Kayıt Ol

Tînmur: Ceyn Efsanesi | Bölüm: 2

Çevrimdışı Barad-Dûr

  • *
  • 3
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Tînmur: Ceyn Efsanesi | Bölüm: 2
« : 01 Ekim 2011, 19:44:18 »
     Haritayı kabataslak mspaint ile çizdim, ama genel hatlarıyla ülkeyi göstermeye yetiyor. Kitabı üçleme değil de sığdırabilirsem tek kitap olarak düşünüyorum. Şu an itibariyle 37 sayfa yazmış bulunmaktayım, fakat hepsini hemen paylaşmayacağım. Bu romana başlamaktaki amacım kendimi yazma sanatında sürekli geliştirmek istememdi, sizin eleştirilerinizle umarım kendimi tartmış olurum...



                                                                                          Hikaye Tanıtımı:

     Ceyn; eski Tînmur dilinde dostluk, kardeşlik anlamına gelir. Hikâye yüzyıllardır barış ve mutluluk içinde olan Afia kıtasında geçmektedir. Dünya insanların yerleşik hayata geçmesiyle başlayan ve binlerce yıldır devam eden kanlı savaşlardan, en büyük savaş olan "Hû Savaşı" sonrası kurtulmuş ve son savaştan bugüne 'savaş' sözcüğü neredeyse unutulmuştur.

     Kıtanın en büyük, en güçlü ve en güzel konuma sahip olan ülkesi Tînmur'dur. Hikâye bu ülkenin küçük bir kasabasında geçimini çiftçilikle sağlayan iki kardeşten birinin esrarengiz bir şekilde kaybolmasıyla başlar. Kardeşini kaybeden Duni onu aramak için yollara düşer ve kasabasından hiç kimsenin gitmediği kadar uzaklara, esrarengiz yerlere seyahat ederken tüm ülkeyi de birbirine katar. Afia'ya tekrar savaşı getiren hikâye işte böyle başlar...




                                                                                             HARİTA



                                                                               BÖLÜM I:
                                                                                 KAYIP

      Tînmur'da genelde olduğu gibi güneşli, ılık ve hafif nemli sıradan bir gündü. Batıdan esen rüzgâr ve ferah kokular güneşin egemenliğini kırıyor, serinlik hissi uyandırıyordu. Tînmur'da genelde ilkbaharın ilk günlerinden sonbaharın son günlerine kadar tabiata hâkim olan bu iklim tüm ülkelerde hayranlıkla karşılanıyordu. Herkes bu sonbahar günlerinde, güneşin ve tatlı esen rüzgârın yerini zamanla üç ay sürecek beyaz örtülü bir merasime bırakacağını biliyor ve ona göre hazırlık yapıyordu.

     Bir karaağacın gövdesine dayanmış, rüzgârın yapraklarla oluşturduğu ninninin hışmıyla uykuya dalmış iki genç adamdan biri hafifçe gözünü açmaya başladı. Parlak iri gözbebekleri ışığın da etkisiyle büzüldü, irisi suyun altındaki yapraklar kadar yeşil ve berraktı. Güneş zaten sarı olan saçlarına dokunuyor, onları parlatıyordu. Rüzgâr zaten dağınık olan saçlarını tarıyordu. İnce ve zarif  yüzü önce bir gerildi, belli ki gülüyordu. Sonra aniden göz kapakları açıldı, gözbebekleri büyüdü, yüzünde bir heyecan ifadesi belirdi. Aniden ayağa kalkarak;

"Duni, Duni, kalk hadi kalk!"

Gözlerini aralayarak miskin bir ses tonuyla;

"Ne var Tomar?"

"Akşam olmuş, hava kararıyor, daha ekinleri teslim etmedik!"

"Ne! Sana uyuma ve bekçilik et demiştim, niye uyandırmadın?"

Telaşlandı ve

"Şey... Eşek arısı sokmuştu, oracıkta bayılıverdim!"


Duni aniden ayağa kalktı ve Tomar'ı kovalamaya başladı;


"Seni bücür, seni elime geçirirsem bir güzel..."

Koşarken yüksek sesle;

"Hah, bana diyene bak, sen sanki dev adamsın!"


     Karaağacın bulunduğu yeşil tepenin eteklerinden yedi bin adım uzaklıktaki mısır tarlasına doğru koşmaya devam ediyorlardı. Tomar'ın üzerinde kirden sarılaşmış bej rengi, uzun yakalı, bol ve uzun bir gömlek, onun üstünde de yünden yapılmış açık kahverengi bir yelek vardı. Pantolonu çamur ve ot pisliklerinin arasından seçilen koyu kahverengi bir kumaştan yapılmıştı, ama üzerine tam oturmuyor, uzun ve ince bacaklarına kısa geliyordu. Duni'nin üzerinde ise bol ve uzun, ince bir kumaştan yapılmış olan siyah bir pantolon, onun üstünde ise kahverengi, ince, askılı bir iç çamaşırı vardı.

     Tomar var gücüyle koşmaya devam ediyordu. İnce ve dayanıksız bacakları ona zor anlar yaşatsa da koşuyordu, çünkü ekinleri hava kararmadan teslim edemezse günlük yevmiyesini alamayacak, üstelik abisi Duni'nin de gazabına uğrayacaktı. Abisinden üç yaş küçük, daha zayıf ve daha çevik olması Duni'nin kendisine yetişmesini engelliyordu.

     Yeşil ve düzlük çayırlardan tarlalarına doğru ilerlerken yollarını soğuk ve berrak, derin bir dere kesiyordu. Bu dereye Anovah ismi verilmişti. Dere on binlerce adım batıdaki kurşuni renkli yüksek Uhan dağlarından önlerindeki küçük çam ormanının dibine kadar dümdüz süzülüyor, daha sonra kuzeydoğuya kıvrılıp Tiri kasabasının doğusundan sonsuzluğa doğru özgürce akıyordu. Anovah'ın hemen arkasında dört bin adım boyunca Tomar ve Duni'nin önlerini kesecek olan küçük bir çam ormanı uzanıyordu. Bu ormana da sınırını oluşturan derenin ismi verilmişti; "Anovah Ormanı". Orman sık ve oldukça yaşlı çam ağaçlarının birlikteliğinden oluşuyordu.

     Tomar Anovah deresinin dibine kadar yaklaşmıştı. Fakat dere en az 20 adım genişliğinde ve derinliği de göbeğini geçmekteydi. Birden duraksayıp umutsuz ve çaresiz gözlerle dereyi süzmeye başladı. Duni arayı kapatmaya başlamıştı. Bir anda gözüne dalları derenin üzerine yayılan kurşuni renkli ve yaşlı bir çam ağacı çarptı. Bu Tomar'ın eski neşesini yerine getirmişti. Biraz gerildi ve tek çırpıda dala tutunuverdi. Dalın kırılmasıyla birlikte kendini Anovah Ormanı'nda buldu. Fakat yere çakılırken dizi bir kozalağın üzerine düşmüş, pantolonu yırtılmış ve bacağı zedelenmişti. Kan rengi pantolonunun göz ahengini bozuyordu. Fakat Tomar bu duruma aldırmadı ve ağaya kalkarak koşmaya devam etti. Biraz ilerledikten sonra arkasını dönerek bağırdı;

"Hey, seni tembel! Bir tosbağa gibi koşuyorsun."

     Duni bu söze sinirlenmişti. Fakat derenin kıyısına yaklaştığında Tomar'ın gösterdiği cesareti gösteremedi ve dereden yürüyerek geçmeye karar verdi. Ayakları çıplaktı, paçalarını sıvadı, dereye ilk adımlarını attı. Dere onu titretecek kadar soğuktu. Ama dalgaların ve yosunların ayaklarını okşayışı yaprakların hışırtı sesleri ve kuşların cıvıltısıyla birleşince ona bir huzur vermişti. Bu anın daha uzun sürmesini diledi, ama tarlaya yetişmek zorundaydı. Hızlı adımlarla dereyi geçmeye başladı. Dereden çıkacağı sırada susuzluk hissine yenik düşerek eğildi ve buz gibi suyu yudumlamaya başladı. Su o kadar berrak ve temizdi ki, içine pislik atsanız kabul etmeyecekti. Duni suyunu içtikten sonra hemen doğruldu ve eskisinden daha hızlı ve dinç bir şekilde koşmaya başladı. Üstü ıslaktı ama hava sıcaktı ve çabuk kuruyacaktı. Su onun tüm yorgunluğunu almıştı. Fakat Tomar bu sürede arayı bayağı açtı.

     Tomar son derece kararlı ve umutlu bir şekilde koşmaya devam ederken aniden içinden bir ürperti geldi ve geçti. Bir anlık tüm vücudu titremiş ve kaskatı kesilmişti. Yüzünün rengi atmış, çarşaf gibi olmuştu, elleri buz gibiydi. Olduğu yerde hareketsizce dimdik duruyordu, hareket edecek hali yoktu, kendisini çok bitkin hissediyordu. Tomar ne olduğunu anlamaya çalışıyordu, çok yoğun bir his içini çepeçevre sarmıştı. Bu hissi tırnak uçlarında dahi hissediyordu ama ne olduğunu anlayamıyordu. Sanki yakınında onu sımsıkı saran bir örtü vardı, onu hissediyor ama göremiyordu.  Daha sonra içine bir şeyin onu çağırdığına dair bir his geldi, zar zor kafasını çevirerek soluna doğru baktı. His oldukça kuvvetlenmişti, onu çağırıyordu. Karşı koyamadı ve yavaş adımlarla ilerlemeye başladı. Beş adım atmıştı ki bir anda kontrolünü kaybedip kendisini yerde buldu. Gözünü açtığında üstüne abisi Duni duruyordu. Kendisine yetişmiş, daha sonra da iterek yere düşürmüş ve üstüne oturarak alaycı bir gülüşle zıplamaya başlamıştı.

"Seni aptal, niye öylece duruyordun ki orada, yoksa beni tuzağa mı düşürecektin?"

     Tomar'ın içindeki his bir anda tamamen yok olmuştu, yüzü hâla beyaz ve elleri soğuktu ama artık kendisini dinç hissediyordu. Hemen ayağa kalktı ve son derece ciddi bir şekilde;

"Duni, lütfen benimle gel, şu tarafta bir şeyler var, bakmak zorundayız, lütfen."

Parmağıyla biraz önce o garip his ile yöneldiği tarafı gösteriyor ve elleri titriyordu. Duni durumun ciddiyetini anlayamadı, alaycı bir ses tonuyla;

"Hayır, hiçbir yere gitmiyoruz, devam etmemiz lazım, hava kararıyor!"

"Duni lütfen, çok önemli, gidip bakmamız lazım, Seir Amcayı ben ikna ederim."

"Bak bıcırık, sen istersen burada kal, ne istiyorsan onu yap, ama ben gidiyorum! Senin yevmiyeni de ben alırım, sen bilirsin."

     Duni bu tehditkâr sözlerin ardından arkasını döndü ve koşmaya devam etti. Ama Tomar bu hissin sebebini öğrenmekte kararlıydı. Hava kararsa da merakını doyurmak zorundaydı. Tomar hiçbir şey söylemeden hissin geldiği tarafa doğru yürümeye başladı. Dikkatli gözlerle her şeyi inceliyor, hiçbir ayrıntıyı kaçırmıyordu.  Tomar on beş adım kadar patikadan uzaklaştığında his yavaş yavaş artmaya başladı. İlerledikçe çamların daha sıkı birlikler oluşturduğunu ve yaşlarının daha fazla olduğu dikkatini çekti. Hatta yirmi adım doğusunda duran ve patikadan seçilemeyen oldukça geniş gövdeli bir ağacın yaşını tam olarak söylemek imkânsızdı. Tomar bu ağacı ilk kez görüyordu ve daha önce böyle bir ağaçla karşılaşmamıştı. Bu ağacı dedesinin babasının, onun babasının, hatta onun da dedesinin görüp görmediğini düşündü bir an. Gövdesi en az otuz adım genişliğinde eğri büğrü şekillerden oluşuyordu, boyu diğer ağaçlardan kısaydı ama kökleri ve dalları kırk ağacı hâkimiyeti altına almıştı. Tomar bu ağaca yaklaştıktan sonra hissin buradan kaynaklanmadığını anlayarak yönünü değiştirdi. İlerledikçe ağaçların yaşları daha da artıyor ve orman sıkılaşıyordu. Tomar hissin arttığı yöne doğru ilerlerken abisinin arkasından seslendiğini duydu ama içinden bir ses cevap vermemesi gerektiğini söylüyor ve duygularını esaret altına alıyordu. Tomar hızlı adımlarla kırk adım daha yürüdükten sonra karşısında son derece parlak ama gözleri rahatsız etmeyen bir ışık belirdi. Bu ışık küçük bir güneş gibiydi, çevresine ışığın yanında o garip hissi de yayıyor ve kendisine yaklaşıldıkça his doruk seviyesine ulaşıyordu.  Tomar hayranlıkla ışığa gözlerini dikip baktı. Sadece baktı ve zihninin kapılarını ardına kadar açarak hissin içine hücum etmesine izin verdi.


Duni bir süre koştuktan sonra arkasını dönüp Tomar'a baktı. Tomar ortalıkta görünmüyordu. Bir süre ortalığa bakındıktan sonra arkasına doğru son hızda koşmaya başladı, telaşlanmıştı, çünkü Tomar böyle bir durumda her zaman kendisini izlerdi. Duni, Tomar'a ne kadar kızsa da, ucunda ne olursa olsun asla onu bırakamazdı. Çünkü annesi ölürken Tomar'ı Duni'ye emanet etmişti. Duni o günden sonra her şeyini Tomar'ı korumaya adamıştı. Normal bir cümle, onun için kutsal bir göreve dönüşmüştü. Daha Tomar 16 yaşındaydı, kendisini koruyabilecek durumda değildi. Duni ise 19 yaşındaydı, Tomar'a göre daha kaslı, daha güçlü ve daha tecrübeliydi.

     Duni Tomar ile konuştukları ağacın yanına geldi ve bakındı, Tomar'ı göremedi. Bağırdı ama cevap yoktu. Tomar'ın gösterdiği yöne doğru dikkatli adımlarla ilerlemeye başladı. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarpıyor, korkuyor ve endişeleniyordu. Bağırarak Tomar'ı aramaya devam etti. Tomarın biraz önce üzerinden geçtiği toprak Duni'nin doğru yolda olduğunu kanıtlıyor, ağaçlar ve çalılar kırık dallarıyla şahitlik ediyordu. Duni son gücüyle bir kez daha bağırdı; "Tomar!". Ama cevap yoktu, bu durum Duni'yi iyice endişelendirmeye başlamıştı. Duni izleri takip ederek adımlarını sıklaştırdı. Yaşlı ağacın yanından geçerek ağaçların sıklaştığı bölgelere doğru koşmaya başladı, rotasından çıkmamaya çalışıyordu. Bir süre sonra ağaçların sıklığının ortasında yuvarlak şekilli bir çayıra gelmişti. İleriye doğru göz gezdirdi. İlerledikçe ağaçlar sıklaşmaya devam ediyordu fakat tam önünde koskoca, ağaçsız yuvarlak bir çanak duruyordu. Sanki orman bu bölgeyi bir nedenden dolayı kendisinden dışlamış gibiydi. Çanağın tam ortasında Tomar'ın ayak izleri bitiyordu. Başka hiçbir yerde ayak izi görünmüyordu. Sanki Tomar bir anda buharlaşmış, havaya karışmıştı. Bu durum Duni'nin aklını epey karıştırırken tüm umudunu bir anda söndürmüş, yüreğine büyük bir pişmanlık lokması bırakmıştı. Ama Duni yılmadı ve aynı yöne doğru son hızla koşmaya devam etti. Bir yandan bağırıyor bir yandan da gözlerine hâkim olmaya çalışıyordu.

     Neredeyse iki yüz adım yürümüş ve her yere bakınmıştı, ama Tomar'ı hâla bulamamıştı. Üstelik kendisinin yarattığı izlerden başka bir ize de rastlamamıştı. Morali çok bozuldu ve gözünden bir damla yaş çenesine doğru süzüldü, oradan da kalbine... Artık Tomar'ı bulacağına dair ümidi kalmamıştı. Fakat tüm ormanı aramadan asla pes etmeyecekti. Havanın kızıl-gümüşi rengi yerini siyah gölgelere bırakmıştı. Işık gittikçe azaldı. Duni her yeri aradı, aradı...


Sonraki bölümün ismi: "Kapan"

Çevrimdışı Barad-Dûr

  • *
  • 3
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Tînmur: Ceyn Efsanesi
« Yanıtla #1 : 09 Ekim 2011, 20:30:40 »
                                                                                        KAPAN

     Duni bir anda derin bir uykudan uyanmış gibi kafasını kaldırıp etrafına bakındı. Ne zamandır o kayanın üzerinde oturduğunu tam kestiremiyordu. Etrafa iyice alacakaranlık çökmüş, çevresindeki sık ve yaşlı çam ağaçları sönük ay ışığının etkisiyle zar zor seçiliyordu.
Ilık esinti yerini Uhan dağlarının karlı yamaçlarından gelen uğultulu bir rüzgâra bırakmıştı. Rüzgârın ağaç dallarıyla uğuldaması dışında hiçbir şey duyulmuyordu. Saatler sonra aklına bir şeyler gelmişti; "Köye gidip yardım çağırmalıyım!" diye düşündü kendi kendine. Kayanın üzerinden ani bir hareketle kalkmaya çalıştı fakat ayakları yere çivilenmişti, yere kapaklandı. Belli ki rüzgâr ıslak bedenini esir almıştı. Duni bu sefer yavaş yavaş yerden kalkmaya çalıştı. İlk önce dizlerinin üzerinde dikildi, sonra sırasıyla sağ ve sol bacaklarının üzerinde ayağa kalktı. Ayağa kalktığında kendisinin ne kadar yorgun olduğunu hissetti. Yavaş adımlarla ilerleyerek geldiği yolu bulmaya çalışıyordu. Neyse ki patikadan ayrıldığında ilerlediği taraf güneşin tam zıt yönüydü, başını havaya kaldırıp yıldızların öncülüğüyle yönünü değiştirdi ve adımlarını hızlandırdı. Bir süre bu yönde yürüdükten sonra karşısında gün batımında içinden geçtiği yuvarlak alan çıktı. Duni bunu görünce bu alandan fazla uzaklaşmadığını düşündü, ancak ormanın altını üstüne getirmişti, bu durum kendisine mantıklı gelmedi. Alandan ayrılmadan son kez daha burayı incelemek istedi.

     Çanağın tam merkezine geldi ve eğilerek toprağı incelemeye başladı. Sönük ışık işini hayli zorlaştırıyordu. Duni bir süre bu işleme devam ettikten sonra gecenin derin sessizliğini bozan kaba bir ses işitti. Bu ses bir köpek hırlamasına benziyordu. Duni heyecanlandı ve kafasını sesin geldiği yöne doğru yavaş yavaş çevirmeye başladı. Tam sağında iki küçük kırmızı göz kendisine doğru bakıyor. başka hiçbir şey görünmüyordu. Duni bir anda irkildi ve geriye doğru kapaklandı, fakat gözlerle irtibatı kesmemişti. Bu gözler hiç kırpılmıyor ve kendisine meydan okurmuşçasına direkt beyninin içine savaş mesajları gönderiyordu. Oldukça vahşi bir varlığa ait oldukları belliydi ama Duni cesaretli biriydi. Duygu ve düşüncelerini bastırarak hızlı bir şekilde ayağa kalktı, yanında dedesinden kendine kalan paslı ama oldukça keskin, kendi eli büyüklüğünde bir çakı vardı. Yavaş hareketlerle pantolonunun altında kalan çakıya uzandı ve yerinden çıkardı. Karanlıkta gözleri bembeyaz çakıyor ve çakısının sırtı ay ışığında parlıyordu. Gözlerinden ateş fışkırtır gibi son derece keskin bakışlarla rakibinin gözlerini süzüyordu. Duni'nin zihninde savaş boruları çalıyordu ve kendinden son derece emindi, o kara cüsseyi bir sinek gibi ezip yere vurabilirdi. İkisinin bakışları çakışmaya devam ediyor, ilk hamleyi kimin yapacağını bekliyorlardı.

     Duni savaşa hazır bir asker gibi beklerken yüreğine tekrar korkunun hücum etmesine neden olan birkaç hırlama sesi daha duydu. Sesler arkasından geliyordu. Sonra bir tane daha ve bir tane daha duydu.  Artık sesler yuvarlak alanın her yerinden yankılanıyordu. Duni bakışlarını sabitlediği iki kırmızı noktadan uzaklaştırarak çevresine bakındı. Alanın ağaçlarla çevrili karanlık sınırlarında biraz önce meydan okuduğu gözler gibi onlarca göz parlamaya başlamıştı. Hepsi savaşa hazır piyadeler gibi rakibine bakıyor, ondan bir işaret bekliyorlardı. Bir an ortalık sessizleşti, rüzgârın uğuldaması hariç hiçbir ses gecenin asaletini bozamıyordu. Bu sessizliğin ortasında tok bir ses etrafta yankılandı; bir yutkunma sesi. Duni mümkün olduğunca hareketsiz durmaya çalışıyordu, fakat vücudu içinde bulunduğu stres ve korkuyu taşıyamıyordu. Duni yalancıktan bir gülümseme ile dudaklarını araladı;

"Eeee şey... Uslu köpekçikler, ben de size yüce et deposunun yerini söylemek için gelmiştim..."

Konuşurken sesi ve dudakları titriyordu, ama yüzünde ikna edici bir ifade vardı.

"Evet... Oldukça aç görünüyorsunuz, kral sizin bu açlığınza dayanamayıp beni haberci olarak size gönderdi. Size deponun yerini göstermemi istiyor musunuz? Eğer istemiyorsanız artık ben gideyim saat epey geç oldu, kralı kızdırmak istemem!"

     Bir süre korku içinde herhangi bir işaret bekledi. Fakat sözlerinin ardından gece daha da sessizleşmişti. Gözleri kontrol etmek için kendi etrafında yavaş yavaş bir tur döndü. Dikkatlice etrafını incelerken gözlerin bakışlarının değiştiğini hissetti. Artık ona düşmanca değil anlamsız gözlerle ama yine de son derece tedbirli ve hareketsizce bakıyorlardı. Bir işaret alabilmek için bir müddet daha bekledi. Saniyeler ona dakikalar gibi geliyor ve kalbinin her çarpışı kulaklarında savaş davullarını andıran sesler bırakıyordu..

     En sonunda sessizliği bozan bir hışırtı duydu, ayak sesiydi bu. Yavaşça arkasına döndü ve rahatlamış gözlerle sesin kime ait olduğuna baktı. Tam karşısında kendi boyu kadar yükseklikte, oldukça iri, kar renkli bir kurt duruyordu. Gözleri huzur verici şekilde maviydi, masmavi. Vücudunun diğer kısımları karanlıkta pek seçilemiyordu ama tüyleri parlak, düz ve uzundu. Ne kadar iri de olsa karşısında hayranlık uyandıracak derecede asil duruyordu. Bakışları yumuşaktı.

     Duni bu kurdu görünce çevresindekilerin düşman olmadığını düşündü bir an. Korku ve heyecanının yerini merak doldurmaya başlamıştı. Eğer haklıysa karşısındaki bir Troşha'ydı. Fakat Troşhalar sadece Afia'nın en kuzeyindeki buzul dağlarında yaşarlardı, Tînmur'a gelmiş olmaları, olsa bile Tînmur'un güneyindeki küçük bir kasabaya gelmeleri neredeyse imkânsızdı. Duni, Troşhalar hakkında sayısız efsane duymuştu, insanlarla konuştukları ve büyü yapabildikleri de bu efsaneler arasındaydı. Fakat tüm efsaneler kuzeydeki buzul dağlarında geçiyor ve tüm kitaplar da bunu doğruluyordu. Ayrıca yuvarlak alanı çepeçevre kuşatan, ismini bile bilmediği kırmızı gözlü vahşi yaratıkları da o çevrede ilk kez görüyordu ve duyuyordu. Duni içinde bulunduğu durumu değerlendirmeye çalışıyordu.

     Duni'nin beyni bu bilmeceyle savaşırken bir anda tüm düşünceleri karışmaya, dağılmaya başladı. Bir şey beyninin içine girmeye çalışıyormuş gibi bir his belirdi içinde, şakaklarında büyük bir basınç ve ağrı başladı. Duni bu bir anlık ağrıya dayanamadı ve diz çöktü, ellerini şakaklarına dayadı, gözlerini yumdu. Bir süre sonra ağrı yok oldu. Duni yavaş yavaş gözlerini araladı. Kendisini öncekinden çok daha cesur ve huzurlu hissediyordu. Yavaşça çömeldiği yerden ayağa kalkarak Troşha'nın gözlerinin içine bakmaya başladı. Bir anda kafasının içinde bazı sesler duymaya başladı, sesler kesinlikle kulaklarından gelmiyordu. Sese odaklanmaya çalıştı. Bir süre buna devam ettikten sonra ses yükseldi ve anlaşılır bir konuşmaya dönüştü. Tanımadığı ama pürüzsüz, yumuşak ve huzur verici bir sesti bu:

"Ey insanoğlu! Tiri kasabasından Aggin'lerin vekili  Duni Aggin!"

    Duni şaşırmıştı, şaşkınlığı yüzünden okunuyordu. Karşısındaki kurt adını nasıl biliyordu?

"Bize kardeşinin yerini söyle, seni ve kardeşini sonsuz mutluluklar diyarına götürelim, ya da istediğiniz kadar altın ve elmas verelim."

    Duni tam kardeşini kaybettiğini söyleyecekken bir anda duraksadı. Kardeşini bu kadar değerli yapan şey neydi ki? Neden bir Troşha esrarengiz bir şekilde Anovah�ta ortaya çıkıp kardeşini soruyordu? Biraz düşündü ve tereddütsüz bir şekilde;

"Bu bilgiyi size vermeden önce neden bu bilgiye ihtiyacınızın olduğunu bilmeliyim. İyi niyetinize ve asaletinize güveniyorum fakat kardeşim benim en değerli varlığımdır, ilk önce emin olmalıyım..."

    Duni cevaplar aramak için yalan söylüyordu. Amacı karşısındaki Troşha'dan hem bilgi alıp hem de güvenini kazanmaktı. Böylelikle onları tuzağa düşürebilirdi. Bir süre sonra Troşha konuştu:

"Kardeşin Tomar bizim soyumuz için önemli. Son zamanlarda çok büyük bir hastalıkla mücadele ediyoruz. İlacı zamanında kuzeye yetiştiremezsem tüm soyumuz yok olacak. Tomar ilacımızın yerini biliyor."
    
     Duni'nin yüzüne tekrar bir şaşkınlık ifadesi kondu. Ses öylesine derinden ve huzurlu geliyordu ki söylediklerine inanmamak imkânsızdı. Duni bir süre cevap vermedi. Beyni tekrar bir düşünce seline maruz kalmış, zihni allak bullak olmuştu. Tomar'dan ayrı geçirmediği saatler bir elin parmaklarını geçmezdi. Tomar'ın düşündüğü ve sakladığı her şeyi bildiğini sanıyordu; çünkü ara sıra tavan arasına gizlediği günlüğünü okuyor, sonra da bundan hiç haberi yokmuş gibi davranıyordu. Ama şimdi karşısında dikilen Troşha onun çok önemli bir sır sakladığını söylüyordu. Bu durum Duni'ye başta inandırıcı gelmese de sesin büyüsü beyninde yankılanıyor, bir güven seline maruz kalıyordu.

    Neyse ki şaşkın ifadeleriyle dolu bir sürenin ardından Duni tekrar konuşmaya karar verdi. Ne söyleyeceğini tam olarak düşünmeden ağzını araları:

"Şey... Kardeşim Tomar'ın böyle bir bilgiye sahip olduğunu hiç bilmiyordum. Son zamanlarda garip davranmaya başlamıştı, bir şeylerden korkuyor ve saklanıyordu. Bugün saklandığı yere gidip onunla konuştum, birkaç gün daha aynı yerde kalacağını söyledi. Eğer ona zarar vermeyeceğiniz konusunda beni ikna ederseniz sizi saklandığı mekâna götürüp soyunuzun sağlığını kurtarmak isterim."

     Duni ne kadar karşısındakinin söylediklerine güvense de çevresindeki vahşi yaratıkları ve garip olayları göz ardı edemiyordu. Gerçeği söylese belki de kırmızı gözlü yaratıklar onu paramparça edecekti. Onları Tiri'nin batısındaki gizli muhafız mağarasına götürüp tuzağa düşürmeyi hedefliyordu. Beynindeki ses tekrar yankılanmaya başladı;

"Cesur adam; kardeşine veya sana zarar vermeyeceğimiz konusunda seni temin ederim. Eğer amacımız şiddet olsaydı seni şuanda işkenceyle konuşturuyor olurduk. Ama amacımız sadece yardım istemek. Bizi kardeşine götür."

"O zaman çabucak yola koyulsak iyi olur, Tomar'ın sabah ne yapacağı belli olmaz."

    Duni'nin gönlü bir anda rahatlamıştı. Yüzünden hafif bir gevşeme ve mutluluk ifadesi okunuyordu. Troşha'nın onayladığını gösteren bir kafa hareketinin ardından Duni'nin başından ılık sular boşalmıştı. Duni, tehlikeyi atlatmanın sevincini yaşıyordu. Hızlı bir şekilde arkasını döndü ve "Bu yandan, beni takip edin!" diye bağırdı. Birkaç adım atmıştı ki kendisini hayrete düşüren bir ses duydu. Ses tam arkasından, ama Troşha'nın uzağından geliyordu.

"Seni budala, yalan söylediğini bile anlayamıyorsun! Kardeşini kaybetmiş, nerede olduğunu bilmiyor. Öldür onu!"

    Duninin başından kaynar sular döküldü. Tansiyonu çıkmış, nabzı damarlarını patlatacak kadar hızlanmıştı. Olduğu yerde çakılı kaldı. Soğuk terler döküyordu. Tam da her şeyi yoluna koyduğunu düşünürken kime ait olduğunu anlayamadığı boğuk, korkunç bir ses iliklerine kadar işlemiş, tüm hayallerini suya düşürmüştü. Sesin kime ait olduğunu anlamak için yavaş yavaş arkasını dönmeye başladı. Hareket etmesiyle birlikte etrafında onu dehşete düşüren hırlama sesleri yankılanmaya başladı. Gözler artık kendisine eskisinden çok daha düşmanca bakıyordu. Arkasını döndüğünde biraz önce Troşha'nın asaletten geçilmeyen yüzünün korkunç bir hâl aldığını gördü. Artık gözleri hiç de huzur verici görünmüyordu. Dişleri ve gerilen yüz kaslarıyla Duni'nin baştan aşağı titremesine neden oldu. Duni Troşha'nın arkasına odaklandı ama sık ağaçların arasında görünen kırmızı gözlerden başka hiçbir şey yoktu. Ses tekrar yankılanmaya başladı zihninde, fakat eski tonundan eser kalmamıştı, artık sinirli bir kasabın kükremesine benziyordu:

"Bak sen şuna! Demek bizi oyuna getirecektin? Birkaç süslü cümleyle kendini hemen kahraman mı sandın sen? Sen fakir ahmak bir çiftçisin o kadar! Birazdan da ölü bir çiftçi olacaksın!"

     Duni Troşha'nın zihninden ayrıldığını hissetti. Korkusundan mı bilinmez ama bu sefer hiç acı duymamıştı. Troşha öfkeli bir şekilde arkasını döndü ve sert adımlarla önündeki ağaçlara doğru yürümeye başladı. Ağaçların içine daldı, tam gözden kaybolacaktı ki bir an duraksadı. Kafasını yukarı kaldırarak yeri titretecek kadar şiddetle uludu. Sanırım bu "Saldırın!" anlamına geliyordu. Bunun ardından yürümeye devam etti ve gözden kayboldu.

     Kırmızı gözlü yaratıklar ağaçların arasından yavaş adımlarla çıkmaya başladılar. Ağaçların gölgesinden kurtulduklarında Duni cüsselerinden dolayı onların kurtlardan çok ayıya benzediklerini düşündü. Tüyleri kapkaraydı ve oldukça mattı. Gecenin karanlığında çok iyi kamufle oluyorlardı. Hepsi duniye yaklaşarak çevresinde dönmeye başladılar. Sayıları oldukça fazlaydı, aralarından sıvışmak imkânsızdı. Duni kurtuluşunun olmadığını anladığında heyecanının azaldığını gördü. Artık hayatı sona dayanmıştı, bu kendisi için son duraktı. Oysa daha yapmak istediği tonlarca şey vardı, yaşamak istediği anlar vardı. Önce Uhan dağlarını dolaşacak sonra kendine bir yelkenli inşa edip Sonsuz Okyanus'ta adalar keşfedecekti. Bunları yaparken de yanında eşi Olia ve kardeşi Tomar olacaktı. Hepsinden de önemlisi onu rahatsız eden şey Tomar'dı.  Annesinin dünyaya gözlerini yumarken kendisine karşı tüm fedakârlıklarına karşın tek dileğini yerine getirememişti. Ama Duni bunları zihninden uzaklaştırarak güzel anılarını hatırlamaya çalışıyordu. Bir anda yaşadığı tüm sakarlıklar, sevinçler, utançlar ve şimdi baktığında aptalca görünen kavgalar gözünün önünden geçmeye başladı. Zaman öylesine yavaşlamıştı ki saniyeler içinde tüm hayatını tekrar yaşamıştı. Artık gönlünde ne korku, ne heyecan ne de umut vardı. Kalbi karanlığa bürünene dek inzivaya çekilmişti.

     Ve işte o an geldi. Yaratıklar birbirleriyle haberleşmiş gibi hepsi aynı anda zıpladı ve yaklaşmaya başladı. Artık hırıltıları bir kükremeye dönüşse de kulağa sinek vızıldaması gibi geliyordu. Her şey ağır çekim de ilerliyordu. Duni huzura ulaşacağını ümit ederek gözlerini karanlığa, sonsuzluğa yumdu. Artık beklemekten başka yapılacak bir şey kalmamıştı. Ölümü beklerken hiç beklemediği bir ses duydu. Bir vızıldamaydı bu. Fakat sinek vızıldaması ve kurtların vızıldaması değil, çok ayrı bir sesti. Duni ne olduğunu anlayamadı fakat anlamak için gözlerini de açmadı, ne de olsa öldükten sonra bu bilgi onun ne işine yaracaktı ki? Hâla ölümü beklemekteydi. Çok kısa bir süre sonra bazı tok sesler duymaya başladı. Vızıltılar çoğalmış ve yere düşen bir çuvalı andıran sesler çevresini sarmıştı. Duni çoktan ölmüş olmalıydı. Bir şeylerin ters gittiğini anladığında gözlerini açtı ve çevresine baktı. Tüm kurtlar alınlarının ortasında ince bir okla yerde yatıyor, siyah kanları yere süzülürken ay ışığında parlıyordu. Duni bir süre hareketsizce bekledi, olayın şokunu üzerinden atamadığı için çevresinde neler olduğunu düşünmek için uğraşmıyordu.

     Soluna doğru göz gezdirdiğinde yaşlı bir çam ağacının üzerinde parlak bir cisim gözüne ilişti. Ne olduğunu anlamak için gözlerini ovuşturup daha dikkatlice baktı cisme. Bir süre sonra hareket ettiğini gördü; cisim yere atlamıştı. Aynı zamanda düşme ve ayak sesleri duydu Duni. İşte o anda zihninin karanlık boşluğu dağıldı ve aklına bazı düşünceler gelmeye başladı. Şokun etkisinden kurtulmaya başlamıştı. Gelenin siyah giysili ve uzun boylu bir insan olduğunu anladığında elindeki çakıyı anlamsızca havaya savurmaya başladı. "Yaklaşma!" diye haykırdı Duni titrek ama cüretkâr bir sesle. Geriye doğru yavaş adımlarla ilerlerken ayağı bir kurda takıldı ve arkalama yere düştü. Siyah giysili insan işaret parmağını ağzına götürdü yürümeye devam ederken; "Şhhh!". Baştan aşağı mat siyah giysilerle kuşanmıştı, onu ay ışığında dahi dikkatli bakmadan görmek imkânsızdı, kırmızı gözlü yaratıklardan bile daha iyi kamufle olmuştu. Duni'nin ayakuçlarına geldi ve olduğu yerde dikildi. Duni ancak o zaman gözlerini görebilmişti, simsiyah iri gözbebekleri gecenin karanlığına uyum sağlıyordu fakat son derece yumuşak bakıyordu. Duni ağacın üzerinde gördüğü parlak cismin ne olduğunu daha yeni anlamıştı; adamın sırtında bulunan oklardan birinin omzu üzerine taşmış peykanıydı bu. Oldukça parlak demirden yapılmış zarif bir uçtu. Adam yavaşça tek elini başına götürdü ve kafasını çevreleyen siyah maskeyi çıkardı. Duni'den fazla büyük birine benzemiyordu, yüzü oldukça narindi. Saçları Tomar'ınkinden daha parlak bir sarıydı ve omuzlarına kadar dümdüz iniyordu. Hafifçe gülümsemesiyle birlikte hiç de askere veya hayduda benzemiyordu. Duni çevresindeki yaratıkların hepsini öldürenin bu kişi olduğuna inanamadı. Onu Tiri'de görse son derece iyi kalpli biri sanıp nezaket gösterirdi. Fakat karşısındaki insan daha önce kim bilir kaç kişiyi öldürmüş olan bir caniydi.

     Adam elini Duni'ye doğru uzattı. El bir süre askıda kaldıktan sonra Duni yardımı kabul etti ve elini tuttu. Kara şövalye onu son derece nazik bir hareketle ayağa kaldırdı ve yine nazik bir ses tonuyla konuştu:

"İyi misiniz Bay Aggin?"

"Evet, iyiyim, fakat birkaç saniye daha geç kalsaydınız bu sorunun bir anlamı kalmayacaktı."
 
     Duni güçlü ve sinirli görünerek ipleri eline almaya çalışıyordu fakat sesinden karşısındaki adama karşı duyduğu minnet açıkça okunuyordu. Adam hafifçe gülümseyerek kafasını iki yana salladı:

"Böyle bir şey ihtimal dışıydı Bay Aggin. Kedohlar tarafından çevrelendiğinizden beri sizi izliyordum. Uygun zamanı bekledim. Bu sırada adım Fermil."

"Beni zaten tanıdığınıza göre memnun oldum Bay Fermil."

     Duni'nin kafası sorularla doluydu, soruları teker teker sormaya başladı:

"Bana tam olarak kim olduğunuzu açıklayacak mısınız acaba?"

Fermil Duni'nin yüzününe yumuşak bir şekilde bakarken çocuksu bir kahkaha attı, Duni'nin şaşkın bakışları onu eğlendiriyor gibiydi;

"Şimdi olmaz Bay Aggin. Diğerlerinin bir şeylerin ters gittiğini anlamaları uzun sürmez. Buradan uzaklaşmamız lazım. Yolda sorularını cevaplarım, şimdi beni takip et."

     Fermil'in yüzü daha da çocuklaştı. Duni yüzüne dikkatlice bakarken daha sakallarının dahi çıkmadığını farketti, karşısındaki gerçekten kendisinden büyük olmayan bir çocuktu. Fakat yine de hareketleri son derece rahat, yumuşak ve huzurluydu.  Hiç telaşlı gibi görünmüyordu, ama son derece hızlı koşuyordu. Son sözlerinin ardından ne ara gözden kaybolduğunu Duni bile anlayamadı. Birkaç saniye sonra geri dönerek;

"Hey Aggin! Orada kazık gibi dikilmeye devam edersen kurtlara yem olacaksın!"

     Duni'nin yüzündeki şaşkınlık ifadesi bu sözün ardından yerini heyecana bıraktı. Duni koşabildiği en hızlı şekilde koşarak Fermil'i takip etmeye başladı. Bir süre sonra yuvarlak alan görünmeyecek kadar arkalarında kaldı. Fermil koşarken bazen Duni ile dalga geçmek için ağaçların üzerine çıkarak birinden diğerine atlıyor sonra yere inip takla atarak Duni'yi bekliyordu. Duni var gücüyle koşmaya devam etse de Fermil'e bir türlü yetişemiyor, araları daima açılıyordu.

     Duni arkasına bakmadan sürekli koştuğu için ne kadar yol katlettiklerini bilmiyordu. Fakat dakikalarca koşmuştu ve artık bayılma sınırına gelmişti. Arkalarında ne olursa olsun oturup dinlenmesi gerekiyordu. Bütün gün yaşadığı korku ve üzüntü vücudunu esir almıştı, başka zaman olsa daha çok gayret gösterebilirdi, ama şuanda asla. Biraz yavaşladı ve kendisini yüzüstü yere bıraktı. Solukları da nabzı kadar hızlıydı, gözlerine bir karanlık çökmüş, hiçbir şeyi göremiyordu. Mücadele etmeyi bıraktı ve dinlenmek için kendini saldı.

     Saniyeler sonra kendisini havada buldu. Gözlerini açtığında tam tepesinde Fermil'in zarif yüzü duruyordu. Fermil hafifçe gülümsedi ve yine yumuşak bir ses tonuyla;

"Çok yorulmuş olmalısın Duni. Bunu düşünemediğim için kusura bakma..."
    
     Duni hiçbir şey söylemedi. Çevresine bakındığında Fermil'in siyah ve kalın bir ipi uzaktaki ağaçlara fırlatarak birinden diğerine süzüldüğü gördü, kucağında da kendisi duruyordu. Uzaktaki kayalıkları hayal meyal seçebiliyordu, Anovah Ormanı'nı terk etmelerine kısa bir süre kalmıştı. Hâlâ Fermil'in yüzü aklından çıkmıyordu. Gözlerini tam tepesindeki narin surata dikti ve öylece bakmaya başladı. Tam bir sanat eseriydi, kim olsa etkilenirdi. Oysa daha önce bir erkek hakkında böyle düşüncelere sahip olabileceğine hiç inanmazdı. Fakat Fermil farklıydı, insana güven ve huzur aşılıyordu, büyülü gibiydi. Yorgunluktan ağırlaşan gözleri Fermil'in güveni altında yavaşça dünyaya kapandı. Bir süre daha Fermil'in yüzü karanlıkta kendisine göz kırptı...


Sonraki bölümün ismi: "Eshet Dur"