş ve bir yangını beraberinde getirmişti. Yangın, yağmur tarafından söndürülmeden önce arkasında oldukça verimli topraklara sahip yeni bir mera bırakmıştı. Yerliler dışındaki canlıların bir trajedi olarak gördükleri bu olay Skrekkan ve Bolus kabilelerini çok heyecanlandırmıştı. Ne var ki Skrekkan'a daha yakın olan yeni araziye ertesi günü beş kadar Boluslu çiğit yerleşmiş ve gelen Skrekkanlıları tehdit etmişlerdi. Müsabaka kaçınılmaz olmuştu. İki klan arasındaki ilişkiler son derece sıcak geçen bir yaza rağmen soğumuşken birden bu olay patlak vermişti.

Yerlilerden akıllı olanları bunun aksini düşünseler de iki kabilenin de druidleri bunun ilahi bir hediye olduğunu dile getirmekteydiler.Ne de olsa kesilmesi yasak olan korulukta çıkmştı yangın.

Başka şartlar altında olsa çok rahat kanlı bir savaşa dönüşebilecek gerilim, müsabaka antlaşması neticesinde böylesine neşeli bir olay haline dönmüştü. En az bir tırtılın kelebeğe dönüşmesi kadar şaşırtıcı olan bu dönüşümde maalesef neşeli olanlar Skrekkanlı'lardı. Sebebi şampiyonlarıydı.

Artair’di adı. Yüzünü , gözlerini içine alacak bir T şeklinde mavi renge boyamıştı. Bedeninin de üzerine yine mavi renkte çeşitli şekiller çizilmişti. Yüzündeki boyama kendi eseriydi ama vücudunu işleyen kabilesinin druidlerinden Eoin’di.

Artair’in arkasında yürüyen kalabalığın arasında Eoin yoktu. Yaşlı adam, son günlerini yaşıyordu ama Artair’in isteğini reddedememiş ve genç savaşçının bedenini savaş tanrısı Andrastre adına kutsamayı kabul etmişti.
O yüzden yokluğunu pek hissetmiyordu Artair. Tabii bunda taraftarlarının , karşıdaki kalabalığa yaklaştıkça tonunu arttıtrdığı tezahüratın da etkisi vardı.

“Urard! Urard! ...” diyorlardı. Artair’in uzun anlamına gelen lakabıydı. Her adımıyla arkasındaki kalabalığın tezahüratını kontrol ediyor, kendini, arkasından gelen coşkulu gürültüyü ve kaosu sürükleyen bir tanrı gibi hissediyordu.

Ona ayak uydurmaya çalışan kızıl saçlı çocuğa döndü. Alroy muhtemelen Artair'in en büyük hayranıydı aynı zamanda yaşı en küçük olandı. Onun gibi bir şampiyon olacağını söyleyip dururdu. Kızıl saçlarıyla Artair'e benzemese bile yüzündeki T şeklindeki boyamayla kime ayak uydurmaya çalıştığını belli ediyordu. Elinde Artair'in bir hediyesi olan sapanı vardı. Çocukların başlıca eğlencelerinden biri de sapanlarla küçük hayvanları ve kuşları avlamaktı.

Gülümseyerek "Silah getirmek yasak değil miydi Roy?" dedi.
Çırılçıplak olan Alroy boştaki eliyle beline şap şap vurdu. "Kesem yanımda değil ki?" dedi masmavi olmuş dişlerini göstererek. Taşlarının olduğu kesenin yanında olmadığını kastediyordu ve evet, mavi boyanın tadına bakmıştı.

"O neden yanında o zaman?"

Çocuk omuzlarını bimem anlamında kaldırdı. "Boş gelmek istemedim," dedi. Çıplak olduğu için bunu anlamak kolaydı.

Artair bunun üzerine Castan'a baktı. Castan grubun içinde tek silah taşıyan kişiydi. Bir falçataya sahipti ama bunu mümkün mertebe belli etmemeye çalışıyordu.  Artair'le beraber antrenman yapıyordu ve onun çocukluk arkadaşıydı. Neşeliydi çünkü endişe etmesine gerek yoktu. Müsabakalarda bugüne kadar hiç silah kullanılmamıştı. Onunki sadece bir tedbirdi.

Artair'le göz göze gelince gülümsedi ve tezahürata ("Urard!") eşlik etti. Yanında da beyaz teni ve vücudundaki boyamalarla gözalıcı olan Eira vardı. Castan Eira ile evlenmeyi düşünüyordu. Kızın gözalıcı vücudunu gören Artair muhtemelen bu düşüncede Castan'ın yalnız olmadığını düşünüyordu.

Meydan, Skrekkan ve Bolus kabilelerinin arasındaki geniş bir düzlükte pek de emin olunamayan bir sebepten ötürü otun bitmediği bir açıklıkta yapılıyordu. Orası  çimenin içinde toprağa ait olan bir yaraydı adeta. Eskiden buralarda savaşlar yapılmıştı. Eoin orada büyük bir savaşçının öldüğünü iddia ediyordu . Daha mantıklı bir açıklama bulunmadığı için buna inanmak kolaydı.

Bolus kabilesi ve şampiyonları Kormak çoktan gelmişlerdi. Skrekkanlılar’ın aksine pek coşkulu değillerdi. Dövüşe hazırlanmış gibi görünen tek kişi Kormak’tı. Onun da vücudu mavi işaretlerle kaplıydı. Kabilesiyse günlük yaşamdaki kıyafetleriyle beraber soğukkanlı bir şekilde yaklaşanları izliyorlardı.
Savaş makyajları, çıplak bedenleri ve tek dertleri akşama kısılacak sesleriymiş gibi görünen Skrekkanlılar karşısında tezat içindeydiler.

Artair bu soğukluk karşısında şaşırmışsa da, hiçbir şeyi bozuntuya vermedi. Arkasındaki kalabalık da ıslıklarını ve bağırışlarını arttırdı. Bunun tek bir sebebi olabilirdi o da Bolus kabilesinin yenileceklerini biliyor olmasıydı.
Bu aslında büyük bir gizem de sayılmazdı. Artair'in Kormak karşısında ara sıra iki şampiyonun yaptığı kardeşlik karşılaşmlarında dahi yenilgisi yoktu. Bu güzel günde bu gerçeğin değişmesini gerektirecek bir sebep de görünmüyordu. Akşama neşeyle içilecek, Artair'in yiğitliklerinin anlatıldığı yeni öyküler doğacak ve Skrekkan verimli bir meraya kavuşmuş olacaktı.

Çok değil , yirmi yıl öncesinde bu iki kabile savaşmak için karşılaşırdı ama Artair’in babası Raheen müsabaka antlaşması için çok uğraşmıştı. Bu sadece iki kabile arasında kanın dökülmesinin önüne geçmemiş senede iki defa druidlerini toplayan Cruachanlılar arasında önemli bir değişimin önünü açmıştı. Müsabaka anlaşması için avuçlarını kesmek, elbette kültürünün ağırlığı savaşmak ve savaşçı olmaktan oluşan bu kabileler için kolay bir şey olmamıştı. Haliyle Raheen’i bir korkak olmakla suçlayanların sayısını azımsamak mümkün değildi, aralarında bunu Raheen’in yüzüne söyleyebileceklerin sayısıysa yok denecek kadar azdı.

İki taraf da nihayetinde meydanda buluştu. Normalde karşılıklı atışmalarını gerçekleştiği, neşeli ve yaratıcı geçen “ön karşılaşmalar” bugün farklı bir niteliğe bürünmüştü. Nihayetinde Bolusluların soğukluğu kendine Skrekkanlılarda da yer buldu.

Artair öne çıkarak Kormak'ın karşısında durdu. Kormak boyca biraz kısa kalsa da Artair'e göre oldukça yapılıydı. İkisini tanımayan biri bahsini Kormak'tan yana oynar üstüne de aksini yapanlarla dalga geçebilirdi.
Müsabakaları iki taraftan da normalde birer druid takip ediyordu ama Eoin’in rahatsızlığı sebebiyle sadece Boluslular’ın rahiplerinden Mael “resmi” duyuruyu yapmak için iki savaşçının arasına girdi. Artair ve özellikle iri kıyım olan Kormak'ın arasında olduğundan daha sıska ve kısa görünüyordu. Üstünde druidlere has işlemeleri olan ceylan derisinden bir elbise , elinde de ilahi makamından ziyade artık yaşlılığını simgeleyen beyaz bir asa vardı. Sesi titrek ve cılızdı. En iyi günlerini arkasında bıraktığı belliydi.

Mael Artair’e döndü ve “Eoin’in burada olmamasına üzüldüm Artair,” dedi. Sonra da unutmuşcasına ekledi “hoşgeldin.” Artair’in gözlerine bakmaktan kaçınması rahatsız ediciydi. Genç savaşçının da durumdan rahatsiz olduğunun farkına vardığında boğazını temizledi ve Skrekkanlılara dönerek duyurusuna başladı.

Dövüşte kılıcımıza kan tattıran, sesimizi düşmana duyuran ve yaptıklarımızı çocuklarımıza götüren en büyük savaşçı, efendimiz Andrastre’nin, bugün kararıyla bizi yönlendirmesi için Skrekkanlı, Feagurn’un kellesini belinde taşıyan Raheen oğlu Artair ile...

Druid, Kormak’ın babasına geçtiğinde Artair gözlerini Kormak’a dikmişti. İkisi çocukluklarından beri birbirlerini tanırdı, bazen dövüş antrenmanlarını beraber yaparlardı, yine de Kormak’ı görmeyeli bayağı olmuştu. Gözünden, Kormak’ın son derece sıkıntılı olduğu kaçmadı. Buna şaşırmadı. Bugüne kadar hiç Kormak’a yenilmemişti ama ilk kez bu kadar gerilimli bir mesele için karşılaşıyorlardı.

“... oğlu Kormak’ı karşı karşıya getirdik. Bizler bu iki büyük savaşçı aracılıyla zaferin efendisinin iradesine tanıklık etmek için buradayız.

Artair “Korkmuş görünüyorsun, bu sana hiç yakışmıyor,” dedi. “Ne olursa olsun bugün kimse senin bir korkak olduğunu iddia edemeyecek.”

Kormak hırıltıyı andıran bir sesle “Korktuğum kişi sen değilsin,” dedi.

Ulu Omagh’ta tanrılar bizim için dünyamızı genişletti!

Artair yüzünü Skrekkanlı'lara dönmüş olan Mael'in görmemesinden faydalanarak   sordu. “Seni Beltain festivalinden beri görmedim Kormak. “

Kormak cevap vermedi.

Artair yangından bir kaç gün önce babasının emriyle Bolus’u gözetlemişti. Birbirine bu kadar yakın olan iki kabilenin arasında birdenbire kesilen irtibat endişe vericiydi.

“Yaptığınız o kule de neyin nesi?” diye sordu. Çok katlı yapılar onların mimarisinde görülmemiş bir şeydi. Yaptıkları en yüksek şey gözcü kuleleriydi ki Bolus’ta yükselen şey çok daha büyük ve muazzamdı. Tanrılar’a meydan okuyan bir yapısı vardı.

Sorusunun Bolus’taki değişimle alakadar olduğu belliydi. Kormak’ın gözlerinde gördüğü şeyse alışılmadık bir şey olduğu için kanını dondurdu.

Kormak ona acıyordu.

Sesi iyice yükselen ve tizleşen Mael “... ve şimdi Tanrılar huzurunda, müsabakanız başlasın!” diye bağırdı. İyice detone olmuştu.

Bunu duyan iki savaşçı birbilerine doğru atılıverdi. Savunma yapmaya zorlanan taraf Kormak olmuştu. Artair, daha yapılı olan Kormak’ın ne kadar çalışırsa çalışsın ulaşamayacağı bir atikliğe sahipti ve Kormak’ın son derece iyi bildiği sağ kroşesiyle ilk hamlesini yapmıştı. Ellerini yüzüne kaldıran Kormak yana kayarak yumruğu savuşturmuştu. Yumruğu boşluğa savrulan Artair’in bu anda savunmasız olduğunu biliyordu ama Kormak kendi hareketini tamamlayıp ardından saldırıya geçebilecek kadar hızlı değildi.

Yine de Kormak’ın amacı buydu. İki ayağı da tekrar yere bastığı anda yumruğunu Artair’in kaburgalarına indirmek için savurdu.

Artair’in boşa giden yumruğuna rağmen Kormak’ın saldırısını rahatça savurması Kormak için sinir bozucu olmalıydı ama Artair’in o suratta okuyabildiği tek ifade acımaydı.

İşte bu moral bozucuydu. Kormak’la daha önceki karşılaşmaların fıtratında hep gittikçe yükselen bir gerilim ve daha da hırçın bir doğaya bürünen saldırılar olurdu. Kormak’ın hemen ikinci bir saldırıya geçmemesi bu açıdan endişe veririciydi. Onu eğiten Tudor öfkeli bir düşmandan değil, sakin bir düşmandan korkması gerektiğini söylerdi.

Mael ortamdan kaybolmuş gibiydi. İki dövüşçü de karşılıklı hamlelerden sonra yerlerini değiştirmişti. Artair’in sırtı Bolus’lulara dönmüştü. Oradan yükselen hakaret ve tükürük dalgasını bekledi ama kulağına gelenler sadece kendi halkının tezahüratlarıydı.

Kormak, Artair saldırmadığı halde üç adım arkaya çekildi. Artair onun depar atarak üzerine çullanmasını bekledi. Yumruk savaşını bir güreşe çevirmenin belli avantajları vardı, tabi üstte kalmayı başarmak şarttı.
Kormak gözlerini Artair’den ayırdı, kabilesine bakıyordu. İşte bu en acemi savaşçıların yapabileceği bir hataydı, Kormak’ın değil. Artair harekete geçmek isterken Kormak beklenmedik bir şey yaptı.
Elini bir şeyi yakalamak için kaldırdı.

Artair o anda bir şeylerin yolunda olmadığını anlamaya başladı. Başından kaynar sular döküldü.  Tudor'la eğitimlerinin önemli bir kısmı kavga esnasında hasmın yaptıkları karşısında gelişen şaşırma refleksini bastırmak üzerine kuruluydu. Artair kendini tekrar o reflekse karşı koyarken buldu.Tanıdık bir duyguydu, bir yabancının olabileceği türden de düşmanca.

Başını çevirdiğinde Bolus’luların kıyafetlerinin altından sakladıkları falçata ve baltaları çıkardıklarını gördü. Güneşin sıcak ışığında soğuk parıltıları göz kamaştırıcıydı. Artair artık bunun ne anlama geldiğini biliyordu.
Bolus'un bir mera için Skrekkan'ı ortadan kaldırmayı göze almasına anlam veremiyordu. Bu o kadar mantıksızdı ki!

Tudor bunun arkasındaki nedenleri kolaylıkla görebilirdi ama şu anda sebepler önemsizdi. Eğitmeninin buyuran sesiyle bacaklarının çözüldüğünü hissetti. Düşünme zamanı değildi ,hayatta kalma zamanıydı.

Uçarak gelen bir baltayı farketti. Silah dönüyor ve adeta havayı biçerek yolunu açıyordu. Ancak sonradan ona atılmadığını anladı. Arkasını döndüğünde baltanın doğrudan Catlan'a doğru uçtuğunu farketti. Arkadaşı elindeki falçatayı Artair'e atmaya hazırlanmaktaydı. Gözleri Artair'e kilitlenmişti ve baltanın geldiğini çok geç farketti.

Balta kulağı hizasından kafatasına girdi. Catlan’ın başı ilginç bir şey duymuş gibi ani bir şekilde döndü. Kısa bir kan dalgası Catlan'ın saçlarının arasından serbest kaldı. Bir kukla gibi bacakları çözülüveren Catlan yüzü buruşmuş ve gözleri kısılmış bir halde yere düştü. Falçata daha elindeydi.

Artair'in diyaframı, arkadan yükselen vahşi bir çığlık dalgasıyla titredi. Bir tarafı bu olanları inanmakta zorluk çekiyordu diğer tarafıysa arkasını güvene alabileceği bir yer bulmaya çalışıyordu ama Kormak ve Bolus arasında kalmışken bu öyle zordu ki!

Havada baltalar uçuyordu ve bu kadar kısa mesafede onlardan kaçmak çok zordu. Şaşkınlığın letarjisi de duruma yardımcı olmuyordu. Artair şaşkınlığı üzerinden atmışsa da hiç bir baltadan kaçmak zorunda kalmadı. Onu hedef almıyorlardı. Kabilesiyse o kadar şanslı değildi.

Boluslular Skrekkanlıların üzerlerine atıldılar. Kalleşliğin karşısında Artair öfkeden deliye dönmüştü ve ona sürekli sakin olmayı ve nefes almayı hatırlatan Tudor’ın sesi boğulmuştu. Kendi iç sesi de gittikçe anlamsızlaşan bir yankıya dönüşmüştü.

Kormak’ın elinde artık bir sopa vardı.  Artair “Onun kılıç olmasını dileyeceksin,” dedi ve öne atıldı.
Kormak bütün gücüyle Artair’in başını hedef almıştı ve Artair hemen kolunu kaldırmadığı için bir an isabet ettirdiğine inanmıştı. Artair’in başka bir seviyeye ulaşmış olan atikliği sayesinde yine de hamlesini hasmının koluna yaptı. Sonra da nefesi midesine inen bir yumrukla boşaldı. Kurulmuş bir yay gibi iki büklüm olan Kormak, gırtlağından çıkan iniltide yenilginin tadını almaya başladı. Artair karşısında tanıdık bir duyguydu.

Daha ciğerlerini boşaltamamışken alttan çenesine doğru kalkan bir yumrukla doğruldu. Gözleri hızla kararmıştı. Bastığı yerin sarsıldığına yemin edebilirdi. Dengesini de kaybetmişti. Bayılacağını sandı ama etrafında olan biteni duymaya devam ediyordu. Yere düştüğünüyse ancak boynu yere çarpınca ve bir an güneşin sıcaklığını hisseden yüzünün Artair’in gölgesinin yaydığı soğukluğun farkına varmasıyla anladı. Yerdeydi, şimdi Artair üstüne çıkacak ve yüzünü yumruklarıyla parçalayacaktı.

İşte bu, Artair’le yaşadığı mücadelelerde geçmediği bir sınırdı.

Darbenin beklentisiyle kasıldığı halde kulağına gelen çığlıkların hiç biri ona ait değildi. Çenesi uyuşmuştu. Yanılıyor olmasına rağmen kırıldığını düşünüyordu.

Bir an gözlerindeki karanlığın kalıcı olduğunu düşünerek korkmaya başladı. Skrekkanlılar’ın attığı çığlıklar azalmaya başlamıştı. Ne kadar süre geçmişti?

“Bugün ölmek için doğdunuz köpekler!” Artair’in bağrmasıyla diğer sesler biraz kesildi. Demek Artair hala mücadele ediyordu.

Gözleri birden açıldı ama hala bulanık görüyordu. Doğrulmaya çalıştı, başı dönüyordu ama birazdan geçeceği belliydi. Geri yattı. Daha hazır değildi ve çok kötü çuvallamış, üzerine düşen görevi yapamamıştı.
Gözlerini odaklamayı başardığında Artair’in elinde bir kılıç olduğunu gördü. Yerde yatan başsız beden her şeyi açıklıyordu. Elbiselerinden bunun Caer olduğu belliydi. Başı ortalıkta görünmüyordu.

Kormak onun için üzülmüyordu, kılıçlı Artair’se büyük bir sorundu gerçekten. Üzerinde düşünmeye değerdi. Özellikle de canlı yakalanması gerektiği için.

Sopası hala elindeydi. Burnuna kanın sert kokusunun arasında ekşi bir koku da geliyordu. Dört adım yanında Delwen, bir kadının karnını deşiyordu. Kadın iki elini de Delwen’in omzuna koymuştu. Garip bir biçimde dövüşmüyor gibi görünüyorlardı. Delwen’in iki hamlesi sonrasında toprağa bir anda barsaklar ve peşlerinden parçalanmış bir mide düşüverdi. Ekşi koku daha da arttı. Kormak’ın bütün bunların arasından hatırladığıysa kadının ne barsakları içindeyken, ne de topraktayken hiç bir ses çıkarmamış olmasıydı.

Ama Kormak bazı şeylerin mantıkla açıklanmayacağını çoktan öğrenmişti. Yakında Artair de öğrenecekti.
Artair'in vücudu kanla kaplanmıştı. Öyle sert soluyordu ki havayı yutuyormuş gibi görünüyordu. Gözleri kan çanağına dönmüştü ve delirmiş gibiydi. İnsan bu gözleri bir hayvanda görse acısına son vermek için canını alabilirdi.

Artair etrafında gittikçe daralmakta olan çemberi genişletmek için kılıcını geniş bir açıyla savurdu.İyi bir savaşçının basit bir şekilde iki adım gerileyerek savuşturacağı bir saldırıydı, amacı da etrafında yer açmaktı zaten. Ama iki Boluslu göğüslerini yere tutarak düştü.

Müsabaka kanununun savaşçılığı öldürdüğünü iddia edenlerin haklı olabileceğini düşünen Kormak, bu işin haddinden fazla uzadığı görüşündeydi. Artair'in arkasında olmasına rağmen elinde kılıç olduğu gerçeğini görmezden gelemedi. Uygun bir anı beklemeliydi. Bu da biraz daha yatmak ve baygın numarası yapmak demekti. Artair bu sırada işini bitirmek ister ve kılıcı ona saplarsa da Kormak bunu pek umursamazdı. Ta başından beri istemiyordu bu yaşananları.

Artair, kılıcı kolaylıkla edinince cesaretlenmişti. Bolusun içinde ona meydan okuyabilecek tek bir savaşçının bile olmadığına inanıyordu. Kolu Kormak’ın darbesini savuşturmuştu ama sızlıyordu. Ancak bunu sonra düşünecekti.

Sayıca fazlaydılar ama Artair henüz yorulmamıştı ve şimdilik sayıları bir sorun değildi. Üzerine çullanmamaları için sık sık kılıcını geniş açılarla savuruyordu.

Kormak aklındaydı. Daha onu öldürmediğini biliyordu. Şu anda itiraf edemese de öldürmek istemiyordu onu. Bir tarafı Kormak'tan cevaplar alması gerektiğini söyleyerek ikna ediyordu Artair'i.

Eira'nın narasını duydu. Kadının karşısında iki tane Boluslu genç vardı. Tecavüz etmek istedikleri belliydi. Bir eliyle onlara Catlan'ın hançerini gösteriyordu. Diğer eliyle arkasındaki Alroy'u arıyormuş gibi yapıyordu. Çocuk kızın arkasında korkudan açılmış gözlerle bakıyordu. Önüne de iki tane ceset sermişti. Bedenindeki mavi boyaya kan kırmızı karışmıştı ve boğulacakmış gibi soluyordu. Hafif kamburlaşmış ve başı önüne eğilmişti. Gerilmiş bir yaya benziyordu.

Urard, kabilesinin buradaki katliamdan belki de toparlanamayacağını farketti. Eira'nın yanında sayısı iki elin parmaklarını geçmeyecek kadar Skrekkan'lı kalmıştı. Eira Catlan'ın yanında durmuştu. Ölen sevgilisine bağını gözyaşları göstermese de duruşu gösteriyordu.

Eğer onların kurtulmasını istiyorsa Artair'in çok dikkatli olması lazımdı. Bütün Boluslulara bir tehdit olduğunu göstermeliydi ki dikkatini üzerine çekebilsin.Skrekkan'lılar bu sırada kaçabilirlerdi.

Shona'yı gördü. İri biri üzerine çıkmıştı ve kadının bacaklarını ayırmaya çalışıyordu. Shona , geçen Beltain festivalinde yas tutan tek kişiydi. Oğlunu festivalin hemen öncesinde kaybetmişti. Eoin'in bile gücünün yetmediği ateşli bir hastalık çocuğun solup ölmesine sebep olmuştu. Artair onu festivalde teselli etmeye çalışınca "Hepiniz çocuklarımsınız," demişti. Şimdi tecavüze uğruyordu. Ancak üstündeki adama bunu kolay kılmadığı da bir gerçekti. Adamın yüzü kana bulanmıştı. Muhtemelen yerden bulduğu bir taşla adama vurmuştu. Ancak mücadeleyi kaybediyordu.

Artair önce ona yardım etmeye karar verdi. Etrafındaki boluslulara şöyle bir baktıktan sonra önünekine hamle yapacakmış gibi oldu sonra hızla ivmesini değiştirip kılıcı yan tarafındaki adama savurdu. Kolu yine isyan etti. Nerdeyse ıskalıyordu ama adamın omzundan büyük bir parça arkasında kandan bir rüzgar bırakarak koptu, koluysa sadece deri ve bir parça etten oluşan  emanet bir bağlantıyla asılı kaldı. Adam acı içinde yere düştü. Artair işini bitirmek için bir hamle yapabilirdi ama bu zamanı başka türlü harcamaya karar verdi.
Açılan boşluktan koşarak geçti. Yorulmaya başladığını hissediyordu. Arkasından birinin "Kaçıyor!" diye bağırdığını duydu.

Shona'nın üstündeki adam, koşarak gelen Artair'i farkettiğinde toparlanmaya çalıştı. Başı vücudundan ayrıldığında kollarıyla hala doğrulmaya çalışıyordu. Shona başşsız bedeni yanına ittirdiğinde adamın kolları ve bacakları hala titriyordu. Kadınınsa üstü başı kan olmuştu. Bu haliyle ölüler diyarından dönmüşe benziyordu.
Shona'yı kolundan tutarak kaldırdı. Kadının yüzüne korku yansımışsa da daha büyük bir öfkenin bu yüzeyin altında kabardığı görülüyordu.

Zamanları yoktu, koşarak geliyorlardı ve bir kaç saniye içinde etraflarını saracaklardı. Artair ona "Kaç," dedi. Korkarak kadının bunu reddedeceğini düşündü ama öyle bir şey olmadı. Shona minnet dolu bir anın ardından koşmaya başladı. Artair bu sırada kadınların kurtulmasının azami önem taşıdığını düşünüyordu.
Gelenleri karşılamak için yine az önceki gibi savunmaya geçti. Üzerine doğru koşanlardan bazısı Shona'nın peşinden koşmak istediler fakat Artair o tarafa doğru hamle yapar gibi olunca bundan vazgeçtiler. Şaşkın oldukları belliydi ve çok öfkeliydiler. Anlaşılan kimseyi canlı bırakmamaları söylenmişti onlara.

"Hepimiz birden saldırırsak bir şey yapamaz," dedi biri. Derin derin soluyordu. Sonra Artair'i de şaşırtan bir biçimde kulağını tutarak bağırdı. Bir taş gelmiş ve adamın kulağını yarmıştı. Yakındaki başka biri de başını tutarak arkasına baktı. Ama tereddüt ediyordu. Haklıydı. Artair'e sırtını dönmek pek de mantıklı olmazdı.

Artair'se Roy'a öfkelenmişti. Çocuk yerde taş arıyordu. O lanet olası sapan!  "Eira! Roy'u alıp kaçsanıza ahmaklar!" Gerçekten o an çocuğa sağlam bir tokat vurmayı istiyordu.

Kız Artair'e baktığında Artair o gözlerde ne olduğunu tam çözemedi. Minnet mi? Acıma mı? İyiki bu an uzun sürmedi de Eira Alroy'u çocuğun bütün muhalefetine karşın kaptığı gibi koşmaya başladı. Diğer Skrekkanlılar da onu takip ediyordu.

Artair kızın arkasından "Tanrılar! Nasıl da koşuyor!" diye düşündü. Kimse Eira kadar hızlı koşamıyordu bir keresinde Tudor tarafından bile övülmüştü.

Artair'in etrafındakilerden bir kaçı onların peşinden koşmaya başladığında Artair bütün gücüyle bağırarak peşlerinden atıldı. Yaptığı en basit tanımla intihar en afilli tanımla yiğitlikti. Koşarken öleceğinden emindi ama en azından o koşanlardan birini öldürmeye niyetliydi. Hamlesini geniş bir savuruşla destekledi.
Önündekiler hamleyi farketmişlerdi. Artair’den vebalıymışcasına uzaklaştılar.

Urard adamların peşinden koşarken onlara yetişmeye başlamıştı. Kılıcını tek eliyle tutyor ve arkasında bir gölge gibi sürüklüyordu. Hedefine saldırmak üzere olan bir kurt gibi de kamburu çıkmıştı hafif eğilmişti.

Birine yetişmek üzereydi. Yorgun olmasına rağmen hızından bir şey kaybetmemişti. Artair yorgunluğu kabul etmeyen bir iradeyle savaşıyordu. Tudor’ın ona kazandırdığı en önemli alışkanlıklardan biriydi.

Adam arkasından koşan Urard'ı görünce hemen dönmeye çalıştı ama dengesini kaybedip yere düştü. bu düşüş ilk anda adamın hayatını kurtarmış görünüyordu. Çünkü Artair'in arkasından ansız bir felaket gibi beliriveren kılıcının tadından son anda kurtulmuştu. Kısa vadeli bir şanstı bu.

Artair'in kadınların peşinden koşan birine acıdığı pek söylenemezdi.

Adam falçatasını kendini savunmak için kaldırdı ama önce bileği koptu. Sonra da Urard işini bitirmek için kılıcını sapladı. Adamın bağırmaya bile vakti olmamıştı. Büyük ihtimalle Artair'in onca kişinin arasından nasıl sıyrıldığını anlamaya çalışıyordu. Artair’se onun ismini bildiğinden emindi ama şimdi hatırlayamıyordu.

Kormak da bu sırada ileriye atıldı. Urard’ı gafil avlamıştı.  Artair hızlı olabilirdi ama kılıcını yerdekinin etinden kurtarmaya çalışması yüzünden kaçamadı. Silahı adamın kaburagalarıın arasına sıkışmış gibiydi. Tudor onun bu davranışını görse kahrından ölebilirdi. İyi savaşçılardan hiç biri silahları yüzünden yenilmemişti. Bu bir antrenman olsaydı Artair’e “Kılıcı bırak! Kendini koru!’ diye bağırırdı ama bu bir antrenman değildi. Skrekkanlı gençlerin çoğu öldürülmüştü ve Artair’in geleceği, dizleri üstüne düşerken daldığı karanlık kadar belirsizdi.


Çevrimdışı Roland

  • *
  • 8
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Artair"in Ölümü (Birinci Bölüm)
« Yanıtla #1 : 03 Haziran 2013, 22:49:30 »
2.
Gözlerini açtığında kendini gençliğin ebedi olduğu yeraltında açacağını sandı ama hala hayatta olmalıydı. Sonuçta kendini genç değil alabildiğine yorgun ve perişan hissediyordu. Ayrıca ağzının içinde devasa bir solucan vardı. Artair'in bir hayli aptallaşmış görünen mantğı bu düşünceye karşı çıktı. Beyni kısa bir karışıklığın ardından bunun bir solucandan ziyade bir parmak olabileceğini ima etti.

Kulağa hala mantıklı gelmiyordu. En azından dişlerini yoklayan parmaklar solucanlardan daha evlaydı. Gözlerini açabildiğinde ağzındaki şeyin gerçekten de parmaklar olduğunu anladı. Şimdi bir de toprak tadı alıyordu.
Parmakların sahibiyle göz göze geldi. Henüz tüylenmemiş bir kızdı. Kışın uykuya dalan ve bir daha uyanmayan uğursuz ağaçlar kadar zayıf ve sağlıksız görünüyordu. Karmakarışık saçları yağ içindeydi. O kadar zayıftı ki gözleri olduklarndan daha büyük görünüyordu. Çıkmış olan elmacık kemikleri onu olduğundan daha da yaşlı gösteriyordu. Kirli yüzünün içine gömülmüş bir çift zümrüt gibi duran gözleri büyüleyiciydi.

Ancak bu gözlere bakan herkes onların bir aptala ait olduğunu anlayabilirdi. Bacası tüten ama içinde ışık olmayan bir ev gibiydiler. İnsana içinin sıcak olduğunu düşündüren ama aslında terkedilmiş olan bir yeri gösteriyorlardı daha çok.

Urard bazı çocukların doğuştan engelli olduğunu biliyordu. Kimsenin cevabını veremediği soru bu çocukların neden böyle doğduğuydu.

Kız, Artair'in gözlerini açtığını farkettiğinde korkuyla parmaklarını çekti ve kucağına sakladı. Adamın onları bir ısırışta koparabileceğini düşünüyor olmalıydı. Bu davranışındaki ivediliği öylesine masumdu ki Artair'e bir anlığına kendi halini unutturmuştu.

"Aradığın şeyi bulabildin mi?" diye homurdandı. İstediğinden daha sert çıkmıştı sesi. Ancak kız bunu farketmemiş gibiydi. Az önce son derece endişeli olduğu için ince bir çizgi halini alan ağzı geniş bir gülümsemeye dönüştü. Zayıf olan cildi yüzünde kırışıklıklar oluşturdu.

Artair'in aklına  babası Raheen'in yeni doğmuş olan Grainne'nin ilk gülücüklerine tanık olduğu sırada "Kızmak imkansız buna," cümlesi geldi. Son derece zorlu bir doğum olduğunu duymuştu.

Babasını düşünmek onu gerçekliğin tatsızlığına götürdü. Kız ona parmaklıkların ötesinden gülümsüyordu. Artair vahşi bir hayvan gibi kafese kapatıldığını anladı. Sahibini bir dizi tatsız gerçekten koruyormuş da uygun vakti arıyormuş gibi görünen vücudu bir bir sıkıntılarını sıralamaya başladı. Boynu ağrıyordu, çenesinde ciddi bir zonklama vardı. Karnındaki morluklarda kendilerine dokunuldukları anda protesto ediyordu. Omzuysa sarılmıştı. Koluysa bir süreliğine unutulmayı istiyordu.

En azından onu öldürmeye niyetli değillerdi, şimdilik.

Tutsaktı, başı utanç içinde düştü. Sonra kızın Artair'i şaşırtan bir hızla kafesin arkasındaki gölgelere karıştığını göz ucuyla farketti. Çoğu dövüşçünün sahip olmayı hayal bile edemeyeceği bir atikliğe sahipti çocuk.
Yaklaşan bekçiyi farketti. Onu tanıyamadı.

“Sonunda uyanabildin Urard,” dedi. Sesi nefretle keskinleşmişti.

Artair’in bu insanlara ne yaptığı konusunda en ufak bir fikri bile yoktu. “O kahrolası mera için mi bütün bu adilik?” diye sordu. Aslında bir cevap almayı beklemiyordu.

Bekçi soğuk bir şekilde “Öğrenmene çok az kaldı,” dedi.

Artair “Brennus’la görüşmek istiyorum,” dedi. Brennus Bolus kabilesinin lideri ve Raheen’in arkadaşıydı. Babası ondan övgüyle bahsederdi.

Bekçi buna cevap vermedi ancak Artair kararan havaya rağmen onun yüzüne düşen gölgeyi farketti. Bekçi’den bir cevap alamayacağı belliydi.

Etrafına baktığında dikkatini çeken ilk şey kuleydi. Bu çevredeki kabilelerde görülmemiş bir şeydi. Kararan havanın da etkisiyle iyice uğursuz bir hava yayıyordu. Artair aynı zamanda uzaktan göründüğünden çok daha büyük olduğunu farketmişti. Son derece heybetliydi. Ona harcanan tahtalarla Bolus’un etrafına ikinci bir duvar örülebilirdi. Kule’de hiç pencere yoktu, girişi de ayı kürkünden bir örtüyle örtülmüştü.

Kule’den başka Artair’in dikkatini çeken ikinci şeyse sessizlikti. İnsanların hava karardıkça sesleri de kesilmeye başlamıştı. Bu bir beklentinin veya korkunun sessizliği olabilirdi. Kabilenin üzerine batan güneşle beraber yavaş yavaş çöken bir lanet vardı sanki.

Halbu ki normal bir günde Skrekkan’da hayat cıvıl cıvıl olurdu. Büyük ateşin yanına oturan Eoin’in etrafını anlatılacak öyküleri merakla bekleyen çocuklar sarardı. Çoğu zaman yanlarına Eoin’i kendi çocukluğundan tanıyan yetişkinler de katılırdı.

Şimdi oradan muhtemelen ağıtlar yükselmekteydi. Artair gözünün önüne titreyen elleriyle kılıcını kaldırmaya çalışan babası geldi.

Dişlerini sıktı.

Yaklaşan adımları duyunca başını o tarafa çevirdi.

Kormak. Elinde bir bezle geliyordu, Artair’in uyanık olduğunu görünce onu sakladı. Muhtemelen Artair’in uyanmaması durumunda onu ayıltmak için Mael’in hazırladığı bir karışımdı.

Mael’de sanki Artair’in düşüncelerini duymuş gibi kulenin arkasındaki gölgenin içinden çıkıverdi. Sonra kulenin girişine yaklaştı ve ayı kürkünün altndaki basamaklara oturdu. Yaşlı bedeni derin derin soluklanıyordu. Artair, Mael’in kuleye bakmaktan çekindiği izlenimine kapılmıştı ama şimdi bunu düşünmeye vakti yoktu.

“Kormak, beni öldürmeliydin.”

Kormak eski arkadaşına karanlık bir mizaçla baktı. “Senin için bir şey yapabilmeyi isterdim Artair, gerçekten.”

“Bana bunun nedenini anlat, tek istediğim bu.”

Kormak Artair’i duymamazlığa gelerek nöbetçiye döndü. “Logeir, bundan sonrasını ben hallederim sen git de dinlen biraz.”

Bekçi bunu bekliyormuşcasına hiç bir şey söylemeden harekete geçti. Kormak bir süre onun arkasından baktıktan sonra Artair’e döndü. “Logeir sana bir şey anlatmadı herhalde, şaşırmadım. ” Artair’in iyice kafasının karıştığını görünce “Bugün öldürdüklerinden biri de kardeşiydi,” dedi.

Artair’i ilgilendiren bir cevap değildi bu. “Bize tuzak kurdunuz Kormak! Neden? Bir karış toprak için mi!”
Kormak’ın yüzünden bir gölge geçti.”Böyle olmasını biz istemedik. Aslında bugün ölenlerin büyük kısmından sen sorumlusun.”

“Hayır Kormak, bugün aranızdan öleceklerden sorumlu olacağım. Beni canlı ele geçirmek istediğiniz belli, sizi buna pişman edeceğim.”

“Üzgünüm Artair, kendinden başka kimseye kızmayacaksın. Güneş battıktan sonra da anlayacağın gibi, bütün bunlardan aslında sen sorumlusun.”

Artair böyle bir saçmalığa cevap bile vermeye gerek duymuyordu. Kulağa öylesine saçma geliyordu ki! Kormak aralarındaki sessizliğe biraz zaman tanıdıktan sonra “Aslında ne seni canlı yakalamak, ne de bugün size saldırmak bizim isteğimizdi. ”

"Neden lafı dolandırmak yerine bütün bunlardan kimin sorumlu olduğunu söylemiyorsun Kormak? Şimdilik parmaklıkların arkasındayım korkacak bir şeyin yok," Artair söylediklerinin etkili olduğunu Kormak'ın gerilen dudaklarından ve gelip geçen bir öfkeyle parlayan gözlerinden anlamıştı. bu aslında müsabakada beklediği bir tepkiydi. Hala bu adamın içinde bir yerlerde iyi tanıdığı savaşçı vardı. Onu asıl korkutansa Kormak gibi birini eskiden halinin gölgesine dönüştüren şeyin ne olduğunu bilememekti.

Belkide bilmemesi daha iyiydi.

Sorunun kaynağıysa karşısında duruyordu. O kule. Uğursuz gölgesini sanki tüm kabilenin üstüne sermişti. Gittikçe kararan havada buna inanmak son derece kolaydı. "Kule'nin içinde kim var?"
Kormak konuşmadan önce derin bir nefes aldı "Söylesem de inanmazsın. Zaten çok yakında onunla tanışacaksın."

"Kiminle?"

Kormak'ı pençesine alan korku kendini basit söz oyunlarıyla ele vermeyecekti. Gerilimi bozan Kormak'ın arkasından gelen kadın sesleri oldu. Kadınların sesi öyle dikkat çekiciydi ki sanki onlardan önce kasabada Kormak'la ikisinden başka konuşan yoktu. Aralarında uzun boyu, zarif yapısı ve yeşil gözleriyle öne çıkanını tanıyordu sanki ama emin değildi.

Üç kişiydiler. Saçlarındaki örgülerden ayaklarındaki hal hallara kadar. Kasabadaki diğer insanlar onların renkli kıyafetleri ve rahat tavırları yüzünden son derece donuk görünüyorlardı. Ancak Artair onların gözlerindeki parlaklığı farkedince kadınlara bir şeyin verilmiş olduğunu anladı. Bazen Eoin'in tanrıları duymak için özel bir karışım içtikten sonra gözlerinin böyle parladığını görmüştü. Çocukken Eoin'in bu halini çok sevdiğini hatırlıyordu. Oysa şimdi kadınların halinde, bütün neşelerine rağmen en ufak bir sevimlilik görmüyordu.
Kadınların yanına bir kız geldi. Az önce Artair'in ağzında parmaklarını dolaştıran kızdı. Başında yapraklardan örülü bir taç vardı, bir açıdan kadınlardaki süslü taçlara benziyordu. Onun dışında üstü başı hala perişan bir haldeydi . Ancak özendiği kadınların yanından onların korumaları tarafından uzaklaştırıldı. "Defol git buradan sakat!"

Kız önce iki adım geriledi. Korumalardan biri üzerine yürüyünce koşarak uzaklaştı. Soluğu Artair'in kafesinin yanında aldı. O kadar heyecanlanmıştı ki kafese ne kadar yakın durduğunun farkında değildi. Başka biri olsaydı -tercihen Logeir- Artair onun boynunu kırmayı düşünebilirdi. Kızsa hala muhabbetlerine devam eden kadınlara bakıyordu.

Kormak "Burası tehlikeli," dedi. Kızı kışkışladı. Elleriyle de bir köpeği uzaklaştırmak ister gibi hareketler yapıyordu. Nihayetinde kızın dikkatini çekti. Kız Artair'le göz göze geldi.

Artair'e diğerlerinden farklı bir biçimde bakıyordu. Artair Bolus'ta kiminle göz göze geldiyse hep korkuyla veya öfkeyle karşılaşmıştı ama bu kız adeta onun haline imreniyordu.

"Nesi var?" die sordu Kormak'a.

Kormak onu omuzlarından yakalamaya yeltenince yine beklenmedik bi çeviklikle uzaklaştı , Artair bir kez daha şaşırdı. Ne kadar da hızlıydı! O sıska halinden beklenmeyecek bir güce sahipti.

"Konuşamıyor, " diye yanıtladı Kormak. "Doğduğundan beri böyle, bön bön bakmaktan ve ayak altında dolanmaktan başka bir şey yapmıyor. Aptal olması da cabası."

Artair kıza kasabalıların bakışından hoşlanmadı. Skrekkan'da herkes birbirinin çocuklarına kendi çocuklarıymış gibi bakardı. Kendi sorunu bir anlığına da olsa unutmak için can atan bir tavırla "Babası nerde?" diye sordu.

"Öleli uzun zaman oluyor. Annesi de hamileyken kendini astı. Annesinin ölü karnından doğdu da diyebiliriz. Pek çoğumuz onu uğursuz sayarız. Mael sakat olduğu için onu kurban etmemizi de engelledi. Böyle bir kurbanın tanrılara hakaret olduğunu söyledi," dudakları acı bir gülümsemeyle kıvrıldı. "Bütün bu olanlardan önce onun üstümüze büyük bir felaket getireceği söylentisi dolaşıyordu kasabamızda." Şu olanlara bak der gibi kuleye çevirdi bakışlarını.

Bir an için ne Kormak kafesin başındaydı ne de Artair esirdi sanki.

Kadınlar kuleye girmişlerdi. Kule'nin girişinden sızan alevli aydınlık, içerisini karanlıkla beraber serinleyen havada son derece davetkar gösteriyordu. İçerde yatan şey bunu bir yalana çeviriyordu.

Mael, kulenin girişinden ayrılmış kafese doğru ilerliyordu. Ancak bir kaç adım kala durdu. Kormak'ı yanına çağırdı. Sonra asasına dayanıp beklemeye başladı. Artair onun Kormak'a bir şeyler fısıldadığını duydu. Bu her neyse Kormak'ın hoşuna gitmemişti. Mael sözünü bitirdikten sonra geri dönüp uzaklaşmaya başladı.
Artair'e bakmıyordu bile.

Kormak "Seni sabaha karşı görecekmiş," dedi.

"Sanırım ondan bana bahsetmen için yeterli bir süre bu."

"Hayır, sana ondan bahsetmememiz konusunda kesin emir verdi." Sonra derin bir nefes aldı, "Sabaha doğru tekrar gelirim ve yanına yiyecek bir şeyler getirmelerini sağlarım."

"Dur! Onca şeyden sonra bana bir açıklama borçlusun! Kormak!"

"Herhangi bir anlamı olmadığını biliyorum ama , üzgünüm." Kormak kararlı adımlarla uzaklaşmaya başladı.
Bardağı taşıran son damla buymuşcasına Artair parmaklıkları bütün gücüyle zorladı. Onları ellerinin altında eğilmeye zorluyor, dişlerinin arasından nefesini küfürler eşliğinden veriyordu. Kafes sarsılıyor , yer yer çatırdama sesleri duyuluyordu. Bir an için gerçekten dayanamayacak gibi oldu ama sonunda pes eden Artair oldu.

Hayalkırıklığı içinde çöktü kaldı.

Sabaha kadar yorgunluktan düşeceğini zannediyordu, bu yüzden gözlerine çöken ağırlığı şaşırarak fakat memnuniyetle karşıladı. Ne de olsa elinden gelen bir şey yoktu.

Herhangi bir rüya görmedi. Gözlerini açıldığında yine engelli kızın gözleriyle karşılaştı. Yine Artair'e hayranlıkla
bakıyordu. Artair'inse ona ne yaptığına dair en ufak bir fikri bile yoktu.

Ona belki de bilmesi gereken şeyleri anlatabilecek tek insanın dilsiz kız olduğunu düşündü. Tudor'ın aksine şiirsel bir görüşe sahip olan Eoin'e yakışacak bir düşünceydi. Hem komik hem hüzünlü. İnsanın ilk etapta var olmaması gerektiğini düşündüğü bir his.

Eoin''in bu yönüne hiç de ilgi duymayan ve iki hocası arasında Tudor'la beraber olmayı yeğleyen Artair'in bu anda yanında Eoin'in olmasını tercih etmesiyse yine Eoin'in anlayabileceği bir şeydi.

Logeir'den de eser yoktu ama gözlerine önündeki ekmek ve yağlı bir parça domuz eti geldi. O uyurken bunları getirmiş olmalıydılar.

Başka bir sabahı muhtemelen göremeyecek olan biri için zerre anlam ifade etmiyorlardı. Aç olmasına da şaşırmıştı. Vücudu sanki başına geleceklerden habersizmişcesine yemek istiyordu. Bu da nedense Artair'i daha da yalnızlığa boğuyordu.

Önündekilerini kıza uzattı. "Benimkinden ziyade senin işine yarayacaklar," dedi.

Kızın yemek karşısında gözleri parladı. Açgözlülükten ziyade açlıktan kaynaklanan bir aceleyle eti kaptı. Onun iştahla yemesini seyreden Artair "Eğer Skrekkan'da olsaydın seni kimse aç bırakamazdı," dedi. Kız şişmiş ve şimdi yağlanmış yanaklarla ona bakarken "Senin yerinde olsam oraya..." sonra sustu. Ona Skrekkan'a kaçmasını söyleyecekti ama muhtemelen Skrekkan'ın geleceği bitmişti. Kabilesi intikam için diş biliyordu ama gençlerin çoğu dün öldürülmüştü. Bolus'lular yakında onların topraklarına sahip olmak ve şimdi olmasa bile gelecekte gelebilecek bir intikamı engellemek için hepsini öldürmeye hazırlanıyor olmalıydılar.

Skrekkanlılar da aynı durumda olsa öyle davranırdı.

Kule'den herhangi bir ses yükselmiyordu. Kadınların kahkahaları o uyurken dinmişti. ölmüş olabilirlerdi ama Artair buna pek ihtimal vermiyordu. İnsan kurbanı sadece tanrılara yapılan bir şeydi. Muhtemelen kuledeki her kimse kadınlara sahip olmuş ve şimdi onların yanında yatıyordu. Bu durumda içerdeli yaşlı Brennus olamazdı. Peki neden onlara ilaç vermişlerdi?

Sorular ve gelmeyen cevaplar.

Artair yaklaşan grubu gördüğünde kuledekinin uyumadığını anladı. Üstelik şafak sökmek üzereydi. Logeir grubun başını çekiyordu. Artair kafesin içinde olabildiğince mağrur durmaya çalıştı.
Kolları başta olmak üzere bütün vücudu ağrıyordu. Dünkü dövüşte kendini sınırlarına kadar zorlamıştı. Olduğundan daha yaşlı hissediyordu. Bütün düşündüğüyse ölümünü bu şekilde hayal etmediğiydi. Ona göre bir savaş meydanında hiçbir ağrı hissettmeden ve çarpışmanın getirdiği çılgınlık içinde ne olduğunu bile anlamadan ölecek, mutlaka arkadan vurulacaktı.

Artair'i kimse eşit bir çarpışmada deviremezdi. Tudor böyle derdi.Bir bakıma da haklı çıkmıştı.

Kız da yaklaşanları görünce gözden kayboldu.

Logeir , "Birazdan kafesi açacağım, eğer bize saldırmaya kalkarsan seni kolay bir ölümün beklemediğini temin ederim."

"Beni götürdüğün yerde farklı bir şey mi bekliyor beni?"

Logeir döndü ve Mael'e baktı. İhtiyarın yüzü ifadesizdi. "Bunu diyeceğini tahmin ediyordum, pekala o zaman arkanı dön ve kollarını parmaklıkların arasından uzat da neler olacağını görelim."

Artair bir an için buna da karşı çıkıp onları zor kullanmaya itmeyi düşündü. Büyük ihtimalle dedikleri gibi Artair'i burada öldüreceklerdi. Sonuçta Artair bu gece aralarında olmayanlardan sorumluydu.

Arkasını dönüp ellerini uzattığında başına geleceklerden duyduğu korku değildi bunu ona yaptıran. Meraktı. şimdi ölmeyi istemiyordu çünkü kulenin arkasındaki sırrı aralamak istiyordu.

Elleri bağlandıktan sonra kafesten çıkarıldı. İlk adımının ardından çok uzun zamandır yürümemiş gibi sendeledi. Ancak dengesini çabuk buldu. Etrafına baktıktan sonra "Kormak nerde?" diye sordu.

Başta kimsenin cevap vermeyeceğini sandı ancak Mael sessizliği bozdu. "Kayıp," dedi. Her şeyi açıklıyormuşcasına. Logeir'in Artair'i ittirmesiyle beraber harekete geçtiler. Etraflarında meraklı bir kalabalık birikmeye başlamıştı. Artair küfürler duymayı ve saldırıya uğramayı bekliyordu. İnsanlara çökmüş olan sinir bouzucu sessizliğe yeğlerdi bunu.

Eğer ona hakaret etmek veya onu öldürmek istiyorlarsa bile bunu düşünmelerine izin vermeyen başka bir şeyle uğraşıyorlardı. Hepsinin gözünde korkuya rastlamak mümkündü.

Kule'nin aydınlık girişine yaklaştığına burnuna çeşitli kokular geliyordu. Tütsülerden kana kadar birbiriyle keskinlikte yarışan tanıdık kokular. Bir tapınağa aitlerdi aslında.

Girişe geldiklerinden herkes durdu. Mael "İçeriye tek başına gireceksin, " dedi , sonra da acele etmesini istercesine ekledi, "seni bekliyor." Artair Mael'in yaşlı suratına baktıktan sonra bakışlarını aydınlanmakta olan gökyüzüne çevirdi.

Bulutları son görüşü olabilirdi. İçinde saçma bir umut belki de ölmeyeceğni muştuladı kulağına. Onu öldürmek isteselerdi bunu çoktan yaparlardı. Hayır onu canlı istiyorlardı.

Tudor'ın sesi kafasında yankılandı. "Bir çeşit kurban olabileceğin aklına gelmiyor mu?"

Evet, bu da son derece olasıydı.

Kan kırmızısına bulanmış olan bulutlarda Tudor'ın sakalını seçecek gibi olduğu sırada kararlı adımlarla içeriye girdi.

Çevrimdışı Roland

  • *
  • 8
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Artair'in Ölümü (Üçüncü bölüm eklendi)
« Yanıtla #2 : 06 Haziran 2013, 23:57:37 »
3.

İçerisi bir tapınağa benzemiyordu. Duvarlar derilerle süslenmişti. Ahşap bir yapının içinde olduğunu anlamak mümkün değildi. Onlarca yağ kandiliyle içerisi aydınlatılmıştı. Bu Artair'in daha önceden görmediği bir şeydi. Artair evlerin ortasında sürekli canlı tutulan bir ateş bulunmasına alışıktı.

Sunak falan yoktu büyük bir yataktan başka da bir mobilyadan sözetmek mümkün değildi. O da bir sürü hayvan derisinden ve yünden oluşuyordu. Ne bir masa vardı, ne kurutulmak için asılmış etler ne de kadınlara ait olan dokuma askıları.

Kulenin içi tapınağa benzemese dahi kesinlikle bir tapınak havasına sahipti. İçeriye daha önce giren kadınlardan ikisi yatakta ölü yatıyordu. Boğazlarından kan sızmıştı ama sızan kan yaralarına göre çok azdı. Kül gibi bembeyaz olmuştu ciltleri, gözleri de kapalıydı. uykuya yatmış gibi görünüyorlardı. Biri giyinikken diğeri çırılçıplak bir şekilde ölmüştü. Vücudunun çeşitli yerlerinden ısırık izleri vardı.

Yanyana yatmışlardı. Muhtemelen onları öldüren adam sonradan bedenlerinin duruşunu bu şekilde değiştirmişti.

Üçüncü kadınsa yatağın kenarına oturmuştu. Boş gözlerle Artair'in arkasındaki bir yere bakıyordu. Ruhu bedenini terketmiş gibiydi. Tamamen ifadesizdi. Boynundaki şimdi durmuş olan kan sızıntısı dışında ona dokunulmadığı belliydi. Yüzünün rengi yanında yatanlara göre öyle canlıydı ki! O anda Artair diğerlerinin neden bembeyaz göründüğünü anladı.

Sebebi kandı. Vücutlarından kanları çekilmişti.

Kadınlara bunu yapan her kimse ortada görünmüyordu. Artair etrafı kaç kere taradıysa da saklanılabilecek bir yer göremedi. Belki kandillerin aydınlatamadığı köşelerde bir şey saklanabilirdi ama bir insanın bunu başarabileceğinden emin değildi.

Tavansa yağ kandillerinin aydınlatamayacağı kadar yüksekteydi. Belki de kulenin hiç katı yoktu tek bu odadan oluşan uzun bir yapıydı. Karanlıkta anlamak imkansızdı ama eğer biri burada saklanıyorsa yukardaki karanlıklarda olmalıydı. Şu anda düşmanına bakıyor olabileceği düşüncesi sinirlerini iyiden iyiye germişti.
Etrafta silah olarak kullanabileceği bir şey yoktu. Korkuyordu, öyle ki kalbinin darbelerine bile kayıtsız kalmış, ruhu adeta duyarsızlaşmıştı. Böylesine bir korkuyu uzun zamandan beri ilk kez duyyordu. Sanki ruhu yıllardır hayatta kalmak için eğitilen bedenine kontrolü tamamen devretmiş arkasına bakmadan sıvışmıştı.
Gözünün önünden henüz çocukken karşı karşıya kaldığı ve kasabada her geçen yılla beraber daha da efsaneleşen Diarmait'in Domuzu'yla karşılaşması geçmeye başlamıştı.

Artair ergenliğe yeni girmişti. Domuz önce Skrekkan'lı bir çocuğu parçalamıştı. Onu avlamaya giden gruptan kimse dönmeyince ölüm listesine dört kişi daha eklemişti. Korkunç yaratığın saldırdıklarından geriye bir kaç uzuvdan başka bir şey kalmıyordu. Kana susadığı belli olan bu yeni canavarın sıradan bir domuz olmadığı belliydi. Eoin'in onu Diarmait'e, yani veba tanrıçasına, ait ilan etmesinden sonra başlayan büyük ava daha çocuk sayılmasına rağmen Artair de katılmıştı. Onun hayatını değiştiren ve sadece Skrekkan'ın bir sonraki lideri değil aynı zamanda şampiyonu olmasının da önünü açan hadise bundan sonra yaşanmıştı. Tudor'ın onu nispeten güvenli sandığı bir bölgeye göndermesine rağmen canavar nasıl olmuşsa Artair'i bulmuştu.
Artair'in kanlar içinde dev hayvanın kesik başını taşıdığını görülmesi hakkında gittikçe efsaneleşen söylentilerin de çıkış noktası olmuştu. Eh Artair'i dövüşürken gören birinin olmaması da hayal gücünü bir hayli teşvik etmişti. Tudor bile etkilenmiş görünüyordu, yine de onunla her zamanki eğitmen tonuyla konuşmuştu.

"Ölüyken sıradan bir domuza benziyor değil mi Artair? Bunu unutma," sonra tekrarlamıştı. "Bunu sakın unutma..."

Yıllar sonra o domuz hakkında tekrar konuşmuşlardı. Havanın son derece kapalı olduğu, Güneş'in tüm gün boyunca görünmediği, bulutların Omagh'ın eteklerine sürünerek indiği karamsar bir gündü. Artair ve Eğitmeniyle birlikte oturmuş malt içiyorlardı. Bir süre sisin süzülmesini izlemişlerdi. Böyle gecelerde Skrekkanlı nöbetçiler özellikle gergin oluyorlardı. Siste saldırıya uğramak daha olasıydı ne de olsa. Müsabaka önerisinin halen tartışıldığı yıllardı.

"Domuza gerçekten gücünü veren neydi Artair?"

Duraksamadan "Korku," diye yanıtlamıştı genç adam. Önceden bu konu üzerinde uzun uzadıya düşünmüştü.
"Korku, evet. Onunla dövüşünü görmek isterdim. İyi bir dövüşçü nadiren kendini gerçek bir kavgada bulur."
Artair "Çünkü iyi bir dövüşçü daima düşmanına karşı hazırlıklıdır ve düşmanını akıllıca seçer," diye düşündü. Çoğu düşüncesi gibi bu da kendine ait değildi; ama kendine aitmişcesine benimsemişti.

Tudor "Gerçek bir dövüş," diye mırıldandı gözleri kararan ufukta kilitlenmişken. Artair o anda onun "gerçek bir dövüş"ü özlediğini anladı. Tudor eğitmeniydi ama gerçekten dövüştüğü pek söylenemezdi. Artık yaptığı kavgalardaki amacı eğitimdi ve öyle bir nam salmıştı ki kimse Tudor'a meydan okumaya cesaret edemiyordu.

"Her neyse, korkudan bahsediyordum. Domuzu öldürdüğünde gözüne o kadar korkutucu gelmedi değil mi , hatta belki hayalkırıklığıydı hissettiğin."

Artair kendini mutlu hissetmişti ama Tudor'ın nereye varmak istediğini anlamıştı.

"Domuza o gücü veren korku olabilir Artair ama korkan kesinlikle domuz değildi. İşte bu çok önemli bir ders. Sakın unutma Urard birinden korkuyorsan, bu senden kaynaklanıyordur. Düşmanına asla bu avantajı verme. Korku sahibinden katiline geçen görünmez bir kalkan gibidir. Domuz öldüğünde sen korkulan biri haline geldin."
Tudor bir yudum aldıktan sonra ," İyi dövüşler sonunda insanı değiştiren dövüşlerdir Artair," dedi.

Genç adam gülümseyerek karşılık verdi "Tabii sonunda hayatta da kalmak gerekir."

Tudor pek gülümsemese de Artair onun gülümsediğini düşünmekten keyif alıyordu. "O konuda endişelenmene gerek yok, " dedi "Çünkü insan hayatında en fazla bir veya iki kez böyle bir düşmanla karşılaşabilir. Doğrusunu istersen senin dövüştüğün en korkunç düşmanın o domuz olduğunu sanıyorum, bir daha böyle bir dövüş görmeyeceksin."

"Nerdeyse üzüldüğünü düşünmeye başlayacağım," diye yanıtladı Artair.

Tudor'sa " Senin için üzülmüyorum," dedi. Artair o anda Tudor'ın kendini etrafını korkuyla kuşatan o domuza benzettiğini anladı. Biri ona meydan okusa sonunda sıradan bir domuz olduğu ortaya çıkacaktı sanki.

Bu düşünce Artair'in hoşuna gitmiyordu. Tıpkı Tudor'ın yanıldığını düşünmekten hoşlanmaması gibiydi. Yoksa onun sürekli "Sakın unutma..." diye başlayan cümleleri nasıl anlamlı olabilirdi ki?

Yine de eğitmeni haksız çıkmıştı. Artair başka bir domuzla başa çıkmak zorundaydı.

Yataktaki kızın hala değişmemiş bakışlarından son derece rahatsız olmuştu. Artair'in varlığından bihaberdi. Kızı sarsarak kendine getirmeyi düşündü ama hala izlendiği hissinden kurtulamamıştı. Böyle bir durumda dikkatini başka birine veremezdi.

Odanın ortasına ilerlemek yerine kenarlardan kıza doğru ilerledi. Her an ileri atılacakmış gibi hafifçe eğilmişti. Adımlarını sağlam ve geniş atıyordu. Kolları gergindi. Yağ kandillerinden işe yarar bir silah olup olmayacağını düşünmekteydi. Derken bu odaya girdiği yerden bir cümle duydu.

"Çok uzun zamandır senin gibi birini bekliyordum, Artair."

İirkilerek arkasına döndü. Dehşet içindeydi. Her şeyden önce hiç bir şekilde adamın hareket ettiğini hissedememişti. Böylesine sessiz bir yerde bu derece basiretsiz kalması karşısında hala şoktayken gördükleri korkusuna yeni bir derinlik katıyordu.

Adam uzundu. Gözleri kahverengiydi ki bu alışılmadık bir renkti. Cildiyse sağlıksız bir şekilde kül beyazından sıcak pembeye doğru değişik bir renk aralığına sahipti. Uzun siyah saçları dağınıktı. Boynunda Lir sembolleri taşıyan kemikten yapılma bir kolye vardı.

Gözlerinden herhangi bir ifadeden bahsetmek mümkün değildi. Camlaşmış gibiydiler, donuk ve bir ölüye ait. Üstündeki basit deri elbisesinden göründüğü kadarıyla vücudu değişik dövmelerle kaplıydı ancak Artair'e son derece yabancıydılar.

Kollarını açtığındaysa Artair açık olan kollarında son derece rahatsız edici bir şeyi daha farketti. Kasları hareket etmediği halde kolları hareket ediyordu. Sanki kemikleri bir kuklanınki gibi başka bir güç tarafından hareket ettiriliyordu ve üzerlerindeki kas dokusu sıradan bir elbiseydi. Hareket etmediğindeyse bir heykele benziyiveriyordu.

Kollarını açıp "Ben Pater'im Artair," dedi. "Soruna şimdiden cevap vereyim, bir teklif için burdayım. Lütfen
arkadaşının yanına otur. Sana sunabileceğim en rahat yer orası. "

Artair karşısındaki şeyin insan olmadığını anlamıştı. Burada kesinlikle başka bir domuzla karşı karşıyaydı ama bu
seferki kesinlikle normal değildi. Tudor'ın Artair'e ne yapacağını bilmediği bir kavgada kalması durumunda yapması gerekenler hakkındaki öğüdünü hatırladı. Bir plan edininceye kadar zaman kazanmalıydı.

" Dünkü katliamdan sen mi sorumlusun?" diye sordu Artair. Sesindeki sakin ve emredici tona kendi de şaşırmıştı. Artık doğrulmuştu da.

Pater pek etkilenmemiş görünüyordu. "Müsabaka antlaşması. Sanırım ne kadar aptalca olduğunu tartışılmayacak bir şekilde anlamışsındır. Hem bunu zaten biliyorsun niye sorup zekana hakaret ediyorsun ki Urard? "

Artair Pater'in vurdumduymazlığı karşısında şaşırdıysa da bunu belli etmemeye kararlıydı. "Zaman kazanmaya devam," diıye düşündü. Ama ne için zaman kazanacaktı? "Hayır, bunu müsabaka antlaşmasını bozmak için yapmadın," dedi.

"Hayır, Artair doğrusunu sizin aranızdaki sorunları nasıl çözdüğünüz benim ilgimi zerre kadar çekmiyor." Sonra Artair'e yatağında oturmakta olan kızı gösterdi. Kızın gözleri hala olmayan bir yere bakıyordu. "Onu tanıyor musun? Madem sen rahatlamak istemiyorsun o halde böyle başlayalım. "

Artair, tekrardan kıza baktığında onu daha önce gördüğünden emin oldu ama detayları bir türlü hatırlamıyordu.

"Bunun burada olmamla ne ilgisi var?"

Pater güldü, bir yandan da kıza yaklaşmaya başladı. Bir tilkinin avına yaklaşması gibi dikkatli ve yavaştı. Artair hala adamın hareketlerinden hiç bir ses duymamasına şaşıyordu. Gözlerinden başka hiç bir duyu organıyla adamın hareketlerini algılayamıyordu. Nasıl bir büyüydü bu?

"O senin geçmişine ait Artair ve bir zamanlar bayağı önemliydi anladığım kadarıyla. Tek bir ipucu vereceğim, " dedi kısa bir aranın ardından da ekledi "Beirne'nin ambarı," dedi. Gözlerini Artair'inkilere rahatsızlık verecek derecede kilitlemişti. Orada ortaya çıkacak bir şeyi yakalamak için pusudaydı sanki.
Beirne'yi duyduğu anda Artair'in anıları saklandıkları karanlık köşelerden fırlayan kediler gibi kendileri belli ettiler. Artair'e gözlerinden sonsuz kadar uzak bir dünya gibi geliyordu ona bunlar. Samanların terle karışan kokuları, kulaklarında derin derin solumaların ve iç çekişlerin tınısı vardı.
Adı Caitria'ydı. Artair , babası ve Skrekkan'ın ileri gelenleri Brennus'ın şeref konuklarıydı. Omagh'ın tepesinde karın bir daha görünmemek üzere kaybolduğu bir yazdı. Eoin de o tepeyi intikam ateşiyle yanan kötü bir ruhun mesken tuttuğunu ilan etmesiyle Omagh korkulan bir yer haline gelmişti. Kapalı ve sisli havalarda o tepenin görünmemesinin hayırlı bir güne işaret ettiğine de inananlar çıkmıştı. Eoin hiçbir zaman o ruhun neden intikam almak istediğini aydınlatmamış, Skrekkan'lıların geniş hayalgüçleri sayesindeyse son derece çeşitli söylenceler de böylece almış başını yürümüştü.

Artair için o yazı özel kılan şeyse Omagh'ın tepesi değildi. Kormak'la tanışmışlar ve o gün şenliklerde ilk dövüşlerini yapmışlardı. Tabii Caitria'nın da ayrı bir yeri olmuştu ama Artair'in bölgedeki şampiyonluk mücadelesiyle gittikçe önemli bir hale gelen Kormak'ın yanında ufak bir kaçamak haline gelmişti.
İlk unuttuğu şeyse kızın ismi olmuştu. Onunla büyük ateşin kenarında göz göze geldikleri andaki şımarık gözlerini , avuçlarında titreyen memesinin ve sertleşen meme ucunun hissiyle içine girdiği andaki sıcaklığı unutması çok daha uzun sürmüştü ama kaçınılmaz bir şekilde solup gitmişlerdi.
Şimdiyse özellikle makyajı ve artık genç bir kadın olması sebebiyle Pater'in hatırlatması olmadan ismini anımsaması mümkün olmamıştı.

Pater hala dikkatle onu izliyordu. “Daha sonraki yaz bu sefer baban Brennus'u konuk ettiğinde o da gelen grubun içinde olmak için çok çabalamıştı ama sen onu hatırlamamıştın bile."
Artair Kormak'la mücadelesindeki hüner sonucunda Skrekkan şampiyonu olarak nam salmaya başlamıştı. Skrekkan'ın şampiyonu olmasının son derece eğlenceli bulduğu taraflarından biri de kabilesindeki neredeyse her kızın hayallerini süslemeye başlamasıydı. Caitria çok geçmeden diğerlerinin arasında solmaya mahkum bir yüz haline gelmişti.

Ama bütün bunların şimdiyle ilgisi neydi ki?

“Hala anlamadın değil mi? Bundan sonra dövüşmek üzerine değil düşünmek üzerine çalışmalıyız seninle.”

“Seninle hiçbir şekilde çalışmayacağım!”

“Urard, daha teklifimi bile duymadın.”

Artair “Caitria'nın bunlarla ilgisi yok onu bırak,” dedi.

“Kendini kandırma, adını bile unutuğun bu kızı aslında önemsediğin yok. Bu konuları onlara girmeden bırakalım.”
Artair, Pater'in Caitria'nın saçını kızın omuzlarından arkaya yumuşak bir hareketle atmasını izledi. Kız herhangi bir tepki göstermedi. Efsunlanmış olmalıydı. Büyüye pek inanmayan Tudor'a göre korku da yeterince şiddetli olduğunda aynı etkiyi gösterirdi.

“Senin için ne kadar da önemliydi Artair? O gece onun için geri geleceğini ve bir gün Skrekkan’a katacağını söylemiştin. Ne oldu?”

“Unuttum,” dedi. Bir yandan da Pater'in bunları nasıl bilebildiğini merak ediyordu.

“Aynen öyle! Aynen öyle!" Pater'in sesi yükselivermişti. Uzun zamandır aradığı bir şeyi bulmuşçasına sevinçliydi. "Sonunda konuşmaya başladık.” Artair'eyse ne kadar fevkalbeşer görünüyordu. “Demek istediğim bugün yaşadığın öfkeyi unutacaksın, zamana karşı hiç bir duygunun ayakta kalması mümkün değildir.”

Pater ayağa kalkmıştı.

“Kabilemi öldürmenle bunu bir mi tutyorsun?”

“Elbette hayır ama yeterince zaman verirsen isminin bile gereksiz bir formaliteden ibaret olduğunu anlayacaksın. ”

“Ne kadar zamandan bahsediyorsun? Ben ölen oğlunun acısını aylardır çeken ve daha da çekecekmiş gibi görünen bir kadın tanıyorum.”

“Sonsuzluktan.”

“Kimse sonsuza kadar yaşayamaz.”

“Her şeyi görmüş ve bilen biri gibi konuşuyorsun.”

Artair doğru düzgün bir cevap alamayacağını anlamıştı. Pater bir konunun etrafında dolanıp duruyor gibi etrafı arşınlıyordu. Her ne kadar Artair'in zaman kazanma taktiğini baltalasa da karşısındaki şeyin niyetini bir an önce anlamalıydı.

“Beni neden diğerleri gibi öldürmedin?”

“Sana tanrılığı vaadetmek istiyorum.” Pater, bunu yağmurlu bir havada artık sıradan bir durum haline gelen, Muadnat'ın diz ağrılarından şikayet ettiği şekilde söylemişti.

Artair'den sinirli bir kahkaha yükseldi. “Tanrılık mı? Sen mi? Bir tanrı değilsin.”

“Öyle mi? Tanrılar konusunda bir uzman olmalısın! Bugüne kadar bir tanesiyle karşılaştın mı?”

Artair uzun bir bakış atmakla yetindi.

“Öyle tahmin etmiştim. İster kabul et ister etme ama bugüne kadar karşılaştığın şeyler içinde tanrı olmaya en yakın olanı benim ve onlardan daha da cömertim üstelik. Sana denklik öneriyorum.”

“Bu yapabileceğin en büyük aptallık olur,” diye karşılık verdi Artair. “Eğer senin gibi olursam ilk yapacağım şey seni öldürmek olur.”

Pater bu tehditten hiç de etkilenmemişti. “Öğrenmen gereken ne çok şey var! Benim güçlerine kavuşsan bile, ki benim kadar güçleneceğinden şüpheliyim, senden farklı olarak ben bu güçlerle deneyime sahip olacağım .”

“Uygun zamanı kollayarak deneyim kazandıktan sonra seni öldürmemi engelleyen ne var ki?” diye sordu. Etrafta silah olarak kullanılabilecek bir şey aramaktan vazgeçmişti. Kaçabileceği bir yol aramaya başlamıştı.

Pater'se bu muhabbeten sıkıldığını belli eden bir tonda konuşmaya başladı.

“Zaman Artair! Zaman! Başladığımız yere geri döndük. Zamanla kazanacaksın bu deneyimi ve zamanla içindeki öfkenin bir saçmalıktan başka bir şey olmadığını göreceksin. Bizim hakkımızda bilmen gereken şeylerden biri de ne kadar yaşlanırsak o kadar güçleniyor olduğumuzdur. Kısacası , asla benimle boy ölçüşebilecek hale gelemeyeceksin. “

“O halde beni öldürsen iyi edersin,” dedi. Pater'in niyeti bu olmadığına göre tartışmaya bu şekilde devam edebilirdi.

Geldiği yol en bariz çıkıştı ancak Pater'den doğrudan kaçabileceğinden şüpheliydi. Belki bir yangın çıkarabilirdi.

“Ne kadar basitçe söyledin bunu Urard! Ölümle gerçekten o kadar korkusuzca yüzleşeceğini mi sanıyorsun? Deneyimlerim bana en yiğidinden ödleğine kadar insanların ölüm karşısında aşağı yukarı aynı şeyi duyduklarını gösterdi. Korku. Hem seni yanıltmak istemem bugün şöyle ya da böyle öleceksin. “

Artair'in nabzı bu cümleyle tekrar yukarı fırladı. Ancak çaresizdi. Bu adamı öldürebilecek bir şey ortada görünmüyordu. Elinde bir kılıç olsa bile Pater'e zarar verebileceğini bilmiyordu ki!

“Kafan karıştı anladığım kadarıyla, demek istediğim benim gibi olmanın ilk yolu tam anlamıyla ölümden geçiyor Artair. Bugüne kadar içine hapsolduğun 'insan' elbisesini her şeyiyle arkanda bırakmalısın Tıpkı bir bebeğin doğmak için annesiyle bağını kopardığı gibi. ”

“Kabilem de bu yüzden mi ölmek zorunda.”

Pater iç geçirdi. “Zamanla anlayacaksın.”

“Neden ben?”

Pater kısa bir aradan sonra cevap verdi. “Kormak'a baktığında ne görüyorsun Artair?”

Artair soğuk bir şekilde “Bir hain,” dedi . Pater'in istediği cevap belli ki bu değildi.

"Belki sonra bu konuları tartışmalıyız, belki de seni bir süre daha o kafeste tutmalıydım ama bu kısmı özellikle anlamanı istiyorum," Pater kısa bir aradan sonra derin bir nefes aldı, Artair bu sırada onun sadece konuşmak için nefes aldığını farketti. İçindeki korkuya hiç de iyi gelmemişti bunu farketmesi.

"Kormak, kaslı yapısıyla senden çok daha güçlü görünüyor. Boyu da seninkine yakın, yine de Urard ismini alan sen oluyorsun. Kormak hayatını senin üzerine kurmuş durumda. Onun kendine ait bir hayatı olduğunu iddia etmek bile gülünç olur! Üstelik bütün bunlara rağmen onu bir bilek güreşinde yenersin. Onun çabaladığının yarısı kadar bile uğraşmamana rağmen hem de! Kısacası Artair, bazılarımız diğerlerinden farklı doğmuşuzdur ve sadece böyleleri benim gibi olmaya layıktır."

Artair kısa bir süre düşündü sonra da "Saçmalık," dedi "Cevabım hayır."

Pater’in sesi tehditkar bir biçimde alçaldı. " Bizim gibiler kararlarını konuşarak değil yaparak verirler. Bunun benden alacağın son ders olup olmayacağına karar vermek elinde," dedi.

Urard daha ne olduğunu anlayamadan. Pater dibinde beliriverdi. O kadar hızlı hareket etmişti ki Artair şiddetli bir rüzgar hissetti. Dövüşlerde rakibin niyetini anlayabilmek için büyük bir dikkatle düşmanını izlemeyi ve en küçük hareketlerde bile bir niyet aramak üzere eğitilmişti ama hiç bir şey yapamamıştı. Nefesini tutabilmiş ve vücudunu ileriye atılabilecek şekilde gerilmişti ama buna rağmen Pater yanında belirmiş elleriyle Artair'in başını yatırmıştı. Hareket edemeyen Artair Pater'in ağzının aralandığını görmüştü.

"Dişler," diye düşündü.

Pater dişlerini Artair'in boynuna gömdüğünde adam bütün gücüyle direniyordu ancak sanki bir heykel onu kolları arasına almıştı. En ufak bir etki bile yaratamıyordu. Boğazından aşağıya akan kanının sıcaklığını hissetti.
Pater, Artair'in kanını içiyordu. Bu sırada çıkan sesler, ıslak bir iç çekişi andırıyordu. Urard , her yudumda boğazına hücum eden kanı hissediyor , gözleri kararıyordu. Denge hissini çoktan kaybetmişti. Başı dönüyor, kulakları uğulduyordu.

Kalbi kafesteki bir kuş gibi çırpınıyordu. Buna daha fazla dayanamayacaktı. Çok geçmeden kalbinin gürültüsü Pater'in çıkardığı sesleri bastırmıştı. Kulağına yerleşen uğultu içerisinde bulunduğu dünyayı gittikçe daha uzak ve gerçek dışı gösteriyordu. Onu sağır eden bu gürültü öylesine sıradışı ve aynı zamanda öylesine doğaldı ki sanki Artair'in her zaman etrafında olmuş ama ortaya çıkmak için uygun fırsatı kollamıştı.

Artair'in kalbi durmak üzereydi. Gözleri bir an için aklarını gösteriyor sonra gösterdiği bilinç mücadelesi içinde geri dünyaya odaklanıyorlardı.

Caitria ile göz göze geldi. Kadının bakışları hala boşluktaydı ama Artair'i de izliyor gibiydi. Şu durumda sağlıklı bir gözlemde bulunmak mümkün değildi. Her şeyi kaplayan ve ne kadar çabalarsa çabalasın geriye gitmeyen bir karanlık içerisinde bulunduğu odayı yutmaya başlamıştı.

Sonra göz ucuyla da olsa orada daha önce olmayan bir şeyi görür gibi oldu ve bunun ne olduğunu anında anladı. Hayattan uzaklaştıkça bilinci yeni bir aydınlanmaya kavuşuyor gibiydi ve bakmaya cesaret edemediği ama göz ucuyla farkettiği şeyin ölüm olduğunu anladı. Odada daha önce orada olmayan birinin varlığını hissediyordu. Bugüne kadar ölümü hep bir geçit ve bir süreç gibi düşünmüştü. Şimdiyse onun bilinçli varlığının karşısında korkudan kaskatı kesilmişti.

Ölüm vardı ve bir ölümlünün bunu anlayınca şaşırması kadar ironik çok az şey vardı.

Caitria'nın hemen yanında duruyordu. Etrafında karanlık bir hale vardı ama görmeye cesaret ettiğinin hepsi bu kadardı. Artair gözlerini kaçırıyor, bir türlü oradaki şeye bakamıyordu. Korkudan donup kalmıştı. Oradaki varlık çok soğuk ve yabancıydı. Pater'den korkmuştu ama böylesi bir korkuyu daha önce farketmemişti. Gözleri delirmiş gibi onu farkedeceği ama ona bakamayacağı bir noktaya kilitlenmişti.
Sonra Pater'i duydu. "Artık kanını geri alabilirsin Artair. Ya şimdi öl ya da sonsuza kadar yaşa!" Çevresindeki karanlık biraz aralanır gibi olmuştu.

Pater bileğini ısırdı ve yaralı bileğini Artair'in ağzına dayadı.

Kan hala ılıktı. Artair'in dili önce ağzındaki şeyin sıvı olduğunun farkına vardı. Tad alamıyordu.

Dehşet içindeki Artair bir yudum aldı.

Dili şimdi kül benzeri bir tada varmıştı. Etrafındaki karanlık biraz geriye çekilir gibi oldu.

Bir yudum daha. Pater'in "İşte böyle, aferin," dediğini duydu. Sesi boğuk bir mırıltı olmaktan çıkmıştı.

Dili kanın metalsi tadını almıştı. Her yudumda hayata biraz daha yaklaşıyordu.

Sonra hiç ummadığı bir şekilde Tudor'ın "KORKAK!" diye bağırdığını duydu. Onu bu tonda özellikle eğitiminin ilk yıllarında duymuştu. Tudor'ın bu sefer neyden bahsettiğini çok iyi biliyordu. Dün ölenlerin ve muhtemelen daha ölecek olanların hepsi boşuna ölmüştü. Artair onların intikamını almaktan acizdi.

"Onlar gibi ölebilirim," diye düşündü. Ama o korkunç varlık... hayır. Artair yaptığı şeyi korkaklık olarak algılamıyordu. Bir başkası buna başka bir isim verebilirdi ama Tudor'ın ne diyeceği belliydi. Skrekkan'ın şampiyonu ölmekten korkuyordu. Daha da kötüsü tüm kabilesi korkunç bir sonu beklerken hiç bir şey yapamamanın utancıyla yaşamayı ölmeye tercih ediyordu.

Canı bugün onu desteklemeye gelenlerden daha mı değerliydi? Bu saçmalıktı! Onları öldüren şeye dönüşeceği gerçeğine bakmaya bile gerek yoktu.

Ağzında koca bir yudum kan varken kendinden tiksindi ve öğürerek yuttuğu kanı kusmaya başladı.
Bu davranışı Pater'i şaşırtmış olacak ki kolları gevşedi ve Artair boğulmaya benzer sesler çıkarırken kendini yerde buldu. Cildi kül gibiydi. Karnındaki kasılmalar öyle şiddetliydi ki istemsizce sarsılıyordu. Bir eliyle kendini desteklerken diğer elini şimdi ateş gibi yanan karnına bastırmıştı.

Kırık bir öksürükten sonra tekrar kustu. Önündeki küçük kan göleti biraz daha büyüdü. Simsiyahtı kanı ve artık ona ait değildi.

Artık daha fazla öğüremiyordu. Bitkin düşmüştü ve rahatlamamıştı. Pater'den kanını içerken içinde hissetmeye başladığı karanlık dürtü hala varlığını sürdürüyordu. Arınmamıştı.
Belki de çok geç kalmıştı.

Acı içindeki aklı biraz olsun kendini toparlamıştı. Henüz canını vermemişti ve Caitria'nın yanında da Ölüm görünmüyordu. Artair hızla odayı taradı ama Ölüm'ün orada olmadığını biliyordu. Az önce kendisini kilitleyen korkuyu yayan şeyin her nasılsa artık orada olmadığından "emindi."
Ancak kurtulmuş da sayılmazdı. İlk başta ne olduğunu anlayamasa da onu ayakta tutan şeyin basit bir dürtü olduğunun farkına vardı.

Kan içmek istiyordu. Belli ki çoktan Pater gibi bir şeye dönüşmüştü. Bu düşünce o kadar dayanılmaz, yaşadığı hayal kırıktlığı o kadar derindi ki karnı deşilmiş bir hayvan gibi bağırdı.

Caitria'ya zarar vermek üzere olduğunu biliyordu. Kadının nabzını perişan haline rağmen bir gökgürültüsü kadar net duyuyordu. Kadını ondan koruyan tek şey insan olarak kalmaya inat eden iradesiydi ve o da bu mücadeleyi kaybetmekte olduğunu biliyordu.

Pater'e baktığını da onun da şaşırmış olduğunu anladı. Belki içindeki dürtüyü Caitira'ya değil de başka birine yönelendirebilirdi.

Ardından artık ona ait olmayan bir güçle Pater'e saldırdı. Artair için şaşırtıcı bir biçimde huzur verici bir deneyimdi. Sanki bilinci kendini vücudunun derinliklerine çekilmişti. Kendini güvenli bir yerin penceresinden dışarda olanları izleyen biri gibi hissediyordu. Bilinci bir anda açılmış, bedeninin bütün çağrılarının suratına kapıyı kapamıştı.

Sonradan bu hissi dışarda fırtına koparken su altında olmaya benzetecekti. Tabii yıllar sonra. Artair henüz
okyanusla tanışmamıştı.

Yine de şaşırmasının sebebi bir anda bilincinin rahatlaması değil Pater'e saldırırken kullandığı insanüstü hızdı. Fevkalbeşerin boynuna saldırmıştı. Bütün hızına rağmen çevresinde olan biten her şeyden de haberdardı. Hamlesi sırasında Pater'in gözlerinin açılmasının ve onlarda bir anlığına korkunun belirmesini farketmişti. Onun hamleyi karşılamak için ağırlığını arka ayağına vermesini izlemişti.

Bütün bunlar içinde Pater'in yine de olağanüstü hızlı olmasını farketmesiyse cesaretini kırmıştı. Belki asla onun kadar güçlü olamayacağı konusunda haklıydı.

Artair'in hızına rağmen Pater, saldırıyı beceriyle karşıladı. Artair'i yakaladığı anda kenara çekilmek için hamlesini yapmıştı bile. Bu şekilde Artair'in saldırısını savuşturmak yerine Artair'in sahip olduğu ivmeyi ona karşı kulanabilecekti.

Artair'i tuttuğu gibi becerikli bir güreşçinin tavrıyla arkasına doğru savurdu. Ancak ciddi bir hataydı bu.
Artair kulenin tahta duvarına hiç bir şekilde darbeyi yumşatamadan çarptı. Yaşlı ağaçların gövdeleri çarpmanın etkisiyle kırıldı. Artair duvardan geçerken cildine giren kıymıkları ve yaralanan sırtını hissetti. Beraberinde hayvan derileri ve tahta parçalarından oluşan bir rüzgar onu takip ediyordu. Ancak bundan sonra gelen acı her şeyi unutturdu ona.

İlk aklına gelen düşünce "Bir meşaleye çarpmış olmalıyım," oldu ancak bu düşünce yaşadığı acıyı açıklayamayacak kadar çaresizdi. Bütün vücudu dağlanıyordu. Cildinin altında su kabarcıkları oluştuğunu hissediyordu. Kaynayan bir kazana düşmüş olmalıydı.

Ancak bu da körlüğünü açıklamıyordu. Sanki güneş bir kaç adım ilerisine kadar inmiş ve bizzat öfkeli bir harareti ona doğru savuruyordu. Artair alevden bir rüzgara kapıldığına yemin edebilirdi. Bunun nasıl olduğunuysa açıklayamıyordu. Pater bir büyü yapmış olabilir miydi? Bolus'u bir alev fırtınası mı vurmuştu. Belki yüce Andrastre öfkesini gösteriyordu.

İlk başta aydınlıktan başka bir şeyi göremiyordu. Sonra yere düştü. yuvarlanırken derisinin yüzüldüğünü hissetti. Gözünün önüne uzun zamandır çürümekte olan bir domuzun cildinin ne kadar kolay parçalandığını gördüğü o gün geldi. Ancak acısı onu bu tatsız anıdan hızla çekip aldı.

Acısı mutlaktı . Az önce bilincinde yaşadığı o dinginlikten eser kalmamıştı. Bağırmaktan acizdi. Çok geçmenden diğer bütün düşüncelerini tek bir düşünceyle kesti. "Buradan uzaklaşmalıyım hem de derhal!"

İnsanların çığlıklarını ve şaşkınlık içerisinde iç çektiklerini duydu. Kör edici aydınlıktan hiç bir şey göremiyordu. Önce koşmaya çalıştı. Ancak bir şeye çarptı ve sendeleyerek çarptığıyla yere düştü. Onun bir insan olduğunu anladı; ama altındakini bu kadar yakın olmasına rağmen göremiyordu.

Güneşin bir nabız gibi atan ısı dalglarını hissediyordu. her dalgada vücudu daha da zayıflıyor, çürümekte olan bir ağaç gibi düşmeyi beklemeye başlıyordu. Sonra bütün acısına rağmen kulaklarını delip geçen ve kanını donduran bir çığlık duydu. İlk başta bunun kendi gırtlağından çıkmaktan olduğunu sandı ama sonradan Pater'e ait olduğunu anladı. Anlaşılan duvarı yıkarken içeriye sızan ışık sadece Artair'in canını yakmamıştı.
Pater'in büyüsü değildi bu. Bütün acısına rağmen gülümsedi, kısa bir an savaşçı tarafı bunun önemli olduğunu bir kenara not edebildi sonra o mutlak düşünce geldi ve tekrar başka bir şey düşünemez oldu.

Buradan uzaklaşmalıydı.

Altındaki adam daha debelenirken onun üzerinden zıplamayı düşündü. Sonra nasıl olduğunu anlamadı ama önce saçlarında rüzgarı hissetti ardından yüzünü kırbaçlayan ağaç dallarının acısıyla karşılaştı. Nihayetinde kendini çimde buldu. Kulaklarına etraftaki insanların sesleri de gelmiyordu artık.
Bolus'ta değildi anlaşılan. Buraya nasıl geldiğine dairse en ufak bir fikri yoktu.
Etrafındaki parlaklığı artık göz kamaştırıcı bir ışık değil de çok parlak bir sis olarak algılıyordu ve şimdi bu sis biraz daha geriye çekilmişti. Acısı da hafifler gibi olmuştu , Güneşten gelen o nabız gibi darbelerin şiddeti azalmıştı.

Ormanın gölgesi acısını gözle görülür biçimde hafifletmişti ama yine de canı yanıyor cildinden dumanlar yükseliyordu. İçten içe pişmeye artık kaynar bir kazanın içinde olmasa bile devam etmekteydi.
Karanlık bir yer bulmalıydı, Güneş'in ona ulaşamayacağı bir yerde belki bu işkenceye bir son verebilirdi ancak aldığı yaralardan dolayı artık iyileşemeyeceği bir sürece girdiğini düşünüyordu. Büyük ihtimalle her şey için çok geçti. Bunun nasıl olduğunuysa açıklayamıyordu. Belki Eoin bir şeyler söyleyebilirdi.

Hem herhangi bir yere gidemeyecek kadar bitkindi. Belki bu gölgede olmak yerine doğrudan Güneş'e çıksa daha çabuk ve acısız ölebilirdi. Bu yönde bir hamle yapmayı denediyse de artık bacaklarının onun çağrılarına cevap vermediğini farketti. Kolları da havluyu atmak üzereydi.

Bitmişti. En azından Pater'in canını yakmıştı. Belki daha da önemlisi ölümsüz olmadığını Bolus zavallılarına göstermişti. En küçük teselli, ölümün öncesinde ne büyük bir rahatlıktı! Artık etrafında yine daha önce bilmediği derinliklerine korkuyu salmayı başarmış o varlığı duymaya hazırladı kendini, bu sefer ölümden kaçamayacaktı.

Ancak ölmedi. Güneşten saklanmak istediği kadar karanlık bir uykuya daldı.

Çevrimdışı Roland

  • *
  • 8
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Artair'in Ölümü (Üçüncü bölüm eklendi)
« Yanıtla #3 : 08 Haziran 2013, 22:19:57 »
4.

Ağacın gölgesinde ne kadar kaldığını bilmiyordu. Aslında öncelikli sorunu da bu değildi. Gözlerini aralaması bile beyninin dağlandığını zannetmesine yol açıyordu. Kör olmamıştı ama görüyor da sayılmazdı. Kendini kuleden dışarda bulduğu kadar korkunç bir aydınlık içinde bulmasa da gözlerini açamıyordu. Her şey öylesine parlaktı ki Artair kulağına gelen sesler olmasa hala yaşayanların dünyasında olduğuna inanmazdı.

Buraya düştüğünde kulağına kaçan kuşların kanat çırpışları gelmişti. Tabii kırılan dalların da acı sesi onlara eşlik etmekteydi. Ama o düştüğünden beri orman sessizleşmişti sanki. Normalde duyduğu seslerin hiç birini duyamıyordu.

Bir tek rüzgar vardı. Tabii bir da yanan bir odunun çatırdamasını andıran o ses. Yanan bir odun yoktu tabii. buradan yanan tek şey kendisiydi.

Gözünde üstünde çevrilen ve ağır ağır pişen bir domuzun görüntüsü canlandı. Domuzu yerine kendisi şiş geçirilmişti,onu çeviren de Tudor'dı. Bunu yaparken de "Görünüşe göre bir domuzla daha karşılaşmışsın Artair," diyordu.

Kulağına gelen yanma sesleriyle olması gerektiğinden fazlasıyla gerçek görünen bir hayaldi bu. Artair kendini zorlukla başka bir şeyler duymaya zorladı.

Skrekkan'da hakkında yakılan ağıtları nerdeyse duyacaktı. Ancak onun yerine başka bir şeyler çalındı kulağına.
Yaklaşan adımları duyduğunda hayalkırıklığına uğradı. Eğer onu bulanlar Boluslularsa acılarının sonunu henüz görmemişti. Aslında korkaklığı için küçük bir ceza sayılırdı.

Gelenin adımları oldukça küçüktü. Bir adımda Bolus'tan Omagh ormanına sıçrayabilen yanan bir canavarı arayan bir savaşçının temkinli ilerlemelerine de benzemiyorlardı. Kime aitlerdi peki? Artair herhangi bir ses çıkarmaya çalıştıysa da en ufak bir tını çıkaramadı. Hareket etme çabaları da sonuçsuz kaldı. Birden buz gibi bir korku bilincini kapladı. Ya bu bedenin içinde sonsuza kadar hapsolmuşsa ? Ya tanrılar yaptğı korkaklıktan ötürü onu bu şekilde cezalandırmaya karar vermişlerse?

Gelen kişi muhtemelen onun ölü olduğuna kanaat getirecekti. Artair'in vücudundan geriye yanmaktan tanınamaz hale gelmiş korkunç bir ceset kalmıştı. Ziyaretçisinin yaklaştığını adım seslerinden ziyade gelenin atan kalbinin sesinden anladı. Sanki kulakları atan kalbin adım seslerinden daha önemli olduğunu düşünyordu. Ne melun bir yaratığa dönüşmüştü böyle?

Misafiri kısa bir duraklamanın ardından -muhtemelen ne gördüğüne kendini inandırmaya çalışıyordu- yaklaştı ve Artair'in yanına diz çöktü.

Minik elleri yüzünde hissetti. Eller geriye çekilirken cildinden parçaları da beraberinde koparmışlardı. Ancak

Artair acı hissettmedi, kulaklarına gelen ıslak ses fazlasıyla iç gıcıklayıcıydı onun için. Gelenin kalbi de heyecanla daha hızlı atıyordu.

"Aradığı şeyi bulmuş olmalı," diye düşündü. Normal biri bu durumda bir şekilde uzaklaşırdı . Bağırarak ve de ağlayarak.

Eller şimdi de dudaklarını araladı. Ancak bu sefer çok dikkatliydiler. Parmakların dişleri üzerinde gezindiğini hissetti. Tanıdık bir his.

Ziyaretçisini tanıyordu. İçinde bulunduğu durumun daha da garipleşemeyeceğine inandığı bir anda onu Bolus’un engelli kızı bulmuştu. Nedense onun tarafından bulunduğuna sevinmişti. Muhtemelen Bolus'un içinde öldürmeyi istemeyeceği tek kişiydi. Ama burada ne işi vardı?

Sonra kızın tehlikede olduğunu anladı.

İçinde pes ettiğini düşündüğü bir dürtü de uyanmıştı şimdi. Yine tek düşünebildiği kan olmaya başlamıştı. Artair misafirini uyarmak için çaba gösterse de başaramadı. Ancak karanlık dürtüsünü yönlendiren şeyin ondan çok daha güçlü olduğunu biliyordu. Atıl vücudunu harekete geçirebilir ve kıza saldırabilirdi.

Artair Pater'in teklifini kabul ederek ne büyük bir hata yaptığını anlamıştı. Tam anlamıyla kontrol edilemeyen bir canavara dönüşmüştü. Halbu ki Pater ne kadar da kontrollü görünüyordu!

Ellerin onu koltukaltlarından kavradığını hissetti. Misafirinin niyeti onu götürmekti. Ama nereye?

Yanmış bedeni oldukça hafiflemiş olmalıydı. Kız onu kaldırabilmişti. Bu böyle bir kaç adım devam ettikten sonra inleyerek Artair'i yere bıraktı. Kızın zorlanan kalbi hızlı ve güçlü bir şekilde çarpıyordu. Ses öylesine sağır ediciydi ki Artair kendi düşüncelerini duymakta zorlanıyordu.

Kız tekrar Artair'i kavrayıp sürükleyerek taşımaya başladı. Artair, hafiflemiş bedenine rağmen kızın onu taşıyamayacağından emindi ancak yanıldı. Güneşe çıkmıştı ve yandığını hissediyordu. Kız da bunu farketmiş olmalıydı. Elinde gelse avazı çıktığı kadar bağırırdı. Ancak tek değişen şey bedeninin yeniden canlanan bir ateş gibi çatırdamaya başlamasıydı.

Yere bırakıldı. Oldukça uzun geçen saniyelerden sonra üstünün örtüldüğünü farketti. Bir anda karanlıkta kalmıştı ve bu his öylesine tatlıydı ki Artair hayatında ilk kez sevindiğini zannediyordu. O bu mutluluğun tadını çıkarırken çocuk da Artair'in anlamakta güçlük çektiği bir iradeyle taşımaya devam etti. Artair sık sık yere bırakılıyor, kızın dinlenmeye çabalayan bedeninin aldığı derin soluklarını haz alarak dinliyor toprağın o güne kadar farketmediği çeşitlilikteki kokusunun tadını çıkarıyordu. Güneş'in altında içten içe yanmaya devam etse de artık dikkatini kıza verdiği için eskisi kadar acı da çekmiyordu.

Seslerden anladığı kadarıyla kız ellerini ovuşturuyordu. "Elleri yanmış olmalı," diye düşündü. Buna rağmen Artair'i taşımaya devam ediyordu. Amacı ne olabilirdi ki?

"Daha da önemlisi Artair, senin amacın ne?" diye sordu kendi kendine. Yaptığı ve muhtemelen bundan sonra da yapacağı bütün kötü şeylerin suçunu üstüne atmaya hazır olduğu karanlık dürtüsü sanki pusu da bekliyordu. Kızı öldürmek miydi niyeti?

Kendi kendine itiraf etmek istemese de aklından geçenler tam olarak buydu. Artair'in neşesi güneş gibi battı bu düşünceyle. Kendine hakim olmanın bir yolunu bulmalıydı. Belki de tek yolu kan içip onu bir süreliğine susturmaktı. Artair bütün yüreğiyle başka bir o yolu olmasını diledi. Pater'den başkasına zarar vermek istemiyordu. Ama bunda da pek dürüst değildi.

"Şu anda Kormak yanımda olsa muhtemelen onun da kanını içmek isterdim," diye ekledi. Üzerinde düşündükçe yeni isimlerin katıldığı, sonu gelmeyen bir listeydi bu.

Yeniden harekete geçtiler. İnatla parçalanmayan ve etrafına berbat bir koku yayan Artair'in cesedinin yolculuğu devam etti. Artair'in zihni bu sürede tek bir cümle söyleyebilse, kıza kaçmasını mı söylerdi yoksa niyetini mi sorardı? Bunun gibi düşüncelerle kendini oyalıyordu. Sonra burnuna bir mağaranın bayat havasının kokusu geldi. Skrekkan yakınlarındaki bir mağaraya doğurmak için yerleşen bir kurdu avladıkları zamanı düşündü bir süreliğine. Bu düşüncesindeki şimdiki haline olan paralellikleri farketseydi hüzünlenirdi Artair ama henüz başına gelecekleri bilmiyordu.

Kız üstünden örtüsünü çekip aldı. Sonra soluklanmak için oturduğu yere çöktü. Artair'in gözleri sanki bunun için yaratılmışlarcasına zifiri karanlık mağarayı bütün ayrıntılarıyla görebiliyordu. Gözlerinin yakalayabildiği ayrıntılar karşısında Artair bir süreliğine başka bir şey düşünemez oldu. Eoin'in ona bir keresinde içirdiği tanrısal bir sıvının ardından da saatlerce ateşin yanışını izlemişti. O zaman da buna benzer bir hayranlık yaşamıştı ama şimdi yaşadığı hissin yanına yaklaşamayan bir deneyimdi o zamanki.

Kızın bir meşale yakmasını ilgili gözlerle izledi. Gözlerinin aydınlık karşısında tekrar kör olacağını sanan Artair kendini buna hazırlamıştı ama değişen hiç bir şey olmadı.

Gözleri sadece güneş ışığından etkileniyordu demek ki. Artair'in bunun neden böyle olduğu konusunda en ufak bir fikri yoktu. Bunu araştırabilmeyi istediğini farkettiğinde şaşırdı. İçinde intikamdan başka şeylere de yer var mıydı?

Pater'in zamanın gücünden bahsederken kastettiği şey bu muydu? Pater o kadar da kötü birisi değil miydi?
"İşte şimdi saçmalamaya başladın," diye düşündü. Kız mağaraının girişine doğru gidip gözden kaybolmuştu. Artık başını da zorlukla hareket ettirebilen Artair mağaranın o tarafından gelen aydınlığı gördü. Tahmin ettiğinden de derin bir mağaraydı ve sola kıvrılan bir tünelle dışarıya açılıyordu.

Başını çevirdiğinde derme çatma bir masa , bir kaç parça eşya ve yerde serili olan derilerden bir yatak gördü. Kız burada yaşıyor olmalıydı. Artair kendini bir kez daha kızın cesaretini takdir ederken buldu. Kız geri geldiğinde Artair cesaretin sadece cüsseye dayanmadığını düşünüyordu. Bunu Eoin'le tartışmayı ne kadar da çok isterdi! Sonra düşünceleri dağıldı.

Kız meşaleyi duvardaki bir oyuğa yerleştirdi. Bunu yaparken ayak parmaklarının üstünde durdu. Artair bunu görmemiş olmayı diledi. "Ona zarar veremem," diye düşünüyordu. Diğer yandan kızın kanını aklına getirmesi bile içinde korkunç bir şeylerin yükselmesine neden olduyordu. En azından hala hareket edemiyordu.

Kız yanına gelip oturdu. Heyecandan titriyordu, yoksa korku muydu? Korku olmalıydı değil mi? Artair kızın kalp atışlarını endişeyle dinliyordu. Az önce dikkatini meşaleye odakladığında ateşin yavaşça kemirmekte olduğu yağın ve altında kömürleşmekte olan dalın çıkardığı sesleri duyabildiğini farketmişti. Şimdi de başka bir şeye odaklanmaya çalışıp dikkatini kızın kalbinden -aslında kandan- almaya çalışıyordu.

Du durum bir süre devam ettikten sonra, Evsahibesi derin bir soluk aldı. Vücudunun titremelerini bastıran bir kararlılıkla Artair'in başının altına kolunu sokup kaldırdı. Bir yandan da boynunu iyice açığa çıkarmıştı.
Urard "Hayır!" diye bağırmak istediyse de hiçbir şey yapamadı. Kızın amacı neydi ve asıl önemlisi Artair'in kana olan ihtiyacını nasıl bile-

Düşüncesi ağzına dolan kanın akışıyla kesildi. Kız korkuyla -muhtemelen acıyla da- sarsıldı. Ancak kurtulmak için bir çaba göstermedi. Zaten Artair'de o anda başka bir şeyle meşguldü. Kız, Pater'in kan içtiğini Mael'in Brennus'a anlattığı bir zamanda kulak misafiri olmasından beridir biliyordu. o sıralarda Bolus'un iki önde gelen insanınını çadırda konuşmalarını gizlendiği yerden dinlemişti. Kızın geçmişinden istediği anıyı "duyabildiğini" farkeden Artair şaşkınlığını üzerinden atamadan kızın düşüncelerinden oluşan bir dalgayla karşılaştı.
"Neden böyleyim? Annemin nerde olduğunu biliyor musun? Ölürsem onu görebilecek miyim?" Ardı arkası kesilmeyen sorular sanki Artair'in kafatasına çarpıp yankılanıp duruyordu.

Ağzındaki kan tadıysa onu çoktan sarhoş etmiş gibiydi. Artair canlanan bedeninin ısındığını hissediyordu ve bunu sadece bir yudum kan başarmıştı. İkinci yudumu nerdeyse acı veren bir istekle bekliyordu. Elinden gelse kızın tüm kanını bir anda içecekti.

Yutkunmasıyla beraber ağzına tekrar kan dolmaya başlamıştı. Kız sadece sorularını Artair'e dökmüyor aynı zamanda kalbi de ivedilikle kanını akıtıyordu.

Kızın sorularına odaklandığında onun bütün sorularının arkasında varoluşunun yattığını anlamıştı. Neden özürlü olduğunu bilmek istiyordu. Neden bu şekilde yaşamak zorunda kaldığını merak ediyordu.

Artair'in bu sorulara verebilecek bir yanıtı yoktu.

İkinci kez yutkundu ve kızın kalbi de itaatkar bir biçimde kanını vermeye devam etti. Artair canlanmaya başladığından beri zihnini biraz olsun rahatlatmayı başarmıştı. Kan isteyen tarafı da memnuniyet içinde ruhunun karanlık bir köşesine çekilmişti. O yüzden kızın düşüncelerinden kendini soyutlamayı başardı.

Ne yapıyordu burada? Kız hiç kuşkusuz Artair'in de Pater gibi bir tanrı olduğunu düşünüyordu. "Muhtemelen Pater'e kurban verilmek için can atıyordu," diye düşündü. "Ama onu özürlü olduğu için tanrılarına kurban etmiyorlardı. Sonra ben çıktım ortaya."

Artair , Pater'in o ana kadar sadece kadınları kabul ettiğini öğrenmişti. Sonra da Artair'in canlı yakalanmasının ne kadar önemli olduğunu Bolus'lulara anlatan Mael'in olduğu bir başka anıyla karşılaştı. Ardından Artair'in yakalanmasından önce Bolus'luları Urard'a kesinlikle zarar verilmemesi konusunda uyaran , aksi taktirde onları korkunç bir gazabın beklediğini belirten bir konuşma gözlerinin önüne geldi.

Artair gittikçe uyuştuğunu hissediyordu. Kızın en büyük hayalinin Omagh tepesinden aşağıya bakmak olduğunu öğrenmekteydi bu sırada. Kız defalarca sadece Druid'lerin çıktığını iddia ettiği o ıssız tepeye bakıp hayallere dalmaktan zevk alıyordu. Artair onun elinde büyük ihtimalle çaldığı bir ekmeği yerken o tepeye bakıp daldığını gözlerinin önüne getirdi. Bu görüntü onu tahmin ettiğinden de uzun süre meşgul edecekti.

Pater'in Artair'le bir planı olduğu ortadaydı. Artair o zamana kadar Boluslular arasında ne kadar ünlü olduğunu anlamamıştı. Kız, Artair'in yiğitliklerinin anlatıldığı oldukça abartılmış öyküler dinlemişti.

Peki kızın adı neydi? Artair bu bilgiyi de zorlanmadan "emdi".

Aelwen. Bu kızın kendine verdiği isimdi. Artair o zamana kadar isimlerin hep başkaları tarafından verildiğini düşünüyordu. Urard, Artair veya herhangi bir isim hep "başka" biri tarafından verilmişti. Kızın kendine ismini vermiş olması ona yüce bir davranış gibi geliyordu. Bu basit harekete ne büyük bir saygı duyuyordu!
Kızın kalbinin artık daha yavaş attığını farketmişti. Eğer onu öldürmek istemiyorsa içindeki bütün dürtülere karşı çıkıp burada kan içmeyi bırakmalıydı. Artair kollarını ve bacaklarını hareket ettirmeyi denediğinde başarılı oldu.

Zaman kaybetmeden kızı kendinden itti.Belki de biraz fazla güçlü itmişti. Kız yere düştüğünde nefes nefeseydi.Yüzünden hayalkırıklığı okunuyordu. Artair'in de yüzü acı içindeydi. Kısa bir an Aelwen daha yere düşmeden onu yakalayıp kan içmeye devam edeceğini zannetti. Kontrolünü sağlamak için gözle görülür bir biçimde çabalıyordu ve bu tahminin de ötesinde acı verici bir deneyimdi. Bunun son kararı olduğunu hem kendine, hem bedenine ve de kıza vurgulamak istercesine öfkeyle sıktığı yumruğunu yere vurdu. Şaşırtıcı bir biçimde işe yaradı bu. Zihni tekrar "sadece" Artair'e ait olmaya başlamıştı.

İhtiyaç duymamasına rağmen nefes nefes olduğunu farketti. Nefesini tuttuğunda bunun istediği kadar sürdürebildiğini farketmesi korkuttu onu.

Kızın soluklarını duyuyordu.

Rahatlamasına yardımcı olduğuna inandığı için nefes almaya devam etti. Sonra Aelwen'in yüzüne baktı.
Aelwen "Sakat olduğum için beni kabul etmedi!" dedi. Sesi ağlamak üzere olduğunu belli ediyordu. Yo hayır, kız ağzını açmamıştı.

Artair hala kızın düşüncelerini duyabiliyordu! Nasıl olduğunu bilmiyordu ama şimdilik bunu düşünemezdi. "Seninle bir alakası yok," dedi.

Aelwen'in düşünceleri birdenbire kesildi. Kız doğrudan Artair'e bakıyordu.

Artair "Sorularının hiç birinin cevabını bilmiyorum," dedi sonra da ekledi "Aelwen." Kızın ismini söylemesi onda beklediğinden de büyük bir etki yarattı. Aelwen nefesini tutmuştu. Belli ki ismini ilk kez kulaklarıyla duyuyordu.
"Bunu nasıl bilebilir? O bir tanrı olmalı!"

Kızın hala durumu anlamamış olması hala kalbini sakinleştirmeye çalışan Artair'i öfkelendirmişti. İstediğinden daha da sert bir şekilde tepkisini gösterdi. "Hayır! Ben bir tanrı değilim, Pater de değil! Hiçbir şey bilmiyorum ! Bunları... bunları Pater de bilmiyor! Kimsenin sana bu cevapları bulması mümkün değil! " Sesi boğuk ve hayalkırıklığı doluydu.

Mağarada sesizlik yine kendine yer edindikten sonra Aelwen'in alt dudağı titredi. Herhangi bir şekilde bağırmadı veya ağlamadı da. Gözleri dolmuştu ve Artair'e kısa bir bakış attıktan sonra sessizce karanlık bir köşeye çekildi duvara arkasını dayadı ve başını ellerinin arasına aldı.

Artair'se yerinden kıpırdayamadı. Hala bedenini sakinleştirmeye çalışıyordu. Kızın kalp atışları aklını bulandırıyordu. Yeterince kan içmediğini biliyordu ve şimdilik ötelese bile bu büyük bir sorun olmaya devam edecekti. Ne yapması gerektiğini bilmiyordu.

Bunu Eoin'e danışabilir miydi?

Kimi kandırıyordu? Eski hayatı geride kalmıştı. Skrekkan'ın Artair'i ölü bilmesinin daha iyi olduğu sonucuna vardı. Pater'le baş etmesiyse mümkün değildi. Hele de böylesine güçsüz olduğu ortaya çıkmışken.
Uzun bir süre Pater'i öldürebilmenin yollarını aradı. Zihni ateş altındaymışcasına hastalıklı bir tavırla senaryolar yaratıyordu ama bunların hiç birinde Pater'i öldüremiyordu.

Bildiği tek şey Güneş'in ölümcül olduğuydu. Ne var ki aynısı Artair içinde geçerliydi. Uzun süredir sesini çıkarmamış olan Tudor'ın nasihatini hatırladı. "Yenildiğini anlayamadığın sürece asla iyi bir şampiyon olamayacaksın Artair!" O zamanlar Urard ismini almamıştı.

Kızın kalp atışlarını tekrar dinlemeye başladı. Bedeni ona sürekli çok yakında bir yerde kan olduğunu hatırlatmak istiyordu anlaşılan. Artair bunu umursamadı. Pişmanlık içinde "Teşekkürler," dedi. Bu kelimeyi öylesine az kullanıyordu ki kulaklarına çok yabancı gelmişti. Sesi de çatallaşmıştı ama bunun sebebi belki de mecazi olarak değil kelimenin tam anlamıyla boğazının yandığını hissetmesiydi.

Aelwen onu buraya kadar taşımış ve onu canlandırmıştı karşılığında da diğer Boluslulardan daha farklı bir tavır görmemişti. "Özür dilerim. Bildiğim tek şey bunların hiç birini haketmemiş olman. Sanırım bu kadarını sen de biliyorsun."

Kız hiç bir tepki göstermedi buna. Artair onun yanına gitmeyi düşündü bir an. Ancak sonra bu düşüncesinin tamamen iyi niyetli olmasına rağmen içerisinde bulunduğu ihtiyacı yüzünden son derece kötü sonuçlanabileceğini düşündü. Öylesine korkuyordu kendinden.

Artair düşüncelerini yanan meşalenin çatırtısına odakladı. Kızın kalbini sesini tamamen engelleyemese de eskisi
kadar sinir bozucu bir şekilde duymuyordu en azından.

Meşaleyi ne kadar dinlediğini bilmiyordu ama birdenbire daha önce hissetmediği bir şey karşısında dikkat kesildi. Bunun ne olduğunu bilmiyordu ama burnuna serin bir koku geliyordu. Rahatlatıcı bir hissti.

Tünele baktığında aydınlığın kaybolmakta olduğunu farketti. Zaman ne kadar da çabuk geçmişti! Artair'in aklına Pater geldi. güneş batar batmaz Pater'in onu arayacağından emindi. Onunla nasıl başedebileceğini bilmese de kendisinin ve etrafındakilerin tehlikede olduğunu biliyordu.

"Aelwen," diye seslendi. Kız hiç bir tepki göstermedi. "bak, buradan uzaklaşmam lazım. Yanımdayken tehlikedesin." Kız bu sefer başını kaldırdı. Artair'in kalkmaya çalışmasını izledi.

Bacakları hala çok zayıftı ve Artair doğrulduğu hızla yere düştü. Kız umursamıyormuş gibi davranıyordu. Artair yüzünü kaldırabildiğinde bakışlarını hemen kaçırmıştı. Artair'in keskinleşmiş algısından bu kaçmamıştı. Bütün bunlar içinde kızın çocukça davranışının onu eğlendirdiğini düşündü ama içerisinde bulundukları tehlike gerçekti.

Şimdi Güneş'in batmasıyla yüreğini kaplayan ferahlığın içinde karanlık bir şeyler vardı. Artair odada yalnız olmadıklarını zannetti. Mağaranın karanlık köşelerini taradı. Aklına Caitria'nın yanında beliren ölüm geldi. Bir an onunla tekrar karşılaşacağını zannetti. Kılını kıpırdatmadan bir şeylerin olacağı beklentisiyle tetikte bekledi.
Hoş, bir şey olsa bile ciddi bir şekilde karşı koyabileceğinden şüpheliydi. Sonra üzerinde gözlerin olduğu hissi kayboldu. Artair bir süre daha tetikte bekledi. Yanılmadı da, şimdi başka bir şey hissediyordu.
Bir şey yaklaşıyordu. Sonra biraz daha belirginleşti. Biri geliyordu hem de hızla yaklaşıyordu. Artair'in aklına tek bir ihtimal geliyordu.

Pater.

"Aelwen hemen buradan uzaklaşmalısın!" dedi. O an bir kabir kadar sessiz olan mağarada sesi yankılandı ve kız da korkudan olduğu yerden sıçramıştı. Artair'in son derece heyecanlanmış haline şaşırmıştı. Adamın sesindeki korku ona da bulaşıyordu. Artair "Olamaz," diye düşündü "şimdi ağlamaya başlayacak."

Aelwen ağlamadı onun yerine yatak olarak kullandığı derilerin altından büyük bir bıçak çıkardı. Avcıların avlarını parçalamak için kullandıkları av bıçaklarından biriydi. Kızın küçük boyu yüzünden olduğundan büyük ve etkileyci görünse de hiç bir işe yaramazdı.

"Silahlar hiç bir işe yaramaz!" dedi. Aklına Alroy geldi. Şu anda muhtemelen annesinin kucağındaydı.
Kıza tekrar buradan uzaklaşmasını söylemek için ağzını açmaya yeltense de geç kaldığını biliyordu.

"Ne hayalkırıklığı!" Pater Bolus'la buradaki mesafeyi saniyelerde almıştı ama sesinde ne bir yorgunluk belirtisi ne de heyecan vardı. Sanki saatlerdir oradaymışcasına sakindi cümlesi.

Yine de Artair'de korkunç bir tedirginliğe sebep olmuştu. Kaygan bir zeminde düşmek üzere olduğunu bildiği halde düşmemeye çabalamaya benziyordu.

Artair en büyük derdi buymuşcasına bir daha Omagh'ın eteklerinde kar göremeyeceğini düşündü. Pater'e baktığında onda yaralanma belirtileri görmeyi umdu. Ne de olsa hala duymamış olmayı dilediği o çığlık boş yere atılmış olamazdı değil mi?

"Ne kadar da şaşırtıcısın Artair! Senin ölmüş olman gerekirdi."

Duvarın dibindeki ceset acınacak haldeydi. Özellikle de Pater'in yanında görüntüsü ateşte sona kalan ve kimsenin yemek istememesi yüzünden kararıp artık istense de yenmeyecek hale gelen bir etten halliceydi. Artair o anda Pater'in attığı çığlığa rağmen nasıl böyle yaralanmamış bir halde durabildiğini merak ediyordu.
Kandı elbette sebebi. Artair kadar da fazla yaralanmamıştı muhtemelen. Yine de merak ediyordu.

O bunları merak ederken, Pater yarattığı şeye yaklaşıp diz çöktü. Artair'in yanmaktan kararmış cildi pul pul olmuş , yer yer de dökülmüştü. Burnuna keskin bir yanık kokusu geliyordu. Yanmış ve yaşamaması gereken kafaya yerleşmiş olan kanlı gözlerse alışılmadık derecede canlıydı. Paterin gözleri gibi donuk değillerdi.
Pater gözlerini Artair'inkilere odaklamıştı. Urard, onlarda korku gördüğüne yemin edebilirdi. Yoksa zihni ona oyunlar mı oynuyordu? Umut için zihni ne kadar ileri gidebilirdi?

Aelwen'se Pater'e büyülenmişcesine bakıyordu. Bıçağını iki eliyle kavramıştı ama onun da elindeki şeyin etkisinden şüphe duyduğu açıktı.

"Yeterince içmemişsin Artair," dedi Pater. Sonra dönüp Aelwen'e baktı. "Hepsini içsende yeterli olmazdı herhalde. "

Pater doğruldu. İç geçirdi. "Bense senin yaramazlığını Caitria'ya ödetmek zorunda kaldım. Ne kadar gereksiz bir inat seninkisi! Oysa tek yaptığım sana karşı dürüst olmaktı. Ne oldu? Dilini mi yuttun? Yoksa o daha iyileşmedi mi?"

Artair'se Caitria'yı düşünüyordu. Çaresizliği, içindeki yaralarından daha fazla yakıyordu canını. Yanaklarında serinlik hissettiğinde ağladığını anladı. hala Catria'nın delici bakışlarına maruzdu sanki.

"Aaa! Hadi ama Artair. Ne oldu sendeki savaşçı kişiliğe, bir tanrı gibi dövüştüğün söylentilerine?"

Sonunda domuzun yendiğini kabul etmeliydi anlaşılan. En azından bu halini Tudor görmeyecekti.

"Hem o kız dün sabah aklının ucundan bile geçmiyordu. Yine de teşekkür etmeliyim sanırım. İlginç bir deney
oldu."

"Ne deneyi?" diye çatlak bir ses çıktı duvarın dibindeki cesetten.

"Sen gittikten sonra bütün bu saçmalıklardan mantıklı bir şeyler çıkarmayı başardım Artair. Eğer fırsat verseydin sana da anlatacaktım bunları ama... her neyse. Bütün ilginçliğine ve kafamda oluşturduğun soru işaretlerine rağmen seni öldürmeliyim. Bunun beni üzdüğünü bilmelisin."

"Beni zaten öldürdün."

"Ama ölmedin Artair! Nasıl yaptığını bilmiyorum ama kendi kanını reddetmekle kalmadın Güneş'in altında tüm gün yatmana rağmen hala buradasın. Üstelik buna rağmen şu zavallı ucubeyi öldürmemeyi de başardın! Sana soracak tek bir sorum olsaydı bunu sorardım Artair. Nasıl kendini tuttun?" Pater derin bir nefes aldı. "Ama maalesef bu bizim gibilerin kendi başlarına öğrenmeleri gereken bir şey. Pek çok açıdan mücadelemizi yalnız veriririz."

"Korkuyor musun Pater?" diye sordu Artair. Eğer boğazını parçalamayacağını bilse kahkaha atardı.

"Evet, Artair. Senin yarı ölü değil ölü olman gerekirdi. Bir toz yığınından başka bir şey kalmamlıydı senden geriye."

"Kendimi pek de canlı hissettiğimi söyleyemem."

"Yo, seninle işim bittiğinde kendini bundan da kötü hissedeceksin. Görüyorsun ya , kız arkadaşının kanını içip Güneş'in batmasını beklerken bayağı düşünecek zamanım oldu. Seni cezalandıracağım Artair ve bunu sadece Güneş'in altından tek parça halinde çıkmandan dolayı yapmıyorum. Bütün planlarımı suya düşürdün. Bunu karşılıksız bırakmayacağım. Benim gibi birini hayalkırıklığına uğratmanın elbette bir karşılığı olacak."

Pater ilk kez odadaki kıza baktı. "Onu öldüremeyecek kadar kendine hakim olduğunu zannediyorsun öyle mi Urard? Buna inanmayı gerçekten isterim. Üzgünüm ama görmeden inanmayan birisiyim."

Aelwen ne kadar korksa da titremeden duruyordu Pater'in karşısında. Elindeki bıçağıysa hala iki eliyle tutmaya devam ediyor. Bu haliyle bıçağı saldırmak için kullanmaktan ziyade sadece bir bıçağa sahip olduğunu göstermeye meraklı biri gibi görünüyordu.

"Ona dokunmanın hiç bir anlamı yok Pater, hem dediğin gibi onun kanı senin işine yaramaz."

"Ben tam aksini düşünüyorum Urard. Bakalım Güneş doğup içinde kalan son hayat kırıntısını da tutuşturup yok etmeye başladığında şu sakata aynı merhametli gözlerle bakabilecek misin? "

Artair hızla doğrulup Pater'e saldırmaya çalıştı. Aelwen'e kaçmak için bir fırsat vermeyi düşünmüştü. Aelwen Pater'den kaçabilir miydi? Muhtemelen hayır. Artair'inse kaybedecek hiç bir şey yoktu. Yine de yaralı bedeni insanın içini acıtan bir beceriksizlikle doğrulmayı başardı. Çok yavaştı. Artair o sırada sadece bunu düşünüyordu. "Çok yavaşım."

Yine de Pater'e sarılıp onun hareketini engellemeye yönelik atılımını yaptı. Pater'se hiç zorlanmadan kenara çekilerek Artair'in yüzü koyun düşmesine izin verdi.

Sonra Aelwen'e baktı. Kız onun bakışındaki tehditkar havayı seziyordu. Elindeki bıçağını güçlü olan sol eline aldı. Artair'in beceriksiz ve çaresiz saldırısı onda da bir şeyleri tetiklemişti.

Pater'e sımsıkı tuttuğu bıçağıyla saldırdı. Adamda en ufak bir hareket yoktu. Kızın bıçağını onun karnına saplarken -Aelwen'in boyu ancak oraya yetiyordu- savunmaya yönelik hiç bir harekette bulunmadı.
Bıçak, kızın içini kaldıran bir rahatlıkla adamın etine girdi. Bıçağa inanmayan bakışlar atan gözleri dikkatlerini Pater'e çevirdiğinde onun gülümseyen yüzüyle karşılaştı. Bu kızın hayatında gördüğü en korkunç şeydi. Eğer mantıklı bir ses çıkarabileseydi hemen o sesi çıkarıp koşacaktı.

Onun yerine bıçağı geri çekti ve Pater'in eli onu bileğinden yakaladı.

"Pek çok açdan sana benziyor Artair! Senin kadar aptal ve cesur. "

Artair cılız parmaklarıyla Pater'in ayak bileğini tutmaya çalışıyordu.

Kızı bir eliyle kaldırdı. Aelwen bağırıyor, bir yandan da Pater'e vuruyordu ama yaptıklarının hiç bir etkisi olmuyordu.

Sonra kısa bir süreliğine başını döndüren bir sersemlik Artair'in üzerine ağır bir kaya gibi çöktü. Bir anda adını bie hatırlayabilmekten aciz bir şekilde sersemlemişti. Ne olduğunu anlamaya başladığında baş dönmesi geçmişti bile. Bir anlığına aptallaşmıştı. Aslında olan şeyse bundan çok farklıydı.

Pater Aelwen'e saldırmıştı ama bunu yumruklarla veya kılıçlarla değil Artair'in anlayamadığı bir silahla yapmıştı.
Kızın gözleri Caitria'ninkiler gibi şaşkındı. Etrafa boş boş bakıyor ama hiç bir şey görmüyorlardı. Pater'in Artair'in çocukluk arkadaşına yaptığı şey Aelwen'in de başına gelmişti. Darbe o kadar güçlü olmalıydı ki Artair bile sarsılmıştı.

Göremediği, engelleyemediği ne olduğunu bile bilmediği bu şeye nasıl karşı koyabilirdi?

"En sonunda uslu duruyor. Ona ne yaptığımı anlamaya çalışıyorsun değil mi? Bunu yapmak hiç kolay değil Artair, maalesef asla öğrenemeyeceksin."

"Ne yaptın ona?"

"Kafasını karıştırdım diyelim. Merak etme kalıcı bir şey değil , senin tarafından öldürülürken farkında olmasını istiyorum."

"Neden işimizi hemen bitirmiyorsun?"

Pater Aelwen'i bir kukla gibi omzuna attı. Sonra da elini kızın odasını tanıtır gibi odada dolaştırdı. "Meşaleler, büyük ihtimalle oturmak için kullandığı bir ağaç gövdesi, kabilesinden büyük ihtimalle çaldığı çanaklar ki onları da özen gösterircesine düzenli bir şekilde sıralamış. Ha ha! Şu hale bak! Bir de boş raf görüyorum!," Pater içten bir kahkaha attı. Bütün bunlardan gerçekten keyif alıyor gibiydi.

"Sonra ne olacak dersin Urard? Belki kendine bir koca bulurdu ha ne dersin? Belki Caitriya kadar hızlı unutmazdın ucubemizi? Ya da ormanda dolaşırken öfkeli bir domuza rastlar ve aptal bir çalıdan yemiş toplamaya çalıştığı için ölür! Hangisi daha muhtemel ki? Ama dur en güzel kısma geliyorum. Sonra bütün bu çabaları boşa gider. Mağarayı boş bulan kurdun biri burasının yeni sahibi olur sonra da çömleklerden birini pislemek için kullanır. Kasabasındaysa kimse ucubenin yokluğunu farketmez. Bir kaç ay bile değil, gün içerisinde sanki hiç bir zaman var olmamıştır . Senin ve tanıdığın herkesin kaderi ucubeninki kadar süslü olmasa da aynı. Ölümü unutmuş bir avuç ölümlüsünüz ve işin komiği ölümsüzmüş gibi planlar yapıyor avuçlarınızı keserek antlaşmalara varıyorsunuz! Söylediklerime inanıyor musun diye sormuyorum bile, çünkü bunu her gün defalarca görüyorum."

"Seni hemen öldürmeye gelince... Şu zavallılardan daha fazla değer vermiş olmasaydım seni cezalandırmak zahmetine katlanmazdım Artair. Beni uğrattığın hayalkırıklığınıysa ancak o saçma gururunu pişmanlıkla kırdığımda tedavi edebilirim. Görüyorsun ya , senin kaprisli tanrılarından çok da farklı değilim."

Pater mağaranın içine bakarken sessizleşti. Bir şeyi düşünüyor gibiydi. Sonra aniden mağarada müthiş bir aydınlanma oldu ve içerdeki her şey yanmaya başladı.

Artair'in bunun nasıl olabildiğini anlamaktan vazgeçmişti. Pater belki de gerçekten tanrısal özelliklere sahipti. Sonra aklına başka bir şey geldi. O uğursuz gecede ormanda çıkan yangnı düşündü. Hiç şüphesi kalmamıştı. O da Pater'in bir oyunuydu.

"Gördüğün gibi Urard, her şey kül oluyor!"

Artair'i de diğer omzuna atmak üzere eğildi. Ancak Artair hareket ettirebildiği her uzvuyla karşı koymaya çalıştı. Çok geçmeden çan sesini andıran bir kulak çınlamasıyla başı dönmeye başladı ve aniden karanlıklara daldı.

Rüyasında müsabaka meydanında Kormak'a atılan sopayı yakalamaya çalışıyordu.

Çevrimdışı Roland

  • *
  • 8
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
5.

Zincirlenmişti. Yüzünü yalayarak geçen serin esintinin kokusunu özlemişcesine içine çekti. Lakin o beklediği canlanma hissine kavuşmadı. Havanın onun için hiç bir anlamı yoktu.

Artair, bütün yaşadıklarının bir kabus olmadığını yine hatırladı. Tüm gece içmiş gibi başı ağrıyordu. Gözlerini araladığında beynine bir iğne gibi keskin bir sancı girdi.

Yüksekteydi. Daha doğrusu Bolus'taki kulenin tepesine zincirlenmişti. Yalnız da değildi. Yanında Aelwen yatıyordu. Hala bilinci kapalıydı ama o da bağlanmıştı.

Pater de ordaydı. Diz çökmüştü ve ilgiyle aşağıda birikmiş olan meraklı - daha doğrusu korkmuş- kalabalığın bakışlarını karşılıyordu.

Pater dalgın görünüyordu. "Senin yandığını gördüklerinde onlara sırrımı açıklamış olacağım Artair. Sabahki gereksiz davranışından sonra da çok büyük bir sır sayılmaz aslında." dedi. "Zaten uzun süre kalmayı düşünmemiştim."

"Onları öldürecek misin?"

Pater inanmıyormuş gibi Artair'e baktı. Bir an yüzünden öfke geçti ama sakinleşti. "Öldürmek mi? buna değmezler. Aslında uzun bir süre sonra buraya dönmeyi düşünebilirim. Bu zavallıların hakkımda yayacakları efsaneleri duymak hoşuma gidebilir."

Sonra sıradan bir şeymiş gibi Aelwen'in bacağına uzandı ve iki eliyle bir dalı kırar gibi kırdı. Bu sessiz havada duyulan çatırtı o kadar keskindi ki Artair bir cesetten hallice reflekslere sahip olmasına rağmen titredi. Sadece ses değildi onu dehşete düşüren, Pater'in kayıtsızlığıydı.

Artair, Pater'in bu insanlara ne kadar az ve ona ne kadar fazla değer verdiğini anladı. Korkunçtu.
Aelwen'in kırılan kemiği bacağından çıkmıştı. Pater aynı şekilde diğer bacağını ve kollarını kırdı. Havaya anında kan kokusu yayıldı. Veya Artair sadece bu kokuya odaklanabiliyordu. Korkudan ve kan içme arzusunun içinde yarattığı karmaşadan şaşkına dönmüş bir halde sesini bile çıkaramadan Pater'i izledi. O ise "Birazdan güneş doğacak," diyerek sağlıksız bir turuncuya çalmış olan ufka baktı.

Pater yüksek sesle "Yer altında hiç bir zaman yolunu bulamayasın Artair!" diye konuştuktan sonra aşağı atladı. Tok bir sesle yere indi. bunu zahmetsizce yapmıştı. Sıradan bir şeydi.

Kalabalık, dehşet içinde geriye çekildi. Her an saldırmasını bekledikleri vahşi bir hayvana bakıyorlardı.

"Bakın! Birazdan yeraltına giden yolu göreceksiniz! Ölülerinize hiç bu kadar yakın ve aynı zamanda hiç bu kadar uzak olmamıştınız! " dedi. Hızla kulesine girdi.

Artair olanları yılgın bir halde izliyordu. İçinde kabaran ürküntüyü bastırmaktan acizdi. Güneş'in doğduğunu bedenine yayılan bir kramp gibi çaresizce hissediyordu. Ne var ki bu sefer geçmesini dilediğinden her şey çoktan bitmiş olacaktı.

Aelwen'in hep hayalini kurduğu Omagh'ın tepesine baktı. Ne kadar uzak ve ulu görünüyordu. Sanki sadece oraya ulaşabilen insanlara verdiği bir sıra sahipti. Artair orada kızı çeken şeyin ne olduğunu çok iyi anlıyordu. Ne asla ulaşılamayacak kadar uzak ne de kolayca sahip olunabilecekmiş gibi yakındı. İnsanı koşmak istediği sürece kovalayabileceği bir düşü andırıyordu.

Çoktan aydınlanmıştı.

Kızdan bir inilti yükseldi. Pater kızın uzuvlarını kırdıktan sonra öylece bırakmıştı. Şimdi ters açı yapan kollarını ve üzerinde sineklerin gezdiği kemiğini görünce dehşete düşmemesi olanaksızdı. Yanındaki yaratığın zihninin karanlık bir köşesinde, bir şeylerin ona kızın acısına son vermek için kanını içmesini muştuladığını bilse belki daha fazla dehşete düşerdi.

Artair o tarafının yalan söylediğini biliyordu. Kan içmek için her şeyi yapabilir, her acımasızlığı kılıfına
uydurabilir ve her fedakarlığı haklı görebilirdi. Güvenilmezdi.

Tepedeki kıpkırmızı bulutlara baktı ve renklerini kana benzetti. Aklı hep aynı noktaya dönmeye çalışan bir döngüdeydi. Dikkatini dağıtmak ve Aelwen'le göz göze gelmemek için elinden gelen çabayı gösteriyordu. Aşağıdaki kalabalıksa sessiz bir biçimde onları izliyordu.

Kız, tekrar inledi. Artair'in yüreği adeta iki taşın arasında ezildi. Gittikçe panikleyen bir tarafıysa tepesindeki aydınlığın bir çekiç gibi üzerine indiğini hayal ediyordu.

İki düşünce Artair'in aklını sahiplenmek istercesine mücadele ediyordu.

"Hemen saklanacak bir yer bulmalıyım!" ve "Kan içmeliyim!"

Zincirlerine asıldı. Çok zayıftı.

"Kızın kanını içsen belki zincirlerden kurtulacak kadar güçlenebilirsin?"

Hayır.

"Aptal, Pater'in istediği de bu ya! Kıza acı ve kendin de kızla beraber öl. Veya Pater gibi ol ve kızı öldür , zincirlerinden kurtul ve ölümsüzlüğü kazan. Pater'le beraber Ölüm'ü unut. "

Belki de Pater, kızın kanını içmesini ve kendini kurtarmasını istiyordu? Bu şekilde ona kendini affettirmesi için bir fırsat sunuyordu? Ama Artair affedilmek istemiyordu.

Sonra Güneş'in parlaklığının gözlerini almaya başladığını farketti. Sanki güneş doğuda yükselmiyordu, doğrudan üzerine geliyordu.

Sıcağı hisettiğinde kasıldı. Aelwen'in ağlamaya başladığını daha yeni farkediyordu. Her an alevler içinde kalmayı bekleyerek dişlerini sıktı. Birazdan yanacağından kesinlikle emindi.

İçinde yanmayı reddeden tarafının ne kadar güçlü olduğunu yeniden farketti. Pater'in üzerine saldırmasına sebep olan, vücudundan ayrılma hissini yeniden yaşıyordu. Bedeninin kontrolünü başka bir şeyin devraldığını çaresizce izliyordu.

Bu şey her neyse korkunç bir öfkeye sahipti. O anda kaderine boyun eğmiş olan Artair'in tamamen zıttı olan bir şeydi. Her şeyden önce kan istiyordu.

Artair Aelwen'in gözlerine baktı. Kendi yüzü çaresizlikle çarpılmıştı. Yıkılmak için bir sabah esintisinin cesaretlendirmesinden başka bir şeye ihtiyacı olmayan bir kule gibi sallandığını hissediyordu. Birazdan her şeyi kaybedecek ve vahşi bir hayvan gibi saldıracaktı. Kan içecek ve o anda yanarken başka bir şey düşünmeyecekti.

Kıza saldırmak için bir hamle yapar gibi doğruldu ancak öfkesini zincirden çıkardı. Gerildi ve tüm gücüyle zincire asıldı. Aelwen, Artair'in öfkesinden öylesini korkmuştu ki acılarını unutuverdi. Hemen dibinde olan ve yanık bir cesede benzeyen şey öylesine güçlü bir biçimde zincirine asılıyordu ki. Her hareketinde kulenin yapısındaki ağaçlardan gıcırtılar ve çatırtılar yükseliyordu.

Artair'se bilincinin son derece sakin, su altında saklanan bir yerinden bütün bu olanları izliyordu. İçinden bağırmak da gelmiyordu. Yapabildiği herhangi bir protesto yoktu. İşleri devralan karanlık konuğun zincirle mücadelesini izledi.

Kan içmeden o zincirleri kıramayacağını anladı. Karanlığına başka bir mazeret sunamazdı. Kızın kanını içmeden kurtulması mümkün değildi.

Artair boğazından gelen ve kesinlikle bir insana ait olmayan o sesleri o zaman duydu.

Kıza uzun zamandır beklediği ve şimdi kavuşmanın her anının tadına varmak isteyen biri gibi yavaşça uzandığında yine Ölüm'ün varlığını hissetti. Soğuktu ve o bakamadığı şey Aelwen ile arasında duruyordu. Oyle bir şeydi ki Artair’in bedenini esir alan şeyi bile dizginlemiş, kıza yaklaşmasını engellemişti.

Bolus'lular az önce kıza yaklaşan yaratığın şimdi korkuyla zincirinden kurtulmaya çalıştığını görüyorlardı. Gördükleri şeye ve izledikleri davranışa bir anlam yükleyemiyorlardı. 

Artair yeni bir umutla tekrar asıldı. Bu sefer zincirin bağlı olduğu tahtalar bel verdi ve çatırdadı. Kıza ve orada olduğundan emin olduğu Ölüm'e arkasını dönmüştü. Zincirleri kopardığı anda uzaklaşacaktı Bolus'tan. Belki aşağıdakilerden birinin veya bir kaçının da kanını emmeyi düşünebilirdi ama zincirlerinden kurtulması gerekiyordu bunun için. Çatırdama sesleri onu cesaretlendiriyordu. Ensesinde tam anlamıyla Ölüm'ü hissediyordu. Güneş'in merhametine kalmasına da saniyeler vardı.

Altındaki tahtaların çatırdadığını duydu. Sonra altındaki tahtalar Artair'e ait olmayan bir darbenin etkisiyle kırıldı. Darbenin sahibini merak ederken kulenin içindeki karanlığa düştü. Zincir de kopmuştu. Arkasından birinin fısıldadığını duyduğunu zannetti düşerken.

Önce rüzgarı hissetti sonra da üzerine düştüğü yatağın parçalandığını gördü. Pater'in yatağın altında yattığını farkettiğinde şaşırmışsa da karanlık konuğunun bunda şaşırtıcı bir durum görmediği ortadaydı. Henüz ne olduğunu anlamaya çalışan Pater'in boğazındaydı elleri.

Adamın canını yaktıkları belliydi. Ellerin yerini çok geçmeden Artair'in dişleri aldı. Felç olmuşcasına hareketsiz duran Pater hareket etmeye başladığında Artair çoktan ikinci yudumunu içmişti.
Artair kanla beraber üzerine gelen bilgi akışı karşısında afalladı. Pater'in 98 yaşında olduğunu öğrendiğinde şaşırdı.

Onu da başka bir yaratık kendine çevirmişti. Lakin Artair'in deneyiminden bir hayli farklı olmuştu Pater'inki. Bir gece yürüyüşü sırasında saldırıya uğradığını gördü. Saldırgan vahşi bir hayvandan farksız davranmıştı ve hiç bir açıklama getirmeden ortadan kaybolmuştu. Gücü inanılmazdı ve Pater karşı koyamamıştı.
Ölümü bekleyen Pater karanlığa doğduğundaysa bir sürü soruya sahipti ve cevap verecek hiç kimse yoktu.
Artair, Pater'in kendisini çeviren canavarı yirmi sene boyunca aradığını öğrendi. Sonra bundan vazgeçip dünyayı dolaşmaya karar verdiğini anladı. Pater türü hakkında bildiği her şeyi kendi deneyimlerinden yola çıkarak edinmişti.

Anladığı kadarıyla güneş dışında hiç bir şey ona zarar veremiyordu. Yaşlandığı da yoktu. Yaşlanmadığı gibi yemek yemeye veya nefes almaya da ihtiyaç duymuyordu. Ölüydü.
İnsanların aklını karıştırabildiğini keşfetmesiyse rastlantıyla olmuştu. Bu tekniği bugünkü hale getirmesi için ve yeteneğini disipline kavuşturması senelerini alacaktı. Pater daha başka neler yapabileceğini keşfetmeye çalışırken yeterince odaklandıktan sonra her şeyi yakabileceğini keşfetmişti. Bu yeteneği üzerinde halen çalışıyordu.

Artık çalışamayacaktı. Artair kan içtikçe vücudunun kontrolünü eline almaya başladığını hissediyordu. Dişlerini Pater'in boğazına geçirmişti ve bırakmaya niyeti yoktu.

Aelwen'in kanı tatlı gelmişti ona ama Pater'inki bambaşka bir şeydi. Her yudumda onun hayatından kesitler görmekle kalmıyor yeniden diriliyordu. Artair'in o sırada öğrendiği bir şey de Pater'in güneş doğmadan kısa bir süre öncesinde uykuya dalıyor olmasıydı.

Pater'i bir kukla gibi kaldırdı ve duvara doğru savurdu. Artair'in sabah kırdığı yerde şimdi hayvan derileri asılıydı ama Pater oradan geçmedi. Kendi yolunu Artair gibi duvarı parçalayarak açtı. Kule bu darbenin etkisiyle sarsıldı ve devasa bir canavarı andıran gürültüler çıkardı. Yeni ağırlık dağılımının altında gerilen kirişlerden gelen sesler daha önce duyulmamış türdendi.

Artair onun peşinden dışarıya fırladı.

Kasabalalardan bazısı gördükleri şey karşısında dehşete düşüp bayılmıştı. Artair artık bir cesete benzemiyordu. Kanla kaplı olmasına rağmen Urard'ın yüz hatları belirginleşmiş, bedeni eski görüntüsüne kavuşmaya başlamıştı. Değişimin hızı akıl almazdı.

Pater yanmaya başladığında Artair güneşe çıktığını anladı. Ne olursa olsun Pater'i bırakmamaya kararlıydı.

Onu, meydandan uzaklaşmak için kaçmaya çabaladığı sırada kıskıvrak yakalandı. Etraflarını Boluslular sarmıştı.
Kasabalılar Pater'le Artair'in bir alev topu içinde kaldığını gördüler. Pater'in çığlıkları önce unutulmaz bir hal almış sonra da bir daha duyulmamak üzere susmuştu. Alevler birden sönerek yerlerini bir kül bulutuna bıraktılar ve bu kül bulutunun ortasında korkudan donakalmış Artair kısa bir süre sonra belirdi. Hızla iyileşen yüzündeki yaralara kül yapışmış ve koyu bir renk almıştı. Kötü yapılmış bir makyajı andırıyordu. Kıpkırmızı olan gözlerse bu perişanlıkta gülümsenecek bir şey bırakmıyordu. Tam tersine, bu haliyle ölüler aleminden dönmüşe benziyordu ve o sırada etrafındaki kalabalıkta bunun aksini iddia etmeye cesaret edecek kimse yoktu.

Korku içerisinde göğe bakıyordu. Sanki sadece kendisinin görebildiği bir dehşet yukarda kanat çırpmaktaydı. Ama kimsenin bir şey gördüğü yoktu.

Artair aslında bir türlü gelmeyen o darbeyi bekliyordu. Güneş'in varlığı son derece rahatsız ediciyse ve her an ensesine inecek bir baltanın savrulduğunu duyuyor gibiyse de o balta bir türlü inmiyordu.
Sonra kamaşmış olan gözleri -yavaş yavaş kan kırmızı yerine normal renklerine dönmekteydiler- insanları gördü. Kalabalığın korkusu fiziksel bir duvar kadar belirgindi. Artair'in tapınılacak bir tanrı mı dehşetinden kaçılacak bir felaket mi olduğuna karar verememişlerdi. Kimisi ellerini kılıçlarına atmıştı ama kılıcı çekecek cesaretten acizdiler.

Artair daha düne kadar öldürmek için diş bilediği bu insanların haline acımaya başlamıştı. O bile kendinden korkarken onların içerisinde bulunduğu durumu anlaması hiç de zor değildi.

İsterse hepsini öldürebilirdi ve içinde bir şeyin bunu kan içmek kadar olmasa da istediğini çok iyi biliyordu.

Tam da buydu onu tereddüte düşüren. Tanıdığı Artair ona şimdiden uzaklardan duyulan bir yankı gibi geliyordu.

Kendinden daha fazlasını kaybetmek istemiyordu.

Gözlerinin ucuna Omagh'ın ıssız tepesi göründü. Güneş artık eskisi kadar görüşünü daraltmıyordu. Yine de diken üstündeymiş gibi yaşıyordu Artair. Sonra arkasındaki kulede bitmeyen gürültülerin aslında yıkılışı haber vermeye çalıştıkları ortaya çıktı. Kule sanki Pater'in ölümünü beklemişti. Bunun karşısında şaşkınlıktan sendeleyen biri gibi salınıyordu.

Aelwen geldi aklına. Kız hala kuledeydi.

Bolusluların şaşkın bakışları altında kulenin devrilen tepesine sıçradı. Bunu o kadar zarif yapmıştı ki bir rüzgar onu alıp götürmüş olmalıydı.

Bolus'un dışında yere indi. Kasabanın duvarının gölgesindeydiler. Arkasındaki gürültü çok geçmeden dindi ve Bolus'a Artair'in içini ürperten bir sessizlik çöktü. Kasaba artık önemli değildi. Aelwen'in ölmek üzere olduğunu biliyordu. Kızın gözleri Artair'e zorlukla odaklandı.

"Pateri öldürdün mü?" diye sesini duydu aklında. Aralarındaki bağ zayıflamışsa da kesilmemişti. Başını evet anlamında sallarken bunu yanlış "duyduğunu" anladı. Ya da Aelwen sorusunu değiştirmişti.

"Öldür beni."

Urard'ın aklından Aelwen'i kendisi gibi yapabileceği geçti ama bu düşünceyi hızla uzaklaştırdı. İçinden bir ses bunun doğru bir şey olmadığını söylüyordu.

Belki yoktan alev var edebilen yeteneklerinin içinde insanları iyileştirebilmek de vardı. Pater'in hiç bu yönde çalışmadığından emindi. Onun her şeyi bildiğini iddia etmek gülünç olurdu. Artair, yeteneklerini daha da geliştirmesi ve sınırlarını öğrenmesi gerektiğini biliyordu. Ayrıca Güneş’in öfkesini neredeyse elle tutulacak kadar somut bir biçimde hissettiği halde neden ona zarar vermediğini merak ediyordu.

Aelwen'e yapabileceği tek bir iyilik vardı. Pater'in "Zihin bulandırması"nı denemeye karar verdi. İnsanı yabancılaştıran şiddetle vurmayacaktı ona. Sadece acı hissetmesini engelleyecek kadar yapmaya çalışacaktı.
Kızın yanına diz çöktü. Kısa bir süre göz göze geldiler. Artair'in artık tamamen iyileşmiş yüzü düşünceliydi.

Pater'in anılarını hatırlamaya çalışıyordu.

Sonra oldu. Ancak bedeninin tepkisi bir hayli şaşırttı onu. Önce başı döndü sonra kalbinin kısa bir süre çarptığını hissetti ve bu bir anda görüşünü çarpıttı. Tansiyonu bir anda düşmüştü sanki bayağı bir sersemlemişse de kızın gözlerinin mestane bakışlarından onu uyuşturduğunu anladı. Yine de bilinci tamamen kaybolmamıştı.

Şimdi kızı canını yakmadan yerinden oynatabilirdi. Uzuvları bir kukla gibi sallanan Aelwen'i kucaklayıp kaldırdı. Sonra etrafa baktı.

Skrekkan'a götürseler onu kurtarabilirler miydi? Artair'in yüreği bunu istese de mantığı kızdaki yaraların artık herhangi bir druidin gücünün ötesinde olduğunu söylüyordu.

Hem Skrekkan'a bu halde nasıl gidebilirdi ki? Bedeni ölü olabilirdi ama sözkonusu kan olunca acıkacaktı. Çaresizce etrafa bakındı.

Aelwen'in zihni insanı korkutacak kadar boş olsa bile çok net bir imge belirdi gözlerinde. Kız Omagh'ın tepesinde olmayı hep hayal etmişti. Artair'in zihninde Aelwen'in elinde bir ekmek parçasıyla tepeyi izlediği görüntü belirdi.

Bunu kendi mi hayal etmişti?

"Pekala," dedi. Yaklaşan adımları duydu.

Artair'in nereye kaybolduğunu merak eden kalabalık onları bulmuştu ve tam bu anda Artair'in kucağında Aelwen'le yükseldiğini gördüler. O kadar hızlı yükselmişlerdi ki bir kaç saniye içerisinde gökyüzündeki kuşlardan ayırt edilemeyen bir noktaya dönmüşlerdi.

Uçmak sersemlemiş olsa da Aelwen'i biraz kendine getirmişti. Midesindeki ani hareketten keyif aldığı belliydi. Artair kızın kıkırdadığını bile duymuş olabilirdi. Ancak kulaklarına hakim olan tek ses uğultuydu.
Omagh'ın tepesine kadar uçamadılar. Ormana indikten sonra Artair tekrar denedi. bu sefer Omagh'a çıkacakalardı.

Artık ne kızın ne de Artair'in hayatı boyunca ayak basmadığı yerlerdeydiler. Bir ömür boyunca buraları seyretmişlerdi.

Omagh'ın tepesine ulaştıklarında burasının soğuk ve esintili olması dışında çok da matah bir yer olmadığını düşündü, ta ki arkasını dönene kadar.

O anda Artair ne buradaki cılız bitki örtüsünü ne de kayalık zeminiyle davetsiz olan tepeyi gördü. Aslında bugüne kadar yaşadığı dünyasının ne kadar küçük olduğunu anlamıştı. Bu öylesine mutlak bir şekilde ifşa edilmişti ki Artair ve Aelwen'in ağızları açık kalmıştı.

Buradan hem Skrekkan'ı hem de Bolus'u görebiliyordu. Çok daha fazlası da vardı. Sadece bir kez, o da çocukken, gittiği için iyi hatırlayamadığı Sessagh bile görünüyordu ve orası da aslında o kadar uzak değildi!
Artair büyük ihtimalle sadece adını duyduğu en az iki farklı yer daha görüyordu ve oralarının da çok daha ötesinde de yerler olmalıydı.

Durdular ve sadece ufka baktılar. Buradan bakınca hayatları ne kadar dar ve önemsizdi aslında. Karıncalardan farkları yoktu.

Artair Aelwen'i yere,bir kayanın yanına bıraktı. Kız her tarafı kırılmış olmasına rağmen gözleri sevinçle parlıyordu. Gözleri asla alamayacakları bir resmi aynı anda görmeye çalışır gibi ufku tarıyordu. Sevinmişti. O haline rağmen mutluydu.

"Burda kızgın bir ruh varmış gibi görünmüyor," dedi Artair.

Kendisini saymazsa tabii. İçinde gittikçe kabaran bir öfke vardı. Şimdiye kadar yaşadığı hayat o kadar küçülmüştü ki gözünde, sinirlendiğini ve aynı zamanda hayalkırıklığına uğradığını hissediyordu. Diğer yandan gözleri açıldığı içinse mutluydu. Ne hissettiğine bir türlü karar veremiyordu aslında. Sadece... müthişti ve de üzücü.

Pater'in dünyayı görme merakı da artık o kadar da saçma gelmiyordu. Onu öldürdüğü için pişmanlık duymaya bile başlamıştı.

Hayır, kendini kandırıyordu. Pater'in ölmesine zerre üzülmüyordu; ama yıllar sonra bu konuda eski sertliğini koruyamayacağını hissetmeye başlamıştı.

Dünyayı görmeliydi. Nerden geldiğini öğrenmeliydi. Pater'in onu dönüştürmesine bakarak bütün bunların biriyle başlamış olması gerektiğini düşünüyordu. Güneşin öfkesini saymazsak ölümsüz olduklarına göre -ki Artair Güneş'in de her zaman ölümcül olmadığını ispatlamıştı- o birileri hala hayatta olabilirdi.

Onu veya onlar her kimseler mutlaka bulacaktı. Ama ondan önce, dünyayı görmesi gerekiyordu.
Bu haliyle Skrekkan'a dönemeyeceğini düşünerek üzülmüştü ama şimdi eski hayatına dönmek istemediğinden emindi. Aelwen ona belki de hiç bir zaman cevaplarını alamayacağı soruların hastalığını bulaştırmıştı ama bunu öğrenmenin bir tek yolu vardı.

Kıza baktı. Sırtını bir kayaya vermiş, gözleri ufku taramaktaydı. Daha yüksek bir yer göremiyorlardı. Semadaki Arianrhod'da hiç bu kadar yakın olmadıklarını hissediyordu ve tanrıça da bunu onaylarcasına kızın yüzünün bir kısmını kapatan saçları bir esintiyle düzeltiverdi.

Ancak kızın öleceğini, kabarmak için iyice zorlanan göğsünden ve zorlukla dik duran boynundan anlamıştı. Kalbi de gittikçe uzayan aralıklarla çarpmaktaydı. Gözleri gülüyordu ama bedeninin kalanı acı içindeydi.
Artair bu görüntüyü unutmayacağı bir köşeye özenle sakladığından emin olduktan sonra kızın boynunu kırıverdi. Kız cansız bir şekilde kayanın dibine yığılı kaldı.

Artair de bir süre hareket etmeden durdu. Aelwen'e büyük bir minnet duyuyordu. Tahmin ettiğinden daha uzun sürecek olan arayışı ve yolculuğu boyunca da asla unutmayacaktı onu.

"Yeraltında hiç kaybolmayasın," dedi.

Taşlardan bir mezar ördü kızın etrafına. Sonra da yanına oturdu. Önündeki ufka gittikçe dallanıp budaklanan imkanlar ve ihtimallerden oluşan bir labirentmiş gibi baktı. Bu noktadan sonra nereye gideceğine karar vermeye çalıştı ama gideceği hiç bir yerin bir diğerinden üstünlüğü yoktu. İnsanın aklını karıştıran ama aynı zamanda sakinleştiren bir hissti. Varacağı yeri bilmediği için bütün yolların aynı olduğuna karar verdi.

Uzun zun Skrekkan'ı seyretti. Artık geçmişte kaldığından emindi orasının. Pater en azından bir konuda haklıydı. Geçmişiyle ilgili tüm bağları kopmuştu ve artık özgürdü. Yeniden doğmuş gibiydi ve bir açıdan da ölmüştü.
Güneş batarken Bolus'tan ayrılan bir grup dikkatini çekti. Skrekkan'a doğru ilerliyorlardı. Ya gelecek karşı saldırıyı veya sonrasında intikam için yetişecek nesli öldürmeye niyetliydiler veya ölen tanrılarının intikamını almak istiyorlardı.

Artair Aelwen'e ilerde geri döneceğinin sözünü vererek uzaklaştı. Bu sözünü yerine getirmesi umduğundan da uzun sürecekti.

O geceyse Bolus'tan yola çıkanlardan hiç biri Skrekkan'a ulaşamayacaktı. Ama çığlıkları her iki tarafta da duyulacaktı.

Artair'i Omagh etrafında bir daha gören olmadıysa da bu yöndeki söylentiler Skrekkan'da hiç bir zaman dinmedi.

Çevrimdışı Roland

  • *
  • 8
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Artair'in Ölümü (Tamamlandı)
« Yanıtla #5 : 10 Haziran 2013, 23:16:07 »
Eğer bu satırları okuyorsanız, öykümü muhtemelen bir bilgisayar ekranının işkencesiyle de olsa bitirmeye değer gördüğünüz için size teşekkür ederim.
Umarım Artair'le ilerde tekrar karşılaşmayı isteyecek kadar sevmişsinizdir onun ölümünü, çünkü çoğu kahramanımın aksine öykünün sonunda hala hayatta (haha!). Bu tekrar ortaya çıkabileceği ihtimalini beraberinde getiriyor. Bu hemen olmayacaksa bile er ya da geç olacak.
Aranızda biraz Kelt tarihinden , coğrafyadan ve mitolojiden haberi olanlar varsa bu alanlarda bazı radikal değişiklikler yaptığımın farkına varacaklar. Öyküme uydurmak için gerçeklikle oynadığımı itiraf etmek zorundayım, bunu yaparken öyküde isimleri tam olarak geçmese de vampirler olduğu gerçeğinin arkasına yüzsüzce saklandığımı da itiraf ediyor, özür diliyorum. Ama nelerle oynadığım açısından bir kaç örnek vermek istiyorum ki durumun vahametini anlayın.
Oralarda Güneş'in o kadar hızlı yükselmediğinden bahsedebilir, kullanılan bazı tanrı isimlerinin aslında çok daha eskilere dayanması gerekltiğini belirtebilirim. Roma'nın hiç adının geçmemesini de açıklayamam herhalde veya neden o tarihte hala klanlar halinde yaşadıklarını da. Ama bunu ilerisi için düşündüm hani olur da Artair'in yolculuğuna tekrar katılırım diye. Sonrası nasıl olacak o zaman görürüz.
Nerdeyse İrlanda'da ayı olduğunu iddia eden bir kısım olacaktı öyküde ama bunu fazlasıyla fantastik ve absürt buldum, gerçekten. Irlanda da ayı yokmuş.
Tekrar görüşmek üzere.