Kayıt Ol

Zaman Tutsağı

Çevrimdışı beerold

  • **
  • 173
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Zaman Tutsağı
« : 19 Nisan 2012, 22:18:28 »
ZAMAN TUTSAĞI

- Orman -


 Uykudan uyanıp gözlerimi açtığımda, bana seslenen garip giyimli adamı gördüm. Müzeden fırlamış gibi bir görüntüsü vardı dersem yanılmış olmam sanırım. Belindeki kılıç, üzerindeki kıyafetler, yırtık pırtık ayakkabıları ile çok farklı görünen bu adam, sürekli sağına soluna bakıyor; karanlıkta zor seçilen elini, zayıf ay ışığında parlamakta olan kılıcının kabzasından ayırmıyordu. Belli ki çok korkmuştu.

“Efendim gitmemiz lazım. Çok yaklaştı.”

 Bana efendim demişti. Bu kelime hoşuma gitmişti ama içimden bir ses, içinde bulunduğum durumda efendi ya da hizmetçi olmanın çok bir şey değiştirmeyeceğini haykırıyordu. Soludukça boğazımı yakan havanın verdiği acıdan kurtulmaya çalışarak etrafa baktım. Büyükçe bir ovanın üzerinde, dev ağaçların olduğu bir ormanlığın kıyısındaydık. Etrafta birkaç at ve birkaç adamdan başka hiçbir varlık görülmüyordu. Karanlık, gökyüzündeki yıldızlar hariç hemen hemen herşeyin üzerini örtmeyi becermişti. Dahası canlıymış da bizi öldürmeye çalışıyormuş gibiydi. Bundan kurtulmak istediğimden mi yoksa başka bir sebepten mi anlamadan yerimden kalktım. Aklımdan geçen tek şey buradan uzaklaşmaktı. Kimden veya ne zamandır kaçtığımı bilmiyordum, yanımdaki adamları tanıyıp tanımadığıma dair en ufak bir fikrim yoktu ama kaçmam gerektiğini düşünüyordum. Yan taraftaki atlardan birine binerek “Gidelim,” dedim.

 At, dizgini çekmemle birlikte bir ok gibi yerinden fırladı. Nallarının kuru zeminde çıkardığı sesi dinlemek, yüzüme vuran rüzgârı hissetmek, etraftan gelen güzel kokuları içime çekmek tarifsiz bir zevk veriyordu. Sanki yıllardır buna hasrettim. Geçmişi düşündüm. Nereden geldiğimi, nereye gitmeye çalıştığımı düşündüm ama hiçbir cevap bulamadım.

 Doğanın bu eşşiz güzelliğinde kısa bir süre ilerledikten sonra ormana girdik. Karanlık olduğunu düşündüğüm ovaya göre burası karanlığın ta kendisi olarak adlandırılabilirdi. Az önceki güzelliklerden eser kalmamıştı. Dünya sanki tam buradan ikiye ayrılmış; bütün kötü duygular, varlıklar bu tarafta kalmıştı. Peki, o zaman beni kovalayan neydi ya da ben kimdim?

 Dalların sürekli zırhlarımıza çarptığı, ağaçların canlıymışçasına üzerimize eğildiği ormanın içinde saatlerce ilerledik. Gözlerimin her köşede ışık aradığı bir anda, karanlığın içinde küçük bir kızıllık çaldı gözüme. Sonra belli belirsiz bir ışık beni kendisine çağırdı sanki. Atım çıldırmış gibi ilerliyordu ama biz yaklaştıkça ışık da hızlanıyordu. Belki de ortalıkta ne ışık vardı ne de ona benzer bir şey. Sadece gözlerimi boyayan bir büyüydü bu ya da gözlerim bunu görmek istediği için gerçekleşen bir aldatmacaydı. Işığın arkasında at sürdüğüm bir ara, mağara olduğunu tahmin ettiğim bir yere geldik. Atımı yavaşlatıp durdum.

“Efendim, oraya gireceğinizden emin misiniz?”

 Her kimden kaçıyorsak hala peşimizdeydi ve içimden bir ses onun buraya giremeyeceğini söyleyip duruyordu. Daha fazla duraksamadan mağaraya girdim. Islak, pis kokan, karanlık ve bunaltıcı bu garip yerde, hiç bir şey göremiyor olmama rağmen yönümü şaşırmadığımı fark ettim. Arkamdan gelen atların ayak seslerinin ritmine bakılırsa gerideki adamlar da benden farksızdı. Karanlığı yara yara sürdük atlarımızı ve bedensiz bir varlığın karşımıza dikilip meydan okumasına kadar da hiç durmadık. Tam olarak ne olduğu kestiremediğim varlığa birkaç metre kala atımı durdurdum, üzerinden atladım.

“Buradan geçiş olmadığını bilmeyecek kadar cahil kimdir?”

 Bu garip varlığa cevap vermek istedim ama ismimi hatırlamıyordum. “Nasıl?” dedim kendi kendime. İnsan ismini bilmez mi? Bilmiyordum işte. Zaten o an ismimi hatırlamama da gerek yoktu çünkü bildiğim bir şey varsa o da isimlerin değil bedenlerin savaştığıydı.

“Yol vermediğinde canını alacak kişiden başkası değildir,” dedim sesimi yükselterek.

“Bu kadar cesaretle gelen insanların bedenleri süsler bu duvarları yıllardır. Kimsin ve neden yol vermemi istiyorsun?”

 Kılıcımı çekerek havada asılı duran grimsi varlığa doğru salladığımda acı bir çığlık duydum. Arkamdaki adamlardan birisinin cansız bedeni yere yığılmıştı. Uyandığımda gördüğüm kısa boylu adam, “Geri dönelim efendim,” dedi çaresiz bir ses tonuyla. “Olur,” demeyi çok isterdim ama önümüzde duran varlığın bakışlarından, bizi bırakmayacağını anlamamak için aptal olmak gerekirdi.

“Ne oldu Hakon, yanındaki insanlardan birisini kaybetmek senin gibi bir acımasızı üzdü mü yoksa?”

 Varlığın konuşması zamanı durdurdu sanki. Hatırlıyordum; bütün kötülüklerimi, kıskançlıklarımı, ihtiraslarımı hatırlıyordum. Benim içimde iyiliğe dair bir şey yoktu. Son kırıntılar da adımı hatırlamamla yok oldu. Hakon ismini duymak beni korkunç derecede sarsmıştı. Bütün hayatım gözlerimin önünden kare kare geçerken kılıcım büyük bir asaya dönüştü.

“Ancak senin gibi bir aptal bana adımla hitap ederdi. Lanetli hayatımın karanlığında oluşmuş Versil, yok ol.”

 Son sözlerimle birlikte asamı ileriye doğru uzatttım. Karşımda durmakta olan varlığın acılar içinde kıvranarak asanın içine hapsolmasını izledim. Nasıl olmuşsa mahkûmluğumdan kurtulmuştum. Mağaranın çıkışına doğru sürdüm atımı: Kara Şato’ya doğru.