Kayıt Ol

Hayal Gücünü Buluş

Çevrimdışı umutlu_kurgucu

  • *
  • 18
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Hayal Gücünü Buluş
« : 26 Ağustos 2014, 17:20:38 »
     Adı konulabilen tek fiziksel özelliği şapka takmasıydı. Bunun dışında ne kadın, ne de erkekti. İnsan bile değildi. Son zamanlarda işleri başından aşkındı. Bütün o sorunları tek bir kişinin çıkardığına hala inanamıyordu.

     Uzun uzun düşündü ve artık konunun icabına bakması gerektiğine karar verdi. En güvendiği adamlarını çağırdı. Hepsi önüne dizildiği zaman "Öğretmenin sesini kesene büyük bir ödül vereceğim." dedi. "Hatta ne isterse onu vereceğim. Nasıl yaptığınız umrumda değil. Kendi yöntemlerinizi kullanın, ne isterseniz yapın. Yeter ki onu susturun."

     Diğerleri birbirine kaçamak bakışlar atar ve kendilerini bildi bileli tanıdıkları bu şapkalı varlığa bakarken her zaman olduğu gibi en muzip olan öne çıktı.

     "Yani ne istersek yapabiliyor muyuz?"

     Şapkalı "Evet." Dedi.

     "Her ne istersek mi? Herhangi bir şey?"

     Diğerleri bu sorudan çok rahatsız oldular. En muzip olanın aklından yine neler geçtiğini sadece Tanrı bilirdi.

     "Evet. Her ne istersen. Herhangi bir şey..."

     ***





     "Uyanma zamanı, saat 6:05.

     Uyanma zamanı, saa..."



     Panikle yataktan fırlayan adam hemen sessizliği getirecek olan düğmeye bastı. Bu ses tüylerini ürpertiyordu ama onu uyandırabilen tek saat de buydu.

     Kendini zorlayarak kalktıktan sonra her sabah yaptığı gibi, yüzünü bile yıkamadan bilgisayarın başına oturdu. Masaüstünde onu haftalardır oyalayan word dosyasını açarak aklına bir şeyler gelmesi için bekledi. On dakika sonra hala boş gözlerle sayfaya bakıyordu.

     "Tanrım," dedi. "Sevdiğim tek Tanrı olan Hayalgücü Tanrısı... Bu defa son. Söz veriyorum. Zaten artık bitmek üzere. Unk’un nasıl yenildiğini bana göstersen yeter. Başka bir şey istemeyeceğim Tanrım, gerçekten."

     Edebiyat öğretmeni Cem, yoktan yarattığı cesaretine tutunmaya çalışarak, bir yıldır hayatının ilk romanını yazıyordu. Ama her sayfada takıldığı bir yer mutlaka çıkıyor ve o da hemen Hayalgücü Tanrısı’na koşuyordu. Aslında bu zamana kadar her şey iyi gitmişti. Ama iki haftadır nedense bir yanıt alamaz olmuştu.

     Cem romanın sonuna kadar gelmişti ama baş kötü olan Unk’un nasıl yenilmesi gerektiğine bir türlü karar veremediği için son noktayı koyamıyordu.

     Yarım saat daha yazmaya çalıştı. İki cümle bile yazamadıktan sonra kendine lanet ederek yerinden kalktı. Okula gitmek için hazırlanma vakti gelmişti.

     ***



     Son dersin bittiğini haber veren zil çaldığında koridorlar yine çocuklarla doldu. En çok da ilkokul çocuklarıyla... Cem onlara ders vermese de öğretmenlerine ve sınıf arkadaşlarına kök söktüren birkaçını tanıyordu.

     "Neler oluyor burada?"

     Birinci kattaki kızlar tuvaletinin önü, yerlere saçılmış patlamış balonlar ve önlüklerinin üzeri kırmızıya boyanmış kızlarla doluydu. Cem’in etrafı tarayan gözleri aradığını hemen buldu. 3-B'nin baş kabadayısı Tunç, toplanan meraklı halkanın dışından hüngür hüngür ağlayan kızları izliyordu. Öğretmenin dudakları hiç düşünmeden hareket etti.

     "Yine ne yaptın Tunç?"

     "Ama bu sefer ben yapmadım öğretmenim, gerçekten..."

     Tunç'un yüzünde belki de ilk defa bu kadar masum bir ifade belirmişti. Ama istediği kadar masum görünsün, Cem onun bu olayda masum olduğuna kesinlikle inanmazdı, tabii eğer o sırada koridorun sonundan sırıtarak bakan çocuğu görmeseydi...

     Öğretmenliğe başlayalı ancak on iki yıl olmuştu ama her öğretmen gibi Cem de suçlu çocukları bir kilometre öteden tanıma yeteneği geliştirmişti. Olayın sorumlusunun o çocuk olduğunu hemen anladı. Ama daha önce bu çocuğu okulda gördüğünü hatırlamıyordu. Cem hala ağlayan kız öğrencileri gözardı ederek koridorun sonuna yürürken, yeni çocuk gözlerini yarattığı karmaşadan ayırmadı.

     "Ne yapıyorsun bakayım sen? Bu okula yeni mi geldin, öğretmenin kim?"

     Yanına bir yetişkinin geldiğinin farkına varan çocuk, bakışlarını ağlayan kızlardan çekerek Cem’e çevirdiğinde gözleri büyüdü. Ayva sarısı saçları, mavi gözleri ve alışılmışın dışında yüzüyle çocuk bir yabancıya benziyordu.

     "Hah! Sonunda geldin. Haydi çabuk, bana yardım etmen lazım." Cem'in bir şey demesine ya da yapmasına fırsat bırakmadan, elinden tutup çekiştirerek onu yürütmeye başladı. 

     Öğretmen gördüğü tavırlara sinirlenmişti. "Ne yaptığını sanıyorsun sen? Hangi sınıftasın? Adın ne?"

     Çocuk sabırsızlıkla dudaklarını bükerken adamı çekiştirmeye devam ediyordu.

     "Ne çok konuşuyorsun. Adım Berg ve ikimizin de başı belada. Bana yardım etmen lazım. Yoksa bir daha ilham istemeyi sonsuza kadar unutabilirsin. Kitabınla başbaşa kalırsın."

     Cem nefesini tuttu. Hem sinirlenmiş hem de utanmıştı. Romanını özellikle gizli gizli yazıyor, kimseye tek bir sözcük  söylemiyordu. Çünkü başarısız olursa bunu kendi dışında kimsenin bilmesini istemiyordu.

     Çocuğun dedikleri ne anlama geliyor olabilirdi? Birileri onu gözetliyor muydu yani? Yoksa okuldaki boş vakitlerini neden asosyal bir şekilde bilgisayarın karşısında geçirdiği, diğer öğretmenler tarafından sonunda fark edilmiş miydi?

     "Sen bunları nereden biliyorsun? Üstelik bir büyüğünle, hem de senin öğretmenin olan bir büyüğünle nasıl böyle konuşabiliyorsun?"

     Cem’in kızgın sesini hiç umursamıyormuş gibi görünen Berg alayla "Bana konuşup durana bak." dedi, "Her gün yeni fikirler için yardım isterken iyiydi ama. Ben sana yardım ederken böyle demiyordun." Çocuk bir an durdu, iki elinin parmaklarını göğsünün önünde kenetleyerek Cem'in abartılı ama başarılı bir taklidini yaptı.

     "Lütfen Tanrım, bu defa son. İp nasıl kopacak? Unk nasıl ölecek? Sadece bunlar tanrım."

     "Şşşt!" Cem bir eliyle çocuğun ağzını kapattı, dehşete düşmüştü. "Sen bunları nereden biliyorsun?" Soruyu sorduğu gibi cevabı çabucak buldu ve korkuyla elini çocuğun ağzından çekti. "Olamaz." dedi. "Ama sen biraz küçük değil misin?"

     "Küçüksem ne olmuş? Hayalgücünden söz etmiyor muyuz? Sen yetişkinsin, ama benden iyi durumda mısın?" Çocuk öğretmenin elini tekrar tutup yine onu sürüklemeye başladı.

     "Ama sen daha çocuksun,” Cem yaşadığı şoku üzerinden atmaya çalışıyordu. “Nasıl Tanrı olabilirsin?"

     Berg kısa bir an tereddütle duraksadıktan sonra koltuklarını kabartarak konuştu. "Eh, bu işler yaşa pek bakmaz. Masumiyet Tanrı'sını hiç gördün mü? Benden bile küçük. Ya Bilgi Tanrısı? O kadar sırra sahipken neden kendini hala buruş buruş göstermeyi istiyor hiç anlamıyorum."

     Cem kendini çok rahatsız hissetti. Bu doğru değildi. Kutsal konulardı bunlar, tanrıların hayatına bu kadar dahil olmamalıydı. "Tamam, tamam. Daha fazla anlatmana gerek yok."

Gözleri Berg’in pantolonundan dışarı taşan, kuşlarınkini andıran beyaz tüylere takıldı. Merakla tüylerden birini çektiğinde çocuk acı içinde bağırdı.

     “Ahhh!”

     Adam şaşırmıştı. “Şey… Affedersin, bir şey takılmış sandım da…” Berg’in yüzünü asmasını görmezden gelerek sordu. “Nasıl oluyor da tüylerin çıkıyor?”

     “Sadece tüy değil o, benim kuyruğum, daha doğrusu şekli değişmezim.”

     Adamın bir şey demesine gerek yoktu, çatık kaşları ve hafifçe öne eğilmiş başı hiçbir şey anlamadığını Berg’e gösteriyordu.

     “Şekli değişmez, benim boyutumdaki her varlığa verilen ve onu tanımlayan fiziksel bir özelliktir. Gerçek bedenini hangi yöntemle değiştirirsen değiştir, onu değiştiremezsin. Başkalarının şekli değişmezini de, onların kılığına girsen bile oluşturamazsın.”

     Cem başını aşağı yukarı sallamakla yetindi. Hayalgücü Tanrı’sının bir çocuk olduğunu gördüğünden beri tanrıların işlerine kafa yormayı bırakmıştı.

     Sonunda okul binasının dışına çıktılar ve bir sokak aşağıdaki parka doğru yürümeye başladılar. Berg konuşmadan etrafına bakınırken, Cem de günlerdir içini kemiren konuyu düşünüyor, söze nasıl gireceğine karar vermeye çalışıyordu. İlginç bir çatışma yaşıyordu. Karşısında kendini bildi bileli taptığı Tanrı vardı ama çocuk bedeniyle insanda uyandırması gereken saygıyı uyandırmıyordu. Sonunda sorusunu sorduğunda, sesi yaptığı yaramazlığa rağmen hala şekerini isteyen bir çocuğunkini andırdı.

     "Niye günlerdir dualarıma cevap vermiyorsun? Kötü adamı nasıl öldürsem diye sorup duruyorum ama hiçbir fikir göndermiyorsun. Yoksa artık benden bıktın mı? Yeteneksiz olduğuma mı karar verdin?"

     Berg bir anlık boş bakıştan sonra konuştu.

     "Aslında oldukça ısrarcı olduğunu itiraf etmeliyim. Neredeyse bütün günüm sana gidiyor. Doğrusunu istersen buraya sana çok hoşuna gidecek bir şey vermeye gelmiştim. Ama biri onu benden çaldı."

     "Ne? Kim çaldı?” Adam aldığı cevaptan çok, duyduklarına şaşırmıştı. “Hem nasıl olur? Parmağını bir şıklatışında her şeyi dize getirmen gerekmiyor mu senin?"

     "Eh, bu işler öyle yürümüyor.” dedi Berg, bir yandan gözleri artık girdikleri parkın içinde bir şeyleri arıyordu. “Benim de hesap vermem gereken yerler var. İyi ya da kötü özgür iradeye müdahele edemiyorum. Ama sen edebilirsin."

     "Neden?"

     "Çünkü sen bir insansın. Neler döndüğünden haberin olmadığı için de torpillisin. Kötü bir şey yapacak olsan bile affedilebilirsin.” Çocuk birkaç adım daha attıktan sonra parmağıyla  yıllardır kullanılmayan eski muhtarlık binasını işaret etti.

     "İşte oraya girdi."

     Cem kaşlarını çattı. "Nerden biliyorsun? Onu gördün mü?"

     "Hayır ama hissediyorum."

     "Ah, doğru ya,” dedi, bir elini umursamazca sallarken, “Senin şey olduğunu unutmuşum..."

     Kapının önüne gelip durduklarında Berg’in yüzüne sıkıntılı bir bakış yerleşti.

     “Bu bir Umutsuzluk cini... Onlar benim en nefret ettiğim yaratıklardır, çünkü hayalgücüyle beslenirler. Zaten sana getirdiğim şeyi de o yüzden çaldılar."

     "Bana ne getirmiştin ki?"

     "Bir hayalgücü kutusu.” Çocuk bir yandan etrafa bakınıyor, onları görecek birilerinin olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. “Doğru kullandığında kendi sınırsız hayalgücü kaynağın haline gelecekti. Böylece sen de beni uğraştırmayı bırakacaktın."

     Adam utandı ama bu konu hakkında bir şey demektense daha önemli olduğuna inandığı bir şey dedi.

     "Berg... Umutsuzluk cini tam olarak nedir?"

     "Şey... Pek anlatmasam daha iyi." Berg bu sözlerinin Cem'in üzerinde nasıl bir korku yaşattığından habersiz sözlerine devam etti. “Ama onu yenmenin bir püf noktası var. Sadece saf, henüz şekillenmemiş hayalgücü ile beslenir. Eğer sen hayalgücünü bir şekle sokarsan onu cine karşı silah olarak kullanabilirsin. Çünkü umutsuzluk cinlerinin olduğu yerlerde hayalgücü gerçeğe dönüşür.”

     Cem bir an ne diyeceğini ya da ne yapacağını bilemeden Berg’e baktı. Onun bir şeyler daha demesini umut ediyordu. Ama duydukları, duymak istediği şeylerden çok uzaktaydı.

     “Bu kadar oyalanma yeter. Eğer acele etmezsek kutuyu kıracak ve içindeki tüm hayalgücünü yutacak. Öyle olursa ikimiz için de her şey biter.”

     “Hala kırmadığını nerden biliyorsun?”

     Adamı duymazdan gelen Berg, muhtarlığın kapısını açıp içeri doğru birkaç adım attı. Kapıdan giren gün ışığıyla aydınlanan eski yapı tek bir odadan oluşuyordu. Duvarlar rutubetin etkisiyle kararmış, içerisi küf kokmuştu.

     “Haydi.”

     Berg Cem'i elinden çekiştirip içeri soktuğu anda, Cem ensesine bir darbe yiyerek yere düştü. Darbenin şiddetinden çok, beklenmiyor olması onu sersemletti. Kendini toparladığında arkasını döndü ve az önce ne olduğunu anlamaya çalıştı. Sonra onu gördü. O an o darbeyi çok daha sert yemiş ve bayılmış olmayı diledi. Bu şeyi görmektense baygın kalmak en iyisiydi.

     Karşısında iki metreye yakın boyu ve soluk mavi, tahtayı çağrıştıran kalın derisiyle bir yaratık duruyordu. Tamamen siyah, büyük çekik gözleri ve kafasında bir keçinin boynuzlarına benzeyen üç boynuzu vardı. Düşmanının kendine geldiğini gördüğünde yumruklarını çıkardı ve etrafa sallamaya başladı.

     O sırada Berg aradığı kutuyu odanın bir köşesinde gördü. Hemen kutunun yanına koştu ve olduğu yere çömelerek sindi.

     "Sen ne yaptığını sanıyorsun?” dedi Cem, her cümlesi bir diğerinden daha sitemkar çıkıyordu. “Bana yardım etmen gerekir. Ben bu yaratığa karşı insan halimle nasıl savaşacağım. Farkındaysan boynuzlarım, pençelerim ya da özel güçlerim yok."

     "Sana yardım edemem. Beni bir lokmada yer." Çocuğun sesinde korku değil, bilinen bir şeyi dile getiren gerçekçi bir ton vardı. Bu Cem’i daha da korkuttu. “Yemek" fiilinin mecazi anlamıyla kullanılmadığını tahmin edebiliyordu. Bir Tanrı'yı bir lokmada yutabilen bir yaratık nasıl bir yaratıktı? Daha da önemlisi bir lokmada yutulabilen bir Tanrı nasıl bir Tanrı’ydı?

     Adam bir yandan yaratığın koca cüssesinden ve yumruklarından kaçmaya çalışırken "Bu nasıl oluyor?" diye sordu.  "Seni nasıl bir lokmada yutabiliyor? Bu işlerin biraz daha zor olması gerekmiyor mu?” Omzuna inmek üzere olan bir darbeden kaçarken cinin zekasının bedeni kadar gelişmiş olmamasına şükretti.

     Tehlikenin bir an önce geçmesini isteyen Berg sabırsızdı. "Ben hayalgücünden oluşuyorum. Bu yüzden onun için oldukça iştah açıcıyım. Üstelik farkındaysan benim de pençelerim yok ve boyum senden daha kısa."

Cem hala cinin yumruklarından kaçmaya çalışıyordu. "Peki ne yapmayı planlıyorsun? En azından bu şeyden daha üstün düşünüyorsundur, öyle değil mi?"

     "Dikkati bana yönelirse beni anında yutar. Hem büyük olan sensin, beni koruman gerekir. Üstelik ne yapılması gerektiğini sana söyledim. Onunla hayalgücünle savaş. Ama basit hayalgücünle değil, bulduğun fikirlerle..."

     “Bu imkansız. Ben hiçbir zaman güzel fikirlere sahip biri olamadım. Bunu sen de biliyorsun."

     "Eh, şu an elinde olan fikirlerden başka hiçbir şansının olmadığını söylemek zorundayım."

     Az önceki gerçekçi tonu bir kez daha duyan Cem dehşete kapıldı ve cinden bir tekme yiyerek yere düştü. Bir an için birkaç kaburgasının kırıldığını ve tüm organlarında iç kanama başladığını düşünse de üstüne gelen cinden can havli ile kaçmak için süründüğünde, tanıdığı ağrılardan başka bir şey hissetmedi. Korkunç ağrılardı ama en azından tüm kemiklerinin hala tek parça halinde olduğundan emindi; öyle kalmaya devam etmek istiyorsa, acıyı duymazdan gelip acilen bir şeyler yapması gerektiğinden de emin olduğu gibi… Son bir defa şansını denemek için zorlukla konuştuğunda, sesi neredeyse duyulamayacak kadar kısıktı.

     "Bana yardım etmek zorundasın."

     "Edemem. Korkuyorum.” Berg kutuyu gözlerinin önüne kaldırdı, artık onlara bakmıyordu bile.

     Cem çaresiz başına gelen durumu kabul etti. Durumu hiç iç açıcı değildi ama bu yaratıkla kendi kötü fikirleriyle savaşmak zorundaydı. Kaçıp gidebilirdi belki, ama o zaman Hayalgücü Tanrısı’nın ölümüne neden olmuş olurdu ve romanını asla bitiremezdi. Üstelik ona vicdani bir borcu da vardı, sevdiği bütün şeyleri o yaratmıştı ve kendisi kaçmak istese bile onu korumak zorundaydı. En azından denemek zorundaydı.

     "Sopa” dedi... Bir sopam olsa ona vurabilirdim." Elinde kalın bir tahta sopa belirdi, tüm gücüyle sopayı cine doğru savurdu. Ama cin onu kolaylıkla yakaladı ve bir kenara fırlattı.

     "Belki de asit..." Anında elinde beliren renksiz sıvıyla dolu şişeyi cinin üzerine boca etti. Cinin hiçbir zarar almadığı yetmezmiş gibi bir de keyifle kahkaha atması Cem'in umutlarını kırdı. Hayatında daha kötü hiçbir durumla karşılaşmadığını düşünüyordu ki cin kahkahasını kesti ve bir çağrı olduğu açıkça belli olan sesiyle kükredi. Cinin gür sesi tüm binayı doldurdu. İki saniye bile geçmeden odada onlarca cin belirdi ve hepsi de Berg'e doğru gitmeye başladı. Cem onlarla baş edemeyeceği inancının dehşetiyle bocalarken, bulunduğu yere daha da sinen Berg'in acı ve korku dolu haykırışını duydu.

     "Bir şeyler yap, lütfen."

     Hayatında daha önce hiç bu kadar merhamet hissettiğini hatırlamıyordu. Üstelik elinde değildi ama Berg'i Tanrı'dan ziyade küçük bir çocuk olarak görüyordu. Cinlerin suratlarında aç ifadelerle zavallı çocuğa ilerlemeleri onu sinirlendirdi. O an düşünebildiği en kolay çözümü hayal etti ve Berg'i koruyucu bir kalkanla sardı. Bu kalkan tıpkı bir baloncuğa benziyordu. Cem o şeffaf baloncuğun içinden Berg'in kendisine attığı umut ve haylazlık dolu bakışı görünce kendini daha güçlü hissetti. Tıpkı romanındaki gibiydi. Bir macera yaşıyordu. Zaten o romanı yazmasının asıl sebebi bu dünyanın sıkıcılığından kurtulup maceralar yaşamak değil miydi? Şimdi bir maceranın içindeydi işte ve kahraman oydu. Hayalgücü Tanrısı’nı kötü adamların elinden kurtarma görevi ona verilmişti. Sadece bunları düşündü ve bu düşüncelerden güç aldı. Aslında bunları uyduruyor da sayılmazdı, durum neredeyse buydu.

     "Siz..." diye söze başladı, duyanların kesinlikle bir delinin ya da bir katilin sesi olacağına emin olacağı bir sesle "çok yanlış birine çattınız."

     Bu sesle cinleri kendisine çekti. Onlar üstüne gelirken duvar diplerinden koşarak düşünmek için zaman kazanmayı denedi. Ama Cem’in önünü kesmek, artık sayıları çoğalan cinler için çok kolay oldu. Cem bu defa çocukluğunda en özendiği kahramanı düşledi: Örümcek Adam. Onun gibi olmayı istedi. Bir saniye sonra duvarlarda yürüyebildiğini görmüş ve hemen tavana çıkmıştı. Cinlerden kaçmak artık onun için bir problem değildi. Ama şimdi de başka bir problem vardı. Hedeflerinden birine kesinlikle ulaşamayacaklarını anlayan cinler, diğer hedefe, yani Berg'e yönelmişlerdi. Ona yaklaştılar ve koruyucu kalkanı itip sarsmaya, yumruklamaya başladılar. Cem kalkanı oluştururken güç kaynağının kendisi olduğunu hayal etmişti. Şimdi cinlerin darbeleriyle zarar gören kalkanın, tamir olmak için gücünü çektiğini hissedebiliyordu. Cem kendini çaresiz hissettikçe gücü azalıyordu. Bir an önce bir şeyler düşünmeliydi. Kendi enerjisini mümkün olduğunca az kullanacak bir şeyler...

     Cinler etrafını sararken Berg korku içinde gözlerini yumdu ve kalkanın yok olmasını bekledi. Bir süre sonra hala kendisine dokunulmadığını anladığında gözlerini açtı. Merakla neler olduğuna baktı. Baloncuk hala yerinde duruyordu. Anlaşılan Cem dayanıklı bir kalkan oluşturmuştu. Bunları düşünürken Berg’in dikkatini çok tuhaf bir şey çekti. Bu cinlerin, hem de görebildiği kadarıyla hepsinin kuyruk sokumundan yükselen uzun beyaz tüyleri vardı, tıpkı kendisininki gibi… Duyduğu korkudan dolayı cinlere baştan dikkat etmemişti ama şimdi baktığında bunu görebiliyordu. Berg’in kafası karıştı. Umutsuzluk cinlerinin hem kendi şekli değişmezleri olan boynuzları, hem de Berg’in türüne özel şekli değişmez olan beyaz tüylü kuyrukları vardı. Çocuk şaşkınlık ve korku içerisinde, sanki gördüklerinin nedenini söyleyebilirmiş gibi tavandaki Cem’e baktı ve göz göze geldiler.

     Cem baloncuğun içine sinmiş çocuğun korku dolu gözlerle ona bakışını izlerken Berg'in dediği bir şeyi hatırladı. "Benim de hesap vermem gereken yerler var."

     Tanrı'nın bile üstünde bir güç vardı demek ki... Aslında şöyle bir düşününce doğada ya da toplumda da durum aynıydı. Her şeyin kendinden daha güçlü bir benzeri mutlaka vardı. O an Cem'in aklına bir fikir geldi. Dört metrelik bir umutsuzluk cini hayal etti. Efendi cin... Tüm umutsuzluk cinlerini yaratan ve hepsinin itaat etmek zorunda olduğu bir cin... Bu cin diğerlerinden daha zeki olmalı, yaşamak için hayagücü kaynağını yok etmemesi gerektiğini anlayabilmeliydi. Bu yüzden Berg'e zarar vermeye çalışan cinlere kızgın olmalıydı. Efendi cinin büyük bir sinirle bu binaya geldiğini hayal etti. Diğerlerininki gibi tahta derisini, diğerlerininkinden çok daha uzun ve geniş boynuzlarını hayal etti. Gözlerini kapadı. Dikkatini yoğunlaştırdı.

     Kulakları sağır eden bir kükremeyle gözlerini açtı. Başarmıştı. Binanın tam ortasında diğerlerinin iki katı bir cin, uzun boyu yüzünden iki büklüm olmuş halde duruyordu. Çok kızgındı. Boynuzlarını ve yumruklarını kullanarak diğer cinlerle savaşmaya başladı. Ama cinler Cem’in ve Berg’in ne kadar üstüne geldilerse, efendi cinden de o kadar kaçtılar. Cinlerinin birer birer binadan dışarı kaçarken eden efendi cin de onların peşinden gitti. Muhtarlık binasının içi saniyeler içinde boş kaldı.

     Her şey o kadar çabuk olup bitti ki Cem bu durumda ters bir şeyler olduğunu düşündü. Örümcek adam güçlerini son defa kullanarak yere indi ve koruyucu balonu ortadan kaldırdı.

     "Berg, iyi misin?"

     Çocuğun muzip gülümsemesi hala yerinde duruyordu. "Hiç fena değildin."

     Bir an Cem de gülümsediyse de dikkatini Berg'in elindeki kutuya verdi.

     "Bu..."

     "Sana getirmeye çalıştığım kutuydu." dedi Berg, kutuyu Cem'e uzatarak… “Al.”

     Kutu sanki hiç ağırlığı yokmuş gibi hafifti. Cem kapağın açılması için bastırması gereken yeri hemen buldu ve kutu açıldığında içinde sıvı bir ışığın dalgalandığını gördü, tıpkı civa gibi ama beyazdı.

     "Bundan sonra bir fikre ihtiyacın olduğunda direkt bunu kullanabilirsin. Ama kaynağını bitirmemek için ödünç aldığın fikirleri yarım bırakmaman gerekiyor."

     Cem şimdi öncekinden daha geniş gülümsüyordu. “Buna eskisi kadar gerek duyacağımı sanmıyorum. Galiba sorunun kaynağını buldum.” Kutunun kapağını kapattığında “Özür dilerim." dedi, gülümsemesi solmuştu. "Başına bir sürü iş açtım. Seni tehlikeye attım."

     Berg başını iki yana salladı, bir şey diyecek gibi oldu ama henüz başlamadığı sözleri Cem tarafından kesildi.

     "Sana yardım edebileceğim bir konu var mı?"

     Berg duraksadı ve biraz düşündü. Sonunda aklına bir şey geldi.

     "Bana bir söz verebilirsin belki. Hakkımda kötü bir şey duyacak olursan beni affedeceğini söyleyebilirsin."

     "Hayalgücü Tanrı'sı hakkında kötü bir şey duymak mı? Dalga mı geçiyorsun? Duysam bile umrumda olmaz." Adamın eğlenen ifadesine rağmen çocuğun yüzü ciddiydi.

     "Her kim olursam olayım bu sözün yine de geçerli mi?"

     Cem biraz afallasa da soru üzerinde çok fazla düşünmedi. "Tabii."

     ***





     Şapkalı varlık ofisinde turluyor, adamlarından gelecek haberleri bekliyordu. Neler olduğunu biliyordu tabii... Neler olacağını hep bilirdi ama adamlarına biraz olsun özgürlük ve mahremiyet duygusu vermek için bilmiyormuş gibi davranırdı. Kapı çaldı.

     "Gir."

     Hoplaya zıplaya masanın önüne ilerleyen Berg "İş tamam." dedi. "Artık seni rahatsız etmeyecek. Ona bir hayalgücü kutusu verdim."

     "Hayalgücü kutusu mu?" dedi Şapkalı. "Bunları benden izinsiz almayacağını sanırdım Berg."

     Çocuk hemen savunmaya geçti. "Ama sana sormuştum. 'İstediğin yöntemi kullan.' dedin. 'Her şey olur.' dedin. Hem biliyor musun, kutuyu ona vermeden önce umutsuzluk cinleri çıktı, belki de otuz tanelerdi. Üstüme saldırdılar. Canımı zor kurtardım."

     "Onlar hakkında endişelenmene artık gerek yok." Şapkalının biçimi kestirilemeyen yüzünde gülümsemeyi andıran bir ifade vardı. "Yeni bir efendileri var. Senin gibi ilham perilerinin peşinde koşabileceklerini artık sanmıyorum."

     Berg’in sesi heyecanla doldu. "Evet! Biliyor musun, onu gördüm. Devasa bir şeydi. Ama ben umutsuzluk cinlerinin kazara yaratıldığını sanıyordum. Neden bunca zaman sonra onlara bir de efendi verdin?"

     "Bunu bana değil, arkadaşına sorman lazım.” Şapkalı güldü. “Eee, Berg... Benden ödül olarak ne isteyeceğine karar verdin mi?"

     "Şeyy... Aslında evet.” Çocuk sıkıntıyla ayaklarını yere sürtüyordu. “Arada sırada Cem'i tekrar ziyaret edebilir miyim diyecektim. Bana eskisi gibi ihtiyacı olmayacak belki ama onunla zaman geçirmek güzeldi."

     Şapkalı dediklerini bir kez daha düşünmesine yol açan bir ifade ile Berg'e baktı.

     "Yani, işlerimi bitirdiğim zaman demek istiyorum.” edi Berg. “Kısacık gitsem, olur mu?"

     Şapkalı hala Berg'e bakıyordu.

     "Ama istediğimizi vereceğine söz vermiştin."

     Sonunda "Tamam." dedi. "İşlerini bitirdiğinde gidip onu görebilirsin."

     "Sağol.” Berg’in neşesi yerindeydi “Bir de şey..."

     "Ne?"

     "O da beni görse olur mu?"

     "Tamam. O da kabul.”

     Ama Berg hala gitmemişti. Karın ağrısı çekermişcesine kıvranıyordu.

     "Yine ne var?"

     "Şey, Tanrım... Senin adını kullandığım için bana kızdın mı?"

     "Hayır kızmadım.” Şapkalının yüzünde hala o gülümseme vardı. “Ama bunu bir alışkanlık haline getirmemeye çalış."

     "Merak etme." dedi Berg, ağzı kulaklarına varıyordu. "Bu sondu."

     Berg tam odadan çıkmış ilerliyordu ki, bir ilham perisinin elinde birkaç umutsuzluk cini boynuzuyla Tanrı'nın ofisine girdiğini gördü. Hemen saklandı ve çaktırmadan Tanrı’nın ofisini gözetlemeye başladı.

     "Dört tane daha varmış." dedi peri.

     Tanrı, perinin elindeki boynuzları hemen kaptı ve en yakındaki çekmecenin içine tıktı.

     "Bunları böyle getirmemen gerekir." Dedi, sesinde açık bir panik vardı. "Ya biri görseydi? O zaman bana saygı duymalarının ne kadar zorlaşacağı hakkında bir fikrin var mı?"

     İlham perisi suratını astı. Geldiği gibi odadan çıkarken "Bıktım artık bunun bu huylarından." diyordu.

     Berg tüm olanlara sessizlik içinde şahit oldu. Anlaşılan bu civarlarda onu hala şaşırtabilecek bir şeyler vardı ve Tanrı kesinlikle çok ama çok tuhaftı.


Çevrimdışı Archer

  • *
  • 2
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hayal Gücünü Buluş
« Yanıtla #1 : 26 Ağustos 2014, 21:10:10 »
     Öncelikle hikayeni güzel bulduğumu söylemeliyim. Hayal gücü tanrısı, şekil değişmezleri, umutsuzluk cinleri gibi şeyler hoşuma gitti :) Konusunu da beğenmedim değil. Sadece umutsuzluk cinleriyle olan mücadelesinin anlatımı biraz sıkıcı ve eksik gibi. Hatta affına sığınarak söylüyorum bir ara paragrafı atlamayı düşündüm ama okudum tabii ki. Demek istediğim cinlerle olan kavgasında hem kaçıp hem konuşması, benim kafamda Cüneyt Arkın'ın da oynadığı "Ölüm Savaşçısı" filmindeki "hamleleri bloke ederken kemiğim ile sinirleri felç ettim" tarzı bir dövüş yarattı. Özellikle o kısmı daha canlı aktarabilseydin hikayen çok daha akıcı olacaktı bence. Biraz havada kalmış gibi.

     Ama en azından boşuna umutlu olmadığını kanıtlamış oldun ^^ Hikayene çok bir şey katamamış olsam da benim yorumum bu yönde. Eline sağlık :)
Tomorrow will take us away,
Far from home,
No one will ever know our names,
But the Bard's Song will remain.

Çevrimdışı umutlu_kurgucu

  • *
  • 18
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hayal Gücünü Buluş
« Yanıtla #2 : 26 Ağustos 2014, 21:42:05 »
    Öncelikle hikayeni güzel bulduğumu söylemeliyim. Hayal gücü tanrısı, şekil değişmezleri, umutsuzluk cinleri gibi şeyler hoşuma gitti :) Konusunu da beğenmedim değil. Sadece umutsuzluk cinleriyle olan mücadelesinin anlatımı biraz sıkıcı ve eksik gibi. Hatta affına sığınarak söylüyorum bir ara paragrafı atlamayı düşündüm ama okudum tabii ki. Demek istediğim cinlerle olan kavgasında hem kaçıp hem konuşması, benim kafamda Cüneyt Arkın'ın da oynadığı "Ölüm Savaşçısı" filmindeki "hamleleri bloke ederken kemiğim ile sinirleri felç ettim" tarzı bir dövüş yarattı. Özellikle o kısmı daha canlı aktarabilseydin hikayen çok daha akıcı olacaktı bence. Biraz havada kalmış gibi.
b
     Ama en azından boşuna umutlu olmadığını kanıtlamış oldun ^^ Hikayene çok bir şey katamamış olsam da benim yorumum bu yönde. Eline sağlık :)

Yorumun için teşekkür ederim Archer.  :)
Dediğin doğru olabilir, daha önce hiç aksiyon sahnesi yazmadım. Toplu savaştaki fikir bulma olayı biraz daha uzun olabilirdi ve daha parlak fikirlerle yazılabilirdi.  :)
Umutsuzluk cinlerinin çok zeki olmadığından hiç bahsetmedim ama sanırım tavırlarıyla hikayeye geçiyordur bu. Konuşma bölümleri sadece bir tane cinle karşı karşıyayken var. Zaten o sırada da savaşmıyor pek, kaçıyor.  ;D Cin de pek zeki olmadığı için bodoslama dalmaktan fazla bir şey yapmıyor.  :D Bilemiyorum bu şekilde aktarabilmiş miyim... Ben orda bir sorun olmamalı gibi hatırlıyorum ama Cüneyt Arkın gibi diyorsan ortada feci bir şeyler olabilir.  ;D
Hemen gözden geçireceğim. Teşekkür ederim tekrar.
Ayrıca her yorum hikayeye katılmış bir şeydir.  ;)

Çevrimdışı Aget

  • *
  • 14
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hayal Gücünü Buluş
« Yanıtla #3 : 28 Ağustos 2014, 00:56:25 »
Tek kelime ile bayıldım. Tebrikler. :D

Yalnız benim de yakındığım bir şey var; Cem umutsuzluk cini ile karşılaştığı sırada birkaç darbe alıyor. Umutsuzluk cininin 2 metre olduğunu, eliyle kalın tahta sopayı kırdığını, hatta çelik dahi olsa kırabileceğini söylediniz. Böyle bir yaratığın tek darbesi Cem'in pestilini çıkarmaya yeter de artar bile. :D


Ayrıca umutsuzluk cinleri ile savaşma kısmı daha güzel olabilirdi diye düşünüyorum.

Kurguyu sevdim devamını sabırsızlıkla bekliyorum. :D

Tekrar tebrikler.

Çevrimdışı umutlu_kurgucu

  • *
  • 18
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hayal Gücünü Buluş
« Yanıtla #4 : 28 Ağustos 2014, 10:58:53 »
Tek kelime ile bayıldım. Tebrikler. :D

Yalnız benim de yakındığım bir şey var; Cem umutsuzluk cini ile karşılaştığı sırada birkaç darbe alıyor. Umutsuzluk cininin 2 metre olduğunu, eliyle kalın tahta sopayı kırdığını, hatta çelik dahi olsa kırabileceğini söylediniz. Böyle bir yaratığın tek darbesi Cem'in pestilini çıkarmaya yeter de artar bile. :D


Ayrıca umutsuzluk cinleri ile savaşma kısmı daha güzel olabilirdi diye düşünüyorum.

Kurguyu sevdim devamını sabırsızlıkla bekliyorum. :D

Tekrar tebrikler.

Aget, yorumun için teşekkür ederim. :)

Doğru söze ne denir. :D Haklısın, aldığı darbelerle biraz acı çekip yerlerde sürünmesi lazımmış. :D En kısa zamanda bu sorunu düzeltmeye çalışacağım.

Savaşın daha güzel olmasından kastın eğer Cem'in bulduğu fikirlerse, zaten daha önce fikir bulmaya kafa patlatmadığı için sopa, asit vb. basit fikirleri düşünüyor. Sonra elinden geldiğinde daha büyük düşünüyor. Bu konuda bana bir terslik olmaması lazım gibi geliyor.

Eğer savaşın anlatımını kast ediyorsan, Archer'ın yorumundan sonra elimden geldiği kadar değiştirmiştim. O zaman da sanırım yeterince değiştiremediğim anlamına gelir. :D Böyle sahneleri yazarken bundan sonra daha dikkatli olacağım.

Kurguyu beğenmene sevindim ancak hikaye bitti. :D Bunun devamı olmayacak. ;)

Çevrimdışı umutlu_kurgucu

  • *
  • 18
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hayal Gücünü Buluş
« Yanıtla #5 : 29 Ağustos 2014, 20:25:41 »
Tekrar düzenlenmiştir.