Kayıt Ol

Başlıksız - Giriş

àjéan

Başlıksız - Giriş
« : 16 Temmuz 2008, 20:05:24 »
 Tanrı altı günde yaratmıştı dünyayı, yedinci günü ise bitirdiği işi izlemek ve dinlenmek için ayırmış, yedinci günü kutsamıştı.
   Bu yüzden Semavi Dinler kendi söylevlerine göre belirledikleri ‘’ yedinci gün’’leri, yol göstericileri olan Tanrı’nın huzuruna gitmeye adıyorlardı, haftanın geri kalan günleri Tanrı onlara gidiyordu. Tanrı’yı yol gösterici olarak değil de örnek olarak kabul edenler ise ‘’ yedinci gün ‘’lerini Tanrı gibi tatil yapmakla geçiriyorlardı. Karşılık vermediği, konuşmayı reddettiği sürece, Yaratıcı yapılan tüm yorumları kabul etmiş sayılırdı ve insanlar – yaratılanlar – yorum yapmaktan çekinmiyorlardı.
   Ama Tanrı susuyordu…
   Kim bilir, belki yarattıklarında olduğu gibi dinlenmek Yüce Yaratıcı’da da bağımlılık olmuştu…
   O dinlene dursun, bir güz pazarında, yedi tane elmasla süslenmiş bir taç gibi yedi tane tepeyle donatılmış bir şehrin – büyüklüğü önemli değil – kiliselerinden birinde - hiyerarşik konumu önemli değil – Tanrı’nın rahiplerinden biri özel odasında, ikonlar için ayrılmış duvarın önünde diz çökmüş dua ediyordu. Cemaat dağılmış, cemaat evlerine dönmüş, muhtemelen cemaat akşam yemeğine hazırlanıyordu o dakikalarda.
   Hiyerarşik konumu önemsiz olan rahip ise cemaat gittiğinden beri oradaydı, dua ediyordu. Zaman olgusunun dışına çıkmıştı. Elinde tuttuğu gümüş haçı artık avucunun bir parçası gibi hissediyor olmalıydı. Diz kapaklarını odanın zeminindeki halıya düşürdüğü sırada odayı dolduran ışıkların sahibi güneş güz göğünde son bir inatla parlıyordu kaybolmadan önce.
   O battıkça rahip çıktı daldığı dualardan, o silindikçe belirginleşti rahibin düşünceleri.
   En sonunda, güneş tamamen gözden kaybolduğunda, rahip zorlana zorlana doğruldu olduğu yerde. Yaşlı bacakları acıyla itiraz ettiler hareket etmesine. Anlaşılan beynin dehlizlerde kaybolmasından, onları unutmasından memnundular ve geri dönüp hatırlaması hiç hoşlarına gitmemişti.
   Ama işte oradaydı. Masanın üstüne kim bilir kimin, ne zaman bıraktığı yemeklere doğru ilerlemelerini emrediyordu onlara.
   Masada beynin en sevdiği yemek olan tütsülenmiş balık ile midenin en sevdiği yemek olan pilav vardı, bu sofra yüzünden kurulan beyin-mide ittifakına karşı koyamayan bacaklar yavaş yavaş masaya seğirttiler.
   Rahip yaşlıydı. Yaşadığı şehrin en yaşlılarından biriydi. Eskiden olsa Pazar ayininden sonra, çok daha uzun süre ederdi duasını, yemeklerin bozulup ekmeklerin bayatladığı olmuştu birkaç kez.
   Rahip Yaratıcısını seviyordu. Yaşadığı süre boyunca ona tüm kalbiyle hizmet etmiş kullardan biriydi. Eskiden olsa Pazar ayinine kendilerinden olmayan birkaç kişiyi getirir, onları doğru yöne çekmeye çalışırdı, yaptığı konuşmalardan sonra insanların gözleri yaşlı bir şekilde Tanrı’ya ve O’nun Müjde’sine inanmalarını sağlamıştı pek çok kez.
   Ve Yüce Yaratıcı da rahibini seviyordu, yani öyle olmalıydı. Bir süredir Pazar dualarında onunla konuşuyordu ihtişam ve korku, güven ve tedirginlik, aşk ve nefret barındıran bir ses. Rahip doğrudan hiç sormamıştı ama bu O’ndan başka kim olabilirdi ki zaten? Ayrıca Tanrı’ya soracağı daha başka soruları vardı.
   Hiyerarşik konumu önemsiz olan rahip, artık sadece kalbiyle değil beyniyle de inanıyordu çünkü biliyordu. Şüphesiz idi onun için Tanrı’nın varlığı artık. Kendisiyle konuşuyordu zirâ…
   Buna bir kez inandıktan sonra Yaratıcının asıl hoşlandığı şeyin yorumlanmak olduğunu, sır bu yüzden sorulara cevap vermediğini, yani konuşmadığını aklına getirmedi. Belki de getirdi ama kendine hiyerarşik konumunu hatırlattı. Onunla konuşmayacaktı da kiminle konuşacaktı ki Tanrı?
   Hem beyin hem de mide yemekle meşguldü zaten, düşünemezlerdi.
   Yemekten sonra, yatağı çağırdı rahibi. Yorganı her zamankinden daha ipek, yastığı her zamankinden daha yumuşaktı. Aslında dua etmeyi düşünmüştü ama o gün pazardı.
   Mademki pazardı gün…
   Mademki Tanrı bile dinlenirdi pazarsa gün; varsın o da dinlensindi, uyusundu…
    Başı yastığa değer değmez kapandı gözleri rahibin. Rüyasında Tanrı’yı gördü, uyuyordu. Daha sonra Tanrı’nın yarattığı ve uyumayan yaratıkları gördü düşünde. Biri dişil biri eril iki tane karanlık çöreklenmişti biri bir omzuna diğeri bir diğer omzuna. Yaşlı bacakları acı yüzünden haykırıyorlardı bu kez, ağırlık sebebiyle.
    Sabah olup, güneş çıkarken yedi tepenin tepesindeki göğe, rahip de çıktı uykunun kuytuluklarından ve yeni gün için şükretti Tanrı’ya.
    Rüyasını hatırlamıyordu.

àjéan

Başlıksız - Birinci Bölüm
« Yanıtla #1 : 17 Temmuz 2008, 23:20:45 »
12 Sarutzial* 2008
İzmir

    Avizeden çıkan ışık masanın üzerinde dans eden çatalların ve kaşıkların saplarında parlıyordu. Buna karşılık olarak çatallar ve kaşıklar porselen tabaklara daldırıldıkça çınlatıyorlardı onları. Sekizi dişli sekizi iç bükey girintilere sahip on altı metal saplı bir çınlatmalı çalgı orkestrasıydı sanki masa. Konser esnasında çıt çıkmıyor, çın çıkıyordu.
    Kısmî sessizliği masanın başında oturan, orta yaşlarının ortasında bir yerlerde takılmış ama orta karar biri olmaktan çok uzak bir kadın olan Matild bozdu. Dua ediyordu. Masanın geri kalanı pilavına neredeyse yeni başlamıştı, hatta bir kadın henüz çorbasını bitirmemişti ama hem kendisine çeyrek porsiyon koyduğundan hem de yaşamının her anında çenesini tam anlamıyla makineli bir tüfek edasıyla kullandığından, Matild için yemek faslı kapanmıştı. Kapanmıştı kapanmasına ama açılırken yaptığı gibi bir seremoni yapmalıydı kadın. Bu yüzden her öğünden sonra, tıpkı öncesinde de yaptığı gibi dua eder, sonra kapardı yemek konserinin perdelerini.
    Perdeyi kapadıktan sonra da kalkar mutfağa gider ve masada olanların tatlılarını hazırlardı. Yeri gelmişken belirtmeli; hazır yemeğin her türlüsüne de karşıydı. Yaratıcı ona el, göz ve beyin vermişti ve bu üçünü kullanmayı en çok sevdiği yer mutfağıydı. Kendisine ait bir yatak odası, bir de çalışma odası olmasına rağmen o iş görüşmelerini mutfakta yapar, mutfaktan yatağa giderdi.
    Matild’in yemek yerken oturduğu sandalyenin yanında oğlu Levon oturuyordu. Annesinin aksine o henüz pilava başlayanlardandı. Fark hızlarıydı. Yoksa oğlu da annesi gibi bir makine edasıyla yiyordu kuş üzümlü pirinç haşlamasını. Önce çatalını tabağa sokuyor, hizaya soktuğu pirinç öbeğini çatalın üstüne aldıktan sonra çatalı ağzına sokup üç kez çiğniyor ve yutuyordu. Ardından çember en başa dönüyordu, Levon arada bir ayran içmek için kırmadığı sürece de böyle devam ediyordu.
    Levon’un karşısında, aynı zamanda ölmüş babasının da adaşı olan, Peder Markos oturuyordu. Bu adam Levon kendini bildi bileli tüm yortularda onlarla beraber akşam yemeği yiyordu, tıpkı bugün de olduğu gibi. Levon babasının ölümünden sonra gelen ilk yortuda – Diyarnintaraç Yortusu’ydu -  pederin yine onlarla yiyecek olduğunu öğrendiğinde çok şaşırmıştı. Babası ailenin tüm sorumluluğunu ve annesinin tüm sorunluluğunu kendisine bırakıp gittikten sonra Levon bu adamı da çıkarmıştı hafızasından.
    İşler değişiyordu, annesinin tavsiyelerini mantıklı bulmaya başladığından beri Levon adamın onlarla yemek yemesinin aileyle ilgili bir gelenek olduğunu düşünmeye başlamıştı, sadece babasıyla ilgili değil…
    İşte o gün de oradaydı peder. Siyah cüppesinin üzerinde duran haçın etrafına Khacverats’ı temsil eden iki fesleğen yaprağı takmış, karşısında oturuyordu. Gün boyu Khacverats’ı çokca anlatmış olduğundan artık açılmak istemeyen dudaklarını sadece çatalı için aralıyordu.
    Hâlbuki günün erken saatlerinde kilisede Pazar ayininin başlamasından hemen önce yortuyu aynen şu sözlerle anlatmıştı:
    ‘’Yaratıcımız Efendimiz İsa Mesih’in bizim günahlarımız için kendini feda ettiğini, biz Hristiyanlar, unutmamalıyız. Her daim hatırlamalıyız ki O, çocukları olan bizler için çok büyük acılar çekmiş, Haç’ın üzerinden göğe alınmış, ardından tekrar dirilmiştir. Tıpkı bunun gibi bir gün yine Göklerdeki Krallığı’ndan bizi kurtarmak için dönecektir. Döndüğündeyse şüphesiz Haç’ı çocuklarından çalanlara hesap soracaktır. ,,
    Konuşmasının ardından duaya başlamış, daha sonra cemaat dağılmış, evlerine dönmüş ve peder cemaatten bir aileye konuk olmuş, gelip de Elmasyanlar’ın kızı Janin’in yanına oturmuştu.
    Janin ağabeyinden bir yaş küçüktü ve bunun dışında illa bir tanımlama daha yapılması gerekirse; hamileydi. Ve öyle ki; nerdeyse rahmine döl düştüğünden beri taçsız bir kraliçeydi. Çünkü tam manasıyla: kıpırdamasına izin verilmiyordu. Eğer Matild kızı yerine nefes alabilecek olsaydı, bunu da yorulacak endişesiyle ona bırakmazdı.
    Janin’in hemen yanında kocası Gaspard oturuyordu. Masada dönen yarısı Ermenice yarısı Türkçe konuşmayı anlamayan adam sık sık karısının Fransızca tercümesine ihtiyaç duyuyor ve genelde gülümsüyordu; çünkü anlamıyordu.
    Bir kişi daha vardı masada. Hala Arap aşı çorbasını kaşıklamakta olan, Levon’un karısı İmral. Boynundaki beyaz altından haçı dışında hiçbir takısı bulunmayan kadın kâsesinin içine Musa’nın Kızıldeniz’i ikiye ayırmasını izleyen birinin ilgisiyle bakıyordu. Firavun’u tutan, Musa’nın yaptığı şeye haset eden bir bakışla… Sinirli gibiydi, sinirli olduğu söylenebilirdi.
     Ama aslında İmral sadece buruktu.
    Buruktu çünkü kâsesinin içinde duran çorbaya baktıkça geriliyor, kaşığı ağzına götürdüğünde gerginlikten yırtılıyor, kaşığı kâsenin içine bıraktığında çıkan çın sesini duyunca yırtık kendiliğinden dikiliyordu.
    Çorba ona günün erken saatlerini, kendisinin yapıldığı anları hatırlatıyordu.
    Kiliseden döndükten birkaç saat sonra su almak için mutfağa gittiğinde Matild’in yemek yapmakta olduğunu görmüş, yardım etmeyi önermişti. Ne yemek yaptığını bile yarım ağızla söyleyen kadının yardım kabul etmeyeceği açıktı ama İmral bir şeyler yapıp kaynanasıyla yakın olmak istiyordu. Bu yüzden buzluktan tavuk çıkarmıştı haşlamak için, fakat tavuğun soğukluğunu hissedemeden Matild onu elinden kapmış ve tencerenin içine koymuştu. Kavrulması gereken bir çay bardağı unu tavaya koyup altını yakmayı başarmış ama spatulayı eline almak istediğinde Matild’in unu karıştırmaya başladığını görmüştü. Böyle birkaç denemeden sonra Matild sesindeki alayı saklamak için hiç çaba sarf etmeden gelinine yorulmuş olması gerektiğini, gidip kitap falan okumasını söylemişti.
    İmral üzülmüştü ama alışıyordu, bu Matild’in yumuşak zamanlarından sayılırdı.
    Eskiden, bir yıl kadar önce, kadının kibar davrandığı günler de olmuştu; o zamanlar varlığını reddediyordu.
    Konu sadece sıradan bir gelin-kaynana kavgası değildi, farkındaydı İmral. İlk başlarda Gaspard’ı kendisine yakın bulmuştu, sonradan fark etti hata yaptığını. Gaspard bir Fransız’dı, bir yabancıydı, bir odardı*.
    İmral’in ise tek bir sıfatı vardı; İmral Türk’tü.
    Evlenmeden önce böyle bir sorunla karşılaşabileceği bir an bile geçmemişti aklından. Levon annesinin genç kızlığını Türkiye’de geçirmediğini, babasıyla evlendikten sonra İzmir’e geldiğini söylemişti ona. Türklerden hoşlanmadığını da, ama İmral bunun kendisini kapsayacağını bilmiyordu. O zaten Ortodoks bir aileden geliyordu. Ayrıca sebebi ne olursa olsun dini inançları yüzünden yahut bağımsızlık istedikleri için insanların öldürülmelerini onaylamıyordu.
    Evliliğinin ilk ayında Matild’in onu görmezden gelmesine aldırmamış, değişeceğini ummuştu içten içe, derinden derine. Ama bu umudun derinliği Matild’in hoşlanmama duygusunun derinliğiyle aşık atamadı. Bir süre sonra kaynanasının tutumuna daha fazla dayanamayacağını fark eden İmral kadınla açık açık konuşmayı denedi. Ona kendi atalarının onun atalarına yaptıkları şeyden ötürü üzüntü duyduğunu, savaş ortamında bile olsa savaşla alakası olmayan çocukların, annelerin ve yaşlıların öldüğünü, zorluklar yaşandığını biliyor olmaktan dolayı üzgün olduğunu söylemiş ve kendi adına özür dileyip onu aileden biri gibi görmesini istemişti. Aldığı tek yanıt ‘’ Peki  ,, olmuştu.
    Yine de bu konuşmadan sonra Matild az da olsa yumuşamış gibiydi ve Markos hastalanana dek de öyle kaldı.
   Çok uzun süredir evliydiler Markos’la Matild. Bir bütünün iki parçası gibiydiler, diye düşünmekten hoşlanırdı İmral. Bütünün iyi yanı ve kötü yanı.
    Matild annesinden dinlemişti hep Türkiye’yi. Dayısı ve teyzelerinin üç tane Osmanlı askeri tarafından tartaklandığını. İsa’yı inkâr edip Müslüman olmadıkları için öldürüldüklerini görmüştü Matild annesinin hikâyelerinde.  Bir keresinde, çok çok küçükken bir atlasta bakmıştı Türkiye’ye. Arayıp bulmuştu annesinin doğduğu, ailesinin öldüğü şehri. Adana’ydı adı. Bir süre bakmıştı haritaya, ardından gözleri yaşlı kapatmıştı. Annesinin hikâyesindeki askerlerin gelip onu da öldüreceğine inandığından bir süre yalnız yatamamıştı.
    Büyüyünce de pek bir şey değişmedi. Halkının arkasından hissettiği acı en mutlu anında bile kalbindeydi. Hala atlasta Avrupa ve Asya’nın arasında kalan topraklara baktığında kötü hissediyordu. Atalarının toprakları da olsalar, atalarının kanıyla yıkanmış olduklarından asla gitmeyi düşünmüyordu oralara.
    Sonra Markos’la tanışmıştı.
    Oralar’dan gelen bir akrabaydı Markos, Matild’in ailesiyle kalacaktı kısa bir süre için. Akraba olmasaydı da ailesi ona evlerini açardı. Bir avuç kadardılar madem ve bir avuç kadarlık mesafe kopuk ve bihaber olmaya olanak vermeyen bir hacimdi madem; onlar da birlik ve yardımseverlik içindeydiler.
    Yine de Markos’un akraba olması Kader’in aldığı güvencelerden biriydi. Bir haftalığına gelmişti Markos Amerika’ya. Altı gün işlerini halletmek için koşuşturdu ve yedinci günün akşamı uçağına binerken tek elinde taşıdığı çantasına Matild’in kalbini de koyup döndü yurdum dediği yere.
    Markos dönerken Matild’in kalbini yanına aldığının farkında değildi ama kendi kalbini Matild’de bıraktığının bilincindeydi. İzmir’e vardığında annesine Matild’in annesine yollamak üzere bir teşekkür mektubu yazdırdı. Mektup ‘’ Bir gün belki biz de sevgili Matild’i ağırlarız. ,, diye sonlanıyordu.
    Markos Matild’in gelmesini, Matild de böyle bir davetin gelmesini rüyalarında dahi görmeye cesaret edemezdi. Ama bir kez mektup yerine ulaştığında görülemeyen düşler gerçeğe dönüşme yolunu buldu.
    Markos’tan tam bir ay sonra Matild çıkmıştı İzmir yoluna. Gitmem dediği yere gidiyordu. Halkının acısını hep kalbinin en derininde hissetmişti ve bu yüzden gitmem demişti sürekli. Kalbinin Markos’ta olamsı durumu değiştirmişti.
    Matild İzmir’den bir daha hiç ayrılmadı.
    Markos’la sürekli tartışıyorlardı aslında. Dünya görüşleri farklıydı. Matild tanıştığı her Türk’ün ondan özür dilemesini bekliyordu ama onlar olanları unutmuş gibiydiler. Ayrıca Markos bu insanlarla gayet iyi anlaşıyordu.
    Matild anlayamamıştı, bu insanlar yaptıklarını nasıl unutmuşlardı?
    Yaşı ilerledikçeyse öğrenmişti, yapılanlar yok gibi davranılıyor, en iyi ihtimalle farklı kelimeler kullanılıyordu. ‘’ Soykırım ,, yerine ‘’ savaş hali,, ,  ‘’ jenosid ,, yerine ‘’ planlı temizlik ,, …
    Genç kızlığını, kadınlığını, orta yaşlılığını Türkiye’de geçirmişti Matild ama yıldızı Türkler’in yıldızıyla barışmamıştı asla…
    Markos ise ölene dek bir Ermeni’den çok Türk gibi görmüştü etrafı, aynı olduklarını ama ayrı düşürüldüklerini düşünüyordu hep.
    Kocasının ölümünden sonra iyice kemikleşmişti Matild’in kalbi ve kocasının ısrarlarıyla gelini olarak kabul ettiği bu kızın bu kemiği kırma ihtimali çok azdı.
    Kız, en iyi ihtimalle kemiği çalıp arka bahçeye gömebilirdi.
    Ayrıca kendisi hakkında ne düşündüğünü bildiğini biliyordu kadın gelininin. İmral sinirlenebilirdi bu düşünceye, sinirli gibiydi…
    Ama aslında İmral sadece buruktu.
    Buruktu çünkü kâsesinin içinde duran çorbaya baktıkça kaynanasının egemenliği altında eriyip yok olan aşkı geliyordu gözlerinin önüne. Kadın Musa’ydı ve aşkı Firavun’u kaplayan deniz gibi, kendi suyunda boğuyordu.
    Büyük bir aşkla evlenmişti İmral. Kocasını hala ilk gün arzuladığı ateşle arzulayabilirdi, közlense de hafiften alevler dirilebilirlerdi yeniden.
   Çünkü:
    Markos öldükten sonra Matild’in yatağının ısısı kaçmıştı…
    Markos öldükten sonra Matild İmral’in yatağının ısısını kaçırmıştı…
    Zira Markos öldükten sonra Levon annesinin güdümünde girmiş bir bazuka roketine dönüşmeseydi.
    Bu yüzden evliliğini iki dönem olarak görüyordu İmral:
    1- Markos’lu Dönem (2006-2007): Markos’un yaşadığı, Matild’in ise evdeki güçlerden sadece biri olduğu dönemdi. Adamın desteğiyle de olsa nefes alabiliyordu İmral’in aşkı. Levon da kukladan farklıydı o dönemler.
    2- Markos’suz Dönem (2007-     ): Durmaksızın devam eden gerilim filmi!
    Her geçen gün daha da gericileşiyordu hem de…
    Her sabah yataktan kalktığında kontrol ediyordu İmral aşkını. Her sabah bir tutam kül süpürüyordu aşkının çevresinden. Önemsizdi koskoca ateş için bir tutam kül ama yine de ne kadar dayanırdı Matild’in koskoca okyanus tavrına bu ateş? Ne kadardı İmral’in etkisi Levon’un üstünde?
     Azdı, yani azmış. Yaşayarak öğrenmişti İmral bunu. Son bir yıl böyle geçmişti.
    Genç kadın, kocasını ne kadar severse sevsin, artık Markos’suz Dönem’in bitmesini istiyordu ve sonraki dönemi Levon’suz Dönem diye adlandırabileceğini düşünmeye başlamıştı.
    Silkinerek çıktı düşüncelerin arasından, silkinmesi kaşığını da silkti ve masa örtüsüne çorba döktü.
    Çorba beyaz örtüde dağılırken, bakışlar İmral’de toplandı.
    İmral’in ‘’ silkelenme çını ,, diğer çatal-kaşık virtüözlerine ‘’ es ,, vermiş gibi sessizleşti masa.
    Ve bu sessizlik esnasında elinde büyük bir kayık tabak dolusu kayısı tatlısıyla geri dönen Matild’in üzerine kaydı spotlar.
    İmral tam derince bir rahatlama nefesi alacaktı ki spotların ışığında topaz gibi parıldayan kayısı tatlısı kötü kötü sırıttı ona. Başını eğdi tekrar, genç kadın.
    Sinirlenebilirdi İmral onlara, sinirli gibiydi hatta…
    Ama aslında İmral sadece buruktu.
    Kayısı tatlısı ona günün erken saatlerini, kendisinin yapıldığı anları hatırlatıyordu.
    Mutfaktan alenen kovulduktan bir saat kadar sonra geri döndü İmral. Bu kez kaynanası orada değildi.
    Fayanslar, musluk, bango ve buzdolabı gülümsediler ona, emrine amadeyiz dercesine.
    Fırın ve ocak sıcak bir tavırla karşıladılar onu, aspiratör kadının parfümünü içine çekti özlemişçesine.
    Hezimetini unutan genç kadın, bulaşık selesinin yanında duran, dün gece oraya konulmuş olması gereken kuru kayısı dolu kâseyi gördüğünde ne yapması gerektiğini biliyordu.
    Bulaşık selesinden bir bıçak alan İmral elini kayısı kâsesinin içine sokar sokmaz geri çekti. Suyun sıcaklığı korkunçtu.
    Su Matild’in suyuydu, Matild suydu…
    Kaynanasının orada olmasa bile mutfağın kendisine kapalı olmasını sağlayan yardakçılarının olduğu açıktı. Sinirlenen kadın Matild’in suyunun yerini kendi suyuyla doldurmayı denedi.
    Başarısız oldu ve kendini yere, buzdolabının yanına atıp ağlamaya başladı.
    Ancak uzun bir ağlama, kısa bir yelkovan-akrep kovalaşışından sonra iyi hissedebildi kendini.
    Hezimetini unutan genç kadın mutfak selesinin yanında duran bir kâse daha olduğunu fark etti.  Kuru kayısı kâsesinin yanına birkaç saat önce konmuş olması gereken bu ikinci kâse badem içleriyle doluydu.
    Badem içlerinin ince yarıklarla dolu dışları nemliydi.
    Nem Matild’in nemiydi, Matild nemdi…
     Üst dolaptan havanı alan İmral badem kâsesine elini daldırır daldırmaz geri çekti. Bademler kömür parçası kadar sıcaktılar.
    Havanı elinden düşürüp odasına koşmaya başladığı sırada… ya da odasının kapısını açarken… ya da yatağına uzandığında... ya da kayısı tatlısı salona geldiğinde; İmral kaynanasının yaptıklarını bildiğini biliyordu.
     Işık altında topaz gibi parlayan kayısıların hepsini tek tek ısırdı İmral bakışlarıyla, masadaki her pilav tabağına tükürdü nazarıyla.
    Tek bir göz kapanması süresi kadar sürdü bu iş.
    Göz tekrar açıldığında Matild tatlıyı tekrar yapmış, pilavları yenilemişti.
    Üstelik diğerleri bu olanları fark etmemişti.
    Matild kusursuzdu.
     Matild güçlüydü.
    Sanki İmral’in ataları tarafından öldürülen ataları yardım ediyordu orta yaşlardaki orta karar olmaktan uzak kadına.
    Oysa Matild’in ataları tarafından öldürülen ataları İmral için hiçbir şey yapmıyorlardı.
     Bu durumda; İmral yenilmeye mahkûmdu.
     Kaşığını bıraktı. Hem çorba havuzundan hem de kayısı madeninden kaçmalıydı. Kaçtıkça kurtulup, kaçtıkça daha da batacaktı bu meseleye.
     ‘’ Jo martulo. ,, dedi masaya. Janin hafifçe bir baş hareketi yaptı, rahip gülümsedi, Gaspard kendi dilinde iyi geceler diledi.
    Levon annesini örnek alıp sustu.
    Artık her yerde annesini örnek alıyordu.


* Sarutzial : Eylül
*Odar : Ermeni olmayan.

Çevrimdışı Buzmavisi

  • **
  • 136
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Başlıksız - Giriş
« Yanıtla #2 : 24 Temmuz 2012, 22:17:59 »
Kelimelerin güçlü kullanıldığı bir yazıydı. İkincisinden bahsediyorum. İlkine odaklanamadım bir türlü. Bazı yerlerde uzun tekrarlar yapılmış lakin yerinde olmuş. Derin bir meselenin aile içindeki huzursuzluğa dönüşmesi oldukça iyi yansıtılmış. Hem duygular, hem nesnelere verilen kimliklerin tasviri oldukça başarılıydı. Öykünün kötü yanları uzun ve hareketsiz olması.

Bu arada hikayeler indeksi için teşekkürler. Oradan A harfinden başlayarak öyküleri okumaya başladım.
Yepyeni bir fantastik serüvene hazır mısınız?
Anatolya Efsaneleri İlk iki bölüm pdf:http://www.mediafire.com/?uadhvz1vcgmqkct

Yeni Töre'nin ikinci yasası:
Umutlar, inançlar ve dilekler içlerinde bir parça mantık barındırmıyorlarsa hayatları kolayca mahveden boş yalanlara dönüşürler.