Merhabalar,
Bu hikayemin merkezindeki Dunganga adlı canavarı 80'lerin veya 90'ların çocuklarının bir kısmı bilir. Müjde Ar'ın başrolünü oynadığı "Aaahh Belinda" filminden türediğini ben bu yaşıma kadar bilmiyordum tabii. Benim için annemin "Duuuun gan ga Dun gan ga" şeklinde söylediği, heceleri bastırışının davul tokmaklarını andırdığı (tıpkı Moria Madenlerindeki gibi tokmaklar hem de, zaten kitabın o bölümünde aklıma direk Dunganga gelmişti) bir korku tekerlemesiydi. Yalnız annem yanlış hatırladığından mı, yoksa beğenmeyip kendi hayal gücüyle tekrar kurguladığından mıdır bilmiyorum, benim öğrendiğim versiyonu biraz daha farklı (Aslında daha güzel, daha kafiyeli).
Orijinali ise
ŞU linkte. Sevgili anneme beni o yaşta bu korkunç tekerlemeyle korkuttuğu, ama hayal dünyamı o zamandan genişlettiği için teşekkür ediyorum^^
Çok eski zamanlarda
Var imiş bir Dunganga
Yaramaz çocukları
Atarmış torbasına
Duuuun-gan-ga Dun-gan-ga!
1
“Ama ben okula gitmek istemiyorum!”
“Okula gitmeyenleri Dunganga alır Ece. Dün gece ne konuşmuştuk, hani ağlamayacaktın. Korkulacak bir şey değil ki kızım, hadi işkence etme bana.”
Küçük kızın gözleri öyle dolmuştu ki bu okula başlamayı ne kadar istemediği belli oluyordu. Ağzı ters bir “U” harfi gibi olmuş, alt dudağını ısırıyordu. Aslında bu okul annesinin ilk tercihi değildi, okuldan yıl ortasında ayrılan çok çocuk olduğunu duymuştu. Ama eve çok yakın olduğundan, apartman görevlisi kızı götürüp getirebilsin diye bu okulu mecburen tercih etmişti Burcu.
“Ama Aybüke dedi ki o okula yedi yaşında başlayacakmış. Ama ben daha beş yaşındayım anne.” Birkaç kırpıştan sonra gözlerinde biriktirdiği yaşlar yanaklarına süzülüverdi.
“Bakıcı mı istiyorsun Ece, onu da kabul etmiyorsun. Anneannende uzakta. Seni evde tek başına bırakamam ki… Hem bak,” eliyle etraftaki diğer çocukları gösterdi, “Burada oynayacak bir sürü arkadaş var. Normal okul değil ki kreş bu. Tüm gün arkadaşlarınla oynayacaksın, çok eğlenceli olacak. Hem ne diyorum biliyor musun,” Gözlerini kıstı ve olabildiğince inandırıcı ve sabırsızmış gibi konuşmaya başladı, “Keşke ben de iş yerine buraya gelebilseydim. Ne kadar güzel bir yer, rengârenk!”
Kız ikna olmuş gibi görünüyordu. Gülümsemese bile en azından ağlamayı bırakmıştı. “Beni almaya ne zaman geleceksin?”
“Fuat Amcan gelecek seni almaya. Eve bırakacak, ama ondan hemen yarım saat sonra da ben eve geleceğim. Akşam sana çok güzel bir sürprizim var!” göz kırptı kızına. “Hadi annen artık geç kalıyor. Kocaman bir öpücük ver bakayım bana!”
Annesi eğilirken kız da parmaklarının ucunda yükselip Burcu’nun yanağına bir öpücük kondurdu. Arkasını dönüp giderken pembe sırt çantası ve omuzlarına dökülen incecik sarı saçlarıyla muhteşem görünüyordu. Arada arkasını dönüp annesine bakıyordu. Onu böyle ürkekçe bırakmak Burcu’nun hiç içine sinmiyordu. Ama boşandıktan sonra eline çok da bir para geçmediği için bakıcı tutamıyordu. Ne kadar istemese de gözleri tıpkı az önce kızınınkiler gibi dolarak otobüs durağına doğru yürümeye başladı.
Call-Center’da çalışıyordu Burcu. Bunun gibi hakkıyla yapması gereken ve patronun sürekli masaların başında gezindiği bir işte dikkatinin dağılmaması gerekiyordu ama o gün kesinlikle odaklanamıyordu. Kızının ne yaptığını gözünün önüne getirmeye çalışıyor, ihtimaller onu ürkütüyordu. Patronun dikkatini kesinlikle çekmişti ve bu durum tekrarlanırsa muhakkak uyarılacaktı, ama aldırış etmedi. Eve dönerken kafasına takılan şey kesinlikle bu değildi.
Kapıyı açtığında kızını televizyonda Temel Reis izlerken buldu. Kız annesini görür görmez hemen koşup kucağına atladı. Bu ne kadar sevgi gösterisi gibi görünse de Burcu bunun altında kızın korktuğu veya çekindiği şeyler olduğunu çok iyi biliyordu. Muhtemelen kızı okulu sevmemiş, alışamamış ve tüm günü bir köşede diğer çocukların oyunlarını izleyerek geçirmişti.
En sevdiği yemek olan patates kızartmasını yaparken gözlerinin içi gülüyordu ama. Kız ne kadar mutluysa annesi de o kadar mutluydu, tek dünyası oydu. Oyuncağı gibiydi, ruh hali ne kadar da kolay değişebiliyordu. Ece üzgün mü? Ona patates kızart, cips al, dondurma al, gülsün. Bu kadar basit!
Her şey normalmiş gibi konuşuyorlardı ama asıl bahsetmeleri gerekenin kreşte ilk gün olması gerekirken kızın bu konuyu hiç açmaması aslına normal olmadığının kanıtıydı. Ama üstüne gitmedi. Sorulara boğarak kızın aklına daha da çok getirmenin, içinde büyütmenin bir anlamı yoktu.
“Yalan söyleyenlere de Dunganga gelir mi anne?” dedi, yatağa yatırıp üstünü örterken. Demek ki ortada bir yalan vardı. Ama ne olduğunu sormaya gerek yoktu. Öğrenmenin yolu direk sormak değil, kaleyi içten fethetmekti.
“Evet, muhtemelen gelir. Ama eğer söyledikleri yalanı itiraf ederlerse gelmez. Tabi geç kalmamak gerek. Dunganga gelmeden itiraf edilmesi lazım. Ne oldu ki Aybüke annesine yalan mı söyledi?” Biraz düşündü küçük kız, ancak bu kaçış işine gelmiş olmalıydı ki onayladı.
“Hm hm. Bana öyle söylemişti. Yalan söylemiş annesine. Ama itiraf edecekmiş galiba. Ben ona itiraf etmesi gerektiğini söylerim.”
“Tamam anneciğim aferin sana.” Alnından öptü kızını. Nasılsa itiraf edecekti. “İyi geceler.”
“İyi geceler anne.”
Ertesi gün işe gitmeden önce kızı apartman görevlisinin küçük dairesine bıraktı. Dudakları yine büzülmüştü ama bu kez bir şey söylemedi, itiraz etmedi. Ancak annesi biliyordu ağlamasının üç aşamada tamamlandığını. Bir, dudakların büzülmesi ve ters “U” harfine doğru gidiş. İki, gözlerin kapasitelerinin çok üstünde dolması. Üç, yaşların boşalması. Birinci aşamadaydı ve diğer aşamalara muhtemelen annesi gittikten sonra geçecekti.
Kızını öperek otobüs durağına doğru koştu. Bu kez mesai bitimine kadar elinden geldiğince odaklanmaya çalıştı. Kızını düşünüp durmanın ona hiçbir faydası yoktu. Üstelik eğer performansı beğenilmezse ve bu işten çıkarılırsa bir kez daha iş arayışıyla bitap düşerdi ve bu ne kendisi için ne de kızı için iyi olurdu. Üstelik patron çalışanlarını işten çıkarmak konusunda buzdolabından pişirmek için hangi yumurtayı alacağına karar verirken yaşadığı tereddütten daha az tereddüt yaşıyordu. Çok çalışan olduğu, çalışmak için çok kişi müracaat ettiği ve müşteriler hizmetten genelde memnun olmadığı için personel değiştirmek ona en verimli yöntem gibi geliyordu herhalde. Ama bu meslekte çalışıp da müşteriyi memnun etmek gerçekten çok zordu. Belki bir operatör için çalışılsa bir derece, ama Burcu’nun çalıştığı yerde sadece kenarda köşede kalmış kanalların reklamlarını verdiği zayıflama ürünleri satılıyordu. Çoğu zaman işleri ellerine gelen ve bir sürü numara içeren Data’lardan teker teker numara seçerek arama yapmaktı. Bu kişileri ikna etmek zordu, reklamda görüp arayanlar ise genelde ürün iadesi için tekrar arıyorlardı. Zavallı çalışanlar, dandikliğinden adları gibi emin olsalar da telefonda müşteriye açıklama yapmak ve beğendirmek için taklalar atıyorlardı.
O gün Burcu bir sürü arama yapmış ve bir önceki günü telafi edebilmek için en pozitif ruh halini giymişti. Eve doğru giderken patronun, düzelişini fark edip etmediğini merak etti.
Evin merdivenlerini çıkıp katına ulaştığında kapının önünde arkasını dönmüş bir kadın olduğunu gördü. Kadın Ece’nin yeni öğretmeniydi. O an kalp atışları hızlandı ve her annenin çocuğu olduktan sonra kazandığı kabiliyeti, iki saniye içinde yedi bin olasılık düşünme kabiliyeti devreye girdi. Kızı trafik kazası geçirmişti, apartman görevlisi onu almayı unutmuştu, çocuklarla kavga edip saçlarını yoldurtmuştu, hastalanıp kusmuştu, düşüp kolunu kırmıştı, oyuncaklardan biri kafasını yarmıştı…
Ne var ki öğretmenin yüzündeki endişeli ifade ihtimallere çanak tutuyordu. Orda hiçbir şey söyleyemeden öğretmenin konuşmasını bekledi.
“Merhaba Burcu Hanım.” Kadın sanki mahcuptu, endişeliydi, korkuyordu, utanıyordu…
“Ne oldu Ece’ye?” bu öyle kısık sesli bir fısıltıydı ki, kadın bunu duymaktan ziyade dudaklarından okumuştu muhtemelen.
“Eee, kızınız Dunganga tarafından kaçırıldı.”
Cümleyi tam olarak duymuş olsaydı ne kadar saçma olduğunu fark edecek ve “Ne Dungangası?” gibi sorular soracaktı. Ama o sadece “Kaçırıldı,” sözcüğüne odaklandığı için kadından kopup, kaynar sularla dolu bir yüzme havuzuna atladı.