Kayıt Ol

Boşlukta Koşmak

Çevrimdışı Raisor

  • ***
  • 793
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Boşlukta Koşmak
« : 13 Ağustos 2012, 19:25:09 »
Boşlukta koşmak

Hikayedeki kişi ve kurumlar tamamen benim hayal ürünümdür. Bir şehir ismi görüp de hemen Google babaya sormanız bir sonuç vermeyecektir. Hikayede her türlü cinsellik, vahşet ya da ahlaksızlık bulunabilir. 18 yaşından küçük olanların, homofobisi olanların, kolayca midesi bulanacak kişilerin ya da erotizm okumak hoşuna gitmeyecek olanların bu hikayeyi okuma işine girişmemesi şiddetli bir biçimde tavsiye edilmektedir.



Bölüm 1: Geçmişten Bugüne
   

Fazla insan vardı Dünya’da, çok fazla insan vardı. Aynı bitki türleri gibi, milyonlarcası vardı. Ama artık pek azı kaldı. “Kıyamet” olarak nitelendirilen dördüncü Dünya savaşının ardından, insan nüfusunun %90ı yok edildi. Üçüncü Dünya savaşını hatırlayanlar ise pek kalmadı.

8 Ağustos 2094 tarihinde başlamıştı ve tam 3 gün sürmüştü üçüncü Dünya savaşı. 3 günde yarım milyar insan katledildi. Kullanılan nükleer enerjili silahların haddi hesabı yoktu. Dünya üç guruba bölünmüştü. Ülkeler bu üç guruptan birini seçti ve hemen hemen her ülke ister istemez savaşa katılmak zorunda kaldı. Fakat üçüncü günün ardından, guruplardan biri olan “Bağımsızlar Gurubu” olağanüstü hal ilan etti ve görüşmeleri başlatarak savaşı durdurdu. Birleşmiş Milletler kararıyla ülkeler silahsızlandırılmaya başlandı. Tüm nükleer silahlar imha edildi. Normal silahlar yasaklanmadı, fakat üretimleri durduruldu. Hatta silah üretmeye devam eden firmalara suikast düzenlendi.

Tabi eğer makineler silah olarak kullanılamazsa, insanlar silah olarak kullanılacaktı, tıpkı geçmişte olduğu gibi. Makine gücü yoksa, el gücü. Ete et, dişe diş. Yakın dövüşün önemi bir anda had safhaya ulaştı. Hal böyle olunca Amerika bir anda dibi buldu. Nüfusu fazla olan ülkeler güçlü olmaya başladı. Çin gibi.

Bunun üzerine çok şey değişti. İnsan klonlama başlatıldı. Doping bir ihtiyaç haline geldi. Çatışmalarda en çok kullanılan şey, buydu. İşte Amerika’nın gizli deneyler başlatıp, yeni bir doping türü bulmaya çalışması böyle oldu. Otuz dört yıllık bir arayışın ardından da, istediğini buldu: X 12 342. Halk tarafından bilinen adıyla “Mango”. İnsanların fiziksel ve zihinsel özelliklerini inanılmaz boyutlara çıkaran bu dopingin yan etkisi duyguları öldürmesi ve kişinin geçmişini unutmasıdır. İnsanları dehşetengiz bir silaha dönüştüren bu doping, Amerika’nın diğer ülkelerden bir sır gibi sakladığı, bu hudutta kendi askerlerine de gizlice verdiği bir şeydi. Hemen ardından Amerika dördüncü Dünya savaşını başlattı.

Makine değil de insan gücünün kullanılması, savaşın 36 yıl 19 gün sürmesine sebep açtı. Savaşın sonunda Dünya’da yaşayan toplam insan sayısı, sadece 650 milyondu. Ülke denen bir şey kalmamıştı. Amerika tüm Dünya’ya karşı verdiği “Yeniden Tanrı olma savaşı”nı kaybetmişti, ama bir kazanan olduğu da söylenemezdi.

Şu an, yıl 2184. Dünya’daki kadın nüfusu gittikçe azalmış bir durumda. Savaştaki duygusuz askerlerin öldürmek için ilk tercihleri kadınlar olmuştu. Geride kalanlar ya çok genç ya çok yaşlı. İnsanların DNAlarındaki değişiklikler, doğan çocukların erkek olma olasılığını %50 artırmış, kız olma olasılığını %50 azaltmış bir durumda. Bu durum bir süre daha devam ederse insanlığın sonu gelebilir. Dünya’nın her yerinde, her şey talan edilmiş bir durumda. Artık resmi devletler yok. İnsanların yolda yürürken tecavüze uğrama ihtimali var. Herkes vahşileşmiş. Ağaçlar az. Kitaplar yok. Okul ya da eğitim diye bir şey yok. Her sokakta yıkılmış, terk edilmiş evler, apartmanlar, gökdelenler var. Üretim durmuş. İnsan eti yeniyor.

Yaşamak için öldürmek zorunda olduğunuz bir Dünya’dasınız artık.

Cehennemi aratmayan şu yeni Dünya’ya hoş geldiniz…
Vahşet her yanda ulu orta sergilenirken,

Sevişmek için saklanmak zorunda kaldığımız bir Dünyada yaşıyoruz.

-John Lennon.

Çevrimdışı Fëanor

  • *
  • 24
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Boşlukta Koşmak
« Yanıtla #1 : 14 Ağustos 2012, 00:37:50 »
  Giriş olduğunu biliyorum ama çok eksik ve aceleye getirilmiş gibi. Arka-planın sağlamlığının böyle hikayelerde çok önemli olduğunu düşündüğüm için yeterli gelmedi bana. Özellikle silahsızlanma dönemi çok yetersiz kalmış. Kısacası ayrıntı eksikliği sorunu var. Genede kadın-erkek oranı ve dopingler arkasından gelecek hikayeyi ilginçleştirebilecek nitelikte. Umarım bölümler kısa (kısa olması okumayı kolaylaştırıyor) ve sık aralıklarla gelir.
Ash nazg durbatulûk, ash nazg gimbatul,
Ash nazg thrakatulûk agh burzum-ishi krimpatul.

Çevrimdışı Raisor

  • ***
  • 793
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Boşlukta Koşmak
« Yanıtla #2 : 14 Ağustos 2012, 00:56:56 »
  Giriş olduğunu biliyorum ama çok eksik ve aceleye getirilmiş gibi. Arka-planın sağlamlığının böyle hikayelerde çok önemli olduğunu düşündüğüm için yeterli gelmedi bana. Özellikle silahsızlanma dönemi çok yetersiz kalmış. Kısacası ayrıntı eksikliği sorunu var.

Ben buna katılmıyorum. Tüm ayrıntıları bir anda vermek bana göre bir şey değil. Okuyun öğrenin mantığındayım. Tam tersine, yettiğinden fazla ayrıntıya girdiğimi bile söyleyebilirim. Tüm bu bölüm yerine şöyle bir paragraf ile ana konuya da girebilirdim:

"Üçüncü Dünya savaşından sonra ülkelerin silahsızlanmaya gitmesine rağmen, Amerika'nın bencil bir tutum izleyip insanları silah olarak kullanması, sonraları dördüncü Dünya savaşına neden oldu. İnsanları silah olarak kullanmasını sağlayan şey, Mango adı verilen ve kişilerin fiziksel niteliklerini anormal boyutlara ulaştıran bir dopingti. Sonuca baktığımızda insanların yüzde doksanı şu anda mezarda ve insanoğlunun bozulan genleri yüzünden erkek nüfusu giderek artıp, kadın nüfusu giderek azalıyor.

İşte böyle boktan bir durumda, Jordan adı verilen bir bebek dünyaya gelir ve..."


Hikayenin arka planının ne kadar geniş olduğunu, yaratıcı olarak ben biliyorum zaten. Peki bunu okuyuculara bir anda vermek iyi midir?

Fully disagreed.
Vahşet her yanda ulu orta sergilenirken,

Sevişmek için saklanmak zorunda kaldığımız bir Dünyada yaşıyoruz.

-John Lennon.

Çevrimdışı Rüzgar Adam

  • **
  • 54
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Boşlukta Koşmak
« Yanıtla #3 : 14 Ağustos 2012, 01:21:42 »
Sonraki bölümlerde detaylara fazla yaparsan sıkıcı olur(dünya ile ilgili kısımları).Okuyucu ana hikaye'yi öğrenirken dünya'nın nasıl değiştiğini de görmüş olur.
Ölürken bile beni göremeyeceksin Rüzgar Adam Görülemeyen Adam

Çevrimdışı Raisor

  • ***
  • 793
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Boşlukta Koşmak
« Yanıtla #4 : 14 Ağustos 2012, 01:26:09 »
Sonraki bölümlerde detaylara fazla yaparsan sıkıcı olur(dünya ile ilgili kısımları).Okuyucu ana hikaye'yi öğrenirken dünya'nın nasıl değiştiğini de görmüş olur.

Hah, işte buna "the point" diyorum. Neden detaya girmeme sebebim.

Ama tabi eğer "detaya girmeyeyim de sizi sıkmayayım" diye düşünürken, hikayeye "üstünkörü yazılmış" gibi bir izlenim kattıysam, affola. Üstünkörü olmadığını ve hikayeye emek verdiğimi dip parantez belirteyim hemen ^^
Vahşet her yanda ulu orta sergilenirken,

Sevişmek için saklanmak zorunda kaldığımız bir Dünyada yaşıyoruz.

-John Lennon.

Çevrimdışı Galaxie

  • **
  • 375
  • Rom: 17
    • Profili Görüntüle
Ynt: Boşlukta Koşmak
« Yanıtla #5 : 14 Ağustos 2012, 05:00:13 »
Ben detayların dozajını yerinde buldum. Bu bir giriş bölümü gibi zaten. Devam bölümlerinde de ufak ufak değinilirse güzel olur. Dili de gayet güzel akıcı. Yalnızca son iki cümle bana zorlama geldi.

Devamını bekliyoruz efendim.

Çevrimdışı Raisor

  • ***
  • 793
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Boşlukta Koşmak / Bölüm 2: Atılım
« Yanıtla #6 : 14 Ağustos 2012, 20:06:45 »



Bölüm 2: Atılım


“Dur, abi!”

Eğer sadece on dokuz yaşında bir gençseniz ve hayatta örnek aldığınız tek insanın bir pislik olduğunu biliyorsanız, bu sizi psikolojik bir bunalıma bile sokabilir. Ama Jordan, fazlasıyla umursamaz biriydi. Sorunlarla başa çıkabilecek bir yapıdaydı. Kendi doğrularının izinden koşuyordu. Abisini örnek alıyordu evet, çünkü etrafında ona yakın bir tek abisi vardı, ama kötü yönlerini örnek almamıştı ve abisinin bu kötü yönlerinin en az bir yılanın kendisi için ne kadar zararlı olabileceğinin farkında olan minik bir fare kadar farkındaydı.

Abisi, Jordan’ın dur emrini kale alamayacak kadar gözü dönmüş bir haldeydi. Sokağın ortasındaydılar. Sokağın karşısındaki genç, acı dolu bakışlarla Jordan’ın abisine bakıyordu. İki eli de havadaydı ama sağ elinde yarım ekmek duruyordu.

“Lütfen…” dedi genç oğlan. Tahminen 18 – 19 yaşlarındaydı ve buralarda yeniydi. “Günlerdir bir şey yememiştim. Bu ekmeği alabilmek için üç gündür çalışıyorum.”

Dünya yüzeyinde “sempatik” olarak nitelendirilebilecek pek az insan kalmışken, bu genç oğlanın, ki adı Keisa’ydı, böylesine sempatik bakışlara sahip olması çok ironikti. Siyah gözleri ve siyah saçları olan bu zayıf oğlan – ki bu dönemde şişman insan bulmak pek kolay değildi – şu anda 3 günlük yiyecek stokunun elinden tehditle alınmaya çalışılmasına dahi, bir an bile olsun korkudan titremeden, sadece yüzünde sempatik bir buruklukla reaksiyon vermişti. Çok uzun boylu sayılmazdı. Ama karizmatik bakışlara sahip olduğu bir gerçekti.

Yine de Jordan’ın abisi çocuğun söylediklerini kale almadı. Aksine, elindeki uzun bıçağı daha da dikleştirdi.

“Seni piç!” dedi yüzünü ekşiterek. “Ben de en az senin kadar açım!”

Zavallı oğlan boğazında düğümlenen boşluğu yutarak, havada kalmaktan yorgun düşmüş ellerini indirdi. Yüzüne bir gülümseme yerleştirerek konuşmaya devam etti:

“Sizinle ekmeği paylaşabilirim.” dedi nahoş bir ses tonuyla. “Üçe böleriz. Böylece kardeşiniz de yiyebilir.”

Oğlan hayatını kurtarmak için ekmeğin üçte ikisini teklif etmişti. Bu teklifi yapacak cesareti vardı. Çünkü eğer üç gün daha aç kalmaya devam ederse, zaten ölecekti. Kaybedecek bir şeyi olmayan bir adamdan her türlü teklifi duymak caizdir. Fakat yine de, Jordan’ın abisi hiç de bu teklife memnun olmuş gibi görünmüyordu.

“Lanet olsun” dedi. “O ekmeğin üçte biriyle doymamı nasıl beklersin!” bu kez daha da ciddileşmişti. Konuşma sesi yükselmiş, resmen çığlık atma seviyesine ulaşmıştı. Kendine daha fazla hakim olamadı ve elindeki bıçağını önde tutarak oğlana doğru koşmayı hazırlandı.

Ama işler planladığı gibi gitmedi. Jordan, abisinden hızlı davrandı. Bir anda yerdeki demir sopayı kaparak, abisinin şakağına indirdi. Vurmak için çok yanlış bir yer seçtiğini, birkaç saniye sonra öğrenecekti. Önce koşar adımlarla oğlanın yanına gitti. Sonra da bir eliyle elini tutup, diğer eliyle onu belinden kavradı ve “İyi misin?” diye sordu.

Hayır, iyi değildi. Jordan’ın abisi ile olan ilk karşılaşmalarının ardından koşarak kaçmaya çalışmış, fakat büyük talihsizlik sonucu düşerek ayağını burkmuştu. Bu yüzden de Jordan’ın abisi onu hemen yakalayabilmişti zaten. Tekrar kaçamamasındaki asıl neden de buydu. Jordan konuşmaya devam etti:

“İsmim Jordan. Şu yerde yatan ise benim abimdi. Onun kusuruna bakma, açlık başına vurmuş olmalı.” Bunu söylerken esmeye başlayan rüzgar, Jordan’ın beyaz saçlarını hafifçe salladı. Uzun saçlara sahipti, aynı Keisa’nın uzun siyah saçları gibi. Fakat bu iki oğlanın saç renklerinin birbirine tam zıt olması da, büyük bir ilginçliktir. Keisa’dan biraz daha uzundu. Keisa’nın sempatik yüz ifadelerinden yoksundu. Mimikleri biraz daha ciddiydi.

“Ben de Keisa” diye yanıtladı Keisa, Jordan’dan aldığı destek sayesinde burkulmuş ayağını sallayarak düzelmesini umarken. “Bu şehre geleli uzun bir zaman olmadı. Sokağın köşesindeki şu barda çalışıyorum, temizlikçi olarak. Her üç günde bir, yarım ekmek alıyorum bunun karşılığında ve her gün bir şişe su.” Yüzüne aptal bir gülümseme yerleştirerek konuşmaya devam etti. “Ve tüm emeklerimin bir anda çalınması kötü olurdu.”

Jordan cevap vermedi. Keisa’nın konuşmayı seven bir tip olduğunu hemen anlamıştı. Yerde yatan abisinin yanına doğru yürüdüler. Yerde yatan cansız bedenin yanına gelince, Jordan önce abisinin silahını alarak, cebine koydu. Sonra da onu dürterek uyandırmaya çalıştı.

O an fark etti nefes almadığını. Elini boynuna koyarak nabzını yokladı. Jordan’ın yüzü gittikçe ciddi bir hal alıyor, sararıyor ve gözleri her geçen saniye kızarıyordu.

“Yok” dedi. “Ben ne anlarım ki nabız yoklamaktan!” ve bir kahkaha attı. “Değil mi ama? Kesin yanlış yere bakıyorumdur. Bir de sen baksana?”

Bu kez eğilip nabız yoklayan kişi Keisa’ydı. Nabzı yokladıktan sonra yüzünü Jordan’a dönüp başını ‘hayır’ anlamında salladı. Bir anda benliğini bir keder dalgası sardı. Keisa suçlanacak bir şey yapmamıştı ama kendini suçlamadan edemedi.

Jordan yere çöktü. Dizlerinin üstüne. Ağlamıyordu, hayır. Anne ve babası ölürken de ağlamamıştı. Nedendir bilinmez, hiç ağlayamazdı. Ama şu anda duyduğu vicdan azabının ne kadar aşırı olduğunu, kolay kolay tahmin edemezsiniz.

Birkaç dakikalık sessizlik oldu. Yoldan sürekli birileri geçiyordu. Hiçbiri dönüp bakmıyordu. Böyle manzaralara hep alışıktılar. Ama içlerinden birinin bir anda sokak başında durup “Et!” diye bağırmasıyla, bu sakinlik bozuldu. Birkaç kişi hemen adamın yanına gelerek, onun baktığı tarafa baktılar.

“Lanet olsun!” dedi Jordan.

“Gitmemiz gerek, hemen!” diye yanıtladı Keisa.

Bir gurup adamın kendilerine doğru koşmaya başladıkları sırada, Jordan çoktan Keisa’nın belini kavramış, koşması için ona destek olmaya hazırlanmıştı. Etrafına dikkatlice bakınıp herhangi bir tehlikeye karşı tedbir almayı da unutmuyordu tabi. Sokağın diğer köşesinden soldaki yola saptıkları sırada, Jordan son kez abisinin cesedine baktı.

Bir gurup adam cesedin etrafında durmuş, cesedin göğüs kısmını kim yiyecek diye kavga ediyordu. İnsan etinin en güzel kısmı, göğüstür.
Vahşet her yanda ulu orta sergilenirken,

Sevişmek için saklanmak zorunda kaldığımız bir Dünyada yaşıyoruz.

-John Lennon.

Çevrimdışı Raisor

  • ***
  • 793
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Boşlukta Koşmak / Bölüm 3: Kader
« Yanıtla #7 : 15 Ağustos 2012, 17:16:24 »



Bölüm 3 – Kader


“Sanırım artık kendim yürüyebilirim, Jordan. Ayağımın daha iyi olduğunu seziyorum.”

Jordan, son beş dakikadır ağzını açıp tek kelime bile söylememişti. Şok, keder ve pişmanlığı bir anda yaşıyor, bunları yaşıyorken de hayatını yamyam canilerin elinden kurtarmaya çalışıyordu, ki kendi hayatını kurtarmaya çalışmak yeni bir şey değildi. Düzenli olarak kendi hayatını kurtarıyordu. İyi dövüşürdü. En azından adrenalin salgıladığı zamanlarda. Fakat yine de, üç farklı duyguyu bir anda yaşayıp üstüne kendi hayatını kurtarmaya çalışmak, bir de buna ilaveten hiç tanımadığı bu yabancının hayatını da kurtarmak, ona biraz ağır gelmişti.

İşte onu tüm bu düşüncelerden kurtaran da, bu yabancı olmuştu. Eğer konuşmasaydı, bu trans hali inme inmesine bile neden olabilirdi.

“Ah, tabi” dedi ve elini çekerek onu kendi haline bıraktı.

Keisa hala daha sıkı sıkıya tuttuğu ekmeğini yarıya böldü ve bu yarıyı Jordan’a uzattı. “Teşekkür ederim.” dedi. “Ve özür dilerim.”

“Özür dilenecek bir şey yapmadın” diye yanıtladı onu Jordan. Omuz silkti ve sanki “boş ver, umurumda bile değil” dermişçesine bir tavır takındı. Oysa içi kan ağlıyordu.

“Yine de özür dilerim.” dedi ve ekmeği alması için daha bir uzattı Jordan’a. Jordan kayıtsız bir ifadeyle ekmeği alarak cebine attı. Hemen sonra yürümeye devam ettiler.

Şehrin merkezine doğru yaklaşıyorlardı. Onlar yürüdükçe binaların boyları da yükseliyordu. Gerçi bu güzel manzara aşırı derecede aldatıcıydı. Çünkü binalar ne kadar da uzun olsalar, harabeydiler ve bomboştular. Dördüncü Dünya savaşından sonra evsiz insan kalmamıştı. Her sokakta, yıkık da olsa, onlarca boş ev bulunabilirdi.

Dört farklı yola dönülebilecek bir kavşağa geldiklerinde, Jordan köşedeki yıkık dükkanı gördü. “Girip sigara alayım” dedi ve kayıtsız adımlarla dükkana doğru ilerledi. Keisa hemen peşindeydi.

Dükkan yıkık döküktü ve etrafta yiyecek dışında her şey vardı. Süpürge, ilginç hediyelik eşyalar, saçma sapan şeyler. Jordan direk olarak kasada bekleyen ihtiyarın yanına yöneldi. Elindeki ekmeği yarıya bölerek ihtiyara uzattı.

“Bunun için bana kaç paket sigara verebilirsin?”

İhtiyar, ağzından salyalar akarak ekmeğe baktı. Fütursuz bir ses tonuyla “iki” dedi.

“İki mi? Şaka mı yapıyorsun?” Jordan adama sinirli bir bakış attı. “Gel, Keisa.” ve kapıya yöneldi.

“Elimde sadece iki paket kaldı.” dedi ihtiyar hemen. “Ama şunu da alabilirsin.” Jordan arkasına dönerek, ihtiyarın gösterdiği, köşedeki viski şişesine baktı. “Ah, evet. İçki içmek için güzel bir zaman. Umalım da yanlış şeyler yapacak kadar içmeyiz!” ve Keisa’ya bakarak bir kahkaha attı.

Viski şişesini ve iki sigarayı alarak dükkandan ayrıldılar.

Neden tütün bolca bulunuyorken buğday bulmak konusunda sıkıntı çekiyorlardı? Aslında durum böyle değildi. Tütünün buğdaydan daha fazla yetiştirildiği falan yoktu. Sadece buğday ya da arpa gibi şeyler, tütünden bin kat daha değerli bir hal almıştı. İnsanlar yoksullukları yüzünden sigara içmemeye alışmışlardı, ama yemek, hayatta kalmak için bir ihtiyaçtır. 750 milyon insan ekmek yiyordu. Ama 750 milyon insan sigara içmiyordu. Bu durumda ekmek daha değerliydi.

Dükkandan çıktıklarında, “Ben burada ayrılayım” dedi Keisa.

“Nereye gidiyorsun? Evin nerede ki senin?” diye sordu Jordan hemen.

“Ev mi? Hayır bir evim yok. Terkedilmiş evlerden birinde kalıyordum.”

“Yalnız mı?”

Bunu sorarken Jordan’ın gözleri parıldamıştı. Belki aşırı ben-merkezci bir tutumdu, ama Keisa’nın yalnız olması için dua ediyordu. Çünkü artık kendi de yalnızdı.

“Eğer Bay Hudson’u saymazsak, evet yalnızım. Bay Hudson zor zamanlarımda bana destek olan oyuncak ayım oluyor tabi. Sır saklamakta çok iyidir.” ve bir kahkaha attı Keisa.

“Evine gidip eşyalarını alalım. Hemen sonra benim evime gelirsin. Sana hiper – mega – süper kanım kaynadığını düşünüp havalara girme bu teklifim yüzünden. Sadece ben de artık yalnızım ve bu duygu sinirlerimi bozuyor. Buna çıkar ilişkileri de diyebiliriz.”

“Ah, tabi. Sen nasıl istersen.” dedi Keisa ve evinin yolunu tuttu. Bu sırada da, Jordan paketlerden birini açarak ağzına bir adet sigara koymuş, cebinden bir çakmak çıkarıp sigaranın ucunu ateşe vermiş, hemen sonra Keisa’yı takibe başlamıştı.
Vahşet her yanda ulu orta sergilenirken,

Sevişmek için saklanmak zorunda kaldığımız bir Dünyada yaşıyoruz.

-John Lennon.

Çevrimdışı Fiddler

  • ***
  • 565
  • Rom: 32
  • Bazen Herkes Duysun Diye..
    • Profili Görüntüle
    • A. Orçun CAN
Ynt: Boşlukta Koşmak
« Yanıtla #8 : 16 Ağustos 2012, 06:09:20 »
Hiçbir şekilde, kırmak, rencide etmek gibi bir isteğim olmadığını belirterek başlıyorum eleştirilerime. Lütfen, ona göre okuyunuz efendim.

Alıntı
Hikayedeki kişi ve kurumlar tamamen benim hayal ürünümdür. Bir şehir ismi görüp de hemen Google babaya sormanız bir sonuç vermeyecektir. Hikayede her türlü cinsellik, vahşet ya da ahlaksızlık bulunabilir. 18 yaşından küçük olanların, homofobisi olanların, kolayca midesi bulanacak kişilerin ya da erotizm okumak hoşuna gitmeyecek olanların bu hikayeyi okuma işine girişmemesi şiddetli bir biçimde tavsiye edilmektedir.

Bir "disclaimer"', bir uyarı yazısı olarak fazla olmuş. 18 yaş altı için sakıncalı olduğunu belirtmen ve kişi ve kurumların hayal ürünü olduğunu belirtmen yeterli olurmuş bence. Gerisi teferruat. Homofobisi olan insanın, erotizm okumak istemeyecek insanın okuyup okumaması ona kalsın. Yazdığın şeyden böbürlenmek gibi duruyor daha fazlası. "Bakın ben böyle de pis pis şeyler yazdım ama bunları kaldıramıyorsanız o sizin sorununuz" gibi havalı cümleler gibi algılanıyor. Burada "algılanıyor" kısmı önemli. Zira yapacağım yorumların büyük kısmı nasıl algılandıklarıyla ilgili ve insanlar bir şekilde algıladığı sürece maalesef aslında senin başka bir şekilde anlatmak istemiş olman bir işe yaramayacaktır.

Hikayeye geçecek olursak, çok ilgi çekici bir konu olduğunu söyleyerek başlamalıyım. İnsan eliyle gelen ve sonunda zombilerin olmadığı post-apokaliptik senaryolar her zaman hoşuma gitmiştir ve gayet güzel bir şey yakaladığını da söylemeliyim.

Hikayeyle ilgili daha ayrıntılı eleştirilere giriyorum:

Feanor'a katılıyorum. Eğer orada Bölüm 1 yazısını görüyorsam "giriş" ya da "prolog" yerine, o bölüm 1'de daha çok bilgilendirilmeyi hakediyorum (ki bölümleri çok kısa bulduğumu da belirtmeliyim) bence. Tüm ayrıntıları vermek bana göre değil demişsin; ama tüm ayrıntılardan çok beni neyin içerisinde olduğuma hazırlayacak kadar ayrıntı peşindeyim ben ve maalesef ilk bölüm bunları çok üstünkörü veriyor. Üstelik çok da ayarsız bir şekilde veriyor ki bence üstün körü yazılmış gibi görünmesine neden olan şey de bu (açıkçası senin yorumunu görene kadar ben de aceleyle yazılmış, tekrar okunup ikinci bir taslak çıkarılmamış olarak düşündüm). Örneğin,
"8 Ağustos 2094 tarihinde başlamıştı ve tam 3 gün sürmüştü üçüncü Dünya savaşı." diye bir cümle var; ama sonrasında dördüncü dünya savaşının ne zaman başladığına dair bir tarih yok. Sadece ne kadar sürdüğünü biliyoruz. Üstelik bizim hikayemiz dördüncü dünya savaşından da sonra da geçiyor. Üçüncü dünya savaşının tarihini bilip de dördüncü dünya savaşının tarihini bilmememiz için bir sebep göremiyorum ve açıkçası "hikayenin sonrasında o sebebi göreceğiz" dersen de inanmam şu an. Hikaye ileride bir takım küçük ipuçları bir şeylerle inandırırsa ne ala.

İlk bölümün genelinde bir hikaye anlatımından çok bir anlatıcı, dış ses havası olması hoşuma gitmedi. Bana ucuz geldi. Sinemada böyle bir yazısız kural gibi bir şey vardır. Dış ses koymak, anlatmak istediğin şeyi göstermek yerine yüzünü görmediğimiz birine anlattırmak işin kolayına kaçmaktır diye düşünülür. İlk bölümde böyle bir Tanrı konumunda, her şeye hakim anlatıcı var; ama sonraki bölümlerde başka bir anlatıcı var bize Jordan ve Keisa'nın hikayesini anlatan. Daha kişisel bir anlatıcı.

Bölümlerin kısalığından olsa gerek Jordan, ağabeyi, Keisa karakterlerine ilişkin yeterince bilgimiz yok ve üçüncü bölümün sonunda hala bir şey bilmiyor olmak benim açımdan sinir bozucu. Geçmişlerini, neler yaptıklarını, neler ettiklerini bilelim olarak demiyorum bunu; ama konuşma tarzları, kullandıkları sözcükler vs. bunların kendilerine özgü olduklarını daha çok görmek isterdim. Şu an adları dışında çok bir farklarını göremiyorum. Adını bilmediğim ağabey (muhtemelen açlıktan dolayı) sinirli, Jordan anlatıcının buyurduğu üzere umursamaz ve Keisa'da garip bir şekilde güleç, bunları gördük. Ve bunlar da Edebiyat anlamında bu kişileri karakterlerden çok "tip"ler haline getiriyor.

Zira modern edebiyatta (postmodern edebiyatta biraz daha farklı olsa da) tek boyutlu, yani tek bir özelliği vurgulanan kişiler "tip" (Varyemez amca, Moliere'in Cimri'si vs.), farklı karakter boyutları ve içlerinde zaman içerisinde değişim gösterebilen kişiler de "karakter" olarak tanımlanır.

Bu noktada ben ne dünyayla, ne karakterlerle, ne de (haliyle yaşadığım şeylere çok uzak olduğu için) yaşanan olaylarla kendim arasında bir bağ kuramadım. Bu bağı kuramadığım sürece de hikayeyi itekleyerek okuyorum, hikaye kendini okutmuyor da ben kendimi onu okumak için zorlar hale geliyorum.

Bazı yerlerde şöyle şeyler var ki; okuyucu olarak benim bir saniye hikayeden kafamı kaldırıp "Bu saçma oldu" dememe sebep oluyor: "Bir anda benliğini bir keder dalgası sardı. Suçlanacak bir şey yapmamıştı ama kendini suçlamadan edemedi."

Ağabeyini öldürdüğünü farkettiği zaman gelen bir cümle bu. Bence suçlanacak bir şey yapmıştı ve kendini suçlasın lütfen. Öz ağabeyini öldürdü ve kendini suçlamalı elbette. Tamam belki de hakikaten zamanın şartlarına göre o kadar da suçlu değil bu durumda; ama yine de okuyucunun bir anda "aa evet suçlayamayız" demesini bekleyebileceğin bir noktada değiliz bence. O adam da kendini suçlamalı, okuyucu da yeterince suçladığından tatmin olmalı, ve bunun suçlanacak bir şey olup olmadığına anlatıcı değil okuyucu karar vermeli bence.

Başka bir not olarak, anlatım tarzını biraz zorlama buldum. Zorlamadan kastım da şu. Vurucu olmak isteyen bir anlatım, vurucu olması da gerçekten cuk oturacak hikayeye; ama vurucu olmak için fazla uğraşıyor. Bölüm sonlarında bana "Cehennemi aratmayan Dünya'ya hoş geldiniz.." ya da "İnsan etinin en güzel yeri göğüstür" gibi cümleler kuruyor.

Aynı şekilde bölüm sonlarında değil de bölümün kendi seyrinde dahi "   “Girip sigara alayım” dedi ve kayıtsız adımlarla dükkana doğru ilerledi.  " gibi cümleler bulunuyor. Okuyucuya illa kayıtsız adımlarla yürüdüğünü söylemek gerekiyor mu? O sözcük kullanılmasa ben burayı okurken Jordan'ın dükkana etekleri zil çalarak ya da hüzün bekçisi olarak gideceğini mi düşüneceğim?

Diyaloglarda da yine benzer bir gerçekçilik sıkıntısı olduğunu düşünüyorum. Böyle durumlarda özellikle sesli olarak kendi kendine canlandırmak işe yaramıştır hep bende. Farkındayım içinde bulunulan durumun zaten gerçeklikten çok uzak olduğunu; ama kullandıkları sözcükler, konuşma tarzları gibi şeylerden çok kurulan cümleler sanki gerçek bir diyalog gibi duyulmaktan çok "iyi", hatta "cool" duyulmaya çalışılıyormuş gibi.

Hikayenin geneline yayılmış bir tutarsızlık seziyorum sonuç olarak. Anlatım tarzı, karakterlerin nasıl bireyler olduğu, içinde bulundukları durumun kendilerine özel zorlukları/güzellikleri ve saire gidip geliyor sanki. Yine Feanor'un dediği aceleye getirilmişlik/özensizlik durumuna geliyor bu da. Elbette sen her şeyi biliyor, her şeye çok hakim olabilirsin; ama bize bunu gösteremiyorsun. Bu yüzden okuduğum şeyi öyle algılıyorum.

Öte yandan, görüyorum ki çok yazıyorsun. Hele bir de çok okuyorsan bu iyi bir şey. Tabii ki bunların hepsi geliştirmek için var olan şeyler ve geliştikleri zaman harika olacaklar. İyi hikayeler bulabildiğine inanıyorum, onları en iyi şekilde aktarabilecek potansiyelinin olduğuna da inanıyorum. O yüzden bu yolda olabildiğince devam etmeni diliyorum.

Yine tabii öte yandan, bu iyi yönlerine gölge düşürebileceğini düşündüğüm bir yanın olduğunu da farkediyorum. Şöyle bir baktığım zaman söylenilen her şeye bir cevabın, açıklaman var. Bu güzel bir şey elbette; ama şunun da bilincinde olmalısın ki yarın öbür gün yayımlandığın zaman insanlar yazdıkların hakkındaki yorumlarını yüzüne karşı paylaşmayacaklar. Bir kitabını alıp okuyacaklar, beğenecek ya da beğenmeyecekler, kendi çevrelerinde eleştirip rafa kaldıracaklar. Senin kendini savunman gibi bir durum söz konusu olmayacak. Burada da (elbette benim de söylediklerim dahil) gelen sözleri öyle yorumlamalısın bence. Neticede dediğim gibi, ben o potansiyeli görüyorum, sen bir eleştiriye açıklama getirdiğin zaman söylediğin şeyi de anlıyorum; ama en başa dönüp de hikayeye baktığımda hikayeden algıladığım şey değişmiyor. Algıladığım şeyin değişmesi için de hikayedeki şeyin değişmesi gerekiyor.

Bu kısmı tam açıklayabildiğimi de düşünmüyorum; ama dilersen müsait bir zamanda uzun uzun konuşmak isterim bu konuyu.

Sonuç olarak kurguladığın şeyi beğendim; ama o kurgunu anlatışını kurgunun kendisi kadar beğenmedim. Umuyorum ki ilerideki bölümlerde hikaye gelişecektir.

Kalemine sağlık.
Saatleri Ayarlama Enstitüsü okuyalım..

Çevrimdışı Raisor

  • ***
  • 793
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Boşlukta Koşmak
« Yanıtla #9 : 16 Ağustos 2012, 06:52:26 »
Yine tabii öte yandan, bu iyi yönlerine gölge düşürebileceğini düşündüğüm bir yanın olduğunu da farkediyorum. Şöyle bir baktığım zaman söylenilen her şeye bir cevabın, açıklaman var. Bu güzel bir şey elbette; ama şunun da bilincinde olmalısın ki yarın öbür gün yayımlandığın zaman insanlar yazdıkların hakkındaki yorumlarını yüzüne karşı paylaşmayacaklar. Bir kitabını alıp okuyacaklar, beğenecek ya da beğenmeyecekler, kendi çevrelerinde eleştirip rafa kaldıracaklar. Senin kendini savunman gibi bir durum söz konusu olmayacak. Burada da (elbette benim de söylediklerim dahil) gelen sözleri öyle yorumlamalısın bence. Neticede dediğim gibi, ben o potansiyeli görüyorum, sen bir eleştiriye açıklama getirdiğin zaman söylediğin şeyi de anlıyorum; ama en başa dönüp de hikayeye baktığımda hikayeden algıladığım şey değişmiyor. Algıladığım şeyin değişmesi için de hikayedeki şeyin değişmesi gerekiyor.

Efendim bu sözlere rağmen, söylemek istediğim birkaç şey olacak. Kendimi savunmayacağım, sadece bunları hikayenin gelecekteki akışı için söylemem gerekiyor.

Bir "disclaimer"', bir uyarı yazısı olarak fazla olmuş. 18 yaş altı için sakıncalı olduğunu belirtmen ve kişi ve kurumların hayal ürünü olduğunu belirtmen yeterli olurmuş bence. Gerisi teferruat. Homofobisi olan insanın, erotizm okumak istemeyecek insanın okuyup okumaması ona kalsın. Yazdığın şeyden böbürlenmek gibi duruyor daha fazlası. "Bakın ben böyle de pis pis şeyler yazdım ama bunları kaldıramıyorsanız o sizin sorununuz" gibi havalı cümleler gibi algılanıyor. Burada "algılanıyor" kısmı önemli. Zira yapacağım yorumların büyük kısmı nasıl algılandıklarıyla ilgili ve insanlar bir şekilde algıladığı sürece maalesef aslında senin başka bir şekilde anlatmak istemiş olman bir işe yaramayacaktır.

Ehem ehem. İnanır mısın bilemem, bu uyarıyı yazarken "kesin okuyucular bu uyarıyı bu şekilde yorumlayacaktır." diye düşündüm, çünkü tam bir insan sarrafıyımdır. Ama umursamadan yine de bu uyarıyı üstüne basa basa yaptım. Sadece '+18'dir deyip bırakmak olmazdı, etik değildi. Bunun sebebi, yaşadığımız toplum olarak özetlenebilir. Eğer ben önceden "Bakınız efendim bu hikayede eşcinsel var, işinize gelmezse okumayın." demeseydim ve dinine aşırı bağlı biri bu uyarı olmadığı için hikayeyi okumaya devam etseydi, sonra da "Sen ne biçim adamsın, bu hikayede gay var lan!" deseydi, daha iyi mi olurdu? Bunlar daha önceden forumda yaşanmış şeyler maalesef. Hani maalesef diyorum, çünkü bu forumda bile bu kafada insanlara rastlandı daha önce.

Feanor'a katılıyorum. Eğer orada Bölüm 1 yazısını görüyorsam "giriş" ya da "prolog" yerine, o bölüm 1'de daha çok bilgilendirilmeyi hakediyorum (ki bölümleri çok kısa bulduğumu da belirtmeliyim) bence. Tüm ayrıntıları vermek bana göre değil demişsin; ama tüm ayrıntılardan çok beni neyin içerisinde olduğuma hazırlayacak kadar ayrıntı peşindeyim ben ve maalesef ilk bölüm bunları çok üstünkörü veriyor. Üstelik çok da ayarsız bir şekilde veriyor ki bence üstün körü yazılmış gibi görünmesine neden olan şey de bu (açıkçası senin yorumunu görene kadar ben de aceleyle yazılmış, tekrar okunup ikinci bir taslak çıkarılmamış olarak düşündüm).

Birinci bölüm olarak kayıtlara ismi geçen şu ilk bölümü yazarken acayip şüpheye düşmüştüm ve sinirlerim de bozulmuştu. Zira 'buna birinci bölüm mü desem, giriş bölümü mü desem?' gibilerinden düşünmüştüm ve kafayı yemek üzereydim. Yüz kez düzenledim ben o bölümü. Aşırı ayrıntıya girerek bazı ilerde vermek istediğim sırları şimdiden vermeme endişesine bürünüp, bir de aşırı üstünkörü yazıp insanların kafalarını soru işaretleriyle donatmamak arasındaki ince çizgide koşup durdum. Sonuç olarak başarıya ulaşamamış olmak beni üzüyor. Daha fazla bir şey diyemem, çünkü bu yazdıklarında büyük bir haklılık payı vardır.

"8 Ağustos 2094 tarihinde başlamıştı ve tam 3 gün sürmüştü üçüncü Dünya savaşı." diye bir cümle var; ama sonrasında dördüncü dünya savaşının ne zaman başladığına dair bir tarih yok. Sadece ne kadar sürdüğünü biliyoruz. Üstelik bizim hikayemiz dördüncü dünya savaşından da sonra da geçiyor. Üçüncü dünya savaşının tarihini bilip de dördüncü dünya savaşının tarihini bilmememiz için bir sebep göremiyorum ve açıkçası "hikayenin sonrasında o sebebi göreceğiz" dersen de inanmam şu an. Hikaye ileride bir takım küçük ipuçları bir şeylerle inandırırsa ne ala.

Aslında Amerika'nın 34 yıllık bir arayışın ardından istediğini bulduğunu ve savaşı başlattığını yazmıştım tam tarih vermesem de. Yani 2094 + 34 dersek, 2128 tarihinde başlamıştı dördüncü savaş. Hoş, tam bir tarih vermediğim doğrudur. Neden böyle bir ayrıntıyı fark edemediğimi ben de anlamış değilim.

Bölümlerin kısalığından olsa gerek Jordan,...

Daha bu cümleyi okurkenden kendimden nefret ettim. Bölümün birine başladığımda ve sadece tek bir bölümün 6 word sayfasını olduğunu gördüğümde bölümleri ikiye ayırmış ve kısaltmıştım, büyük hata etmişim. İnsanları uzundur gibisinden sıkmayayım diye düşünüp de çöpe attığım o kadar paragrafa şu an ben kendim acıdım. Biraz da yukarıdaki üyelerin "Sık ve kısa olsun" demelerinden kaynaklandı bu. Uzun olursa okumayacakları endişesine kapıldım. Sanırım karakterlerin tam olarak kişiliklerini yansıtamamam da bundan kaynaklandı. Ya da anlatımımdaki diğer problemler.

Bazı yerlerde şöyle şeyler var ki; okuyucu olarak benim bir saniye hikayeden kafamı kaldırıp "Bu saçma oldu" dememe sebep oluyor: "Bir anda benliğini bir keder dalgası sardı. Suçlanacak bir şey yapmamıştı ama kendini suçlamadan edemedi."

Ağabeyini öldürdüğünü farkettiği zaman gelen bir cümle bu. Bence suçlanacak bir şey yapmıştı ve kendini suçlasın lütfen. Öz ağabeyini öldürdü ve kendini suçlamalı elbette. Tamam belki de hakikaten zamanın şartlarına göre o kadar da suçlu değil bu durumda; ama yine de okuyucunun bir anda "aa evet suçlayamayız" demesini bekleyebileceğin bir noktada değiliz bence. O adam da kendini suçlamalı, okuyucu da yeterince suçladığından tatmin olmalı, ve bunun suçlanacak bir şey olup olmadığına anlatıcı değil okuyucu karar vermeli bence.


Bu yukarıda alıntıladığın sözler Jordan'ın değil, Keisa'nın düşünceleriydi. Jordan zaten kendini suçlamak zorunda bir yerde, abisini öldürdüğü bir gerçek. Tabi iki kişinin düşüncelerini birbirine karıştırdığın için seni suçlayamam, bu benim yazar olarak komplike anlattığımı gösteriyor. Olur mu hiç yahu, Jordan kendini bir anda nasıl avutabilir 'ben suçsuzum' gibilerinden? Bu avutma işini ona Keisa zamanla uygular, o da belki. Yanlış anlaşılma var orada ^^

**

Son olarak ince yorumun için ne kadar minnettar olduğumu söylesem de azdır. Belki de hayatımda ilk kez böyle detaylı bir yorum alıyorum ve bunun şu anda beni ne kadar mutlu ettiğini anlatamam. Böyle bir yorumun ardından, hikayenin kalanı da en az sizin bu yoruma verdiğiniz özveri kadar özverili olacaktır. Hem sizin bana söylediğiniz hatalarımı dikkate almış olacağım elimden geldiğince, - sadece bu yazıda da değil, tüm yazılarımda - hem de artık yazmam için bir sebebim daha olmuş olacak.

Sizin de dediğiniz gibi, İngilizlerin meşhur sözü vardır, "You made my day" diye.

Çok teşekkür ederim...
Vahşet her yanda ulu orta sergilenirken,

Sevişmek için saklanmak zorunda kaldığımız bir Dünyada yaşıyoruz.

-John Lennon.

Çevrimdışı Raisor

  • ***
  • 793
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Boşlukta Koşmak / Bölüm 4: İlk Deneyim
« Yanıtla #10 : 17 Ağustos 2012, 13:57:24 »



Bölüm 4: İlk Deneyim


Keisa’nın Jordan’ın yüzünde gördüğü tek şey umursamazlık değildi. Hayır. Keisa Jordan’ın güzel yüzünde bambaşka bir şey görüyordu. O kayıtsız suratın ardında, zavallı, yaşama sevincini kaybetmiş, acısını, pişmanlığını, hayatını, diğer her şeyi gizlemeye çalışan, bunu gizlemek için de ciddi ifadeler takınmanın işe yarayabileceğini sanan, çok şey bildiğini sanıp aslında hiçbir şey bilmeyen, gizemli olmaya çalışıp aslında hiçbir şey olamamış, ama karizmatikliğinden de ödün vermemiş bir genç görüyordu. Onun için üzülüyordu ama bunu belli etmemek için sürekli gülümsüyordu. Jordan’ın bu gülümseyişlerine dahi aldırmaması, ayrı bir olaydı tabi.

Jordan gibi değildi. Ailesinin tüm fertlerini trajik bir şekilde kaybetmemişti. Onun hikayesi bambaşkaydı. Bir aşkın değil, geçici bir zevkin ürünüydü ve babasının kim olduğunu annesi bile bilmiyordu. Annesinin tek bildiği, bu piçten nefret ettiğiydi. Uzun yıllar önce biyoloji derslerinde anlatılan ve doğumdan sonra annelik hormonlarının devreye girip anneyi çocuğu korumaya ittiği iddia edilen o hormonsal durum bir yalandan ibadetti. Annesi bir hayat kadınıydı. Hoş, hemen hemen tüm kadınlar hayat kadınıydı artık. Zaten bir kadın görmek de bir erkek için Tanrı’yı görmek gibiydi. Annesinin iki ekmek karşılığında kendini sattığını Keisa da biliyordu. Zira annesi Keisa doğduktan birkaç ay sonra da aynı işe devam etmişti.

Eve girip çıkan adamların utancına ve annesinin ona olan nefretine rağmen, o evden ayrılmayı bir an bile düşünmemişti. Ta ki annesinin ona “Bu güzel suratını değerlendirmek lazım.” dediği güne kadar. “Senin için çok şey teklif edebilecek adamlar vardır.”

Keisa aynı gece evden kaçmış, soluğu kilometrelerce ötedeki bu yabancı şehirde almıştı.

“Biliyor musun?” dedi bir anda yolda durup. “O viskiyi almamalıydık. Çünkü insanları sarhoş edip tüm sırlarını öğrenmek gibi pis bir huyum vardır.”

Jordan bir an durdu. Fakat cevap vermeden yürümeye devam etti.

“Neden cevap vermedin?” dedi Keisa yürümeye devam ederek. “Benden korkmuyor musun? Her yabancı erkeği evine davet mi ediyorsun?”

“Sen neden soru sorup duruyorsun ki? Seni her davet edenin evine gidecek kadar düşük müsün yoksa? Belki de asıl ben seni sarhoş edip yatağa atmayı falan planlıyorum. Tabi bunun için sarhoş etmeye de gerek yok, eminim ki.”

Bu kez cevap vermeme sırası Keisa’ya geçmişti. Sadece yürümeye devam etti.

“Neden cevap vermedin?” dedi Jordan imalı bir şekilde. “Benim dertlerimi dinleyecekmiş, peh! Kendini psikolog falan mı sandın? Sonuncusu yüz yıl önce ölmüştü.”

Keisa gülen yüzünden eser kalmamış bir halde kafasını eğdi bu kez. Beyaz bluzunun ve siyah pantolonunun ardında sıradanlıktan uzak bir izlenim yaratıyordu.

“Beni suçluyorsun, değil mi?” dedi. “İnat etmeyip o ekmeği verseydim ve oradan ayrılsaydım, abin öl…”

Jordan’ın sinirle kendisine bakmasıyla sözlerini yarıda kesti.

“O senin ekmeğindi, vermek zorunda değildin! Benimle dalga mı geçiyorsun? Sözlerim sana ağır geldi de hemen duygu sömürüsü falan mı yapıyorsun? Lanet olsun onu ben öldürdüm!” sinirle ceketini çıkarıp yere savurdu.

“Jordan?” dedi Keisa şaşkınlıkla.

“Kahretsin! Onu ben… Kendi ellerimle!”

Jordan’ın sesi çığlık seviyesine yükselmişti birden ve yüzünde öfke vardı. Yerde uçuşmakta olan bir kağıt parçasına tekme basarak kağıdın ona karşılık vermesini bekledi. Keisa bu ani cinnet karşısında ne yapacağını bilemiyordu. Öyle yolun ortasında durmuş, Jordan’ın sağa sola tekme atmasını ve bağırarak saçmalamasını izliyordu. Yüreği daha fazla bu duruma razı gelmeyince ise koşar adımlarla Jordan’a doğru yürümüş, üzerine atlayarak onu yere bastırmıştı.

“Kendine gel!” dedi. “Yaşadığımız her kötü olayda bu kadar çökersen ne olur halimiz!”

Jordan bunun üzerine hemen yaptığı şeye bir son verdi. Onu yere fırlatan ve şu anda üzerinde durmuş, kendisine o sempatik bakışlarla bakmaya devam eden ve vücudunu yere bastıran Keisa’nın az önceki “çökmek” kelimesi onu bönleştirdi. Çökmek mi? Hayır! Çökemezdi. Tamam, yaşamak onun için çok da önemli değildi. Ama geleceğine karşı bir merak duyuyordu. Bir anda kendinden geçip tüm o umursuz ve karizmatik tavırlarından vazgeçemezdi. Hafif utanarak, “üzerimden kalkabilir misin?” diye sordu.

Aslında hayır, soramadı. Jordan'ın ağız hareketleri Keisa’nın dudakları sayesinde bir anda kesildi.

Bu ilginç harekete – ki baktığınızda sadece yarım saattir tanışıyorlardı - Jordan kayıtsız kalamadı. Yolun orta yerinde seviştiler. Pek çok insan o sokaktan geçti. Bu da görülmeye alışılmış bir diğer manzaraydı, yine kimse bir şey demedi.

**

‘Bay Hudson’ olarak isimlendirilmiş bez bebeğin sadece on santim boyunda, kollarından biri çıkmış, burnu siyah bir düğmeden oluşturulan, gözlerinin süper kahramanları aratmadığı, pis bir şey olduğunu gören Jordan, pis bir kahkaha attı ama hemen sonra küçük bir tokat hissetti ensesinde.

“Gülmeyi kes” dedi Keisa. Tokat atmış olan oydu ve Jordan o pis kahkahasını sürdürseydi tekme de atardı.

“Bu bebeği bırak Keisa. Artık bir çocuk değilsin. Artık yalnız da değilsin.”

Eşyaları toparlamak için buraya geldiler ama toparlanacak bir eşya bulamadılar. Sadece bir sırt çantası vardı Keisa’nın. Bir de yarım şişe kadar suyu vardı. Sırt çantasının içinde de kayda değer pek bir şey yoktu. Daha doğrusu, çantanın içinde kayda değer tek şey uzun bir bıçaktı. Bıçağın sapı leopar desenindeydi ve ekmek kesmekten çok insan kesmek için kullanıldığı barizdi. Tabi Keisa böyle bir bıçağı kullanacak yüreğe sahip miydi, tartışılırdı.

“Bu bıçağı nerde buldun?” diye sordu Jordan.

“Yerde” diye yanıtladı Jordan. “Böyle değerli şeyleri de atabiliyorlar.”

Bıçağı Jordan’ın elinden kapıp çantaya attı. Yarım şişe suyu da sırt çantasına koydu ve çantayı sırtına takarak “Gitmeye hazırım.” dedi. Bay Hudson’u almadı.

Jordan’ın evine varmak için on beş dakika daha yürümeleri gerekti. Yolda pek konuştukları söylenemezdi. Trans halde yürüdüler ve bir – iki sigara içtiler. Ne olduğunu anlamadan da Jordan’ın evine vardılar.

Buranın, Keisa’nın evinin aksine, bir kapısı ve bir kilidi vardı. Daha az dökülmüş duvarlara, daha sağlam duran bir yapıya sahipti. Jordan cebinden bir anahtar çıkardı ve kapıyı açtı. Keisa’yı içeri çekerek kapıyı kapattı ve arkasından kapıyı kilitledi. Her şeyi çok seri yapmıştı. Aslına bakarsanız, tez canlı biri olduğu da açıktı.

“Artık abimin odası senindir” dedi Jordan ve onu abisinin odasına doğru sürükledi.

“Ah, ben senin odanı istiyordum.” dedi Keisa.

“O halde ben bu odaya taşınırım.”

“Deli olma, sen hangi odadaysan ben de o odaya taşınacağım.”

Bu küçük konuşma kapı sesiyle bölündü.

Kapı sesi? Şu zamanda insanların kapı sesi duymalarının tek bir açıklaması olabilirdi. Haneye tecavüz, içerdekilere tecavüz, hırsızlık, baskın. “Babaannemi ziyarete gidiyorum.” zamanları değildi bu zamanlar. Hem Jordan, hem Keisa bir anda korkudan zıpladılar. Hiç ses çıkarmamaya karar verdiyseler de, birkaç saniye içinde kapının kırılma sesi duyuldu. Çok geçmeden mavi pantolonlu, mavi ceketli ve mavi kravatlı dört adamı karşılarında buldular.

“Biz kalkınma bakanlığından ülke savunma amirleri. Hakkınızdaki suçlamalar yüzünden tutuklanıyorsunuz.” dedi içlerinden yaşça daha büyük olanı.

“Suçlamalar?” dedi Jordan şaşkınlıkla.

“Cinayet. Dan’i öldürdünüz mü?”

Dan. Bu, Jordan’ın abisinin ismiydi.

Kalkınma bakanlığını duymuşlardı. Özellikle Jordan çok iyi biliyordu çünkü abisi bu topluluktan önceleri bahsetmişti. Ama bu şehirde bir güzergahları olduğunu Jordan bilmiyordu. Peki neden şimdi? O kadar cinayete hiçbir tepki gösterilmemişken, neden şimdi?

İsminin Kalkınma bakanlığı olduğuna pek aldırış etmeyin. Bu, resmi bir kuruluş değildi. Büyük suçluların ensesinde bitip onları tutuklayan, resmi olmayan ama güçlü bir topluluktu.

Adam direk “Dan’i öldürdünüz mü?” diye sormuştu. Sanki bir arkadaşıymış gibi.

Çok yanlış bir adamı öldürdüğünü fark etti Jordan. Neden böyle sağlam bir evde yaşadıklarını şimdi anlamıştı. Abisinin bu bakanlık hakkında neden bu kadar bilgi bildiğini de şimdi anlamıştı. Akıllıydı.

Adamlara cevap vermedi.

Mavi giysili ve az önce Jordan’la konuşan ihtiyar, bir el işareti yaptı. Diğer adamlar ellerinde kelepçelerle öne atıldı ve Jordan’la Keisa’yı ellerinden kelepçeledi.

Onları zorla çekiştirerek evin dışına çıkarıp, yine zorla siyah bir arabaya bindirdiler.

"En azından, ömrümde ilk kez bir araba görmüş oldum." dedi Keisa.
Vahşet her yanda ulu orta sergilenirken,

Sevişmek için saklanmak zorunda kaldığımız bir Dünyada yaşıyoruz.

-John Lennon.

Çevrimdışı Raisor

  • ***
  • 793
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Boşlukta Koşmak / Bölüm 5: Tutku
« Yanıtla #11 : 20 Ağustos 2012, 17:56:32 »
Bu bölümü yayınlamam biraz uzun sürdü, bunun sebebi biraz araştırmaya koyulmam. Mantık hatası yapmamak için fazla çalışmak zorunda kaldığım bir bölüm oldu bu. Ama sanırım sonunda kaldığım yerden devam edebiliyorum.





Bölüm 5: Tutku


Yıkık evlerin arasından hiç bu kadar hızlı geçmemişti Jordan. Evler bir görünüp bir kayboluyordu siyah camların ardından. Bir insanın böyle bir hızla koşabilmesine ihtimal yoktu. Ancak bu şekilde, yani araçların içinde böylesine hızlı gidilebilirdi. Bu çok basit bir gerçekti, evet. Ama Jordan bunu ancak şimdi öğrenebiliyordu.

Hızlı gitmek erken gitmeyi de getiriyordu. Jordan, yürüyerek gitmenin insan ömrüne sığmayacağı kadar uzun sürebileceğini düşündüğü bir noktaya sadece 45 dakikada varmıştı. Bu hayatının en ilginç deneyimiydi. Gerçi şu anda bile, bundan daha öte bir şey hissedememişti. Ona ne olacağı umurunda bile değildi. Ot gibi yaşayıp ne olursa olsun kabullenen bomboş bir adamdı.

Bu yolculuk sırasında çorak araziler, yıkık evler, cesetler, yığılmış çöpler, sıcaktan yanmış otlar ve birbirine sataşan insanlar gördü. Bunların bazılarını görmeye alışıktı. Ama bazıları onun için çok yeniydi. Buna da aldırmadı. Kendini abisini öldürmekle suçluyordu zaten, bu adamların da suçlaması bir şeyi değiştiremezdi. Keisa’yı kurtardığı için pişman değildi. Ama o anki aceleden abisinin şakağına vurmamalıydı. Neden ense köküne kudretli bir şekilde o demir çubuğu patlatıp da kardeşinin bayılmasını sağlayamayacak kadar beceriksiz çıkmıştı? Yapması gereken buydu.

Araba terkedilmiş, yıkık dökük bir evin önünde yavaşladı ve sinyal vererek evin garajına dönüş yaptı. Bu büyük ironiydi. Bir zamanlar arkalarında başka arabalar varken sinyal vermeye üşenen insanoğlu yalnızken neden sinyal versindi ki? Sanırım arkalarında birileri varmış gibi davranmak, bu yalana kendilerini inandırmak. Aslında yalnızlığın acizliği de denebilir buna. Bunu fark etmiş olacak ki, şoför kendi kendine bir kahkaha patlattı.

“Kurallar. Alışkanlık yaratıyor. Kuralsızlığın eksikliği onları uygulama arayışına neden oluyor.”

O adamın saçları mordu ve inanılmaz kısa boyluydu. Söylediklerini kimse anlamadı. En azından Jordan anlamadı. ‘Kural’ kelimesinin neredeyse yok oluşa doğru gittiği ve insanların araba sinyalinin ne olduğunu bilmediği bir dönemdi. Anayasa diye bir şey yoktu. Çünkü bir devlet yoktu. Bir ülke yoktu. Herkes kafasına göre takılıyor, minik gruplaşmalar oluşturuluyor ve büyük balık küçük balığı yutuyordu. Kurallardan çok, büyük balıkların hükümleri vardı. Sadece iki yüz yıl içinde tarih ne kadar da değişmişti? Aslında bırakın iki yüz yılı, bazen bir gecede çok şey değişebiliyor. Ya da bir saniyede. Olması gereken rutin şeyler, monotonluğun bozulmasıyla paramparça olup dağılabiliyor. Her sabah yaptığı gibi yürüyüş yapmaya çıkan bir kadın, bir saniyelik bir zamansal değişim sonucu, bir trafik kazasına kurban gidebiliyor. Eğer evden beş dakika geç çıksa, ölmeyebilirdi.

Ama tabi, artık trafik kazaları da olmuyor. Rutini bozan olaylar, daha karmaşık bir şekilde gerçekleşiyor. Bunu da en iyi Jordan bilirdi. Her gece içmek için bara giden ve hep eve geç gelen babası, ki dördüncü dünya savaşından sonra belki de en çok iş gören ama aynı zamanda en ucuz yerler barlar olmuştu, bir gece muhtemel üçüncü bir çocuğu yapmak istemişti ve karısı bunu reddedince cinnet geçirip onu doğramaya çalışmıştı. Hayır buna çalışmamıştı, gerçekleştirmişti ve bunu çocuklarının gözü önünde yapmıştı. Hemen sonra Jordan’ın abisi Dan de babasını doğradı ve bu konuyu kardeşiyle birlikte yaşadıkları sonraki dokuz yıl boyunca bir kere bile olsun açmadılar.

Tüm bu olay ise sadece iki dakika içinde gerçekleşmişti. Birini öldürmek için ne kadar da aşağılık bir sebepti bu böyle! En azından Jordan hep böyle düşünmüştü.

Arabayı güzelce park ettikten sonra, diğerleri Jordan ve Keisa’yı zorla arabadan indirerek içeri sürükledi. Aslında sürükledi dersem yanlış olur, çünkü yol boyunca düşünüp durumu kabullenmeleri gerektiğini anlayan Keisa ve Jordan artık karşı koymuyordu. Usul hal ile adamları takip ettiler. Ellerindeki kelepçeler hala duruyordu. Hayatında hiç kelepçe görmemiş olmalarına rağmen, zorlama ile açılmayacağını anlayacak kadar akıllıydılar.

Yıkık evin kapısından içeri girdiler ve koridorun sonunda genişçe bir odaya getirildiler. Burası bomboş bir yerdi. Büyüktü ve muhtemelen evin salonuydu. Duvarın dibine çökmelerini emrettiler. Onları evden alıkoyanlara ilaveten iki kişi daha vardı burada. Biri orta yaşlı, kel bir adamdı. Şık bir giyim tarzıyla dikkat çekiyordu. Diğeri ise doktor kıyafetleri giymiş, daha yaşlı ama daha az kel, beyaz saçlı bir adamdı.

Hoş giyimli olan adam duvarın dibine çökmüş olan Keisa ve Jordan’ı görünce, yüzü sevinçle kıvrıldı. Hemen odanın sağ tarafındaki balkondan içeri vuran güneş ışığı, doğruca Jordan ve Keisa’nın yüzünü hedeflemişti.

“Dan’i siz mi öldürdünüz?” dedi adam. Yüzünde hala kıvrık bir gülümseyiş vardı. “Ah, ama tabi böyle konuya direk girerek, sizi korkutmam hiç doğru olmadı. Önce size ismimi bahşedeyim. Bana Bay D diyorlar. İsmimin kısaltması olduğu için falan değil. Doğduğum andan beridir, ismim D’ydi.” Meraklı bakışlarını Keisa’ya odakladı.

“Jordan’ın adını biliyorum. Seninkini de öğrenmek isterim.”

“Keisa, efendim.” dedi Keisa, kırık bir sesle. Bir saate yakındır hiç konuşmamanın bir getirisiydi bu. Hele de Keisa, susmaya hiç alışkın biri değildi.

“Ah, Keisa ve Jordan. Benim zamanımda ‘K & J’ adlı, oldukça ünlü bir viski vardı. Yanılmıyorsam onlar tükendi artık. Güzel bir viskidir.” Gırtlağını temizleyerek konuşmasına devam etti. “Keisa ve Jordan. Çok önemli bir adamı öldürdüğünüzü bilmiyordunuz değil mi? A-92 planının düşünürü, Kancık Doğuran kod adıyla tanınmış Bay Dan’i öldürdünüz. Peki bunun cezasını biliyor musunuz?”

Son sorusunu gerçekten de bir soru sorarmış gibi sordu fakat yanıt beklemeden cevap verdi.

“İdam. İkinizi de ellerimle öldüreceğim sizi lanet pislikler!”

Bunları söylerken yüzündeki öfke ve kin bir an patlama noktasına ulaşmışçasına çoğalmış, fakat cümle bittikten sonra adam kendini hemen dizginlemişti.

“Ya da sizi serbest de bırakabilirim. Dan, küçük kardeşini ne kadar çok sevdiğinden bahsederdi hep. Olay tanıklarına göre Dan’i bilmeden öldürmüşsünüz. Bu yüzden bir bedel ödenmeli, evet. Ama idam ağır olur. O yüzden size daha hafifletici bir ceza buldum gençler.”

Artık Jordan ve Keisa adamı pür dikkat dinliyordu.

“Son birkaç aydır üzerinde çalıştığımız A-92 planınında, bana yardım edeceksiniz.”

“A-92?” diye sordu Jordan.

“Erkeklerin hamile kalabilmesi için bir proje. Yok oluşa doğru giden insan nüfusu çoğaltılmalı.”

“Bu mümkün değil! Yumurta yok, rahim yok!” Keisa bir anda dilini çözüvermişti. Konunun şok edici etkisine maruz kalmış olmalıydı.

“Aslında oldukça mümkün.” dedi bu kez doktor kıyafetleri giymiş olan adam. “Adım Carl, A-92 için çalışan bilim adamlarındanım. İki bayan çocuk sahibi olamasa da, iki erkek olabilir. Tabi doğal olmayan yollardan. Kadınların sahip olduğu XX kromozomu ve erkeklerin sahip olduğu XY kromozomu baz alındığında, iki erkeğin X kromozomu birleştirilerek bir XX oluşturulabilir ve bu XX kromozomu bir diğer XY ile birleştirilir. Tabi iki kadın birbirini hamile bırakamazdı, çünkü herhangi birinde Y kromozomu yoktu. Yani yeterince yoktu.”

Ne Jordan ne de Keisa bir şey anlayamamıştı. Bu terimler onlar için pek ağırdı.

“Ta 2000li yılların başından beri vardı bu düşünce. IVF adı verilen bir planı vardı insanoğlunun. Bu planı farklı bir sebepten kurmuşlardı. Bazı kadınlar çocuk sahibi olamadığı için, evli çiftlerde erkeklerin hamile kalmasına olanak sağlanması düşünülmüştü. Ama A-92 farklı biraz. Bir kadın ve bir erkeğin oluşturduğu zigotun babanın karnına koyulması kolaydır. Ama iki erkeğin bir zigot oluşturması çok daha zordur. İşte üzerinde çalıştığımız şey buydu. Bu işlem gerçekleştirilecekse bir rahme ihtiyaç duyulacak. Ama sahte bir rahim yapmanın yolunu bulduk ve tek yapmamız gereken, erkeğin vücuduna ameliyatla bu rahmi karın boşluğuna yerleştirmek. Zigotu da rahmin içine yerleştirip mide ile arasında bir kordon bağı oluşturduk mu iş tamamdır.”

Jordan ve Keisa hala anlamamıştı. Ama dinlemeye devam ediyorlardı.

“Burada tek problem östrojen eksikliği. Bu işlemi fareler üzerinde denedik. Erkek fare doğum sancısına dayanamadı. Doğum sırasında bu sancıya dayanmamızı sağlayan şey, kadınlardaki östrojen hormonudur. Sezaryen denedik ama başaramadık. Fare ölmüştü. Bebeğiyle birlikte.” Boğazını temizledi. “Bunu insanlarda denerken, yoğun miktarda kadınlık hormonunu, yani östrojeni erkeğe vermemiz gerekiyor. Aksi takdirde erkek ölür. Bu bir gerçektir ki, erkeğin doğum için gereken ameliyat sırasında aşırı bir kan kaybı yaşayacağı belli. Kan nakli için kan da gerekecek. En büyük problem ise, etrafta bu kadar az bayan varken, östrojen bulmak.”

Adam boğazını son kez temizledi.

“Erkeğin doğumda ölme olasılığı, %60. Çocuğun doğma olasılığı, %70. Çocuğun sağlıklı bir bebek olma olasılığı, %90.”

“Neden biz?” diye sordu Keisa. “Etrafta bir ton adam varken, neden biz?”

“Etrafına bir bak, Keisa.” Bu kez konuşan Bay D’ydi. “O etafındaki bir ton adamda aynı ışığı görebiliyor musun? Yamyamlaşmış, aklını yitirmiş, vahşetin kör karanlığına soyunmuş bir ton insan. Diğer yandan sizde bir ışık var. Yobazlaşmamış bir akıl ve henüz canavarlaşmamış bir yüreğiniz var. Ayrıca Dan, ölmeden önce, seni bu deneyde baba olarak kullanmak istediğini söylemişti. Onun isteğine saygı duyuyorum. Ayrıca nedenini de anlıyorum. Oldukça yakışıklısın ve sağlıklı bir yapın var. DNA’larına ihtiyacım var.”

Jordan yeni yeni anlıyordu. Dan’in sürekli evden bilinmeyen nedenlerle ayrılıp, geç saatlere kadar gelmemesini, oldukça bilgili biri olmasını, sürekli kendisine iyi davranmasını… Sonunda Jordan her şeyi kafasında oturtmuştu. Dan, vahşetten uzak kalmış, sağlıklı bir beden daha arıyor olmalıydı hep. Onu da anne olarak seçecekti ve Jordan’ı baba yapacaktı. Keisa’yı yolda yürürken gördüğünde, gerçekten de iyi, sağlıklı ve akıllı biri olduğunu fark etmiş olmalı. Ona karşı hiç kendisi gibi davranmamıştı. Elindeki ekmeği almak istemiyordu, bir şekilde Keisa’yı kaçırmak falan istemiş olmalıydı.

Bu düşüncelerle Jordan bir an kafayı yiyecekmiş gibi oldu.

“Bu anlattıklarınıza göre, bir erkek kendi kendini de dölleyebilir!” dedi Jordan. “Ne de olsa tek ihtiyacınız olan şey sperm. O yüzden ben gönüllü olurum, Keisa’nın gitmesine izin verin.”

“Eğer senin tıpa tıp aynını isteseydik, senin klonunu yapardık!” dedi Bay D. “Bu söylediğin çok riskli. Akraba ilişkilerinden sonra çocuklar sakat kalır. Çünkü bozuk genler ortaya çıkar. Eğer sen kendi kendini döllersen, meydana gelen şey, özürlü bir sen olurdu.”

Keisa zaten suskundu. Bir şey söyleyemiyordu, çok şaşkındı ve çok korkuyordu. Hayır, geri zekalı değildi. Söyleneni anlıyordu. Ama Bay D’nin söylediği gibi eğer Jordan baba olacaksa, kendisi de çocuğu taşımak zorunda kalacak olandı ve böyle bir sorumluluğu alamazdı. Yüzde altmış oranla ölmek istemiyordu. Aslında bunu sorun etmezdi de, yüzde otuz oranla çocuğunu kaybetmeye dayanamazdı. Fakat ne zaman ki Jordan, Keisa’nın kurtulması için kendini feda edebileceğini ima etti, Keisa düşünceleri yüzünden kendinden nefret etti. Korkak olmamalıydı. En az Jordan kadar cesur olmalıydı.

“Seçim sizin.” dedi Bay D. Jordan’a bakarak. “Ya hemen burada ölürsünüz, ya da sen Keisa’yı dölleyeceksin. Merak etme. Senin için acı verici olmayacak. Tabi aynısını Keisa için söyleyemeyeceğim.”

Bir bulutun güneşin önüne geçmesiyle, balkondan içeri giren ışık bir anda kayboluverdi.

“Ben yapacağım.” dedi Keisa tüm cesaretini toplayarak. Jordan Keisa için çok şey yapmıştı. Sıra Keisa’ydaydı.

“Hayır.” dedi Jordan bir anda tepesi atarak. “Keisa baba olmalı.”

“Seçme şansı verdiğimi hatırlamıyorum, Jordan. Neden üzülüyorsun? Olur da Keisa ölürse, ki inan bana bunu biz de hiç istemiyoruz, çünkü bu deneye hayatımızı adadık biz, o zaman hep birlikte üzülürüz evlat.”

“Ben bunu istiyorum.” dedi Keisa. Jordan’a bakıyordu. “Eğer böyle bir şeyi yapacaksam, beni kurtaran kişiyle yapmam lazım. Düşünsene, baba olacaksın. Mutlu olabiliriz!”

“Deney başarıyla sonuçlanırsa, çocuğu da alıp buradan gitmenize izin vereceğim.” dedi Bay D.

Jordan hala şaşkındı. Hoş, başka bir seçenek de tanınmamıştı ona. Eğer onay vermezse, hem o, hem de Keisa, idam edilecekti.

“Sanki başka bir seçeneğim varmış gibi bir de ‘seçim senin’ diyorsunuz.” dedi Jordan. “Yapacağım.”

Bay D'nin yüzünde pis bir sırıtış belirdi.
Vahşet her yanda ulu orta sergilenirken,

Sevişmek için saklanmak zorunda kaldığımız bir Dünyada yaşıyoruz.

-John Lennon.