Kayıt Ol

Göl Halkı (Bölüm 1 / 2 / 3 / 4 / 5 / 6 - Son)

Çevrimdışı Wanderer

  • ****
  • 1501
  • Rom: 28
  • Uzun günler ve hoş geceler dilerim.
    • Profili Görüntüle
    • Blog Sayfam - Yolsuz Yolcu
Ynt: Göl Halkı (Bölüm 4)
« Yanıtla #30 : 27 Haziran 2010, 14:03:47 »
Sahuagin ırkı, Dungeos & Dragons evrenine ait bir ırktır. D&D'nin yayınladığı kural kitaplarında, canavar rehberlerinde vs. tanımlarını bulabilirsin. Unutulmuş Diyarlar romanlarında da ara sıra çıkar karşımıza. Baldur's Gate 2'de de onlarla ilgili bir bölüm vardı hatta. Teşekkürler...

Saol bilgilendirmen için =)
May the force, be with you.

Çevrimdışı mit

  • *
  • 5536
  • Rom: 96
  • Kronik Anakronik
    • Profili Görüntüle
    • Yorgun Savaşçı'nın Günlüğü
Ynt: Göl Halkı (Bölüm 5)
« Yanıtla #31 : 04 Temmuz 2010, 00:36:31 »
- Bölüm 5 -

Küçük kurtarma grubu göle doğru giden yolda ilerliyordu. Grubun başını Korucu Ranum ve Apol çekiyordu. Hemen onların ardından ise şövalye ve diğerleri geliyordu. Normal şartlarda oldukça gergin ve sessiz geçmesi gereken yolculuk, geveze kılıcın sayesinde sanki bir piknik yolculuğuna dönüşmüştü. Kılıç, susmak yorulmak bilmeden kâh Marvin ile yaşadığı bir olaydan, kâh şövalye ile atlattıkları maceralardan esinlenerek komik hikâyeler anlatıyor, etrafındakilerin gülüşmelerine sebep oluyordu.

Şövalye, birçok defa kılıcı sessiz olması konusunda uyarmıştı ama delikanlıların yüzlerindeki eğlenen ifade buna biraz müsamaha göstermesine neden olmuştu. Hem, anlatılanların yarısının palavradan ibaret olduğunu bilse de kendisi bile gülümsemeden edemiyordu. En çok candan kahkahaları ile Beved gülüyordu anlatılanlara. Osgar ise daha çok utangaç gülümsemeler ile karşılık veriyordu. Susmaları için işaret veren Kolcunun bile bir iki kez güldüğüne şahit olmuşlardı hatta. İçlerinde tek gülmeyen ise Apol’dü. Sık sık sert bakışlarını geriye, gruptaki arkadaşlarına yönelterek susmalarına neden olmuştu. Yine böyle bir bakışın ardından, şövalyenin pek de tasvip etmeyen bakışlarla Apol’ü süzmekte olduğunu gördü Beved.

“Hep böyle somurtkan mıdır?” diye sordu şövalye, kendisini izlemekte olan Beved’e.

“Onun kusuruna bakmayın şövalyem. Aslında oldukça iyi yüreklidir Apol.”

“Ona şüphem yok. Aslında doğru olanı yapıyor, hepimizin sessiz olması gerek çünkü. Özellikle senin!” dedi, itiraz etmeye başlayan kılıcına sert bir bakış atarak. “Etrafta ne kadar uğursuz şey varsa başımıza toplayacaksın ve bu çocukların zarar görmesine neden olacaksın.”

Kılıç, bu yorum üzerine hemen sessizleşti. Delikanlıların başına bir şey gelmesini istemezdi, onları sevmişti. Şövalye ileri baktığında Apol’ün yine öfkeli bakışlarla kendilerini üzmekte olduğunu gördü.

“Beni rahatsız eden şey bu yaşta bir delikanlının bu kadar soğuk ve mesafeli olması…”

“Elanor yüzünden.” dedi Osgar, duyulamayacak kadar alçak bir sesle. Sonra şövalyenin kendisine baktığını görünce utanıp kızararak başını önüne eğdi.

“Öyle mi? Kimmiş bakalım bu Elanor?” dedi şövalye merakla.

“Yoksa altın saçlı bir prenses mi?” dedi kılıç, oldukça çapkın bir sesle. Yine bir dakikadan fazla suskun kalmayı başaramamıştı.

Bu yorum üzerine hafifçe kıkırdayan Beved, “Evet, öyle sayılır. Elanor, Apol’ün kız kardeşi.” dedi.

“Onu kaçırdılar.” diye ekledi Osgar, hüzünlü bir tavırla.

Başını öne eğen Beved, “Maalesef bu doğru. Sahuaginlerin kaçırdıkları arasında o da var. Bu yolculuğa gönüllü olmamızın başlıca sebebi de bu zaten.” diye ekledi. “Apol ve Elanor çok küçük yaşta ailelerini kaybetmişler. Bir göl kazası… Sandal ters dönmüş ve talihsiz karı koca boğularak can vermişler. O zamandan beri Apol hem kendine hem de kız kardeşine göz kulak olmak zorunda. Yıllardır Elanor’a hem ağabeylik hem de ana-babalık yapar. Bu yüzden ona çok düşkündür. Kaçırıldığını anladığımızda çılgına döndü. Biz daha ne yapabileceğimizi doğru dürüst düşünemeden Apol onu kurtarmak için yola çıkmaya karar vermişti bile. Bizle ya da bizsiz…”

“Onu asla yalnız bırakmayız.” dedi Osgar, kararlı bir yüz ifadesiyle.

“Sonra benim Sahuaginlerin ardından gideceğim haberini aldınız ve bana katılmaya karar verdiniz sanırım.” dedi şövalye.

Beved bunu bir omuz silkişle yanıtladı. Şövalye bakışlarını tekrar Ranum’un yanında ilerleyen sessiz delikanlıya çevirdi. Bu kez bakışlarında derin bir anlayış ve saygı vardı. Grup ormanda ilerlemeye devam etti. Ama bu kez derin bir sessizlik içindelerdi. Şimdi ormandaki gece hayvanlarının ve rüzgârın sesini rahatça duyabiliyorlardı.
Tabii ki kılıç bağırıp bu sessizliği yırtana kadar…

“Balık-adamlar tarafından kaçırılan sarışın bir prensesi kurtarmaya gidiyoruz! Bu tahminimden de eğlenceli!”

Hep bir ağızdan yükselen bir “Şşşt!” sesi…

“İyi be, sustum! Eğlence düşmanları. Şşştmiş… Pöh!”


Yarım saatten biraz fazla süren bir yürüyüşün ardından küçük grup nihayet Uzun Göl’e varmıştı. Korucu Ranum gölün kıyısında bir dizinin üzerine çöktü ve zemindeki pençemsi ayak izlerini inceledi.
Gruba dönerek “İzler burada sona eriyor. Yaratıklar göle girmiş olmalı…” dedi.

“Na-nasıl yani? Peki ya rehineler?” diye sordu Beved kekeleyerek.

“Korkarım onları da yanlarında götürmüşler.” diye yanıtladı korucu. Osgar ufak bir itiraz iniltisi koyuverdi. Apol’ün yüzü karardı.

“Korkmayın, hâlâ hayatta olduklarına bahse girerim.” dedi şövalye.

Apol hışımla şövalyeye döndü ve sinirden titreyen bir sesle “Nereden bilebilirsin ki? Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?” diyerek çıkıştı.

“Sakin ol Apol.” dedi Beved, arkadaşının bu tavrından hiç hoşlanmamıştı.

“Siz sakin olun!” diye bağırdı Apol.

“Sesini alçalt genç adam!” dedi şövalye, sert bir biçimde. “Kız kardeşin için endişelendiğini biliyorum. O yüzden bu seferlik bana bağırdığını göz ardı edeceğim. Ama hemen sesini kesmezsen tüm Sahuaginler burada olduğumuzu anlayacak ve tepemize binmekte tereddüt etmeyeceklerini garanti edebilirim.”

“E o zaman niye susuyoruz ki?” diye sordu kılıç hevesle. Yeni bir dövüş için sabırsızlanıyordu.

Gruptakiler hep bir ağızdan “Sakın ha!” diyerek kılıcı susturdular.

“İyi, peki, tamam sustuk. Hıh!” diye homurdandı, yeniden gücenen kılıç.

Şövalye Apol’e dikkatle bakarak “Merak etme, onlar iyi. Eğer onları öldüreceklerse Sahuaginler onları buraya taşıma zahmetine ne diye katlansınlardı? Onları başka bir amaç için kaçırdılar. Ve emin ol hâlâ canlılar. En azından şimdilik…” dedi.

Apol bu sözlerdeki mantığı reddedemezdi. Dudaklarını birbirine bastırıp sustu ve kafasını tamam anlamında salladı.

“Şimdi ne yapıyoruz?” diye sordu korucu.

“Şimdi biz…” Şövalye tam planını açıklayacaktı ki göl suları sanki kaynıyormuş gibi fokurdamaya başladı.

“Geliyorlar!” dedi Ranum, kılıcını çekerek.

“Kahretsin!” diye homurdandı şövalye.

“Yaşasın!” diye bağırdı kılıç.

Hepsi hızla kılıçlarını çektiler. Bir an sonra göl yüzeyinde bir düzine kadar Sahuagin belirdi. Yaratıklar savaş naralarıyla birlikte mızraklarını fırlattılar. Bir mızrak ayaklarının dibindeki yere saplandı. Bir diğeri Osgar’ın başının üzerinden geçti. Bir diğerini ise Ranum kılıcıyla durdurdu.

“Geriye!” diye bağırdı şövalye, üzerlerine gelen mızraklardan birini kılıcı ile ikiye bölerken. Grup geri geri ilerlerken önlerindeki Sahuagin grubu da tehditkâr bir biçimde ama yavaşça üzerlerine doğru geliyordu.

“Neden saldırmıyorsunuz? Gelsenize!” diye bağırdı kılıç.

“Lütfen saldırmasınlar, lütfen…” diye inledi Osgar.

Şövalye şüphe ile önündeki yaratıklara baktı. Sistemli bir şekilde yaklaşıyorlardı ama saldırmıyorlardı. “Gerçekten de… Neden saldırmıyorlar?” diye mırıldandı şüpheli bir ses tonuyla. Aynı anda Ranum’un uyarı çığlığı geldi ve üstlerindeki ağaçlardan tam üzerlerine geniş bir ağ atıldı.

“Lanet yaratıklar! Bu bir tuzak!” diye haykırdı şövalye.

Daha onlar kıpırdayamadan ağ üzerlerine inmişti bile. Apol ve diğerleri hızla ağı kesmek için davrandılar fakat ipler çok sağlamdı. Çelikten dokunmuşlardı adeta. Sahuaginler bu yetersiz çabalarını sivri dişleri ile sırıtarak izlediler. Bu kez de şövalye denedi ve büyülü kılıç, gürültülü bir kahkaha eşliğinde ağı tereyağı gibi kesti.  Yaratıkların yüzündeki sırıtma anında kayboldu ve hızla ileri atıldılar. Şövalye bir hamle daha yapıp ağın tamamen parçalanmasına neden oldu ve ilk saldırganı ile yüzleşmek için hazırlandı.

Kısa sürede etrafları sarıldı. Gölden çıkan yaratıklara ağaçlardan inen birkaç tanesi daha katıldı ve sertçe saldırmaya başladılar. Görünüşe göre Veskel, delikanlılar hakkında yanılmamıştı çünkü hepsi ustaca dövüşüyorlardı. Osgar bile… Özellikle Apol bu konuda gerçekten de çok iyiydi.

“Onlara acımayın çocuklar! Onlar bize acımaz!” diye haykırdı korucu.

“Elanor için!” diye haykırdı Apol.

Kılıçlar kılıçlarla çarpıştı, hamle üzerine hamle yapıldı. Ama Sahuaginler küçük grubu ele geçirmeyi bir türlü başaramadı. Şimdiden yerde cansız yatan 5 Sahuagin vardı. Fakat durum bizimkiler için pek de parlak değildi. Ranum sol kolundan yaralanmıştı. Beved’in başından kanlar süzülüyordu. Ve işin en kötüsü öldürdükleri her Sahuagin’in yerine yenileri geliyordu. Durumdan tek memnun olan ise kıkırdayıp duran ve yere indirdiği rakiplerini sayan kılıçtı.

Önlerindeki yaratık cansız bir biçimde yere düşerken “Üç!” diye bağırdı kılıç. Şövalye bir anlık boşluktan faydalanarak umutsuzca etraflarını çevreleyen çembere baktı. Sonra da yaralı arkadaşlarına… Durum oldukça kötü görünüyordu. İçi Sahuagin kaynayan bu gölün kenarında kazanmaları imkânsızdı. Birdenbire “Beni takip edin!” diye bağırdı ve ormana doğru bir yarma hareketine başladı. Bu hareketi beklemeyen iki Sahuagin’i tek bir darbeyle indirip koşmaya başladı. Diğerleri de hemen peşindeydi.

“Hey! Nereye gidiyoruz? Daha dövüş bitmemişti ama.” diye mızmızlandı kılıç.

Şövalye “Haklısın. Daha yeni başlıyoruz.” diyerek topukları üzerinde hızla döndü ve Ranum’a dönüp “Koşmaya devam edin!” diye bağırdı. Korucu anladığını belirterek delikanlıları önüne kattı ve kaçmaya devam etti. Onlar uzaklaşır uzaklaşmaz şövalye, yol kenarındaki çalılık ve ağaçların arasına daldı ve iyice gizlendi.

“Ne yapıyoruz? Dövüşmeyecek misin?” diye mızıldandı kılıç.

“Merak etme. Eğer planım tutarsa düşmanların hepsi sadece bize kalacak.” diye fısıldadı şövalye. Kılıç memnuniyetle mırıldandı ve anında sessizleşti.

Apol ve arkadaşları ellerinden geldiğince toprak yolda koşuyorlardı. Ama yeterince hızlı değillerdi. Çünkü korucunun ve Beved’in yaraları yavaşlamalarına neden oluyordu. Her yönden fışkıran kökler ve dallar da cabası…

“Şövalye nerede?” diye haykırdı Beved panikle.

“Koşmaya devam edin!” diye üsteledi Ranum.

“Ama yaralanmış olabilir.” dedi nefes nefese kalmış olan Osgar. Zar zor koşmaya devam ediyordu. Hafiften geri kalmaya bile başlamıştı.

“Hayır, yaralanmadı. Bizi bırakıp kaçtı. Size söylemiştim. O ihtiyar bir sahtekârdan başka bir şey değil.” dedi Apol hırlayarak.

Tam bu sırada köklerden biri haince Osgar’ın ayağına dolanarak gürbüz delikanlının yere yuvarlanmasına neden oldu. Osgar acı dolu bir iniltiyle yere kapaklandı. Daha ileriden giden grup üyeleri hızla durup geriye baktılar ve Osgar’a yardım etmek için çabucak geri döndüler. Daha bir-iki adım atmışlardı ki çalıların arasından bir Sahuagin fırladı ve Osgar’ın başına dikildi. Beved ve Apol endişeyle “Hayır!” diye bağırdı. Osgar kollarını başına siper ederek korkuyla dolu bir imdat çığlığı attı. Sahuagin ise haince sırıtarak mızrağını saplamak için havaya kaldırdı.

Havayı bir kesme sesi yardı. Sahuagin gözlerinde şaşkın bir ifade olduğu halde cansız bir biçimde yere yığıldı. Ardından da “13!” diyerek kıkırdayan kılıcın sesi geldi. Şövalye tam zamanında yetişmişti. Gülümseyerek, şaşkına dönmüş gruba baktı ve elini uzatıp Osgar’ın yerden kalkmasına yardımcı oldu.

“Sen… Nasıl?” diye kekeledi Beved.

“Eski bir savaş taktiğidir evlat. Her zaman işe yarar.” diyerek göz kırptı şövalye. Arkadaşları sevinçle Osgar’ı kucaklarken ise çaktırmadan belini tutup “Bu işler için çok yaşlandım.” diye mırıldandı.

“Öyle olmadığını söylemiştim.” dedi Osgar manalı bir biçimde Apol’e bakarak.

“Daha fazlası gelecektir.” dedi Ranum. Bir taraftan da telaşlı gözlerle arkalarındaki yolu gözetliyordu.

“Şüpheniz olmasın.” dedi şövalye. “Dinleyin… Fazla vaktimiz yok. Biz yaratıkları oyalarken içimizden birinin göle yalnız gitmesi gerek. Rehinelerin henüz canlı olduğunu düşünsem de bunun ne kadar böyle kalacağını bilemeyiz. Acele etmemiz gerekiyor.”  diye ekledi ardından.

Grup içindekiler birbirlerine şüpheli bakışlar attı. Sonra Osgar derin bir iç çekti ve düştüğünde sırtından yuvarlanan çuvalına doğru ilerledi. Çuvalı yerden alıp şövalyeye uzattı ve “Alın şövalyem. Göle siz gidin. Eğer onları kurtarabilecek bir kişi varsa o da sizsiniz.” dedi.

Şövalye teşekkür ve minnettarlık arası bir duyguyla Osgar’a baktı. Osgar da aynı duygularla gülümseyerek şövalyeye karşılık verdi. Merakla çuvalı açan şövalye daha önce benzerini hiç görmediği, garip, deriden yapılma bir zırh ile karşılaştı.
“Nedir o?” diye ciyakladı kılıç.

“Göl kıyafetleri…” dedi Beved. “Gölün dibine inerken bu kıyafetlerle dalarız. Çok hafiftir, esnektir ama sağlamdır da.” dedi. Şövalye memnuniyetle deri zırhları inceledi ve çabucak kendine uyan bir tane bulup yanına aldı.

“Artık ayrılmalıyız. her an geri gelebilirler.” dedi korucu Ranum.

“Haklısın.” dedi şövalye. “Onları oyalayabildiğiniz kadar oyalayın. İyi şanslar.”

“Sana da iyi şanslar şövalyem.” dedi Osgar. Ranum şövalyenin omzunu sıktı, Beved başıyla bir selam verdi. Apol ise hareketsizdi. Kısa bir müddet şövalyeye baktı ve ardından ileri doğru bir adım attı. “Kız kardeşimi kurtarın şövalye. Size güveniyorum. Bahtınız açık olsun.” dedi.

Şövalye başını olumlu anlamda sallayarak delikanlının omzuna hafifçe vurdu. Ranum’la göz göze geldi ve kafasını tek bir kez daha sallayarak sessizce veda edip çalıların arasına daldı.

Az sonra şövalye gölü görebileceği avantajlı bir noktada gizleniyordu. Bir taraftan zırhını çıkarıp dalış zırhını kuşanırken bir taraftan da Sahuaginlerin gölden çıkış noktalarını gözetliyordu. Az sonra ormandan, şövalyenin bulunduğu istikametin aksine bir yerlerden bir gürültü ve savaş çığlıkları yükseldi. Küçük grup şaşırtma planlarını harekete geçirmişti. Şövalye sıkıntıyla bir iç geçirdi ve “Umarım doğru şeyi yapıyoruzdur.” dedi kendi kendine.

“Meraklanma. Ranum onlara göz kulak olur. Ayrıca çocuklar oldukça iyi dövüşüyorlar. Yaşlı bir şövalye bile tek başına 13 tane hakladıysa gençler neler yapar kim bilir?” dedi kılıç, hafif iğneleyici bir ses tonuyla.

“Yaşlı mı? Sen kendine bak paslı teneke!” diye kıkırdadı şövalye. Sonra denginden Galsamotu’nu çıkartıp şüpheyle otu süzdü. Fare kuyruklarına benzeyen, grimsi yeşil bir toparlaktı ot. “Umarım tadı görüntüsünden daha iyidir.” dedi ve tiksintiyle otu ağzına attı. Değildi… Aksine kaygan ve yapışık bir tadı vardı. Kılıcını eline alıp sessizce ve görünmeden göle ilerledi.

(Devam edecek...)

Jackal knows who you are,
Jackal knows where you are.
Try to hide if you dare.
Do your best, i don't care.

Çevrimdışı Malkavian

  • *****
  • 2152
  • Rom: 57
  • I was lost in the pages of a book full of death..
    • Profili Görüntüle
Ynt: Göl Halkı (Bölüm 5)
« Yanıtla #32 : 06 Temmuz 2010, 10:07:55 »
Huysuz bir köylü, inançlı ve saf bir kişi, kılıç kullanmasını bilen bir şövalye ve geveze bir kılıç çok güzel bir kadro oluşturmuşlar. Anlatımın ve hikayeyi götürdüğün yer oldukça ilgi çekici devamını sabırsızlıkla bekliyorum.

Aklıma takılan tek soruyu da sorayım. Bu yaratıklar denizde ya da gölün içinde yaşamıyor mu? İnsan köleleri ne yapıyorlar ki orada nefes alamaz insanlar?

Çevrimdışı mit

  • *
  • 5536
  • Rom: 96
  • Kronik Anakronik
    • Profili Görüntüle
    • Yorgun Savaşçı'nın Günlüğü
Ynt: Göl Halkı (Bölüm 5)
« Yanıtla #33 : 06 Temmuz 2010, 14:10:09 »
Teşekkür ederim vakit ayırıp da okuduğun için. Sahuagin ırkı sık sık tanrılarına kurban etmek için insanları kaçırır, asla köle almazlar. Nasıl mı nefes alıyorlar? Sorularının cevabını bir sonraki bölümde alacaksın, meraklanma ;) Tekrar teşekkürler...
Jackal knows who you are,
Jackal knows where you are.
Try to hide if you dare.
Do your best, i don't care.

Çevrimdışı mit

  • *
  • 5536
  • Rom: 96
  • Kronik Anakronik
    • Profili Görüntüle
    • Yorgun Savaşçı'nın Günlüğü
Ynt: Göl Halkı (Bölüm 6 - Son)
« Yanıtla #34 : 17 Temmuz 2010, 11:09:22 »
- Bölüm 6 -

Gölün buz gibi suyu ayaklarına değdiğinde istemsizce ürperdi şövalye. Başka zaman olsa suya tamamen girmeden önce iyice oyalanır ve vücudunun suya alışmasını beklerdi. Ama şu anda böyle bir lüksü yoktu. Birkaç büyük adım daha atıp gölün ortasına doğru ilerlemeye başladı. Şimdi vücudunun yarısı suyun içindeydi fakat Galsamotu henüz bir işe yaramış gibi görünmüyordu. Endişe ile Marvin’in yanlış bir ot verip vermediğini düşünürken ellerinde garip bir karıncalanma başladı. Durdu ve merakla ellerini yüzünün hizasına kaldırıp baktı. Parmaklarının arasında çıkan perdeleri gördüğünde az kalsın şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı. Şimdi elleri normal bir insan elinden çok birer yüzgece benziyordu. Aniden boynunun yan taraflarında keskin bir acı hissetti ve elini o bölgeye attı. Solungaçları vardı! Bu kadarı da çok fazlaydı doğrusu. O kadar şaşırmıştı ki hafiften başı bile dönmeye başlamıştı. Hayır… Başının dönmesi şaşkınlığından değildi. Nefes alamıyordu! Ne yapacağını bilemez bir vaziyette kendini gölün soğuk ve karanlık sularına attı. Sudan aldığı ilk yudumda kendini daha iyi hissetti ve baş dönmesi anında geçti.

“Şu haline bak! Balık gibi oldun! Yoksa ayı balığı mı demeliydim?” diyerek kahkahalar attı kılıç. Şövalye kızgınlıkla bir şeyler söyledi ama ağzından çıkan şey sadece köpükler oldu.
“Ne dedin anlayamadım?” diye dalga geçti kılıç. Şövalye tek yumruğunu sallayarak kızgınlıkla bir şeyler daha söyledi ama ağzından çıkan şey yine baloncuklardan ibaretti.
“Evet haklısın. Bence de gulu-gulu-gulu! Mu-ha-ha-ha!” diyerek daha da gür bir kahkaha attı kılıç. “Bu harika! Ben konuşuyorum, sen susuyorsun. Üstelik beni susturmak için tek kelime bile edemiyorsun. İşte buna bayıldım doğrusu.” diye ekledi ardından, kıkırdayarak. Bunun üzerine şövalye resmen köpürmeye başladı. Hem de her iki anlamda…
“Tamam canım, sinirlenme hemen. Dinle… Galsamotu yalnızca 1 saate yakın bir dilimde etkili olacak. O yüzden rehineleri bulmakta acele etsek iyi olur.” dedi kılıç.
Şövalye her ne kadar sinirinden kuduruyor da olsa bu bilgiyi göz ardı edemezdi. Anladığını belirtmek için bir işaret yaptı ve daha önceden belirlediği bir rotayı takip ederek gölün derinliklerine doğru yüzmeye başladı.

El ve ayaklarında çıkan yüzgeçler sayesinde normal bir insanın hareket edebileceğinden çok daha hızlı ve kolay hareket edebiliyordu. Böylece suyun altında ilerlemek tahmininden çok daha kolay olmuştu. İçinden ihtiyar Rowling’e ve Marvin’e sessiz bir teşekkür etti. Belirlediği yönde bir süre ilerledikten sonra gölün dip kısmında doğal olmayan bir ışık kaynağı keşfetti. İlerleyişini bu yönde devam ettirdi ve kısa süre içinde istediği noktaya vardı. Kılıcının “Yosun mu? Iyy, iğrenç!” şeklindeki yakınmalarına kulak asmayarak uzun yosunların arasına saklanıp ışık kaynağına daha yakından baktı. Genişçe bir sualtı mağarasının girişinden geliyordu ışık. “Sence aradığımız yer burası mıdır?” diye sordu kılıç merakla. Tam o esnada, sanki kılıcın sorusuna cevap vermek istermişçesine mağaranın girişinden bir grup silahlı Sahuagin çıktı. İçlerinden biri, muhtemelen liderleri grubun geri kalanına kendi dillerinde bir takım emiler sıraladı. Grup, garip bir selam vererek hızla göl yüzeyine doğru çıkmaya başladılar. Geride kalan lider bir süre onların ardından baktı sonra tekrar mağaraya girerek gözden kayboldu.

“Eee? Şimdi ne yapıyoruz?” diye sordu kılıç. Şövalye, gözleri mağaranın girişine odaklanmış vaziyette bir şeyler söyledi. Çıkan ses yine kabarcıklardan ibaretti. “Ben de öyle tahmin etmiştim.” dedi kılıç alayla. Şövalye onu duymazlıktan geldi ve yosunların arasından sıyrılarak mağaranın girişine doğru yöneldi. Bu arada kılıç “Yosunlara değdirme beni! Öğğk!” diyerek şikâyet etmekle meşguldü.

İhtiyatla girişe doğru yanaştı şövalye. Sırtını girişin yanındaki taşlara yaslayıp bir müddet bekledi. Sonra ihtiyatla kafasını yana doğru eğerek içeri baktı. Görünürde kimsecikler yoktu. Anlaşılan tüm yaratıklar yukarıdaki istenmeyen ziyaretçilerin işini bitirmek üzere göl kıyısına çıkmışlardı. Şövalye bir kez daha yukarıdaki dostları için dua etti ve dikkatle yüzerek mağaranın içine girdi.

Sualtı mağarası şövalyenin düşündüğünden çok daha büyüktü. Sağa sola açılan bir sürü irili ufaklı odacık vardı içeride. Tavan ise giderek yükseliyormuş gibi görünüyordu. Su, burada göle oranla çok daha soğuktu. Ve sanki hafif bir tuz tadı vardı etrafta. Mağaranın girişinden sonuna doğru akıp giden bir akıntı da vardı üstelik. Neyse ki fazla kuvvetli bir akıntı değildi ve hareket etmeyi güçleştirmiyordu. Işık, mağara duvarındaki girinti ve çıkıntılara asılmış garip kristallerden geliyordu. Şövalye daha önce buna benzer bir şeyi hiç görmemişti. Muhtemelen yaratıklar tarafından, denizin derinliklerinden getirilmişlerdi.

Şövalye tedbiri elden bırakmadan yüzmeye devam etti. Ana mağaradan ayrılmamaya özen gösteriyor, yan odalara girmeden dümdüz ilerliyordu. Bir anda mağara bir başka geniş girişle sona erdi. Burada su iyice soğuk ve tuzluydu. Dışarının görüntüsü ise gölün dibinden oldukça farklıydı.

“Deniz bu!” diye ciyakladı kılıç. “Zifir Deniz ile Uzun Göl arasında bir yer altı tünelindeyiz demek ki.” diye ekledi ardından. Şövalye katıldığını belirtmek için başını olumlu anlamda salladı. Bu tünelin doğal bir oluşum mu yoksa yaratıkların işi mi olduğunu merak ediyordu doğrusu. Fakat o anda buna kafa yoracak pek fazla vakti yoktu. Geldiği yönden geri dönüp rehineleri aramaya devam etti.

Tam mağaranın ortalarına yaklaşmıştı ki birden kulaklarına ince bir mırıltı geldi. Sanki birisi yabancı bir dilde bir çeşit ayin yapıyormuş gibiydi. Dikkatle sesi takip etti ve yan mağaralardan birine ilerledi. O anda aradığını bulduğunu anladı. Tam önünde sırtı kendine dönük bir Sahuagin ellerini ve kollarını garip bir ahenkle sallayarak bir şeyler mırıldanmaktaydı. Tam onun önünde ise rehinler, mercan kayalarından yapılmış devasa bir kafes içerisinde hareketsiz bir biçimde yatıyorlardı. Kafesin içerisinde kocaman bir hava kabarcığı vardı. Rehineler bu kabarcığın tam ortasındaydılar. Hava kabarcığının etkisiyle kafes suyun içerisinde süzülmekteydi. Onu olduğu yere sabitleyen tek şey ise alt tarafındaki kalın zincirdi. Onları o halde görünce şövalye bir an için çok geç kaldığını sandı. Fakat daha dikkatli baktığında rehinelerin belli belirsiz de olsa nefes alıp verdiğini fark etti. Demek ki hâlâ yaşıyorlardı. Derin bir oh çekti ve ağzından bir sürü kabarcık fırlamasına neden oldu. Hemen eliyle ağzını kapasa da artık çok geçti. Sahuagin onun farlığını fark etmişti.

Yaratık tıslayarak şövalyeye doğru döndü ve onu baştan aşağı bir süzdü. Sonra da “Demek işlerimizi bozan şu sıcak-kanlı sensin, öyle mi?” dedi, gayet düzgün bir ortak lisanla. Şövalye birkaç kabarcık ile cevap verdi.
Yaratık alay edercesine sırıttı. “Bakıyorum da Galsamotu kullanmışsın sıcak-kanlı.” dedi yaratık, şövalyenin elindeki perdelere bakarak. “Seni küçümsemişim… Bütün ırkdaşlarımı yukarı göndermekle hata ettim anlaşılan.” diye ekledi ardından.
“Bir balık için kafan biraz fazla çalışıyor.” diye fikrini beyan etti kılıç.
“Ah, konuşan bir kılıç... Değerli bir ganimet.” dedi Sahuagin.
“Teşekkür ederim! Beni şımartıyorsun.” diye yanıtladı kılıç. Ardından da halinden oldukça memnun bir ses tonuyla “Gördün mü bana değerli dedi.” diye mırıldandı şövalyeye.
Şövalye kapa çeneni demeye çalıştı büyük ve bol kabarcıklar eşliğinde.
“Ne diyor?” diye alayla sordu Sahuagin.
“Seni parça pinçik edeceğim diyor.” diye cevapladı meydanı boş bulan kılıç. Şövalye kocaman açılmış gözlerle itiraz etmeye çalıştı ama artık çok geçti.
“Öyle mi? Göreceğiz…” diye tısladı Sahuagin. Ya şövalyenin itiraz dolu hareketlerinden bir şey anlamamıştı ya da kılıcın dediği gibi anlamak işine gelmişti. “Rehineleri ayin için kralıma canlı götürmem lazım. Onları kurban edeceğiz. Ama senin kelleni götürmek de hiç de fena olmaz. Kellenin yanında da konuşan bir savaş ganimeti olacak elbette. Kralım önünde itibarım artar.” dedi hain bir sırıtmayla, sivri dişlerini göstererek.
Şövalye rehineleri bırak gitsinler dermişçesine bir hareket yaptı. Kılıç ise bunu “Geleceğin varsa göreceğinde var balık efendi diyor!” olarak tercüme etti.


Sahuagin lideri, vahşi bir savaş narası attı ve çevik bir hareketle sırtına asılı olan silahını çekti. Üç ağızlı, çatal şeklinde bir zıpkındı bu. Yaratık hiç beklemeden şövalyenin üzerine saldırdı. Şövalye ise hızla kenara çekilip ilk darbeyi kılıcı ile savuşturdu. Sahuagin üst üste birkaç saplama hareketi daha denedi ama şövalye hepsini ustalıkla karşıladı. Hayretle kılıcını su altında da en az karada savurduğu kadar rahatça savurabildiğini fark etti. El ve ayaklarındaki yüzgeçler de yine hızlı hareket etmesini sağlıyordu. Ama vücudunun geri kalanı için aynı şeyi söylemek pek de mümkün değildi. Su altında vücudunun hareketleri oldukça ağır ve hantal kalmıştı. Kılıç ise bunların hiç birinin farkında değildi. O yine tamamen en sevdiği şeye yani dövüşe odaklanmıştı. “Ne yani? Tüm yapabildiğin bu mu sardalye bozuntusu!” diyerek ciyakladı. Sahuagin öfkeli bir tıslama ile saldırısının gücünü ve hızını arttırmaya başladı.

Şövalyenin bu dezavantajdan hemen kurtulması gerekiyordu. Yüzgeçli ayağının da yardımıyla Sahuagin’in suratına bir tokat patlattı. Çok güçlü bir darbe değildi fakat beklenmedik bir hareket olduğundan yaratığı az da olsa sersemlemişti. Şövalye bu fırsatı iyi değerlendirip ayaklarını var gücüyle çırptı ve geniş mağaradan çıkıp dar tünellere doğru yüzmeye başladı. Kılıç ise “Ay gene mi kaçıyoruz?” diye söylenmeye başlamıştı bile. Tam tünellerin ortasına gelmişti ki sağ bacağında hissettiği inanılmaz bir acı ile çığlık attı. Ağzından çıkan köpükler eşliğinde omzunun üzerinden geri baktı ve Sahuagin’in sivri dişlerini vahşice bacağına geçirmiş olduğunu gördü. Boşta kalan bacağı ile yaratığın suratına tekmeler savurmaya çalıştı. Fakat darbelerin hızı yeterince güçlü olmadığından bu pek de işe yaramıyordu. Bunun üzerine kılıcını yaratığın suratına doğru savurdu. Sahuagin darbeden kurtulmak için bacağı bırakıp geriledi. İki savaşçı tekrar yüz yüze geldiler. Fakat bu kez durum farklıydı. Dar bir koridorda bulunduklarından Sahuagin elindeki mızrağı istediği gibi savuracak kadar boşluğa sahip değildi. Şövalye bu avantajı kaçırmadı ve amansızca rakibine saldırdı. Bu kez kendini savunma sırası Sahuagin’deydi.

İki rakip birbirlerine hamle üzerine hamle yaptılar. Birkaç dakika boyunca birbirlerine bir üstünlük taslayamadılar. Sahuagin fazla acele etmeden, oldukça kontrollü dövüşüyordu. Sanki bir şeylerin olmasını bekliyormuş gibiydi. Şövalye bunun farkına varmıştı ama elinden gelen fazla bir şey yoktu. Rakibinin açığını kollayarak dövüşmeyi sürdürdü. Sonra birden dövüş başladığından beri kıkırdamakta olan kılıç sustu ve “Hey! Ne yaptığını biliyorum! Galsamotunun etkisinin geçmesini bekliyor. Bilerek zamana oynuyor!” dedi telaşla. Şövalyenin gözleri bu haberin etkisiyle faltaşı gibi açıldı. Rakibinin yüzüne yayılan geniş sırıtma kılıcın teorisini doğrular yöndeydi. Eğer büyülü otun etkisi geçerse boğulması kaçınılmazdı. Şövalye panikledi ve kontrolsüzce bir atak yaptı. Sahuagin ustaca kenara çekildi ve mızrağını şövalyenin boşta kalan sırtına acımasızca saplayıverdi. Şövalye tam zamanında kenara kaçsa da suyun etkisiyle hantallaşan vücudunu tamamen darbenin yolundan çekmeyi başaramadı. Üç ağızlı mızrak sol omzunun derinliklerine gömüldü. Şövalye yoğun bir kabarcık bulutu eşliğinde acı dolu bir çığlık attı. Aynı anda da sağ kolunu sertçe savurarak kılıcını Sahuagin’e sapladı. Darbe yerini buldu. Sahuagin inanamayan gözlerle şövalyeye bakakaldı. Ardından da titreyerek can verdi.

“Haha! İşini bitirdik!” diyerek zafer çığlıkları attı kılıç. Fakat şövalyenin yavaşça süzülerek mağaranın dibine çöktüğünü fark edince sevinci kursağında kaldı. “Hey! Sen iyi misin? Hadi ama… Alt tarafı küçük bir mızrak darbesiydi. Ben o mızraktan kaç darbe aldım! Bak bana, hiç şikâyet ediyor muyum?”
Şövalye cevap vermedi. Kılıcı bir tarafa bırakıp iki eliyle omzuna saplı mızrağı kavradı ve yüzünü buruşturarak silahı omzundan söküp çıkardı. İşte bu gerçekten de çok acı vermişti. Bir ara acıdan bayılacak gibi oldu fakat rehinelerin düşüncesiyle kendisini topladı. Kılıcını yerden alıp ardında kanlı bir iz bırakarak rehinelerin yanına döndü.

Rehineler hâlâ bıraktığı gibiydi. Hepsi büyülü bir uykudaymış gibi görünüyordu. Görünüşe bakılırsa kafesteki devasa kabarcık onları canlı tutuyordu. Bu yüzden kafesin kapısını açmaya cesaret edemedi. Zaten açsa bile bu insanların gölün yüzeyine kadar nefeslerini tutmalarına imkân yoktu. Bu yüzden dikkatini kafesin altındaki kalın zincire yöneltti. Bir kılıca bir de zincire sorarcasına baktı. Kılıç kendinden emin bir şekilde “Hiç şüphen olmasın.” dedi. Şövalye bu lafı ikiletmedi ve kılıcı sertçe savurdu. Zincir boğuk bir şangırtıyla kopuverdi. Kafes, içindeki kabarcığın etkisiyle suda serbest bir şekilde yüzmeye başladı. Şövalye fazla bir çaba sarf etmeden kafesi mağaranın çıkışına doğru yönlendirmeye başladı. Soluk alıp vermekte zorlanıyordu. Ya Galsamotunun etkisi geçiyordu ya da yarası onu zorluyordu. Belki de her ikisi birdendi. Mağaralardan çıktıkları anda kafes, içerisindeki havanın etkisiyle bir mantar gibi hızla su yüzeyine yükselmeye başladı. Şövalye son anda zincire tutunarak kafesin kendisini de yüzeye çıkarmasına izin verdi.

Kafes büyük bir şapırtı ile su yüzeyine çıktı. Aynı anda da içerisindeki hava kabarcığı patlayarak yok oldu. Kabarcığın yok olmasıyla rehinelerin uyanması da bir oldu. Şaşkın ve mahmur gözlerle etraflarına bakarak ayaklanmaya başlamışlardı ki kafes tekrar batmaya başladı. Rehinelerden bir panik çığlığı koptu. Fakat o anda şövalyenin başı suların arasından çıktı ve kılıcının bir darbesiyle kapının üzerindeki asma kilidi parçaladı. Kapı ardına kadar açıldı ve rehineler birbiri ardına kafesi terk etti. Yüzme bilenler bilmeyenlere yardım ediyordu. Şövalye de çocuklardan birini kaptığı gibi elinden geldiğince hızla kıyıya yüzmeye çalıştı. Galsamotunun etkisi geçtiği için o kadar da hızlı değildi artık. Üstelik yarası da yavaşlamasına neden oluyordu. “Ha gayret, az kaldı!” diye ciyakladı belindeki kılıç. Son bir gayretle kıyıya vardı ve sırtını kumsala yaslayıp soluklandı. Kurtardığı çocuk hızla diğerlerinin yanına koşturup görüş alanından çıktı. Şövalye ise yerinden kıpırdayamadı. Çok kan kaybetmişti.

“Tamam, merak etme. İyi olacaksın. Tek yapmamız gereken sana bir demirci bulmak.” dedi kılıç teselli etmek istercesine. Şövalye bitkin bir şekilde güldü.
Tam o esnada Sahuagin savaşçılarının vahşi naraları kulağına geldi. Panikle etrafına bakınmaya çalıştı ama kalkamadı. Rehineleri koruması gerekiyordu fakat kolunu bile kaldıramıyordu. Ranum nerelerdeydi? Ya Beved? Osgar ve Apol? Yoksa hepsi ölmüş müydü? Bütün çabaları koca bir hiç için miydi?
“Buraya kadarmış…” diye fısıldadı pes etmiş bir şekilde.
“Ne buraya kadarmış?” diye sordu kılıç üzüntü ile. “Haydi, kalkmalısın. Beni burada yalnız bırakma!”
“Üzgünüm efendi kılıç. Sen iyi bir yoldaşsın.” dedi şövalye acı ile yüzünü buruşturarak. Sonra gülümsedi. “Bir göl kıyısında uzanarak can vereceğim hiç aklıma gelmezdi.”
Aniden ardındaki tepelerde parlak beyaz bir ışık parladı. Gök gürültüsüne benzer bir ses ve çığlıklar duyuldu. Sonra her şey karardı…

***

Yeniden gözlerini açtığında daha önce hiç görmediği işlemeler ile dolu bir tavana bakıyordu. Altında da yumuşacık bir yatak vardı. “Cennette miyim?” diye sordu kendi kendine. Sonra sol omzunda duyduğu bir ağrı ile inledi. “Galiba değilim.” diye mırıldandı acıyla.
“Elbette ki değilsin. Benden kurtulmak o kadar kolay mı sanıyorsun?” diye ciyakladı kılıcı, odanın bir köşesinden.
“Ah… Yine mi sen? Anlaşılan cehennemdeyim.” dedi şövalye.
O anda bir kapının açılma sesi duyuldu. Ardından da çok tanıdık bir başka ses konuşmaya başladı. “Bakın kimler de uyanmış. Demek sonunda kendine gelebildin dostum? Doğrusunu söylemek gerekirse bizi çok korkuttun.”
“Marvin? Gerçekten de sen misin?” diyerek başını kaldırdı şövalye. Evet, bu yaşlı büyücünün ta kendisiydi. “Anlaşılan hâlâ hayattayım. Tabii şu garip deneylerinden biri yüzünden sen de ölmediysen…”
Marvin kıkırdadı. “Hayır, ölmedim. Laf aramızda buna pek de niyetim yok.”
“Neredeyiz?”
“Semmak’ta. Başkan Veskel’in konağındayız. Seni o halde daha fazla uzağa götürmeyi riske edemedim doğrusu.”
“Semmak…” diye mırıldandı başını tekrar yastığına koyan şövalye. Bir müddet tavandaki işlemeleri inceledi. Sonra da “Neler oldu? Sahuaginleri hatırlıyorum. Saldırıyorlardı. Sonra bir ışık gördüm. O sen miydin?”
“Evet. Yıldırım büyümün yansımasını gördün sanırım. Tam zamanında yetiştim doğrusu.”
“Ben… Araştırmaların olduğunu sanıyordum.” diye sordu şövalye.
“Evet, vardı. Ama sonra düşündüm de… Araştırmalarımın canı cehenneme...” diye yanıtladı büyücü.

O gün içerisinde önce Veskel ve Ranum şövalyenin ziyaretine geldiler. Ardından da Beved, Osgar ve Apol geldiler. Yanlarında Elanor da vardı. Arada diğer rehineleri yakınları ve kasaba halkından insanlar da uğradılar. Hepsi minnetlerini ve geçmiş olsun dileklerini sundular. Şövalyenin iyileşmesi için tüm kasaba elinden geleni ardına koymadı ve kahramanın kısa süre içerisinde yeniden ayaklanmasını sağladılar. Bu işte kılıcın payı da büyüktü elbette. Şövalye ayaklandığı ilk gün onunla bir saniye daha aynı odada kapalı kalamayacağını söylüyordu ne de olsa. Sonunda eve dönüş günü geldi çattı ve şövalye ile Marvin kasaba halkına veda edip ormanın yolunu tuttular. Kahramanlıkları ise nesilden nesile konuşuldu.

- Son -

Jackal knows who you are,
Jackal knows where you are.
Try to hide if you dare.
Do your best, i don't care.

Çevrimdışı brisingr

  • ***
  • 655
  • Rom: 5
    • Profili Görüntüle
Ynt: Göl Halkı (Bölüm 1 / 2 / 3 / 4 / 5 / 6 - Son)
« Yanıtla #35 : 17 Temmuz 2010, 14:33:17 »
   Gözlerimde sorun olmaması için bütün bölümleri Word'e okumak için kopyaladım. Word'de olan 42 sayfalık eseri okurken, profesyonel bir yazardan bir kitap okuyormuş gibi hissettim. Hikaye içerisinde daha önceden görmediğim yeni bir ırkla tanışmış oldum. Bu yüzden Mit'e sonsuz teşekkürlerimi sunmaktayım. Altı bölüm boyunca hikayenin hüzünlü yerlerinde bile esprilerin güldürmesi hem üzüntüyü hem de sevinci aynı anda yansıtmış. Ayrıca hikaye boyunca yapılan espiriler de kalitesinden ödün vermiyor. Sonuç olarak çok güzel bir hikaye olmuş. Bizleri bu güzel hikaye ile buluşturdun için teşekkürler Mit! ;)

Çevrimdışı mit

  • *
  • 5536
  • Rom: 96
  • Kronik Anakronik
    • Profili Görüntüle
    • Yorgun Savaşçı'nın Günlüğü
Ynt: Göl Halkı (Bölüm 1 / 2 / 3 / 4 / 5 / 6 - Son)
« Yanıtla #36 : 17 Temmuz 2010, 14:46:47 »
Asıl ben bu övgü dolu yorumun için sana teşekkür ederim sevgili brinsingr. Word'e kopyalama fikrini de oldukça beğendim açıkçası :) Bu monitörler adamın gözünün mahvediyor gerçekten de. Tekrar teşekkürler...
Jackal knows who you are,
Jackal knows where you are.
Try to hide if you dare.
Do your best, i don't care.

Çevrimdışı cankutpotter

  • ****
  • 1233
  • Rom: 14
    • Profili Görüntüle
    • Büyülü Kale, Hayallerinizin adresi.
Ynt: Göl Halkı (Bölüm 1 / 2 / 3 / 4 / 5 / 6 - Son)
« Yanıtla #37 : 13 Eylül 2010, 01:38:55 »
Öncelikle sana teşekkür etmek istiyorum bu güzel hikaye için. Öykü seçkisindeki ilk kısmı kadar güzeldi. Bende o ismini yazamayacağım ırkı yeni gördüm(İsmi çok tuhaf. sahuagan mıydı neydi :P). Adrenalin zirveye vurduğu kısımlarda bile kılıcın esprileri güzeldi. İnsanı güldürüyor. Neyse ellerine sağlık, harikasın.
İnsan, hayalleriyle vardır.

Çevrimdışı mit

  • *
  • 5536
  • Rom: 96
  • Kronik Anakronik
    • Profili Görüntüle
    • Yorgun Savaşçı'nın Günlüğü
Ynt: Göl Halkı (Bölüm 1 / 2 / 3 / 4 / 5 / 6 - Son)
« Yanıtla #38 : 13 Eylül 2010, 09:41:53 »
Estağfurullah, beni mahcup ediyorsun :) Asıl vakit ayırıp okuduğun için ben teşekkür ederim. Konuşan Kılıç gibi karakterler hikayeyi ayakta tutmakta ve okuyanı eğlendirmekte her zaman işe yarar ;) Böyle bir karakteri işlemek de ayrı bir zevktir yazar için. Tekrar teşekkürler...
Jackal knows who you are,
Jackal knows where you are.
Try to hide if you dare.
Do your best, i don't care.