Kayıt Ol

Esinlenilmiş Gerçekler

Çevrimdışı M.K.Immortal

  • **
  • 290
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Esinlenilmiş Gerçekler
« : 11 Ocak 2014, 20:43:22 »
Not: Esinlenme üzerine o kadar tartışınca yazmak istedim bu öyküyü. Kimseye karşı bir tavır, eleştiri veya gönderme amacıyla yazılmadığını da belirterek, herkese iyi okumalar diliyorum.



     “Her şey tam altı sene önce başladı…”

     “Hop hop hop dur bakalım. Böyle damdan düşer gibi konuyu anlatmayacaksın herhalde? Okuyucuya kendinden bahset biraz.”

     “Ben kim miyim? Adının önemi olmayan bir adamım sadece.”

     “Bu kadar mı yani?”

     “Bir önemi var mı ismimin? İnsanlar benim adımı bile hatırlamayacaktır. Hatırlayan olursa bile anlatacağım olaylar sayesinde anılacaktır sadece. Ki ismimin ne olduğu veya benim kim olduğum hikayeyi değiştirmeyecek nasıl olsa. Ben, bu anlamsız ve sıradışı olayları yaşayan adamım kısacası.”

     “Pekala dediğin gibi olsun. Seni sen yapan olayları anlat o zaman.”

     “Dediğim gibi, bundan tam altı sene önce başladı herşey…
     Amasya Üniversitesi’ne giden sıradan öğrencilerden biriydim sadece. Fen Bilgisi Öğretmenliği okuyup ortaokul çocuklarının ufuklarını genişleteceğine inandıkları sıradan biri. Aynı sıraları paylaşan diğer kırkıyla, hatta dünyadaki binlercesinden farkı olmayan, sadece bir isimden ibarettim kağıtlarda da. Hem ben hocaları tanımazdım hem de onlar beni bir gurur kaynağı haline getirebilmek adına doğru dürüst bir eğitim vermezlerdi.

     Tahtaya yansıtılan slaytları okumak için para aldıklarına inandığım eğitim veya katkı adına hiçbir iş gerçekleştirmeyen ve bunları umursamayan insanlardan öğrenemediklerimi, kitaplardan okuyarak kapatıyordum. Üstelik bu öğrenemediğim şeylerden sorumlu olduğum sınavlara katılıyordum.”

     “Eğitim sistemine gönderme yapıp duracak mısın yoksa şu inanılmaz olaylar dediğin şeyi anlatacak mısın?”

     “Oraya geliyordum zaten. Ki anlattığım her şeyin birbiriyle bağlantısı var, emin ol. Tıpkı benim doğmama etki eden trilyonlarca etkenin ve sonrasında yaşanan bir o kadar daha etken olmasının, beni bu inanılmaz olaylara sürüklediği gibi, her şeyin bir anlamı var.

     Salı günüydü. Ortaokul öğrencilerine göstermemiz için eğitimini aldığımız fizik dersinden yeni çıkmıştım. Ne ilginçtir ki o günkü konumuz kuantum fiziği idi. Sanki bunları o çocuklara vermemiz gerekiyormuş gibi anlamsızca bizlere öğretiyorlardı. Elbette geleceğin eğitmeni olarak fazla bilgilere sahip olmamız iyi bir şey ama bunlar sanki tüm eğitimimizin temelini oluşturuyormuş gibi davranılması ne kadar acı veriyordu anlatamam.

     Neyse, konudan sapmayalım en iyisi. Sokakta evime olan yolu yarılamış, öğrenci yurdunun karşı arasındaki eve tırmanan yokuşu adım adım çıkıyordum. Güzel havalarda o küçük şehirde yürümek kadar güzel bir şey yoktu. İnsanların çok zorda kalmadığı sürece incecik kaldırımlardan asla taşmadığı bir şehrin düzenine isyan edercesine, araç geçmeyen yolun tam ortasından yürüyordum.

     Birkaç dakika sonra sıcak çay ve televizyon keyfi yapmayı planladığım evim görüş alanıma girmişti. Fakat tek gördüğüm evim değildi. Amasya’da, hele hele bizim sokakta asla göremeyeceğim bir etkinlik vardı. Sokağın sonu boş bir araziye çıkıyordu normalde ama araziyi kapatacak kadar büyük bir çadır kurulmuştu tam karşımdaki boşluğa. Önündeki ahşap platformun üzerinde ise, üstüne kırmızı bando üniforması, altına ise siyah av pantolonu ve çizmelerini giymiş, kafasında ise kocaman, gülümseyen bir tavşan başlığı takmış bir adam vardı. Çadırın içinden gelen sirk müzikleri tüm sokakta yankılanıyordu. İşin ilginci bu kadar saçma ve ilginç şeylerin bir arada olduğu sokak hala bomboştu.

     Merakıma yenik düştüm ve oraya gittim. Kostümlü adam elindeki siyah bastonu havada sallayarak çadırın girişini işaret etti.

     ‘Hayatınızdaki en ilginç deneyimi yaşamak için buyurun, buyurun’ diye bağırıyordu. Sanki sokakta benden başka biri varmış gibi etrafına bakıyor ve boşluğa sesini duyurmaya çalışıyordu.

     Çadırın, sanki bir delikmiş gibi görünen yuvarlak girişi, içeriye girmem için beni cezp ediyordu. Karanlık deliğin önüne kadar geldiğimde, tavşan kostümlü adam sesini iyice azaltıp bana baktı.

     ‘Hayatının deneyimi için hazır mısın?’ dedi biraz korkutucu bir sesle. Düşünmeden girdim çadıra, ne olabilirdi ki!

     Yürüdükçe içeriden gelen ses uzaklaşıyor, gittikçe boğuk bir hal alıyordu. Arkamdaki ışık azalıyordu her adımımda ve etrafımı saran karanlıktan rüzgar sesi gelmeye başlıyordu. Yürüdüm, belki de on dakika kadar. Küçük bir çadır nasıl bu kadar büyük olabilir diye düşünüyordum.

     Sonra uzaktaki ışığı gördüm. Koştum bu sefer, artık korkutmaya başlamıştı çünkü bu yol. Işığa ve özgürlüğe kavuşmak için koştum. Yaklaştıkça ışığa, rüzgar ve soğuk artıyordu. Ben hızlandıkça çıkış olan delik daha da yaklaşıyordu. Ben bir adım atınca gün ışığı bana yüz adım yaklaşıyor gibiydi. Sonunda ise etrafı karlarla kaplı bir ormana çıkmıştım.”

     “Hooop hop dur bakalım bir saniye!”

     “Ne oldu?”

     “Ne yani Alice Harikalar Diyarında’ki gibi bir tavşan seni bir deliğe sokuyor ve sen Narnia’daki gibi bir yere mi çıkıyorsun? Hadi ama burada okuyucuyu kandırmak için bildiğin şeyleri birleştirip onlara sunuyorsun bence.”

     “Belki de bahsettiğin kitaplar gerçeklerden esinlenerek yazılmıştır? Çünkü ben yaşadıklarımın gerçekliği konusunda gayet eminim.”

     “Hadi amaaa! Daha ne anlatacaksın peki? Darth Vader ile karşılıklı tavla atıp, Jigsaw’ın elinden kahve içtiğini mi?”

     “Pekala, neler olduğunu sen sormuştun ve ben anlatıyordum sadece. Eğer duymak istemiyorsan anlatmam.”

     “Tamam, tamam. Anlat bakalım, merak ettim daha neler yumurtlayacaksın diye.”

     “Ormana çıktığımda dikkatimi ilk çeken şey de tahmin edeceğin gibi buranın aslında devasa bir dünyaya açılmış olduğuydu. Boyutlar arası bir geçitten geçmiştim, üstelik benim yaşadığım sokağa kurulan bir sirk çadırının içinden.

     Farklı bir dünyada yapılabilecek ilk şeyi yaptım ben de. Korktum. Sonra ise ikinci şeyi. Nasıl geri döneceğim endişesi yaşadım. Çünkü geldiğim yoldan geriye bir şey kalmamıştı. Aradan birkaç saat geçince ise üçüncü şeyi yapmanın zamanı gelmişti. Burayı araştırma merakı bedenimi sardı. İki veya üç kilometre kadar yürüdüm. Belki de daha kısaydı, çünkü yerdeki kar yüzünden yürüyüşüm zordu ve aldığım yol bana uzun gibi geliyordu. Bacalarından tüten dumanıyla kartpostalları andıran bir köye tepenin üzerinden bakarken, ağaçlar benimle olan yolculuklarını bırakmışçasına bıçak gibi kesilmişti. Yokuş aşağı hızla inip sıcak bir eve sığınıp karnımı doyurmanın peşindeydim tam o sırada.

     Ahşap evler düşündüğün gibi ortaçağ tipindekiler gibi değillerdi.”

     “Böyle düşündüğümü de nereden çıkardın?”

     “Karlık bir bölgede ahşap kulübelerden bahsedildiğinde aklına başka ne geliyordu peki? Evet, ilk gördüğümde ben de onlara benzetmiştim ancak yaklaşınca aslında hiç de düşündüklerimiz gibi olmadıklarını fark ettim. Yuvarlak kapıları…”

     “Veee çok geçmeden Yüzüklerin Efendisi geliyor.”

     “Sürekli sözümü kesecek misin? Yoksa anlatayım mı?”

     “Tamam sustum. Devam et bakalım.”

     “Evlerin girişleri çift kapılı yuvarlak şeklindeydi. Pencereler de plastiğe benzer saydam, esnek bir madde ile kapatılmış, yine yuvarlak şekilde oyulmuşlardı. Evlerin ön cepheleri düz olmasına rağmen geri kalanı yine yuvarlak bir zemine sahipti. Sanki bir kenarı kesilmiş daire gibiydi tepeden bakınca. Bacalarının ne şekilde olduğunu söylememe gerek yok sanırım.

     Önüme ilk gelen kapıyı çaldığımda kapıyı açan…”

     “Frodo muydu? Hahahahahaha.”

     “Hayır, değildi. Ama insan da değildi. Bir yetmiş boylarında sapsarı tenli biri açtı kapıyı. Biri demek ne kadar doğru olur bilemedim aslında ama sonuçta bir canlıydı onlar da. Burunları olmayan, kolları ve bacaklarında fazladan birer diz ve dirsek bulunan ve en ilginç özellikleri ise saçlarının üstünden yükselen, derilerinden birer çıkıntı gibi sapsarı görünen antenlere sahip yaratıklarla ilk o zaman karşılaştım. Kendilerine Yistael diyen bu canlıları gördüğüm anda korkmam gerekiyordu belki. Ama çizgi gibi dudakları ve dişsiz ağızlarıyla yaptıkları o sıcak gülümseme ve perdeli göz kapakları fazla sempatik gelmişti. Kırmızı, siyah, sarı ve nadiren kahverengi saçları, biz insanlara benzeyen tek yönleriydi sanırım. Üç delikli, kafalarına yapışık kulakları ve beyaz kürenin üzerindeki siyah lekeler gibi duran gözleri vardı hepsinin.

     Kollarının iki dirsekli olduğunu söylemiştim sanırım. Üstteki dirsek her iki yana, alttaki ise sadece içeriye doğru bükülüyordu. Ama antenleri en ilginç kısımlarıydı. Uçlarındaki küresel bölge tamamen sinir uçlarından oluşuyordu. Birçoğu, o bölgeyi korumak adına saydam bir başlık takıyordu. Hafifçe sıkmak bile onlara acı verebiliyordu çünkü. İşin ilginç yanı sadece bu sinir uçları değildi. Koku almak, elektromanyetik alanları, hatta sıcaklığı bile hissedebiliyorlardı. Üstelik nereden geldiğini, ne kadar uzaklıkta olduğunu bile söyleyebilecek kadar ilginçti bu antenleri.”

     “Dur tahmin edeyim, Türkçe mi konuşuyorlardı yoksa?”

     “Evet.”

     “Bir başka klişe daha. Her zaman öyküdeki ana karakter ile aynı dili konuşurlar. Uzaylılar hep İngilizce bilir mesela. Ya da herkesin bildiği ortak bir dil vardır.”

     “Yani? Ne demek istiyorsun?”

     “Yanisi şu ki bu anlattıkların birer peri masalından ibaret. Gerçek olduklarını söylüyorsun fakat değiller.”

     “Komik. Ben de kendi dünyamızı onlara anlattığımda bana masal anlatıyormuşum gibi bakmışlardı. Igloları olan Eskimolar, çekik gözlü çok kalabalık Çin ve ten renkleri farklı Afrika kabilelerinin yaşayışlarındaki ve görünüşlerindeki farklılıklara inanmamışlardı bir süre.  Kilometrelere uzanmış Çin Seddi, Piramitler, eğik duran Pisa Kulesi, cep telefonları, internet gibi şeyler birer efsane gibi gelmişti. Hatta eski tarihimizdeki unsurları bile anlattım. Samuraylar, Moğollar, Tapınak Şövalyeleri gibi şeyler masal gibi geliyordu onlara. İşin ilginci bunları biraz süsleyip biraz da ekleme yapınca biz masal zannediyoruz. Halbuki bizim tarihimiz ve yaşayışımız bile kendi başına fantastik bir eser sayılır.

     Büyü müdür bir eseri fantastik yapan? Düşünsene gerçek dünyada büyü olsaydı fakat zahmetli olsaydı ve çoğu işlerini büyü ile yapan nesiller yüzünden teknoloji gelişmeseydi? O zaman bilgisayar gibi saniyesinde trilyonlarca işlem yapabilen aletler onlara fantastik gelmez miydi? Zahmetsizce, büyü yapmadan, sadece bir tuşla yapılan işlemleri, devasa gökdelenleri ve günümüzdeki birçok şeyi ağızları sulanarak dinlerlerdi. Tıpkı Yistael’lerin benim anlattıklarımı dinlemeleri gibi.”

     “Tamam anladık, devam et en iyisi.”

     “Pekala. O kadar ilginç yaşayışları vardı ki Yistael’lerin, anlatmakla bitmez. Yine de bana en ilginç gelen şeyleri söylemeden edemeyeceğim. Antenleri sayesinde çiftleşip yumurtluyorlardı. Sığındığım evde de bu yumurtalardan bir tane vardı. Sarı, yapış yapış, sanki deri ile kaplı gibiydi. İçindeki canlının hareket edişini görebiliyordum. Üç aylık dönemin sonunda yumurtadan çıktıklarında, geriye kalan şeyleri annesi tarafından yeniyordu.”

     “Bu da çok tanıdık? Sanki bir filmde görmüştüm.”

     “Doğrudur. Ama işin gerçeğinde bizim dünyamızdaki birçok yumurtlayan hayvan da bunu yapıyor. Yani bu senin okuduğun kitaplardan ve izlediğin filmlerden milyonlarca yıl önce yazılmış bir gerçek. Aynı şekilde Yistael’ler de bunu gerçekleştiriyordu. Bunun nedeni olarak ise bebekleri ile kurdukları bağın yanı sıra, annenin süt vermesi için gerekli bazı maddelerin o kabukta olmasıymış.

     Kültürleri de çok ilginçti aslında. Çocuklarına yedi yaşına kadar isim vermiyorlardı. Yedi yaşında, eğitim almaya başladıkları zaman isimlerini kendileri seçiyordu. Genelde bu seçimi de isteklerine göre belirliyorlardı. Yani, öğretmen olmak isteyen bir çocuğun ismi genelde Eğit, Yüksel, Akıl, Düzen gibi şeyler oluyordu.”

     “Yüksel mi?”

     “Evet. Eğitimin bir yükseliş olduğuna inanıyorlardı çünkü.”

     “İsimleri de mi Türkçe yani?”

     “E Türkçe konuşan bir ırkın isimleri ne olacaktı ki? Yedi yaşında eğitim almaya başlayan çocuğa öncelikle bilmesi gerekenleri öğretiyorlardı. Matematik, Türkçe, coğrafya gibi dersler temel olarak veriliyordu. Resim, müzik, beden de öyle. Hiçbirinden sorumlu değillerdi. Yani not alma korkusu olmadan öğreniyorlardı. Sadece çocukların yönelimlerini ölçmek için veriliyordu bu eğitimler. Elbette temel bilgileri de öğrenmeleri sağlanıyordu bu sayede.

     Çocuğun istediği meslek ve eğilimleri temel alınarak sonraki aşamaya geçiyorlardı. Bizde ortaokul dediğimiz şeyleri onlar uygulamalı olarak yaşıyordu. Teorik bilgiler neredeyse sıfırdı. Her şey tecrübe edilerek öğretiliyordu. Lisede ise deneyimler ölçülüyor, tecrübelerin derecesine göre meslekler ve atamalar yapılıyordu.”

     “Eğitim sisteminde ütopya anlatıyorsun resmen.”

     “Öyleydi zaten. Onların bakış açıları buna izin veriyordu çünkü. Bizde sadece sözde kalan şeyleri, onlar resmen yaşıyordu. Mesela empati had safhadaydı onların bakışlarında. Onların anlattıkları bir şeyden bahsedeyim mesela. Bilge bir filozofları demiş ki; “Gelişmeyen beyinler karşılarına çıkan olaylarda hep taraf değiştirirler. Bu taraflar küçükten büyüğe doğru, giderek büyüyen bir kitleyle sıralanır. Yeri gelince her birini savunan bireylere bürünmek değil, sadece birinde istikrarlı kalabilmektir zeki bir canlı olmak.” Kalıpları ise şöyle sıralıyorlardı. Ben, ailem, komşularım, mahallem, ilçem, bölgem, takımım, ülkem, ırkım, dinim, yistaellerim, gezegenim ve evrenim. En büyük gelişim sahipleri bütün evren içindeki canlıları eşit sayarlar ve her ne olursa olsun bu fikirlerinden vazgeçmeyenlerdi. Mesela dinlerine karşı çıkan birisi olduğunda bir anda benim dinim fikriyle beslenip diğerlerini düşman olarak görmüyorlardı.

     İlginçti aslında. Bizim dünyamızdaki en büyük eksikliği onlar bu şekilde aşmıştı. Düşünsene, sırf diğer takımı tutuyor diye sopalarla dövdüğü kişiyle, gün gelip savaş çıkınca düşmana karşı omuz omuza savaşmıyorlar mı bizim dünyamızdakiler? İşte Yistael’ler bunu önceden görüyor aslında. Gün gelince ve şartlar değişince düşmanlar dost olabilir diyordu bir bilgeleri. Bu şartları beklemenin ne anlamı var diye de güzelce bitiriyordu cümlesini.

     Tabi hepsi evreni sahiplenecek kadar gönlü bol değildi. Kimisi sadece kendini düşünecek kadar bencil, kimisi ise şehrinin dışındakileri tehdit olarak görecek kadar az geliştirmiş oluyordu karakterlerini. Ama fikirleri bizimkiler gibi sürekli değişmiyor, sabit kalıyordu.”

     “Bu güzel bir şey mi? Değişkenlik bazen güzel olabilir ama değil mi? Mesela dediğin gibi bir savaş çıktığında, şehrim diyen o yaratıklar kendi şehirlerinden olmayanlarla aynı sipere gitmiyorlar mıydı?”

     “Askerler ülkem görüşünü benimseyenler arasından seçiliyordu zaten. Herkes askerlik yapmıyordu. Kaldı ki asker oranı bile çok azdı onlarda.  O koca diyardaki tek ırk onlar değildi ama tüm ırkların ortak bir düşüncesi vardı. Ülkeyi yönetenlerin zıt düştüğü konularda, onların yönettiği canlıların ölmesi saçmalıktır düşüncesi hakimdi. Eğer iki ülke veya ırk birbiriyle anlaşamıyorsa, bunları kendi aralarındaki bazı olaylar ile çözmek zorunda kalıyorlardı.

     Şöyle anlatayım; Mesela bir ülke lideri diğeriyle bir anlaşmazlığa girip, belli bir konunun çözülmesi gerektiğini düşünüyor diyelim. Bu durumda rastgele belirlenen bir yerde buluşuyorlardı. Yine rastgele seçilen bir yarışma ile bu sorunlarını çözüyorlardı. Bizdeki satranç benzeri bir oyun, belki dövüş, belki zeka oyunu gibi bir sürü seçenekten ne çıkacağı belli değildi asla. Liderler bu yüzden kendilerini hem fiziki, hem sosyal, hem zeka, hem de kültürel olarak geliştirmek zorunda kalıyorlardı. Aksi olan, yani aptal, bencil, zayıf liderlerin ülkeleri de zayıflıyordu. Haliyle tahmin edersin ki lider seçimleri de çok büyük önem kazanıyordu.”

     “Oy mu veriyorlardı?”

     “Hayır. Lider adayları tüm bu oyunları kendi aralarında oynayıp, aralarında en iyisi veya bütün oyunlarda en iyi ortalamaya sahip olanı ülkenin başına geçiriyorlardı.”

     “Dur tahmin edeyim. Bu lider de en kötü ihtimalle ülkem görüşünü benimsemiş olmalıydı değil mi? Peki ya yalan söyleyen olmuyor muydu? Ülkem diyerek aslında bencil olanlar çıkmıyor mu?”

     “Elbette var ama çok nadir. Hem bu görüşü onlara direkt yolla sormuyorlardı. Onları testlere tabi tutarak öğreniyorlardı yönelimlerini.”

     “Çok ilginçmiş aslında. Ama yine de hiç mi dış tehditleri olmuyordu bunların? Düşünsene, eğer bir ordu toplayan olursa diğerlerini tarihten rahatlıkla silermiş.”

     “Evet ama kimse o kadar büyük orduyu kuramıyordu ki. Neden savaşacağız ki diye düşünüyordu oradaki tüm canlılar. Amaç neydi savaşmak için veya yok yere ölmenin? Elbette dış tehditler oluyordu ancak onları durduracak kadar, yani ülkelerini savunmak adına asker eğitiyorlardı. Ve bu eğitimler de en üst düzeyde veriliyordu onlara. Sadece silah tutup ateş etmeyi öğretmek değildi yani.”

     “İlginç. Ama anlattıklarına bakılırsa teknolojileri olan bir ırk sanırım. Ben daha çok ortaçağ gibi kılıçlarla falan savaşan insanlar düşünmüştüm.”

     “Teknolojileri vardı fakat bizdeki gibi değil. Mesela dediğin gibi silah olarak kılıç ve ok denilebilecek aletler kullanıyorlardı. Fakat iletişim konusunda müthiş ilerlemişlerdi. Sese resmen hükmediyorlardı. Havadaki titreşimlerini istedikleri gibi kontrol edebiliyorlardı mesela. Yüzlerce kilometre ilerideki insanların yanındaymış gibi konuşabilecekleri sistemleri vardı. Üstelik kulaklarına dayadıkları bir telefon olmadan.

     Askerlikten bahsediyorduk değil mi en son. Askerler ömür boyu hizmet veriyordu fakat her yıl farklı bir yerde yapıyorlardı hizmetlerini. Tıpkı bizdeki gibi onlarda da bazı bölgeler daha tehlikeliydi ve bu tehlike dağılımının bütün askerler üzerinde olması gerektiğini savunuyorlardı. Bu yüzden her asker tüm diyarda hizmet veriyordu yıllar geçtikçe.”

     “Eşit, ayrımcılığın olmadığı bir sistem. Gerçekten ütopya olmalı.”

     “Daha bitmedi üstelik. Mesela işlere olan bakışları bile mükemmeldi. Üretime dayalı sahalarda her işçinin hedefleri oluyordu. Bu hedefi tutturan o günlük işini bitirmiş oluyordu. Yani iki saatte işini bitiren isterse evine gidebiliyordu. Tabi on saatte bitiremeyen ise evine gidemiyordu. Yine de çok zor durum olmadıkça o kadar uzun süre iş yerinde kalanı görmemiştim. Kalanların da mazeretleri oluyordu ve işleri diğer günlerine aktarılıyordu.

     Para ise sadece eğlence ve lüks işler için harcanıyordu. İnsanların bütün temel ihtiyaçları karşılanıyordu. Zaten verilen iş gücü bu karşılamaya yönelik oluyordu. Yani işini iki saatte bitirdiğinde senin temel ihtiyaçlarını karşılıyorlar, fazlasını çalışınca ise para kazanıyordun. Bu parayı da istediğin gibi harcıyordun.”

     “Komünist bir düzen gibi geldi bana.”

     “Sayılır. Ama şartlar daha esnek komünizme göre. Yani halkın eline daha çok para geçiyor ve harcayacakları daha fazla olanakları bulunuyordu. Bizim dünyamızda komünizmi ayakta tutabilecek tek unsur olan hümanizm onlarda daha yaygındı üstelik. Yükselen bir isyan durumu söz konusu olmadığından aşırı baskıcı polis kontrolleri de yoktu.”

     “Bütün bunları bir günde mi anlattılar sana?”

     “Hayır. Tam iki yıl yaşadım onların yanında.”

     “İyi de altı yıl önce başladı demiştin bu olaylar, yanlış mı hatırlıyorum?”

     “Evet. Zaten o konuya geliyordum. İki yılın ardından Yistael’lerin yanından ayrılıp Smron’ların ülkesine gitmiştim. Çölün ortasında yaşayan bir başka çok ilginç ırktı onlar da. Hatta çölleri bile çok güzeldi. Işık saçan kaktüsler vardı yer yer. Geceleri, göz alabildiğince büyük çölde karanlığı delen mavi ışık huzmeleri gibiydiler.”

     “Avatar geldi aklıma.”

     “Yaşayanları Avatar gibi değildi ama. Bacakları olmayan, belden aşağısı solucan diyebileceğim bir ırktı. Tüm vücutları esnek, kemiksizdi. Fakat derileri sertti. Bizdeki gibiydi derilerinin renkleri, sadece göğüslerinden yerde sürünen kuyruklarının ucuna kadar, alt tarafa bakan kahverengi bir bölüm vardı vücutlarında.

     Yistael’lere nazaran Smron’lar daha duygusuzdu. Ama onları bu duruma iten yaşayışlarıydı. Yistael’ler gibi üremiyorlardı mesela. Birkaç ülkeleri arasından, on milyon nüfuslu bir ülkelerine gitmiştim. Orada, ülkeyi yöneten on iki tane kraliçe bulunuyordu. Tek dişiler de onlardı. Erkekler ise birkaç yüz bini buluyordu.”

     “İyi de on milyon diyorsun. Geriye kalan çok büyük bir nüfus var sanki?”

     “Aslında yok. Onlar bizdeki gibi sadece kadından ve erkekten oluşmuyordu. Cinsiyetsiz Yohel ve Yohun’lar vardı onların ırkında. Kadın, erkek, yohel ve yohun idi yani onların cinsiyetleri. Kraliçelerin yumurtalarının arasından en sağlıklılar seçilirdi. Yine erkekler arasında, tıpkı Yistael’lerin liderlerini seçtikleri gibi bir sürü testten geçenler seçiliyordu yumurtaları döllemeleri için. En iyi yumurtalar en iyi erkekler tarafından döllenirdi. Eğer kraliçe bu döllenen yumurta üzerine kuluçkaya yatarsa bir kraliçe doğuyordu. Yatmazsa erkek doğuyordu. Sadece bir kraliçe öleceği zaman bir başka kraliçe doğruluyordu. Ya da artan nüfus durumunda kraliçeler oy kullanıp yeni bir kraliçe gelip gelmemesini kararlaştırırlardı.

     Eğer yumurta döllenmez ise yohunlar ortaya çıkıyordu. Yohunlar çoğunluğu oluşturan işçi sınıftı. Tıpkı karıncalar gibi sürekli çalışıp hizmet veriyorlardı. Döllenmeyen yumurta üzerine kuluçkaya yattıklarında ise yoheller doğuyordu. Onlar da yohunlara göre daha güçlü ve iri savaşçı ve emniyeti sağlayan türleriydi. Yohel ve yohunlar tamamen karaktersiz, onlara ne emir verilirse yapan türlerdi. Fakat yine de çoğunluk olan yoheller için uğraşıyordu ülkenin büyük bölümü. Onların doyması, barınması gibi ihtiyaçları ön plandaydı. Yani yoheller, erkekler ve kraliçelere hizmet etseler de bu onları sömürülürcesine yapılmıyordu.

     Fakat Smron’lar için güç en öncelikli etkendi. Bazen yohel ve yohunlar arasından rastgele yüz kişi seçilip bir arenada günlerce birbirlerini öldürmeleri için bırakılırlardı. Birinci çıkan kişiler kraliçelerin yanında en üst kademede hizmet alan koruyucular olarak görev alırlardı.”

     “Açlık Oyunlar’nda da buna benzer bir şey vardı?”

     “Ne fark ettim biliyor musun? Aslında bir şeyleri birbirine benzetirken kendi bildiklerini baz alıyorsun. Ya senin bildiğin ve söylediğin şeyler de başka şeylerden ilham almışsa? Mesela Açlık Oyunları. Ölüm Oyunu diye bir film, hatta öncesinde onun da esinlendiği bir kitap olduğunu biliyor musun? Tıpkı Açlık Oyunları’ndaki gibi, hükümetin çocukların birbirlerini öldürmesiyle ilgili ortaya attıkları oyunları temel alır Ölüm Oyunu da. Üstelik dokuz yıl önce yapılmış bu film.”

     “Neyse boş ver şimdi Açlık Oyunları’nı. Aklıma geldi bir an. Smron’lardan bahset biraz daha.”

     “Mesela onların kültürü de çok ilginçti. Birine olan saygılarını göstermek için önlerine tükürürlerdi. Sen söylemeden ben söyleyeyim, Dune gelmiştir aklına. Fakat bu yöntem bizim dünyamızdaki çöl bölgelerde de yapılan bir saygı göstergesidir. Hem de yüzlerce yıldır. Az olanı bir insan için heba etmek her zaman saygı göstergesi olmuştur. Tabi onlarda da geçerliydi bu.

     Yohunlar genellikle kumun derinliklerine madenler, kuyular kazarak ilerleyip su çıkarmak için çalışıyorlardı. Suyu tarlalarında, ağaçlarında ve tabi kendilerinde kullanıyorlardı. Ağızları sadece solunum yapıyordu. Yeme ve içmeyi, kuyruklarına yakın bir bölgedeki açıklık sayesinde yapıyorlardı. Ve yine aynı açıklıktan da dışkılıyorlardı. Bizdeki gibi dışkılamak ayıp değildi. Özellikle ağaçların veya tarlaların arasında bu ihtiyaçlarını görerek gübrelemeye de yardımcı oluyorlardı. Aksi durumlarda dışkılarını kuma gömüyorlardı.

     Sindirim sistemleri çok zayıf olduğundan genelde püre halindeki veya sıvı gıdaları tüketiyorlardı. Birbirlerine göğüslerini vurdukları güç gösterileri ile çözüyorlardı aralarındaki anlaşmazlıkları. Deniz ayıları gibi yani. Göğüs derileri daha sert olduğundan bu yöntemi seçmişlerdi sanırım.

     Daha çok yününden faydalandıkları mor koyunları vardı. Hatta “Amanın mor koyun, me, me’ler gelir” diye şarkıları bile vardı.”

     “Çok tanıdık geldi bu şarkı.”

     “Doğrudur. Çünkü oraya ziyarete giden tek kişi ben değilmişim. Onların dünyasını gezip onlardan öğrendiklerini bizim dünyamıza taşıyan yüzlerce insan olmuş. Hatta o saydığın, anlattıklarımı benzettiğin eserlerin sahibi insanların çoğu belki de bu dünyayı görmüş veya o dünyayı gören insanların anlattıklarını duymuşlardı. Aynı şekilde bizde olup onlara aktarılan kültürel şeyler de olmuş. Mesela Tandollar’ların dansözleri bizim kültürümüzden onlara aktarılmış.”

     “Tandollar mı?”

     “Evet. Sadece Yistael ve Smron’lar yoktu onların dünyasında. Daha bir sürü birbirinden farklı ırklar vardı. Tıpkı bizim dünyamızdaki gibi.”

     “Onlar nasıllardı? Neye benziyorlardı?”

     “Bu günlük bu kadar yeter. Devamını başka zaman anlatırım. Şimdi sana son bir şey söylemek istiyorum. Bütün anlattıklarımı bir şeye benzettin. Bahsettiğin kitaplar ve filmler, sadece benden önce söylemişler yaşadıklarımı. Benzerliklerin yanı sıra daha önce hiç duymadığın şeyler de söyledim halbuki. Ama sen benzerlikleri dile getirdin daha çok. Fakat şunu unutmamalısın, bu benim hikayemdi.”

     “Anlıyorum. Ama benim de merak ettiğim bir şey var. Gulliver’in maceralarındaki gibi muhteşem şeyler yaşamışsın. İlginç ırklar görmüşsün. Yine de Gulliver’in bir adı var. Peki, sen kimsin?”

     “Dedim ya. Ben, bu ilginç ve sıra dışı olayları yaşayan adamım sadece.”



Not: Öyküyü yazarken çok eğlendim, hatta öykünün belki devamını, hatta ve hatta bu dünyada geçen bağımsız başka bir öykü yazmayı düşünüyorum. Umarım sizler de eğlenmişsinizdir. Lütfen düşüncelerinizi ve yorumlarınızı eksik etmeyiniz.

Çevrimdışı Bars Elsa

  • **
  • 318
  • Rom: 4
    • Profili Görüntüle
Ynt: Esinlenilmiş Gerçekler
« Yanıtla #1 : 13 Ocak 2014, 11:51:10 »
Öykünü okurken ben de çok eğlendim. İki günde iki parçada okudum ortamsızlıktan; ama öyküden kopuş yaşamadım. Esinlenme, klişe gibi lafları ben de pek sevmem ama böyle eleştiriler de olmazsa olmaz bence. Çünkü yazan adam direkt bir esinlenme bilinciyle yazmıyor ise ve öyküyü bitirip baktığında "çok güzel oldu yahu, çok orijinal oldu" diyorsa kendi kendine, yazarlığını hiçbir şekilde geliştiremez. Ama tam tersi şekilde; yani esinlenmiş olarak veya klişe yazdığının bilinciyle yazıyor ise bu da yazarlığını geliştirmesi açısından önemlidir. Klişeleri, yazılan konuları, klasikleri yazmak; mesela ne bileyim bir hayalet, vampir, kurt adam öyküleri ya da bu gibi konuları yazmak, hem edebi dilini geliştirir hem kendi tarzını yaratma konusunda yardımcı olur hem de orijinal konular bulmanı kolaylaştırır zamanla.

Genel olarak öykü hakkında da güzel şeyler düşünüyorum; eğer yazmaya devam edersen "Yeraltı Günlükleri" gibi bir kitap çıkabilir ortaya ve Türkiye'de benim bildiğim kadarıyla çocuklara yönelik fantastik bir kitap yok. :) Devamını okumak istiyorum bu öykünün ben. Ellerine sağlık tekrar.

Çevrimdışı M.K.Immortal

  • **
  • 290
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Esinlenilmiş Gerçekler
« Yanıtla #2 : 13 Ocak 2014, 17:30:34 »
Öncelikle değerli yorumunuz için teşekkür ederim. Her eser kendi içinde özgündür aslında ama sadece birkaç değişiklik ile aynen aktarılan eserleri bu duruma sokamayacağım ne yazık ki. Dediğiniz gibi bazen bilindik şeyler üzerinden yazmak güzel tecrübeler kazandırabilir insana. Fakat bu durum, bilmediği fikirler üzerinden olursa geçerlidir.

Zaten hayalgücü dediğimiz şeyin tamamı esinlenmelerden oluşmaz mı? Kimse var olmayan bir rengi tasvir edemez mesela. Veya bir atın kafasına boynuz düşündüğünüzde Unicorn olur. İnsanlar bildikleri şeyleri birleştirerek hayalgücünü çalıştırırlar sonuçta. Ama daha önce hiç söylenmemiş bu kombinasyonları söylemek de önemlidir bir yerde özgünlük açısından.

Öyküyü beğenmenize sevindim. Devam etmeyi ben de istiyorum. Hatta notta belirttiğim gibi ilk önce ırkları ve dünyayı tanıtacak şekilde bu anlatımlarla, sonrasında ise bu dünyada geçen maceralar ile devam edebilirim.

Okuyup yorumunuzu eksik etmediğiniz için tekrar çok teşekkür ederim. İnsan verdiği emeğin karşılığını bu şekilde almış gibi hissediyor :)

Çevrimdışı M.K.Immortal

  • **
  • 290
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Esinlenilmiş Gerçekler
« Yanıtla #3 : 19 Ocak 2014, 16:50:35 »
     “Nerede kalmıştık? Heh tamam hatırladım. Tendoller’ler ile karşılaşmamı anlatıyordum. Tandoller ırkı…”

     “Bekle bir saniye.”

     “Daha anlatmaya başlamadan sözümü kesmeyi alışkanlık haline getirdin sanırım. Yine ne oldu?”

     “Devamını merak ediyorum anlatacaklarının fakat öncesinde kafama takılan birkaç şey var. Önce onları cevaplamanı istiyorum. Hem eminim okuyucunun da kafasında bu soruların bazıları kalmıştır.”

     “Pekala, sor madem. Nedir kafandaki soru işaretleri?”

     “Yistael’lerin yaşayışları çok güzeldi. Eğitimleri, görüşleri, askerlikleri falan. Fakat tam oturtamadığım yerler var. Mesela eğitim sistemleri. Çok güzel, çok hoş fakat eğitimini tamamlayan herkese nasıl iş veriyorlar?”

     “Herkese iş verdiklerini kim söyledi?”

     “Şöyle sorayım o zaman. Herkesin isteğine göre eğitim aldıklarını söylemiştin. Fakat onların hiç mi istenmeyen meslekleri yoktu? Mesela kaç kişi lağımcı olmak için can atar? Ya da diyelim ki bir dönemin Yistael’leri hep birlikte doktor olmak istedi. Hepsini doktor mu yapıyorlardı?”

     “Güzel bir sistemleri vardı ama kusursuz değildi. Bizdeki gibi onlar da farklı görüş, düşünce ve karakterlere sahipti. Kusuru ve kusursuzluğu da oluşturan bu farklılıktır aslında. Neyse, şimdi sana felsefe yapmayacağım. Kısaca şöyle anlatayım:

     Mesela bazen, atıyorum, aralarında ressam olmak isteyen biri çıktı diyelim. İlk aldıkları temel eğitimler aşamasında da bu kişinin edebiyat konusunda başarıları gözlemlendi. Sonraki aşama olan uygulamalı eğitimde, ona edebiyat ve ressamlık üzerine eğitimler verilmeye başlanıyordu. Bu iki seçenek de onun eğitimi oluyor ve istediği yöne gitmekte kendisi karar veriyordu. Elbette beceriksiz bir ressam olmayı da seçebilir fakat genelde becerikli oldukları yönlere gitmeyi tercih ediyorlardı. Çünkü zaten becerikli oldukları şeyleri severek yapıyorlardı, tıpkı bizler gibi.

     Fakat, dediğin gibi seçilmeyen meslekler söz konusu olunca olayın rengi değişiyor. Yistael’lerin yılda dört defa derilerini değiştirdikleri dönemler bulunuyordu. Bu deri değişimi sırasında derileri pullanıp dökülürdü. Tahmin edersin ki şehirleri ve sokakları da bu dönemlerde yapış yapış deri artıklarıyla kaplanıyordu. Onları temizlemek de pek tercih edilen bir meslek değildi.

     Yirmi yaşına gelen her Yistael bir tür sigorta kapsamına giriyordu. Yirmisinden önceki ihtiyaçları karşılanırken, bu yaştan sonra ihtiyaçlarının karşılanması için çalışmaları gerekliydi. E haliyle doktor olmak isteyen herkes doktor olacak kadar yetenekli değildi. Bu durumda, tıpkı bizdeki gibi mezun olup ancak istediği mesleği yapamayanların düştüğü durum gibi, ne iş olursa yaparım şeklinde işlere giriyorlardı. Yani anlayacağın güzel bir sistemleri vardı fakat bütün ulus sevdiği mesleği yapmıyordu. Yine de sevdiği mesleği yapanların oranı yüzde seksenin üzerindeydi.”

     “İyi oranmış. Yani diyorsun ki becerikli olanlar sevdikleri mesleği yaparken, beceriksiz olanlar yerlerde sürünüyordu. Bu biraz korkutucu değil mi?”

     “Aslında değil. Bizleri düşünsene. Hem beceremediği hem de sevmediği mesleği yapan kişiler ne kadardır? Bu şekilde sevmeden yapılan işlerdeki performansın da ne kadar düşük olduğunu biliyorsun. Onlarda para her iş ile kazanılıyordu. Bu yüzden “aman şu işin parası iyi, aptal bile yapıyor ben de yapayım” kafasında kişiler yoktu. Kalite yüksekti yani anlayacağın.”

     “Desene bizdekinin tam tersiymiş. Beceriksizlere para yağarken, becerikliler onlara kazandırmak için uğraşıyorlar bizde. Üstelik herkes mutsuz yaptıkları işlerde.”

     “Olayı toplumsal göndermelere çevirmeyelim en iyisi ne dersin? Güzel bir sistemleri vardı fakat elbette herkesi mutlu edecek kadar iyi değildi. Anarşizm bile sınırsız özgürlük vaat ederken bir o kadar da insanları köle yapar mesela. Canlılar kusurludur ve bu kusur yüzünden, onların yaşadığı kusursuz bir sistem zaten kurulamaz.”

     “Neyse, benim kafamı kurcalayan bir diğer soruyu sorayım en iyisi. Her şey güzel hoş ama yönetimsel bir hizmet söz konusu muydu diye merak ediyorum? Yani halka verilen hizmetin gelirini nasıl elde ediyorlardı? Vergi sistemleri nasıl işliyordu daha doğrusu?”

     “Vergi sistemi yoktu. Genelde devletin hazinesi dış ticaret ile gelişiyordu. Halkları para kazandığı için ekonomi döngüsünü sağlamak amacıyla onların ellerindeki parayı harcamaya yönelik, tıpkı bizdeki gibi kapitalist sistemleri vardı. Halkın her ihtiyacını, hatta gereksiz şeyleri bile üretilip onlara sunuyorlardı. Fakat bu çarkın sahibi tamamen devletin kendisiydi. Halkın kendine ait mülkiyetleri veya iş yerleri yoktu. Eğer bir işletme açılacaksa bile bu yönetime bildiriliyor ve yönetimin kontrolü altında bu işletme açılıyordu. Anlayacağın tamamen devlet kontrolünde gelişen ilginç bir kapitalist sistemleri vardı.

     Devletin halk için yapacakları hizmetler için paraya ihtiyacı olmuyordu bu yüzden. Yapılmasını istiyorlardı ve yapılıyordu. Dış ticaretlerde ise ihracat ile gelen parayı kullanıyorlardı. Ama dediğim gibi, sistemleri onların yaşayış biçimlerine uygun olduğu için işliyordu.”

     “Heh, bir de o vardı zaten kafama takılan. Şu ülkem, bölgem falan diye kendi görüşlerini ayırmaları ahlaki bir bakış olarak mantıklı geliyor. Ama bir o kadar da saçma. Hala aklım almıyor, mesela ülkeleri savaş içindeyken, şehrim diyen kişi şehrime dokunmayan yılan bin yaşasın mı diyordu yani?”

     “İşte bizim sorunumuz bu aslında. Bir şeyi tutunca diğer şey düşmandır bakışı var bizlerde. Hayır, şehrini seven diğerleri düşman olarak görmüyordu. Her şehir kendinden sorumludur ve ben kendi şehrimin gelişmesi için elimden geleni yapacağım diyordu. En basit yaptığı işlerde bile sonuçlarının şehir boyutunda ne olacağını kafasında tartıyordu. Ahlaki olarak düşün yani, düşman veya dost olarak değil.

     Savaş durumunda zaten askerler ellerinden geleni yapıyorlar. Eğer olur da savaş, mesela şehrim görüşünü benimseyen birinin şehrine kadar gelirse, o da elinden geleni yapmaya çalışıyordu. Aslında kaldığım süre boyunca hiç savaştıklarını görmedim Yistael’lerin. Ama anlatılanlar kadarıyla böyle biliyorum. Yani tüm toplum birbirinden bağımsız değil. Benimsedikleri görüşler, benimsedikleri alana sahip çıkmalarını sağlıyordu kısacası.”

     “Anladım. Yani Dünyam görüşü olanlar her işini dünyanın gelişimine adayarak yapıyordu. Neyse, devam edelim en iyisi Tandoller ırkından. Eee, neydiler, nasıldılar, ne yaparlardı?”

     “Smron’ların yanından ayrıldıktan sonra Mindak’ların arasından geçerek Tandoller’lere gitmiştim. Madem konumuz Tandoller’ler ile başladı, önce onları anlatayım en iyisi.

     Smron ve Mindak’lar savaşmaya başladıkları sırada ben de soluğu Tandolya’da aldım. Yaşayış olarak bizim dünyamıza en yakın olan ırklar onlardı bir bakıma. Aslında bizim dünyamızı tamamen kapsayan tek ırk onlardı. Her şeyi bir arada yaşayan “Uzlaşmacı ve Seçmeli Yönetim” adını verdikleri bir sistem ile yönetiliyorlardı. Sekiz düzene ayrılmış ve her düzenin bir yöneticisi olan, tarım, hayvancılık, balıkçılık, madencilik gibi önemli tüm kaynakları ülkenin belirli bölgelerinde bulunduran güzel bir ırktı. Mavi tenli ve tamamen tüysüz olmalarının dışında bizden pek farkları da yoktu.”

     “Avatar’ı Smron’ların çöllerinde bıraktık diye biliyordum.”

     “Beşinci Element filmindeki Diva Plavalaguna aklına gelir diye düşünmüştüm aslında. Veya Şirinler. Veya Mass Effect oyunundaki Asari’ler. Veya...”

     “Tamam tamam anladık. Avatar ilk ve son değildi mavi ten olayında demek istiyorsun. Neyse, devam et.”

     “Tutkuları, bakış açıları, düşünceleri, zekaları ve yaşayışlarıyla bizlere çok benziyorlardı. Yani her telden Tandoller bulmak mümkündü. Tek fark koca dünyamızı tek bir ülke içinde toplamış olmalarıydı. Sekiz düzenin de yönetimi farklıydı. Biri liberal bir düzende iken diğeri komünist, bir diğeri militarist, bir diğeri monarşist şekilde gidiyordu. Yaşayanlar ise hangisi tarafından yönetilmek istediklerine kendileri karar veriyordu.

     Tüm ülkeyi yöneten tek bir başkan vardı ve bu sekiz yönetimin dışında, özel eğitimler alan bir okulda yetişen insanlar arasından seçiliyordu bu başkanları. Yine en akıllı, güçlü ve becerikli kişiyi başa alabilmek adına işlerini garanti altına almak amacıyla başkanlarını çok daha özel şekilde eğitiyorlardı.

     Başkan tıpkı kral, diğer yönetimler ise ona bağlı beylikler veya sömürgeler gibiydi diyebiliriz. Kral ne derse diğerleri uygulamak zorundaydı fakat diğerleri de kendi içinde tamamen özgür bir yönetime sahipti. Herkesin… Ne oldu? Neden ayağa kalktın?”

     “Sen anlat, boğazım kurudu bir bardak su içmek için kalktım. Eee, herkesin?”

     “Bana da bir bardak getir bari. Ne diyordum… Heh, herkesin on beş yılda bir kerelik yönetimini değiştirme hakkı bulunuyordu. Yani on beş yaşına gelen biri, nasıl yönetilmek istediğine karar veriyor ve o şekilde yönetilmeye başlıyordu. Eğer memnun kalmazsa on beş yıl daha beklemek zorundaydı. Bu yüzden eğitimleri sırasında tüm yönetimlerin artı ve eksileri tamamen öğretiliyordu.

     İşin güzel yanı her ne kadar birbirlerinden bağımsız gibi görünseler de bir o kadar da tek bir devlet gibi çalışıyordu bu yönetimler. Yani, Farson yönetiminde üretilen pamuk tüm ülkeye dağıtılıyordu mesela. Aynı şekilde elde edilen para ortak hazinede toplanıyordu ve başkan tarafından kontrol edilip eşit dağıtım sağlanıyordu… Teşekkür ederim su için.”

     “Sen suyunu içerken ben yine araya gireyim en iyisi. İyi, güzel diyorsun fakat bu yönetimsel alanlar birbirinden bağımsız bölgelerde mi orasını anlamadım? Yani on beş yaşına gelen çocuğu “sen bilmem neyi seçtiğin için ailenden ayrılmak zorundasın” şeklinde kolundan tutup başka yere mi götürüyorlardı?”

     “Hayır. Tüm yönetimler iç içe bulunuyordu.”

     “Şehir ve Şehir gibi diyorsun yani!”

     “Efendim?”

     “Yok bir şey, sen devam et. Eeee?”

     “İster komünist ister kapitalist olsun, aynı sokağı paylaşıyor, hatta aynı fabrikada çalışıyordu Tandoller’ler. Sadece seçtikleri yönetime göre hakları değişiyordu.”

     “Pardon, bu sefer yanlış benzetme yapmışım belli ki. Eee, peki zengin, kapitalist bir ailenin çocuğu komünist oldu diyelim. Ailesinin zengin evinde yaşarken bir de komün sistemden mi faydalanıyordu?”

     “Aynen öyle. Ne yazık ki yiyecek, giyecek ve barınma gibi haklar konusunda esnektiler. Ama iş para harcamaya gelince keskin bir hat çekiliyordu. Evet, dediğin gibi aile içinde farklı yönetimleri seçenler varsa aynı anda iki tarafın hakkına da sahip oluyorlardı. Fakat işin kötü yanı on beş yıl bekleme olayı. Diyelim komünist çocuğun kapitalist ebeveynleri öldü. Bu durumda çocuğa miras olarak bir şey kalmıyordu. Eğer miras verilecek bir yakınları yoksa tüm mal varlığına ve paraya devlet tarafından el konuluyordu.”

     “Oha! Öyle şey mi olur.”

     “Eee, seçimini ona göre yapman gerekiyor o yüzden. Babası zengin adam neden bunlardan mahrum kalmak istesin ki? O yüzden ailenin benimsediği yönetim çocuk tarafından da seçiliyordu genelde. Ama yine işin iyi yanı on beş yıl sonra yönetimi değiştirebilme hakkında yatıyordu. Ömrünün sonuna kadar yanlış yaptığını düşündüğün şeyle yaşamıyordun.

     Bu sistemin diğer güzel yanı ise tüm yönetimlerin iyi yanlarının tüm ülkeye aktarılmış olmasıydı.”

     “Bir saniye bekle. Yine bir sorum olacak. Sürekli aynı ikilem ile örnekler veriyoruz gerçi ama en iyi örnekler de onlardan çıkıyor ne yapayım. Kapitalist birinin fabrikası var diyelim. Bu fabrikada komünist düzeni seçenler çalışıyor mesela. Maaşları sonuçta fabrika sahibi tarafından veriliyor. Bizlere çok benziyorlarsa, yeni bir fabrika açmak isterken veya iflasa giden fabrika sahipleri arasında, işçisinin maaşını vermeyen türden vatandaşları da vardır sanırım. Bunun gibi durumlar sistemin aksamasına neden olmuyor mu?”

     “İsteyince her işin üstesinden gelinir. Bizden tek farkları onların istemeleriydi. Para anlayışı elinde tuttuğun gibi kağıt ve bozukluklardan oluşmuyordu onlarda. Hepsinin avuçlarının içinde, birbirinden farklı semboller bulunuyordu. Doğum lekesi, hatta parmak izi desek yeridir.

     Genetik mühendisliği konusunda müthiş derecede ilerideydiler. Hücrelerle yapabildikleri inanılmazdı. Tandola ismini verdikleri, onların ürettikleri bir yaratık vardı ki akıllara zarar. Milyonlarca küresel, mavi, otuz santim çapında hücreler düşün. Bu hücrelerin telepatik olarak bağlı oldukları da bir beyin hayal et. Küreler ülkenin her yerinde, ama beyin sadece başkan sarayında duruyordu. Anlayacağın tüm ülkeye yayılmış dev bir organizma gibi bir şey.

     Dokunma hissiyatı mükemmel olan bu yaratık, ülkenin tüm parasal hesaplamalarını yapıyordu. Kürelerin birine elini koyan Tandoller’in avucundaki sembol sayesinde bütün bilgileri beyin tarafından işleniyordu. Ne kadar parası olduğu, kim olduğu, nerede yaşadığı gibi bütün bilgileri bilen bu beyin sayesinde bütün parasal akış düzenleniyordu. Maaş zamanı gelince maaşlar otomatik olarak aktarılıyordu mesela hesaplara. Vergi kaçırmak, yolsuzluk gibi şeyler yoktu aynı zamanda.”

     “Bir nevi parmak iziyle çalışan ATM’ler ve büyük bir bilgisayar desene şuna.”

     “Ona bakarsan ejderha da uçan kertenkeledir ama kimse ona bu ismi vermez. O yaratığın adı Tandola idi. Telepatik küreler üzerinde parmak hareketleriyle ne kadar ödeme yapılacağı ve benzeri şeyler girilebiliyordu. Aynı şekilde hücre duvarındaki titreşimler sayesinde kişiler hakkında bilgiler ediniyorlardı. Onların okuyabileceği bir tür mors alfabesi gibiydi bu titreşimler.

     Para söz konusu olunca, benim gibi turistler için yapay kalıplar kullanılıyordu. Ülkeye girişte kaydını yapıp kalıbını alıyordun ve harcamalarını üzerinde sembol olan bu kalıp sayesinde yapıyordun.”

     “Elde tutulur, harcanabilir bir şey varsa olayın rengi değişir bence. Hırsızlık, yolsuzluk ve benzeri şeyler vardır eminim ki.”

     “Aynen öyle, vardı. Ama bu kalıpların sayısı az olduğundan öyle çok fazla bir yolsuzluk veya hırsızlık yoktu. Çalınan kalıp sisteme bildirilince kalıp ile yapılacak alışverişler iptal ediliyordu ve sahibine yeni bir tane çıkartılıyordu. Amaç para kontrolünü en üst düzeyde tutabilmekti ki bunu başarıyorlardı. Yine de ufak tefek sorunlar çıkmıyor değildi.

     Sana anlattığım bütün ırkların kötü yanları da vardı zaten. Ama aynı kötü yanlar bizlerde de bulunduğu için anlatmıyorum. Aksine, bizde olmayan güzel yanlarını dile getirmek daha iyidir diye düşünüyorum.”

     “İyi ama bazen kötü şeylerden de ders çıkarmak gerekir. Hatta kötü şeylerin söylenmesi daha önemlidir bence. Sürekli kazandıklarıyla övünmek insanın gelişimini durdurur. Ama kaybettiklerinden ders alırsa hızla gelişir, değil mi?”

     “Madem kötü şeyler de duymak istiyorsun o zaman anlatayım. Mindak’ların aralarından geçtiğimi söylemiştim. Savaş daha başlamamıştı o sıralar. Mindak’ları tarif etmek için ahtapot kelimesi tam anlamıyla yeterlidir sanırım. Kemiksiz sekiz adet çıkıntılarıyla yürüyorlardı. Genelde tüm uzuvlarının üzerinde yürümelerine rağmen sabit kaldıklarında bizler gibi ayakta dururlardı. Siyah küresel gözleri ve üst dudakları diyebileceğin, ağızlarından aşağıya sarkan üç adet dilleri vardı. Konuşmak için bu dillerini titreştirip sesler çıkarıyorlardı ama solumak için kafalarının üstündeki delikten yardım alıyorlardı. Sırtlarındaki akciğerlerinin her nefes alışlarında şişip indiği rahatlıkla görünüyordu.

     Tıpkı Smron’lar gibi çöl arazilerde yaşıyorlardı fakat onlar sıcak iklimde yaşamak zorunda oldukları için bunu seçiyorlardı. Sırtlarındaki ciğerlerini güneş ışığıyla sıcak tutmaları gerekiyordu. Bu sayede kan dolaşımlarının aktifleştiğini öğrenmiştim. Geceleri ise kan dolaşımları çok düştüğünden, kendilerini kuma gömüp sırtlarını sıcak tutmaya çalışıyorlardı.

     Beslenmelerini de ahtapot kolu gibi dediğim uzuvlarıyla yapıyorlardı. Kuma soktukları uzuvları, kum içinden mineraller emiyordu. Yani anlayacağın tüm hayatları kum ve sıcak idi. Hatta Smron ırkının onlardan geldiği söylenirdi. Zamanla sıcağa olan adaptasyonları azaltıp beslenme alışkanlıklarını değiştirdiklerine dair düşünceler vardı. Bir nevi evrim teorisi diyebiliriz.

     Mindak’lar beslendikçe kumun rengi siyaha dönmeye başlardı. Siyah kum verimsiz kum demektir. Tekrar o kumdan beslenebilmeleri için yağmur yağması lazımdı fakat çölde bu durumun ne kadar zor olduğunu tahmin edebilirsin. Haliyle dışa olan, özellikle Smron’lara olan bağımlıkları çok üst düzeydeydi. Ama bir süre sonra verebilecekleri şeyler azalıp halkları aç kalmaya başlayınca sömürmeyi ve sadece kendi ırklarını yüceltmeyi düşünerek Smron’lara savaş açtılar. Onların topraklarını ele geçirip yaşamalarına devam edeceklerdi kısacası.”

     “Ve Smron’ları yendiler mi?”

     “Aksine, savaş çok kısa ve büyük bir yenilgi ile bitti. Akşam olup kendilerini kuma gömdüklerinde Smron’lar tarafından esir alınıyor veya öldürülüyorlardı. Savaş dört gün sürdü ve daha önceki hayatlarından çok daha kötü bir durumda Smron’ların kölesi oldular. Yaşamak için onların istediği her şeyi yapmak zorunda kaldılar.”

     “Anladığım kadarıyla pek aktif bir ırk değildi. Yani amaçları sadece kum ve güneş olan, sadece yaşamak için var olan bir tür hayvan gibi geldiler bana.”

     “Bir bakıma öyle de denebilir. Eşeysiz üreyen canlılardı. Birbirlerine muhtaç oldukları tek husus, her bireyin farklı bir hormon salgılıyor olmasıydı. Ama her bireyin tüm hormonlara da ihtiyacı vardı. Bu yüzden birbirleriyle homon kardeşliği dedikleri bir alışveriş bağı kuruyorlardı. Bunun dışında kendi topraklarını sahiplenmek dışında bir yönetimsel anlayışları yoktu. Ülkeler, Mindak’ların başkanları olmadığı için onlarla bir anlaşma yapamazlardı. Mindak’lar hizmet verir, karşılığında verimli kum alırlardı sadece.”

     “Eee sen onların yanında nasıl yaşadın peki?”

     “Onların yanında yaşadığımı söylemedim sana. Aralarından geçtim. Aynı çöl üzerinde üç Smron ve bir Mindak ırkının ülkeleri bulunuyordu. Tandoller’lere giderken de Smron’lardan ayrılıp Mindak’ların siyah çöl üzerine kurulmuş ülkesi üzerinden geçmek zorunda kalmıştım. Onlar hakkındaki bilgileri de böyle öğrendim.

     Bu arada, bakıyorum da suratındaki alaycı ve aşağılayıcı tavır silindi gibi.”

     “Anlattıklarını benzetecek şeyler arıyorum.”

     “İlla bir şeylerden alıntılar yapmam mı gerekiyor yani bunları anlatabilmem için?”

     “Evet. Çünkü bunları yaşadığını iddia ediyorsun fakat inanmıyorum. Bunları bildiğin şeylerden alıntılar yaparak anlatıyorsun bence.”

     “Kendim yeni şeyler ortaya atamaz mıyım yani? Bu anlamda bakarsak dünyadaki herkes bir yerden alıntı yapıyor demektir. Bu durumda ise ilk alıntılar nereden esinlenilmiş oluyor? İlla ünlü bir yazar veya çok bilindik bir film mi olması lazım bir şey ilk defa söylenmiş olması için?”

     “Hayır ama, ne bileyim. Madem bu kadar hayal gücün var, neden ismini duyduğumuz ünlü birisi değilsin?”

      “Demiştim, ben bu inanılmaz olayları yaşayan adamım sadece. Eğer bir yaşanmışlık değil de hayal ürünü olsaydı anlattıklarım, emin ol bir ismim olurdu.”

Çevrimdışı M.K.Immortal

  • **
  • 290
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Esinlenilmiş Gerçekler - 3. Bölüm
« Yanıtla #4 : 07 Şubat 2014, 13:29:14 »
     “Güzel zamanlardı aslında. Düşününce çok da ilginç değildi kendi dünyamızdan. Bizde de bir o kadar sıra dışı, bir o kadar inanılmaz şeyler var. Ama sırf var oldukları için ilgi çekici gelmiyor insanlara. Halbuki fantastik bir dünyada yaşıyoruz bizler de.”

     “Anlattıklarının gerçek olduğuna bağlayacaksın değil mi yine lafı? Yani bakın bu dünya da çok ilginç, neden böyle ilginçliklerle dolu başka dünya olmasın diyeceksin değil mi? Hatta sonunda da “vıy vıy vıy vıy, ben bu şeyleri yaşayan adamım sadece, dinleyin beni, vıy vıy vıy vıy” diye bitireceksin.”

     “Sırf ben anlatıyorum diye değil mi bunca dalga geçmeler? Çok sevdiğin bir yazarın kaleminden dökülse bütün bunlar ağzının suyu akarak okurdun.”

     “Okuduğum yazarlar, yazdıklarının gerçek olduğunu iddia etmiyor ama.”

     “Olmadığını da söylemiyorlar ona bakarsan. Sana demiştim, o dünyayı tek gören ben değilim. Ama var olduğunu anlatan ilk kişiyim. Diğerleri de benim dediğimi yapsaydı senin bana verdiğin tepkiyi görürlerdi. Deli olduklarını, insanları aptal yerine koymaya çalıştıklarını söylerlerdi. Sırf bu yüzden bu dünyanın gerçekliğinden söz etmiyorlar.”

     “İyi iyi anladık. Sen yine anlatacaksın belli ki hangi ırk nasıl yaşıyormuş, nasıl yöneltiyormuş diye. Devam et bakalım.”

     “Aslında bugün yönetimlerden bahsetmeyeceğim. Bugün oradaki inanışları anlatacağım. Lapricorn’ları duydun mu mesela?”

     “Dans edip altın dolu kazanlarını gökkuşağı altına saklayan orman cinleri olan Lapricorn’lar mı? Sakın onların da senin gördüğün o inanılmaz yerde olduklarını söyleme?”

     “Öyleydiler. Görmek, bulmak imkansızdı neredeyse onları. Anlatılanlara göre çiçekten ve çimenden giysileri, ağaçtan şapkaları varmış. Rüzgar estikçe dans eder, şarkı söyler ve ormanda gezerlermiş. Parlak şeylere olan düşkünlüğü nedeniyle evlerden altınları ve diğer parlak eşyaları çalıp gömerlermiş.”

     “Sen de kesin görmüşsündür onlardan bir tanesini.”

     “Görmedim. Ama hazinelerini arayan bir grup ile birlikte iki ay geçirdim. Odrak ırkı denilen bir ırktı onlar. Çekirge gibi uzun bacakları yüzünden kambur bir duruşları vardı. İnce, çizgi gibi gözlerini kırptıklarını anlamak zor olurdu genelde. Saçları siyah ve asla uzamayan ince tüylerden ibaretti. Burunları ve kulakları yerinde delikler vardı sadece. Kırmızıya yakındı derilerinin renkleri. Derilerinin altındaki kan akışını görmek mümkündü. Sürekli bir hareket vardı o ince tenlerinin altında. Biraz da korkutucuydu görünüşleri ama çok sevecen canlılardı.

     En ilginç özellikleri gözlerinin dördüncü bir ışık türünü algılayabilmesiydi. Biz insanlar üç ışık türü algılarız ve bütün bu doğadaki sayısız rengi ve tonlarını bu üç renk sayesinde ayırt edebiliriz. Fakat onlar, havada akan renk bulutlarından bahsederlerdi. Bizim sarı dediğimiz yerde onlar dört farklı renk görürlerdi. Anlatmaya çalışırlardı gördükleri renkleri ama nafile. Kör bir adama kırmızıyı nasıl tarif edebilirsin ki?

     Her madenin bir ışığı vardır derlerdi. Altın sadece sarı değildir mesela, bir de gökyüzüne saçtığı bir tür ışık oluştururmuş. Gömülse bile bu ışık dışarıya çıkarmış. Aslında her maden için böyle olduğunu söylemişlerdi. Bu renk cümbüşü nedeniyle gözleri kısılırmış. Dördüncü rengi algılayan bölüm göz kürelerinin üstünde olduğu için, görüşlerini daha net olması adına kısık bakıyorlardı. Fakat ne zaman o iri gözlerini tamamen açsalar, vücudumdaki hastalıkları dahi söyleyecek kadar görüşleri ilerlerdi.”

     “Hadi hadi itiraf et, bunu nereden çoraladın?”

     “Neyi, anlamadım?”

     “Bu farklı görme olayını işte. Hangi kitap?”

     “Böyle mi yapacaksın sürekli? Sana en başta dedim, bizim dünyamız zaten inanılmaz şeylere ev sahipliği ediyor. Mesela bildiğim kadarıyla bizim dünyamızda bir papağan türü de dördüncü ışığı görebiliyor.”

     “Papağandan çaldın yani?”

     “Hayır, Odrak’ları anlatıyorum sana. Papağanların madenlerin ışıldayabildiğini söylediğini duymadım hiç. Ama Odrak’lar bunu söylemişti. Lapricorn’ların gömdükleri altınları gökyüzüne bakarak bulabilirlerdi. Gökkuşağı gibi bir kavis çizdiğinden bahsederlerdi altından çıkan ışığın. Lapricorn efsaneleri de bu şekilde yayılmış aslında. Gökkuşağı altında saklanan altınlar…

     Aslında Lapricorn’lar tamamen benzetmeler ile anlatılmışlar. Çiçekten ve çimenden giysileri yok bildiğim kadarıyla. Onlar zaten çimenden, çiçekten ve ağaçtan meydana gelmiş. Canlı bir varlık oldukları için, onları zor da olsa görebilen birkaç kişi, onları bu şekilde yorumlamışlar. Çiçekten bir vücut olamaz, bu olsa olsa bir giysidir diyerek anlatmışlar mesela.”

     “Aynı şeyin tam tersi de olabilirmiş aslında. Mesela çimenden vücutları var deseler, belki de çimenden giysi giymiş bir şeyden bahsediyor olacaklardı.”

     “Aynen öyle. Zaten efsaneler bu şekilde dilden dile aktarılmış ya bütün dünyalarda. İnsanlar gördüklerini, bildikleri şeyler ile ifade etmeye çalışırken oluşmuş bu inanılmaz hikayeler. Ejderha mesela. Komodo ejderi gören bir şövalye onu daha başka nasıl tarif edebilirdi ki? Sonrası ise kulaktan kulağa gelen abartılı anlatılanlara kalmış.”

     “Mitolojiler de böyle gelmiş günümüze bir bakıma desene.”

     “Aynen öyle. Aslında Zeus yıldırım çaktırmazmış mesela, yıldırımın adı zaten Zeus’muş. Mitolojileri ilk anlatan insanlar, doğadaki şeylere isim vermişler, kişilik vermişler sadece. Sanki biz şimdi yapmıyor muyuz aynısını? Onlar da bu şekilde anlatıyorlarmış olanları. Şimşek çakınca “Zeus kızdı” diyorlarmış. Güneş batsa “Apollo gitti” diyorlarmış. Elbette zamanla söylenenler insanlarca inanılmaya, gerçek zannedilmeye başlanmış belki. Ama en başında tamamen edebiyattan ibaretmiş mitolojiler.”

     “Sen de kendi anlattıklarının gerçek olduğunu, ama zamanla bunların masal gibi anlaşıldığını iddia ediyorsun. Kendi anlattıklarına insanları inandırmak için zemin hazırlamak için söylüyorsun bence bu mitoloji olayını.”

     “Ben sadece gerçekleri anlatıyorum. Yine aynı konuyu açmayalım, en iyisi konumuza dönelim. Odrak’lar ile birlikte uzun bir seyahate çıkmıştım. Lapricorn hazinesini arayan bir sürü Odrak vardı. Onların iz sürme ve avlanma yeteneklerine hayran kalmıştım. Okçulukları takdire şayandı. Hatta Odraturd dedikleri bir yay türü vardı ki akıllara zarar. Sırt üstü yatıp, Odraturd adı verilen yayı ayaklarına yerleştirip bacaklarını olabildiğince uzatırlardı. Yayın ipini de elleriyle çekip oku böyle atarlardı. Yüzlerce metre hatta kilometreleri bulan mesafelere oku atıp, birkaç metrelik sapma ile hedefi vururlardı. Birkaç metrelik sapma demek ise, bir metreden sineği gözünden vurmaya denk geliyordu aslında.”

     “Bu sanki Asya’da da kullanılmış bir saldırı türüydü diye hatırlıyorum.”

     “Eee yani?”

     “Neyse tamam, tamam. Şimdi yine yok aynı şey onlarda da var, bilmem ne de bilmem ne diye başlarsın konuşmaya. Anlatmaya devam et en iyisi.”

     “Odrak’lar ile birlikte günlerce kamp kurduk. Yakka adı verilen, geyik benzeri hayvanları avlayan nadir ırklardandı. Yakkaların ayakları da tıpkı Odrak’lar gibiydi. Fakat dört ayak üstünde sıçrayarak yürürlerdi. Kafaları geyik kafası gibiydi ve başlarının üstünde sivri dört adet boynuzları vardı. Yirmi metreye kadar sıçrayıp boynuzlarını saplayarak kendilerini savundukları için onlara pek yaklaşmazdı canlılar. Ama Ordak’lar yayları sayesinden çok uzaklardan onları avlayabilirlerdi. Saldırıya uğrasalar da kendileri de sekiz metreye kadar sıçrayabildikleri için hızla kaçıp uzaklaşabiliyorlardı.

     Neyse, bir gün bu hazinenin olduğu alana geldik. Etrafı ağaçlarla çevrili yeşil bir alanın ortasıydı. Altında büyük bir gömü olduğunu, sırf bu yüzden bu alandaki ağaçların kuruyup yok olduklarını söylemişlerdi. Yüzyıllar boyunca birkaç Lapricorn buraya tüm bulduklarını doldurmuşlar anlayacağın. Ama alanın zemini boş olabileceği için ağaçlık alandan boş araziye çıkmıyorduk. Aksi halde zemin çökebilirdi. İki gün boyunca kenardan merkeze doğru tünel kazdılar. Sonunda ise kocaman, küresel bir mağaraya çıktı yolları. Ve içerisi tonlarca eşya kaynıyordu. Hepsi altın veya değerli şeyler değildi ama yine de büyük ganimetti.”

     “Neden altın? Yok yani, bizim dünyamızda nadir bulunan bir element diye altının kıymeti var. Onların dünyasında o kadar farklılık varken neden hala altına olan düşkünlük var anlayamıyorum? Neden başka bir maden değil?”

     “Sana diğer ırkların altına olan merakından bahsettim mi hiç? Ya da para olarak altın kullandıklarını? Sadece Ordak’lara has bir durumdu altın arayışı. Odrak’ların derilerinin altındaki hareketi söylemiştim sana. Kanları hızlı akmasına rağmen kalpleri çok güçlü değildi. İletken madenleri tenlerine değecek şekilde giyer veya üzerlerine takarlardı. İletken madenlerin, onların kan akışlarına yardım ettiğini biliyorum sadece. Fakat magnetik iletkenler onlara bir yandan da zarar veriyordu. Zihinlerini etkiliyor, hafızalarını zayıflatıyor ve reflekslerini azaltıyordu. Altın ise onları en dinç, en güçlü yapan madendi. Ona olan bağlılıkları tamamen yaşamaya olan ihtiyaçlarından geliyordu anlayacağın.”

     “Aynı durum bizde de geçerli aslında. Altın veya para varsa zinde ve güçlüsün demektir. Yoksa ölü sayılırsın.”

     “Evet, sayılır. Altın elde etmek o yüzden çok önemliydi onlarda. Ne kadar altın varsa o kadar çok güçleri yerine geliyor, ne kadar güçleri yerindeyse ise o kadar daha fazla altın bulup çıkarabiliyorlardı. Anlayacağın para parayı getirir lafı onlarda da geçerliydi.

     Diğer ırklardan uzakta yaşarlardı genelde. Uzakta olmak onlar için önemliydi. Savaşlarda bile asla yakın dövüşlere girmezlermiş diye duymuştum. Diğer askerlerin demir zırhları yüzünden bayılanlar olurmuş. Okçulukta kendilerini bu denli geliştirmeleri de bu yüzden aslında. Anlayacağın bunları sırf olsun diye anlatmıyorum. Hepsinin bu nedeni var.”

     “Hayır, hepsini çok güzel birbiriyle bağlıyorsun sadece. “

     “Artık diretmeyeceğim. Sen nasıl anlamak istersen öyle anla. Ama ben okumak isteyenler için anlatmaya devam edeceğim.”

     “Ah, doğru ya. Neredeyse bu bölümde okuyucunun kulaklarını çınlatmayı unutacaktık. Eee devam et o zaman. Başka nelere inanırlardı?”

     “Smron’ları hatırlarsın. Hani şu belden aşağısı solucan gibi olanlar. Onlar saydam her şeyin bir ruhu olduğuna inanırdı. Su, cam, hava… Hepsine olan hürmetlerini sunarlardı. Cam üretmeyi başaran tek ırk da onlardı bu arada. Camdan tapınakları vardı. Yohel ve Yohun’lar her ne kadar günah ve sevap ne demek bilmeseler de, ülkenin erkekleri bu tapınaklarda günlerini geçirirdi genelde. Ölenlerin onları duyduklarına inanırlardı camlar sayesinde.

     Kendilerinin de kum, su ve hava ile var olduklarını düşünürlerdi. Kumdan yaratıldıklarını, yani bir bakıma cam taşıdıklarını, su ve hava ile de hayat bulduklarını söylerlerdi her zaman. Bir bakıma bizim inanışımıza da benziyor aslında. Topraktan yaratılan insan ile kumdan yaratılan Smron’lar. Her ikisi de hava ve su ile hayattalar.

     Bizdeki ayna kırılmasının uğursuzluk getirmesi de onlardan gelmiş. Modern aynanın icadının onlar sayesinde yapıldığına inanıyorum aslında. Ayna camdan, yani ruhu taşıyan saydam maddeden yapılırdı ve onlara kendilerini gösterirdi. Onlar bunu, ruhlarını gösteriyor olarak yorumlardı. Eğer aynayı kırarsan, ruhunu da parçalamış olurdun. Bu onların en büyük korkularından biriydi.

     Hayatları cinsel dürtülerden ibaret olmadığı için dinlerine fazla eğilimliydiler. Sadece aralarından seçilmiş olanlar üremek için yumurtaları döllerdi. Onun dışında yaptıkları pek bir şey yoktu. İbadet etmek bütün hayat gayeleriydi. Suyun sonsuz olduğu Cennet’leri vardı inanışlarında.”

     “Zaten neye çok aç ise insanlar Cennet’te hep o vaat edilir. Bizde de huriler vardır bol bol.”

     “Yanlış biliyorsun aslında. Cennet’te her şey vardır. Sadece insanlar en çok neyin hasretini duyuyorlarsa onu alacaklarını düşünürler. Mesela senin aklına neden sadece huriler geldi? Halbuki sonsuz nimetlerden, bitmek bilmeyen hazlardan ve mutluluktan bahsedilir. Smron’lar suya çok önem verirlerdi ve suyu çıkarmak zahmetliydi. O yüzden ilk olarak suyu düşünüyorlardı Cennet’lerinde.”

     “Kısaca bana sapık dedin yani.”

     “Sadece sana değil. Sanki Cennet’in sadece hurilerden oluştuğunu düşünen herkese söyledim bunu. Neyse, şimdi bir de dini konulardan girmeyelim tartışmaya seninle. Bu günlük de burada bırakalım.”

     “Eee söylemeyecek misin, “benim ismim yok, ben bunları yaşayan adamım” diye?”

     “Ne gerek var, sen zaten söyledin şimdi…”

Çevrimdışı Death Symbol

  • **
  • 67
  • Rom: 0
  • Dare to...
    • Profili Görüntüle
Ynt: Esinlenilmiş Gerçekler
« Yanıtla #5 : 07 Şubat 2014, 13:55:42 »
Bunu bir film yapsalar, filmin sonu şirinlerdeki gibi olurdu sanırım.

Öncelikle anlatımınızı çok beğendiğimi söylemek isterim. Gözüme batan herhangi bir imla hatası görmedim. Fakat eklemek isterim ki, genel olarak anlatışınız akıcı olsa da, bazı yerlerde nedense bir duraksama yaşıyorum. Kısacası yazınız bir yükselişe, bir düşüşe geçebiliyor.

Konu itibari ile değerlendirirsek, her ne kadar bir şeylerden etkilenerek yazılarımızı yazdığımız mesajını verseniz de, ders çıkartılabilir, öznel yorumlara açık ve çok sağlamdı. Bir şeylerden etkilendiğimizi ama çalmadığımızı ıspat ediyor yazınız. Hayal gücünüzün de sağlam olduğunu söylemek isterim.

Elinize sağlık efenim.
'cos everybody hurts, sometimes.

Çevrimdışı M.K.Immortal

  • **
  • 290
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Esinlenilmiş Gerçekler
« Yanıtla #6 : 07 Şubat 2014, 16:23:09 »
Duraksamaların nedeni sanırım bazen fazlasıyla kaptırıp giden devrik cümlelerim yüzünden gerçekleşiyor. Farkında olmadan bazen çok yapıyorum bunu. Ama zamanla üstesinden gelmeye çalışacağım.

Yorumunuz ve övgüleriniz için teşekkür ederim.

Çevrimdışı grikunduz

  • **
  • 368
  • Rom: 6
  • Est solarus oth mithas
    • Profili Görüntüle
    • HayalGezer
Ynt: Esinlenilmiş Gerçekler
« Yanıtla #7 : 07 Şubat 2014, 18:33:27 »
Ben gerçekten beğendim bu metni. Troll olarak yazmasaydınız etkilenirdim hatta. (Böyle müstehzi bir dille yazılınca insan kendine etkilenmemesi gerektiğini hatırlatıp duruyor. Savunma psikolojisi işte)

Devam edecek mi bilmiyorum ama çok güzel gidiyor kanımca.

Çevrimdışı M.K.Immortal

  • **
  • 290
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Esinlenilmiş Gerçekler
« Yanıtla #8 : 07 Şubat 2014, 19:27:03 »
Aslında evreni yine bu dille anlatıp ardından bu evrende geçen normal bir seriye başlama niyetim var. Sonraki birkaç bölüm daha yine evrene dair düşünceleri dile getiren ikili diyaloglar olacak. Yani devamı olacak diyerek de son sorunuzu da cevaplamış oldum sanırım.

Yorumunuz için teşekkür ederim :)

Çevrimdışı serhan1310

  • **
  • 91
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Esinlenilmiş Gerçekler
« Yanıtla #9 : 12 Şubat 2014, 16:47:23 »
akıcı eglencelı ve yarattıgın evrenı konusma metnı seklınde aktarman hos olmus. Normal bır tasvırle bukadar bılgı aktarımı cok daha zor olurdu. Serıyı merakla beklıyenler arasına ekle benıde.
cesaret yoksa zaferde olmaz

Çevrimdışı serhan1310

  • **
  • 91
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Esinlenilmiş Gerçekler
« Yanıtla #10 : 12 Şubat 2014, 16:47:37 »
akıcı eglencelı ve yarattıgın evrenı konusma metnı seklınde aktarman hos olmus. Normal bır tasvırle bukadar bılgı aktarımı cok daha zor olurdu. Serıyı merakla beklıyenler arasına ekle benıde.
cesaret yoksa zaferde olmaz

Çevrimdışı darrel standing

  • **
  • 51
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Esinlenilmiş Gerçekler
« Yanıtla #11 : 12 Şubat 2014, 17:13:33 »
Diyalog şeklinde yazmanız akıcılığı arttırmış. İlk bölümünü okudum ve oldukça beğendim. Kaleminize sağlık.

Çevrimdışı M.K.Immortal

  • **
  • 290
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Esinlenilmiş Gerçekler
« Yanıtla #12 : 12 Şubat 2014, 19:07:22 »
Yorumlarınız ve beğeniniz için teşekkür ederim arkadaşlar :) Yakın zamanda yeni bölümü de eklemeye çalışacağım.

Çevrimdışı M.K.Immortal

  • **
  • 290
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Esinlenilmiş Gerçekler - 4. Bölüm
« Yanıtla #13 : 16 Şubat 2014, 16:33:04 »
     “Anlatılacak o kadar çok ırk, o kadar çok yaşanmışlık var ki nereden başlasam bilemiyorum. En son inançlarından bahsediyorduk değil mi? Her ırkın farklı bir kültürü ve inanışı vardı. Şimdiye kadar anlattıklarımdan zaten bu kadarını anlamışsındır. Fakat bu inanışları sayesinde tüm hayatlarını değiştirenler de bulunuyordu. Mesela Ramare’ler.

     Ramare ırkı, enselerinden dolanan, birbirlerine yapışık kulakları olan bir ırktı. Geniş burunları, uzun suratları ve dikine kapanan göz kapakları vardı. Çarpılmış gibi desek yeridir. Saçları bizlerde olduğu gibi çeşitliydi. Tenleri ilk doğduklarında kahverengi, zamanla büyüdükçe yeşile kayıyordu. Ten renkleri ne kadar koyu ise o kadar çok ruha sahip olduklarına inanırlardı. Bu yüzden açık renkli tenliler pek sevilmezdi onlarda. İkinci insan muamelesi görürlerdi. Ve bebeklerinin de büyüyene kadar ruhsuz olduğuna inanırlardı.”

     “Zenci ve beyaz ayrımı diyorsun yani. Yine bir yerden alıntılar görüyorum.”

     “Kötü şeylerden bahsetmemi istiyordun, ben de sana bunu söyledim. Daha önce de söyledim sana, bu şeyler bizim dünyamızda da var. Neyse, bu ırk, kendilerini üstün ırk olarak görürlerdi. Diğer ırkların yeşil olmayan tenleri yüzünden onları pek sevmezlerdi. Onların arasına gitmek istediğimde bile beni göndermediler. Sadece onlar hakkında anlatılanları ve bazen ticaret ile uğraşanlarını gördüm. Ticaret ile uğraşanları şehir şehir gezdikleri için diğer ırklarla daha yakın ve ırkçılık düşüncesinden uzakta olurlardı. Ki genelde de açık yeşil tenli olanları bu işle uğraşırlardı.

     Onları ilginç kılan asıl inançları ise Tanrılarına ulaşma fikriydi. Doğdukları günden itibaren bacaklarını derilerle sararlardı. Deri sıktıkça bacakları uzardı ve her uzamasında daha fazla deri sararak daha da uzamasını sağlarlardı. Ömürlerinin sonuna kadar bacaklarını uzatarak yaşarlardı ki sırf bacak boyları iki metreyi geçerdi çoğunda. Sirk palyaçosu gibi diyeceksindir şimdi sen.”

     “Hayır, Tayland’daki Kayan halkının zürafa kadınlarının bacak versiyonuna benzemiş bu anlattıkların diyecektim.”

     “Evet benziyor gibi. Ama Ramare ırkının amacı boylarını uzatıp Tanrılarına yakın olmaktı. Tabi bu durum tüm yaşayışlarını da etkiliyordu. Irkçılıkları yüzünden sık sık savaştıkları olurmuş. Yakın dövüşlerde sadece uzun mızraklar kullanırlarmış. Bacakları aşırı kaslı ve güçlüydü. Bacaklarını kalın zırhlarla donatıp aşağıdan gelecek tüm saldırıları engellerlermiş fakat yürüme hızları çok düştüğü için menzilli saldırılara karşı savunmasız olurlarmış. Ordak’ların sınır komşusu olmalarından dolayı da onlarla yaptıkları savaşlar çoğunlukla kısa sürermiş.

     Genelde Tandoller ile savaşırlarmış ve onların mavi tenlerini ruhsuzluk olarak nitelendirirlermiş. Ne kadarını öldürürlerse o kadar çoğuna ruh bahşetmiş olacaklarına dair inanışları yüzündenmiş bunca savaş. Yani sömürge, maden veya herhangi bir amaçları olmadan, sadece inanışları uğruna akarmış onca kan.”

     “Bizde de uzun süre aynı şeyler yaşanmadı mı sanki.”

     “Önceleri bizde de kendi dinini savunmak adına, sonrasında ise yaymak adına dediğin gibi milyonlarca insan ölmüştü. Onlarda da aynı durum söz konusu bir bakıma. Bu arada Ramare’lerin zırhları Hagev’in en güçlü zırhlarıydı.”

     “Hagev mi?”

     “Evet, onların dünyasına verilen ad idi bu. Bizim Dünya dediğimiz şeye onlar Hagev diyorlardı.”

     “Anladım. Ama hani bunlar Türkçe konuşuyordu? Neden Dünya’ya farklı bir isim vermişler ki?”

     “Yistael’ler Türkçe konuşuyor dedim sana. Diğerleri değil. Elbette diğer ırkların arasında da Türkçe bilen vardı ama bizdeki İngilizce bilenler kadar. Yani her ırkta az miktardaydılar.

     Ama genel olarak Hagev ismini benimsemişti tüm ırklar. Hepsinin kendine ait bir söyleyişi yoktu yani. Neyse, Ramare’lere dönelim. Bacak zırhları, mızrakları ve kule kalkanlarıyla en iyi savunma yapan ırk onlar diye geçmekteydi. Fakat saldırı konusunda yavaş ve menzilli silahlarda berbatmışlar.

     Ramare’lerin bir diğer ilginç inanışı ise düşmeleriyle ilgiliydi. Düşmek demek Tanrılara saygısızlık demekti ve bu günahın cezasını ödemek için dizleri soyulana kadar sürünerek gezmek zorunda kalırlardı. Elbette her biri bu inanışlara körü körüne bağlı değildi fakat büyük çoğunluğu bu kurallara uyuyorlardı. Aralarında yaptıkları kavgalar bile birbirlerini düşürmeye yönelikti bu yüzden. Eğer biri diğerini düşürürse Tanrılar onu seviyor demekti. Diğeri ise sürünmeye mahkum olurdu.

     Ormanlık alanlarda yaşarlardı. Çiftçilik, ağaç yetiştirme ve balıkçılık bütün geçim kaynaklarını oluşturuyordu. Diğer ırklardan haz etmeseler de, hele ki Tandoller’leri sevmeseler bile onlara muhtaçtılar. Madence zengin olan Tandoller’lere tahıl satıp çelik alırlardı genelde.

     Ezdha ismi verilen örümcekleri avlayıp keselerindeki sıvı ile güçlü giysiler ve zırhlar üretirlerdi. Tıpkı örümcek ağı gibi güçlü ve hafif olurdu bu zırhlar. Örümcekler ise bildiğimiz gibi ağ örüp gezenler değildi. Havada yürüyebilen, çok geniş ayakları olan, bir metre boyundaki yaratıklardı. Ormanlık alanlarda yaşarlardı ve havada yürüyebilmeleri nedeniyle avlanmaları zordu. Fakat Ramare’lerin boy avantajı onları güzel birer ganimet haline getiriyordu.

     Hayret, hala sözümü kesmedin. Dinliyor musun beni?”

     “Dinliyorum. Bu örümcekleri de Yüzüklerin Efendisi’nden aldın diyecektim ki susmayı tercih ettim. Nasıl olsa yok öyle yok böyle diye karşı çıkacaktın. Ki açıkçası bu örümceklerin farklı olduğunu da kabul ediyorum.”

     “İlginç. Şaşırdım doğrusu. Ben de o örümcekleri görmedim işin gerçeği ve tıpkı senin gibi görmediğim şeyler bana anlatıldığında hep bir şeyler geliyordu aklıma. Ama gördükten sonra, asıl gerçek onlar, diğerleri ise tamamen onlardan kopyaymış gibi geliyor artık.

     Uzatmayalım en iyisi, okuyucunun canını sıkmayalım durduk yere. Yistael’lerin inanışlarından bahsetmek istiyorum biraz da. Onların uygulamalı eğitimlerini anlatmıştım. Hayatları da tamamen eğitimleri gibi deneyimler üzerine kuruluydu. Mesela yeni bir şey duyduklarında onun hakkında kitap okumaz, önce onu denerlerdi. Örneğin; önyargının kötü olduğunu öğrendiklerinde önyargı hakkında şeyler alarak okumaz, önyargının ne anlama geldiğini, kendilerine yapılırsa ne sonuçlar doğuracağını, başkalarına neden yapılmaması gerektiğini, önyargıdan kurtulmak için yapılması gerekenleri düşünürlerdi ve uygularlardı.

     Aklı olan her canlının düşünerek zaten doğru sonuca ulaşabileceğine inanırlardı. Başkalarının söyledikleriyle karakterlerini asla değiştirmezlerdi ki zaten bölgem, şehrim gibi düşünceleri de bu sabit fikirliliklerini gösteriyordu. Elbette zaman zaman düşünceleri değiştiği olurdu. Fakat bunu fanatizme dönüştürmeden, doğru olanı düşünerek yaparlardı.”

     “Desene kitap okumayan bir ırkmış.”

     “Okurlardı fakat okuduklarının tersi düşünceleri de okurlardı. Hepsini kendi kafalarında yorumlarlar ve doğru olana karar verirlerdi. Yani tüm verileri öğrenmek adına okurlardı ama asıl karar verme düşünmek ile gerçekleşirdi. Tabi defalarca dediğim gibi, bütün bunlar onların yaşayış şekillerine uyduğu için kusursuz işliyordu. Bizde olsa aksi fikirler okunmaz, okunsa bile kafada yorulmaz, sadece yanlış olduğunu ispatlamak için uğraşılır. Uzlaşma değil, benim dediğim doğrudur anlayışımız yüzünden Yistael’ler kadar olamayacağız kısacası.”

     “Göndermeleri bırak. Konuya dön.”

     “Bu düşünme olayları çok büyük çaplıydı ayrıca. Mesela hırsızlığın neden kötü olduğunu düşünüyorlar diyelim. Hırsızlığın bireysel yararı yanı sıra zararlarını, toplumsal ve ekonomik zararlarını, adaletsizlik kavramını, bu sorunun nasıl üstesinden gelinebileceğini, bunu neden yapmak zorunda kalınabileceğini, bu zor durumu aşmanın alternatif yollarını, bu şekilde bakınca ihtiyaç sahibi ve çıkmazda olanların var olduğunu, onlara yardım etmek gerektiğini, ne şekilde yardım edebileceğini, toplumu bu konuda nasıl bilgilendirebileceğini ve daha birçok etkeni düşünüp bir sonuca varırlardı.”

     “Oha. O kadar şeyi düşünene kadar filozof olurum zaten.”

     “Diyorum sana onlar o yüzden çok daha üstündü. Onlar kitap okuyarak öğrenir, düşünerek gelişirlerdi. Bizler ise okuyarak gelişiyoruz ve okuduklarımızla kendimize yön veriyoruz. Neyse, yine toplumsal göndermelere girmeyeyim en iyisi. Dört saat okumak yerine iki saatini düşünmeye ayırıyorlardı mesela. Sanma ki asla okumayan bir ırk değildi. Yeni şeyler öğrenmek için sürekli okurlardı fakat daha çok düşünürlerdi. Yazılanların ne kadar doğru olabileceğini ve diğer tüm etkenleri az önce saydığım gibi kafalarında yorarlardı. Ki büyük çoğunluğu bu yüzden empati yeteneği kazanmıştı. Bölgem, şehrim görüşlerini de çok iyi yansıtabilmeleri bu sayede gerçekleşiyordu.

     Yistael’ler hakkında bir başka şeyi anlatayım bir de sana. Antenleriyle koku, magnetik enerji ve benzeri birçok etkeni hissettiklerini söylemiştim. Bu antenler o kadar hassastı ki, etraftaki hafif etkenler bazen birikip, durduk yere eşik değerini geçerdi ve Yistael’i krize sokardı. Kriz anında tüm vücudu kasılır ve hareketsiz kalırlardı. Birkaç dakika sürmesine rağmen ne zaman geleceği belli olmazdı bu durumun ve bu yüzden çoğu zaman etraftaki etkileri azaltmak için antenlerini saydam şapkalar ile kapalı tutarlardı.

     Onların inanışlarına göre bu krizler sayesinde bir süreliğine Cennet’lerine giderlerdi. Orayı görürlerdi fakat tekrar kendilerine geldiklerinde hatırlamazlardı. Eski zamanlarda daha kalitesiz başlıklar kullanmaları nedeniyle sık sık krize girip olup olmadık kazalar geçirip öldükleri için, ölümlerinden hemen önce Cennet’e gittikleri düşüncesi yerleşmiş. Zamanla buna iyice inanmışlar ve sık kriz geçirmenin ölüme yaklaştığının habercisi olarak yorumlamışlar. Ne zaman biri krize girse onun başına gelip, onun ruhunu geri getirmek için elleriyle tenlerine dokunup havaya kötü enerjiyi atarlar. Bir tür Kızılderili dansı gibiydi bu ayinleri. Tabi bu ayinlerin, bilimsel olarak da krize neden olan eşik enerjisinin dışarı atılmasına ve daha kısa sürede krize girenin ayılmasına neden olduğunu biliyorlardı.”

     “Madem o kadar akıllılar neden böyle şeylere inanıyorlardı o zaman?”

     “Akıllı olmak bazı şeylere anlam yüklemeye engel değil ki. Ki onlar düşünerek inanırlardı. Kısacası onların inanışları bu yöndeydi. Çok uzar bu konu. Hem en iyisi burada bitirelim. Daha sonra sana Ferin ve Unm ırklarını anlatacağım. Ayrıca bu sefer çok laf sokmadın bana.”

     “Artık uğraşmıyorum. En sonunda neye bağlayacaksın onu merak ediyorum.”

     “Bağlanacak bir konu yok. Ben bunları yaşayan adamım ve yaşadıklarımı anlatıyorum sadece.”

     “Heeeh, az kalsın bu eksik kalacaktı. İsimsiz kahramanın yaşam defteri. Belki de cidden bir ismin yoktur. Hani ismin olmadığı için söylemiyorsundur? Ama acaba inadından vazgeçip söyleyecek misin adını merak ediyorum gerçekten.”

     “Bilmem. Göreceğiz.”