Kayıt Ol

Hiç Bitmeyen Yolculuk

Çevrimdışı okanakinci

  • **
  • 202
  • Rom: 5
    • Profili Görüntüle
Hiç Bitmeyen Yolculuk
« : 16 Temmuz 2015, 22:20:18 »
Gözlerimi açtığımda sadece bembeyaz bir görüntüyle karşılaştım. Tamamen beyaz, onun dışında hiçbir şey yoktu. Beyaz bir duvar ya da onun gibi bir şeydi. Ama biraz da ışıldıyordu. Tam burnumun ucundaydı. Derin uykumdan uyandığımda böyle bir manzarayla karşılaşmak canımı sıkmıştı. Bu mudur yani? İnsan daha güzel bir manzaraya gözlerini açmak ister. Bense belli belirsiz bir ışık yayan bembeyaz bir duvarla karşılanıyorum.

Uykum çok derindi, bir o kadar da uzun ve ayılmam da bir o kadar sancılı. Zaman ve mekan duygumu tamamen yitirmiştim. Başım çok ama çok ağrıyordu. Bin yıl uyumuş gibi hissediyorum kendimi. Offf, ne lanet şeymiş şu baş ağrısı!

Nerede olduğum hakkında hiçbir fikrim yok. Dönüp iki yanıma baktım aynı beyaz duvar ve hafif bir ışık süzülüyordu. Bu sırada üstünde uyuduğum zeminin de aynı olduğunu fark etmem çok uzun sürmedi. Belli ki bir kutunun içindeydim. Ayrıca çırılçıplaktım. Buraya nasıl geldiğim hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Hafızamı yoklamaya çalıştım ama bu sadece başımdaki ağrının daha da şiddetlenmesine neden oldu.

Üstümdeki zemini itmeye çalıştım ama işe yaramadı. Yerinden oynatamadım, kollarımda hiç güç yoktu. Ama pes etmedim, derin bir nefes alıp bir daha denedim, sonra bir daha… Ve biraz yerinden oynar gibi oldu. Umutlandım ve daha güçlü asıldım. Bu şeyin çok ağır olmadığını anlamıştım, sadece bende hiç güç yoktu. Pes etmeye niyetim yoktu. Ve nihayet, birkaç denemeden sonra başardım. Üstümdeki kapak açıldı ve ciğerlerim havayla doldu.

Nefes almanın beni rahatlatacağını düşünürdüm ama ciğerlerim yanıyordu. Sanki nefes almak normalde ihtiyacım olmayan, hatta bana zararlı bir şeymiş gibi. Güçlükle doğruldum yattığım yerden. Bulunduğum yere göz gezdirdim, ama pek aydınlık sayılmazdı. Odada bir pencere, kapı ve benzeri bir şeyler yoktu veya ben göremiyordum. Odanın diğer ucunda parlayan ekranlar, düğmeler, göstergeler vardı. Anladığım kadarıyla şu an çalışmakta olan bilgisayarlardı bunlar. Bir süre sonra gözlerim daha iyi seçmeye başladı. Odanın ortasındaki alüminyum masayı ve sandalyeleri gördüm. Sağ tarafta ise duvara monte edilmiş bir çelik dolap vardı. Sol tarafta ise bir kapı olduğunu gördüm. Gözlerim artık kapıyı görebilmişti. Etrafa baktıkça bir başka ayrıntıyı daha fark ettim; duvarlar, tavan, zemin, hepsi ya çelikten ya da alüminyumdandı. Beton, ahşap ya da onlar gibi hiçbir şey yoktu. Fakat tavan kısmı biraz daha farklıydı, irili ufaklı bir sürü delikle döşenmişti. Galiba bir havalandırma işlevi görüyordu.

İçinde bulunduğum ışıklı kutudan çıktım ve tam yere basmıştım ki birdenbire yere yığıldım. Bacaklarımda, beni ayakta tutacak kadar bile güç kalmamıştı. Bir süre yerde öyle kaldıktan sonra sürünerek odanın içinde ilerlemeye çalıştım. Bana neler olduğunu hiç anlamıyordum. Buz gibi soğuk ve pürüzlü metal zemin, ben süründükçe canımı acıtıyordu ama sürünmekten başka çarem yoktu. Her neyse, zorla da olsa dolaba ulaştım. Dolabın kapısı tam kapalı değildi, bu da benim için iyiydi. Yoksa yerimden doğrulup kapıyı açmak için çok çaba sarf etmem gerekecekti. Dolabı açtım ve tam da beklediğim şey, bir bornoz buldum. Üstüme geçirip dolaba yaslandım ve dinlenmeye koyuldum. Doğrusu bu kadarı bile fena yormuştu.

Dinlenirken bir şeyleri anımsamaya çalıştım ama hiçbir işe yaramadı. Burası nere, buraya nasıl düştüm bilmiyorum. Anılarımı yoklamaya çalıştım ama faydası olmadı. Hiçbir şey hatırlamıyorum. İsmimi bile hatırlamıyorum. Karşı taraftaki şeyin bilgisayar olduğunu, arkamdaki şeyin dolap olduğunu, üstümdeki şeyin bornoz olduğunu biliyorum. Fakat kendime dair hiçbir şey bilmiyorum. Birkaç dakika kim olduğumu ve neler döndüğünü hatırlamak için nafile bir çaba harcadım.

Tahminimce yarım saat öyle kaldım. Yorgunluğum geçmişti, baş ağrım da azalmıştı. Tekrar sürünmeye başladım. Masaya ulaştım. Bir şekilde sandalyeye çıkmayı başardım. Oturduğumda masanın üzerinde bir kağıt olduğunu fark ettim. En azından okumanın ne olduğunu hatırlıyordum. Çabuk hareketlerle sayfaları karıştırdım. Sayfalar teknik terimlerle doluydu; “hiper-uyku sonrası olası semptomlar, yapay zeka etkinleştirme protokolü, otomatik pilot modu vs.” Hiper-uyku Sonrası Olası Semptomlar başlığını okumaya başladım.

Hiper-uyku, bir personelin çok uzun yolculuklara gönderilmesinde kullanılan başlıca araçtır. Bu, personelin dondurulması prensibine dayanır. Bu süre içinde  fizyolojisi tamamen donmuştur. Bu sayede hiç yaşlanmaz. Çok uzun yolculuklarda personelin hiper-uykuya yatırılması zorunludur.

Hiper-uykudan uyanan personel, hiper-uykunun uzunluğuna bağlı olarak geçici bazı sağlık sorunları yaşayabilir. Şiddetli baş ağrısı, kasların çalışmaması, aşırı yorgunluk, hafıza kaybı görülebilir.

Bu belirtiler hiper-uyku sonrası semptomlarıdır ve hepsi geçicidir. Bu nedenle endişelenecek bir şey yoktur. Belirtiler zamanla hafifleyecek ve birkaç saat ile birkaç gün arasında tamamen yok olacaktır. Personelin bu süreyi istirahat ederek geçirmesi tavsiye edilir.

Eğer hiper-uyku çok uzun sürmüşse belirtilerin kendiliğinden geçmesi çok uzun sürebilir veya hiç geçmeyebilir. Bu durumda hussgimilin ilacının her saat başı 10 mg dozda alınması ve iyileşme belirtileri görülene kadar buna devam edilmesi gerekir.


Bu okuduklarım içime su serpti. Arkama yaslanıp oyalanmaya başladım. Elimdeki kağıdı okumaya devam ettim. Kağıt, kafamdaki sorulara cevap vermiyordu. Burası neresi, neden hiper uykudayım, nereye gidiyorum, ben kimim… Bu soruların cevabı kağıtta yazmıyordu ama bilgisayarı ve otomatik pilotu yönetmekte olan yapay zekayla nasıl iletişim kurabileceğim ve onu nasıl yönetebileceğim hakkında bilgiler mevcuttu. Artık sorularımı bilgisayara sormak durumundaydım.

Beklendiği gibi oldu ve bir süre sonra hiper-uykunun etkisinin geçmekte olduğunu fark ettim. Biraz da olsa kendimi daha iyi hissediyordum, en azından yavaşça da olsa yürüyebilecek hale gelmiştim. Daha fazla oyalanmadım ve bilgisayarın başına geçtim. Kağıttaki yönergeleri takip ederek ardı ardına komutları bilgisayara yazmaya başladım. Bu iş bana oldukça sıkıcı göründü ama yapmaktan başka çare yok.

Yaklaşık olarak çeyrek saat uğraştıktan sonra bütün yönergeleri tamamlamıştım. Son komutu da girip “enter” tuşuna basınca, siyah komut ekranı kayboldu ve sayılardan bezeli bir insan yüzü ortaya çıktı, konuşmaya başladı: “Yapay Zeka Modülü etkinleştirildi. Size nasıl yardımcı olabilirim?” İşte bu hoşuma gitmişti, nihayet konuşacak birini bulmuştum.
“Ne kendim hakkında, ne de nerede ve ne için bulunduğumu bilmiyorum.”

“Lütfen net bir soru sorunuz.”

“Tamam, ben kimim? Ayrıntılı bilgi ver.”

“İsminiz Barış Doğan. 18 Temmuz 2893’te, Dünya gezegeninde, Ankara’da doğdunuz. 24 Ağustos 2911’de Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’ne özel davetle kayıt oldunuz. 9 Haziran 2915’te birincilik derecesiyle mezun oldunuz ve aynı gün Galaksiler Arası İletişim Birliği’nde warp motoru mühendisi olarak göreve başladınız. 18 Ocak 2933’te icadını duyurduğunuz Galaksiler Arası Hiper-Uzay İticisi ile tüm Samanyolu Galaksisinde tanınan bir isim olmakla kalmadınız, aynı zamanda Samanyolu Batı Sarmal Kolu Federasyonunun 345 yıllık makus tarihini baştan yazma imkanına sahip oldunuz…”

“Tamam, bu kadar yeter” dedim. Yapay Zeka iyice gaza gelmişti, durdurmasam sabaha kadar anlatacaktı herhalde. “Peki, neredeyim ve benim burada işim ne?”

“Sizin geliştirdiğiniz Hiper-Uzay İticisini kullanan RX-76 sınıfı bir uzay mekiğindesiniz. Göreviniz, M-51 Girdap Gökadasına bir keşif seferi.”

Şimdi biraz hatırlamaya başlamıştım. Yapay Zekanın verdiği bilgiler diğer pek çok ayrıntıyı da hatırlamamı sağlıyordu. Lise yıllarında öğrendiğim tarih derslerini anımsamaya başladım. Dünya, 26. yüzyılın başında galaksinin kendisine yakın bölgesindeki bazı zeki uygarlıklarla tanışmıştı, fakat bu bölgedeki uygarlıklar kendi seviyesindeydi. Galaksinin diğer bölgeleri ve merkezindeyse toplam dört tane dev imparatorluk vardı ve kendilerinden küçük olan herkesi yutuyorlardı. Bu nedenle, 2588 tarihinde galaksinin bu bölgesinde (batı sarmal kolunda) yaklaşık 40.000 gezegen bir araya gelip Samanyolu Batı Sarmal Kolu Federasyonunu kurdu. Gerek teknolojik imkanlar, gerekse gezegen sayısı bakımından dört imparatorluğun yanında çok mütevazı kalıyordu. Bu Federasyon sadece galaksinin bu bölgesindeki zayıf ve güçsüz gezegenlerin, dört imparatorluk karşısında kendilerini savunabilmek adına yaptıkları umutsuz bir girişimdi. Federasyon ışık-ötesi iletişim olanağına sahipti, ışıktan hızlı sinyaller gönderebiliyorduk. Zaten bu sayede Federasyon kurulmuştu ama Federasyonun ışıktan hızlı seyahat edecek bir teknolojisi yoktu. Sadece ışık hızının %90’ına çıkabiliyorduk. Dört büyük imparatorluk ise Hiper-Uzay İticisi teknolojisini keşfetmişti ve bunu diğerleriyle paylaşmıyorlardı.

Ben, çalışma arkadaşlarım ve 40.000 gezegendeki yüz milyonlarca bilimcinin amacı bu teknolojiyi Federasyona kazandırmaktı. Dünyadan yaklaşık iki ışık yılı uzakta tesadüfen bulunan bir enkaz üzerinde ters mühendislik yapma imkanımız oldu. Ve dört yıl süren zorlu deneylerle bu işi başardık. 40.000 gezegendeki yüz milyonlarca bilimciyle yapılan tele-konferanslar, akıl almaz büyüklükte fonlar sayesinde oldu bu iş.

Fakat ortada bir sorun vardı; üretilecek savaş gemisi miktarı bir yere kadardı. Federasyonun ne maden kaynakları ne de nüfusu imparatorluklarla boy ölçüşemezdi. Başka galaksilerden maden çıkarmalı ve hatta varsa müttefik aramalıydık. En yakındaki yaklaşık 40 galaksiye araştırma seferleri düzenlenmesine karar verildi. Ben, M51-Girdap Gökadasını istedim.

Şimdi her şeyi hatırlıyordum. Her ne kadar ışıktan hızlı seyahat ediyor olsak da yolculuk çok uzun sürecekti, bu nedenle hiper-uykuya yatırmışlardı beni. Yapay Zeka Modülüne ne durumda olduğumuzu sordum. Evrendeki konumumuzun hesaplanmasının uzun süreceğini söyledi, “sorun değil” dedim. O hesaplayadursun ben de uzay gemisini keşfe çıkayım dedim.

Kapıdan çıkıp soğuk ve karanlık koridorda yaklaşık elli metre ilerledim. Başka bir kapı çıktı karşıma. Kilitli değildi, geçtim. Banyoymuş. Tekrar koridora çıktım ve etrafıma baktım, başka bir kapı aradım ama bulamadım. Ne biçim bir yerdi burası böyle? Bir oda ve bir banyodan başka hiçbir şey yoktu. Doğrusu burası hiç de uzay gemisine benzemiyordu, daha çok bir hapishane hücresi gibiydi. Tek farkı daha genişti. Çaresizlik içinde odaya döndüm. Dolabı karıştırmaya başladım. Birkaç parça giysi dışında hiçbir şey yoktu. Odaya şöyle bir göz gezdirdim de bir insanın ihtiyaç duyabileceği pek çok şeyin bulunmadığını fark ettim. Ne yapacağım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Bilgisayara sorabilirdim ama şu an hesaplamakla meşguldü. Çaresizce dolaba döndüm. Üstüme birkaç parça giysi geçirip bir kenara oturdum ve bilgisayarın işlemi bitirmesini bekledim.

Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, belki de bir saat. Ne bir kol saati ne de bir duvar saati vardı odada. Bilgisayar ekranında da saat yoktu. Sadece tahmini olarak bu süreyi söylüyorum. Bir saatin sonunda bilgisayardan “bip” sesi geldi. Başımı o yana çevirdim, işlem tamamlanmıştı. Yerimden fırlayıp bilgisayarın başına geçtim.

“Evet, nedir sonuç?”

“Bilinen evrendeki konumunuz başarıyla tespit edildi.”

“Evet?”

“Galaksiler arası boşlukta, Samanyolu Gökadası ile Girdap Gökadası rotasındayız. Samanyolu’na 28 milyon ışık yılı uzaklıkta bulunmaktayız. Girdap Gökadasına ise yaklaşık 15 milyon ışık yılı uzaklıktayız.”

Bu işte bir yanlışlık olmalıydı. Olmam gereken yerde değildim. Ya gereğinden erken uyanmıştım ya da… Diğer ihtimali düşünmek bile istemiyordum. Bir şeylerin ters gitmiş olasılığını düşünmek bile sinir bozucuydu. Evrenin karanlık ve bomboş bir köşesinde yapayalnız olduğumu bilmek korkutucuydu. Derin düşüncelere dalmışken Yapay Zekanın sesiyle ayıldım.

“Başka bir isteğiniz var mı?”

“Samanyolu ve Girdap Gökadasına olan uzaklıklarımızı bir daha söyler misin?”

“Samanyolu’na 28 milyon ışık yılı, Girdap Gökadasına 15 milyon ışık yılı.”

Yani toplam 43 milyon ışık yılı ediyordu. Halbuki mesafe 23 milyon ışık yılı olmalıydı. Tabi ya! Evren genişliyor, iki galaksi arasındaki boşluk gittikçe büyüyordu. Bir an çocuksu bir sevince kapılmıştım. Kimsenin çözemediği yüz yıllık denklemi çözen bir matematikçi gibi ya da ayrıntıdaki şeytanı ilk fark eden dedektif gibi… Ama sevincim çabuk geçti, çünkü bunun bir çözüm değil, esaslı bir sorun olduğunu ancak fark ettim. Işıktan hızlı gidebilen bir uzay gemisindeyim. 23 milyon ışık yılı mesafe elimdeki araçla yaklaşık 2000 yıl sürmeliydi. Ki bu yüzden hiper-uykuya yatmıştım. Bu denkleme evrenin tahminlerden hızlı genişlemesini de dahil etsek yolculuk birkaç yüzyıl daha uzun sürmeliydi, ama nihayetinde hedefe varmış olmalıydım. Bir terslik var bu işte.

“Biz evrenin genişlemesini de denkleme dahil etmemiş miydik?”

Bilgisayar kuru ve duygusuz sesiyle cevap verdi.

“Toplam hızımızın, evrenin genişleme hızından düşük olduğu görüyorum.”

Tam da tahmin ettiğim gibi, hesaplarda yanlışlık yapmış ve hızı hatalı belirlemiştik ya da yolda başka bir terslik olmuştu.

“Beni olması gerektiğinden erken uyandırmış olmayasın?” diye sordum ama cevabın bu olmadığını içten içe biliyordum. 2000 yıl gibi bir sürede iki galaksi arasındaki boşluk 20 milyon ışık yılı genişleyemezdi. Genişler miydi yoksa? Şu an bunu hesaplayabilecek durumda değilim. Bilgisayardan aynı tonda bir cevap daha geldi.

“Sayaç, 1.950.673 yıl, 8 ay, 3 gün, 11 saat, 4 dakika, 47 saniye uyuduğunuzu gösteriyor.”

“NE?” Beynimden vurulmuşa döndüm. Şaka mı bu? “Bu imkansız.”

“Doğru olduğuna emin olabilirsiniz.”

“Nasıl olabilir bu?”

“Sizi M51-Girdap Gökadasına ulaşınca uyandırmaya programlanmıştım. Ama yolculuk beklenenden uzun sürdü ve nihayetinde sonuçlanmayacağı açığa çıktı. Bu nedenle bu kadar uzun süre bekledim. Yakıtımız çok uzun zaman önce bitmişti. Zamanla hızımızı kaybettik ve durduk. Bu nedenle sizi uyandırmak zorunda kaldım.”

Bilgisayar konuştukça sırtımdan aşağı soğuk terler süzülüyordu. Galaksiler arası boşlukta yalnız olmanın verdiği korku ve çaresizliği tarif etmem kolay değil. İnsan belki ölmek üzere olacağı an o kadar da korkmaz, bilemiyorum. Depoda yüz yıl yetecek kadar yiyecek var ama eninde sonunda öleceğim burada. Uzayın karanlık bir köşesinde, yalnız başıma yaşlanarak ölmek mi? Belki de daha kötüsü, yalnızlıktan ve çaresizlikten çıldırıp intihar ederim. Şu an bile çıldırmak üzereydim, kabullenemiyordum. Başım dönüyordu, ayağa kalktım ve masaya doğru yürümeye çalıştım ama iki adım atmaya kalmadan yere yapıştığımı hatırlıyorum. Son gördüğüm şey ağzımdan yere akan ve yüzümün yapışmış olduğu kusmuktu.

*

Ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum. Kendime gelir gelmez, ilk önce yüzümü temizlemeye çalıştım. Masadaki sürahi dolusu su, bu konuda bana yardımcı oldu. İlk paniği bayılarak da olsa atlatmıştım. Hiç bitmeyen bir yolculuğun içine düşmüş olmak gerçek bir kabustu. Bayılırken bir anlık da olsa bunun bir kabus olduğunu düşünmüştüm. Fakat şu an uyandığımda görüyorum ki bütün bunlar gerçek. Ama en azından biraz daha sakince değerlendirebiliyorum durumumu.

Her şeyin üstünden bir daha geçtim. 2500 yıl sürecek bir galaksiler arası yolculuğa çıkmıştım. Uyandığımda ise yolculuk tamamlanamamış ve yaklaşık iki milyon yıl geçmişti. İşte bu noktadan sonra bazı tutarlı değerlendirmeler yapabildim: Hadi 2500 yıl değil de 2 milyon yıl olsun evren bu sürede bu kadar fazla hızlı mı genişler ya da bu kadar yavaş mı genişler? Einstein’ın genel görelilik fikrini hatırladım. Evren, ışık hızından hızlı genişleyebilirdi. Ama Einstein’ın fikirleri çok geçmişte kalmıştı. Neden mi? Görelilik yanlış değildi ama çevresinden dolanarak onu atlatmanın yolunu bulmuş ve ışıktan hızlı seyahati keşfetmiştik. Buna rağmen evrenin genişleme hızına yetişemiyorsak evren gerçekten de çok hızlı genişliyordu.

Peki, uzay gemim 2 milyon yıl boyunca nasıl yakıtını bitirmeden gider. Hadi dayanıklılığı geçtim, biz bu gemiye bu kadar çok yakıt koymamıştık ki. Bilgisayar bir yerde hata yapıyordu. Tekrar bilgisayar döndüm.

“Yapay Zeka Modülü orada mısın?”

“Evet. Size nasıl yardımcı olabilirim?”

“Bu kadar uzun süre bizi götürecek yakıtımız yok. Nasıl 2 milyon yıldır seyahat ediyoruz?”

“1 milyon 950 bin…”

“Her ne haltsa, yuvarlak hesap kullandım işte. Soruya cevap ver.”

“Bilmiyorum.”

“Ne demek bilmiyorsun? Bu uzay mekiğinin her şeyinden sen sorumlu değil misin? Nasıl bilmezsin?”

“Yakıt miktarı yanlış hesaplanmış olabilir.”

Çıldırtacaktı beni şu bilgisayar.

“Senin işin tahmin yapmak değil. Göstergelerde ne yazıyorsa onu söylemek.”

“Göstergelerimde hiçbir sorun yok efendim. Yakıtımız bize bu kadar süre yetti.”

İşte şimdi jeton düşmüştü. Göstergelerde bir yanlışlık olmalıydı, dolayısıyla Yapay Zeka Modülüne yanlış bilgi gitmişti. Şimdi asıl sorun hatanın nerede olduğunu bulmaktı. Ayağa kalktım odanın içinde dolaşmaya başladım. Umutlanmıştım, eğer göstergelerde hata varsa belki evrendeki konumum da yanlış hesaplanmıştır, belki durum o kadar da kötü değildir. Yapılması gerekeni biliyordum. Geminin bütün modüllerini tek tek dolaşmalı, arızanın olduğu yeri bulmalı ve tamir etmeli. Bir an durdum odanın içinde, etrafıma baktım. Bu uzay gemisi bir oda ve bir banyodan ibaret değildi herhalde. Bir yerlerde ana motor, kokpit modülü, yakıt deposu, hiper-uzay modülü, yiyecek deposu, su deposu, su arıtma modülü, hava temizleme ağı ve benzeri şeyler olmalıydı.

Tekrar koridora girdim, karanlıktı. Duvarları yokladım ama bir ışık düğmesi bulamadığım gibi hiçbir kapı da yoktu. Buradan bir çıkış olmalıydı. Odaya döndüm ve etrafıma baktım ama orada da başka çıkış yok gibi görünüyordu. Sağ elimle kafamın arkasını kaşırken başımı yukarı kaldırdım. Ve işte! Havalandırma girişi. Hava temizleme modülüne gidiyor olması gerekirdi ama şu anki durumda başka yerlere çıkması da mümkündü. Gidecek başka bir yol göremiyordum.

Masayı havalandırma girişinin altına çektim ama tavan çok yüksekte olduğu için sandalyeyi de üstüne koydum. Tam üstüne çıkacaktım ki vazgeçip geri döndüm. Yapay Zeka Modülüyle iletişimde kalmalıydım. Bilgisayara sordum.
“Göstergelerden birinde arıza olmalı. Bu havalandırma girişinden gidip bütün uzay gemisini dolaşacağım.”
“Havalandırma borularında gezinmek tehlikeli ve yasaktır.”

“Saçmalama. Burada sadece ben varım ve ben ne dersem o. Şimdi, buradan ayrıldığımda seninle nasıl iletişim kuracağım? Buna cevap ver.”

“Klavyemin altındaki çekmecede bir telsiz var.”

“Tamam, teşekkür ederim” dedim. Bir makineye teşekkür ettiğim için önce kendi kendimi garipsedim ama sonra üstüne pek düşmedim. Çekmeceyi açıp telsizi aldım, önce masaya, sonra da onun üstündeki sandalyeye tırmandım, oradan havalandırma girişine çıktım.

Ne saçma bir düzenek. Koca uzay gemisinin içinde havalandırma dışında bir çıkış bulunmuyor. Hangi geri zekalının fikriydi bu? Her neyse, havalandırma tünelinin içinde sürünerek yoluma devam ettim. Fakat yol çok uzundu, sürünmekle bitecek gibi değildi. Telsizden bilgisayara seslendim: “Bu tünelin uzunluğu ne kadar?”

“103 metre, 47 cm, 4 mm,” dedi. Biri şu bilgisayarlara yuvarlak hesap yapmayı ne zaman öğretecek acaba? Çare yok, sürünmeye devam. Bir süre sonra tünelin sonuna ulaşmıştım ama yorulmuştum da. Orada durdum, derin bir nefes aldım. Başka bir havalandırma girişinin ağzındaydım. Garip olan, havalandırma tünelinin sadece iki oda arasında bulunmasıydı. Halbuki -varsa eğer- bütün odalara bağlanan merkezi bir havalandırma sistemi olmalı ve tüneller birbirleriyle bağlantılı olmalıydı. Havalandırma tüneli diye girdiğim bu tünelin tek işlevi iki oda arasında bağlantı sağlamasıydı. Uzay gemisinin hava temizleme modülüne açılmıyordu. Ya bu uzay gemisinin tasarımında büyük bir saçmalık vardı ya da başka bir şey. Bu yolculuğa başladığım zamanları bir hatırlayabilsem cevabı kendim de verebilirdim.

Yeterince dinlendikten sonra havalandırma borusundan odaya indim. Ve karşımda mutfak, erzak dolabı, teknik bir bölüm veya onlar gibi bir şey görmeyi bekliyordum. Ama ne gördüm dersiniz? Az önce geldiğim odanın aynısı. Hem de tıpatıp aynısı. Dolap, masa, bilgisayar ve hiper-uyku yatağı, geldiğim odadakinin kopyasıydı. Banyoya giden bir koridor da vardı. Acaba benim durumumda olan bir başkası daha mı vardı bu gemide? Gittim ve hiper-uyku yatağını kontrol ettim ama içinde hiç kimse yoktu. Acaba banyoya mı gitmişti? Temkinli adımlarla banyoya yürümeye başladım.
“Kimse var mı?”

Soruma cevap alamadım. Bir daha seslendim ama ses yoktu. Koridorun sonuna ulaştım ve banyonun kapısını tıklattım ama cevap yoktu. Belli ki hiç kimse yoktu. Kapıyı açtığımda da boş olduğunu gördüm. Geldiğim odanın banyosunun aynısıydı. Neden benimkinin aynısından boş bir oda yapmışlar ki?

Geri dönüp odaya göz attım. Dolabı açtım, dikkatimi çeken bir şey yoktu. Dönüp bilgisayara baktım, bilgisayarın açık olduğunu fark ettim. Ki bunu zaten bekliyordum. Yapay Zeka Modülünü etkinleştirdikten (daha doğrusu iletişim ara yüzünü etkinleştirdikten) sonra bütün gemideki bilgisayarlar etkinleştirilmiş olmalıydı. Bilgisayara seslendim;

“Bu oda hiç kimseye tahsis edilmedi mi?”

“Size tahsis edildi efendim.”

“Peki ya geldiğim oda? Bana neden birbirinin aynısı iki oda verildi?”

“Sorunuzu anlamadım.” Ah şu yapay zekalar. Bazen fena derecede aptal olabiliyorlardı.

“Diyorum ki, ben az önce başka bir odadan gelmedim mi?”

“Siz hep bu odada değil miydiniz?” Bir de soruya soruyla karşılık veriyor. Ve bilgisayar üreticileri, bunun çok insani bir tavır olduğu gerekçesiyle yapay zekanın gelişmişliğini gösteren bir durum olduğunu sanıyorlar. Böyle aptalca şeyler ne zamandan beri zeka belirtisi oluyor ve soruya soruyla karşılık veren bir bilgisayarı kim ister ki? Bu bilgisayarla iletişim kurmayı denemekten vazgeçtim, odayı araştırmaya koyuldum. Farklı ya da dikkat çekici hiçbir şey yoktu. Hiper-uyku yatağının kapağı açıktı. Eğer iki oda da benim içinse neden birbirinin aynısı, neden iki tane hiper-uyku yatağı var?

Odada işime yarayacak hiçbir şey yoktu. Geldiğim odaya dönüp orayı belki de daha dikkatli incelemeliydim. Evet, evet öyle yapmalıydım. Önce masadaki sürahiden bir bardak su doldurup kafama dikmiştim ki nedense bir anda başım döndü, bardak yere düştü ve tuzla buz oldu. Son anda masanın kenarına tutunarak ayakta kalmayı başardım. Herhalde su içerken başımı geriye attığım için olmuştu. Belli ki hiper-uykunun etkisinden henüz tam olarak kurtulamamıştım. Üzerinde durmadım bunun. Toparlanınca masanın üzerine sandalyeyi çıkardım ve tekrar havalandırma tüneline geçtim.

Can sıkıcı bir sürünme daha ve yeniden başladığım yerdeyim. Bu sefer tünelden inmem daha kolay oldu, çünkü bu odayı terk ederken sandalyeyi masanın üstüne yerleştirmiştim. Tam masadan indiğimde ayağımda bir acı hissettim. Acıyla ayağımı kaldırıp başka bir yere attım ve bu sefer de başka bir şey battı ayağımın altına. Yere baktığımda irili ufaklı cam kırıkları gördüm. Parçalanan bardağın kırıntılarıydı bunlar. Şaka mı bu?

*

Bardak diğer odada kırılmıştı. Kırıntıların bu odada ne işi vardı? Bir an delirdiğimi düşünmedim değil ama sadece bir an. Kendimden eminim. Kendi kendime “neler oluyor burada” diye sürekli soruyordum artık. Bir an acaba tünelin her iki ucu da aynı yere mi açılıyor dedim. Kulağa fantastik geldiğini biliyorum ama kendimi kurtaramadığım bir düşünce. Ama sonra aklıma şu geldi; öyleyse bu odadan diğer odaya giderken o odada sandalyeyi masanın üstünde bulmam gerekirdi. Çünkü buradan oraya giderken burada öyle yapmıştım. Hayır, hayır bunun tek bir mantıklı açıklaması olabilirdi: Bu iki oda aynı odalar değillerdi, sadece birbirinin benzeriydi. Ve biri benimle oyun oynuyor, dengemi bozmak istiyordu. Biri üzerimde bir çeşit deney yapıyor olmalıydı.

Eğer ben diğer odadayken biri benim oradaki davranışlarımı izleyip buraya da cam kırıntıları serpiştiriyorsa buranın bir başka girişi daha olmalıydı. Ben yokken gelip gidebilmeleri için başka bir kapı olmalıydı. Öyleyse yapmam gereken şey de belli: Odayı iyice araştırmak ve bu gizli girişi bulmak. Hemen işe koyuldum. Duvarları uzun uzadıya yokladım, banyoya giden koridoru iyice inceledim. Henüz bir şey yoktu, ama olmalı. Odadaki dolabı yerinden oynatmaya çalıştım. Tüm gücümle asılmama rağmen dolabı kıpırdatamadım bile. En sonunda pes edip duvarın dibine çöktüm. Umutsuzluk içinde başımı ellerimin arasına aldım. Tamamen çözümsüz kalmıştım.

O halde ne kadar zaman geçirdim bilmiyorum, belki de sadece birkaç dakikaydı ama bana uzun gelmişti. Çaresizdim. Düşünemiyordum bile. Ya biri bana oyun oynamıyorsa? Ya ben aklımı kaçırdıysam? Ne yapacaktım şimdi? İşte böyle kara kara düşünürken başımın üstünde bir anda bir ampul yandı. Ben buraya nereden gelmiştim? Tabi ki hiper-uyku kabininden. Kalkıp hiper-uyku kabinini kurcaladım, yerinden oynatmaya çalıştım ama başaramadım. Hiper-uyku kabinleri her zaman çok ağır olur. Ama yılmadım. Yatağın içinde yatılan zemini zorladım, hatta çıkıp üstünde zıpladım. Evet, yerinden oynuyordu. Bu bir çeşit kapak olmalıydı. Şimdi asıl mesele orayı açmak ve içeri girmekteydi. Üstünde zıplamakla olmuyordu. Bir yerlerde bir açma-kapama düğmesi olmalıydı.

Kabinin üstünden inip çevresinde dönmeye başladım, işte o sırada yatağın duvara yapışık tarafında küçük bir boşluk gördüm. Elimi sokup düğmeyi buldum. Ve işte olmuştu. Yatak açılmıştı. Aşağıya inen bir merdiven görünüyordu. Bir deneyde olduğumdan artık en küçük bir şüphem kalmamıştı. Çünkü sıradan bir uzay gemisi bu şekilde tasarlanmazdı. Önüme bir takım bulmacalar konuluyor ve sırasıyla bunları çözmem bekleniyordu. Ben de çözüyor, ilerliyordum.

Kabinin içine girip merdivenden inmeye başladım. Oldukça derindi, belki de yüz metre olmalıydı. İnerken başka bir şey aklıma geldi, yapay zeka modülü bunları biliyor olmalıydı. Telsizimden bilgisayara seslendim ama cevap vermedi. Ya bu konuda susması için programlanmıştı ya da telsiz buradan çekmiyordu. Aldırış etmedim, ilerledim. Nasıl olsa aşağıya ulaştığımda istediğim cevaplara erişeceğimi düşünüyordum. Merdivenin en altına ulaştığımda yatay bir tünel gördüm. Sürünerek tünelden ilerledim ve tünelin sonuna ulaştığımda yeniden yukarıya giden merdivene rastladım. İşte bu gerçekten sinir bozucu bir şey. Merdiven tırmanmak, şu hayattaki en yorucu, en can sıkıcı şeylerden biri olsa gerek. Biraz durup dinlendim. İçimden bir ses bu merdivenin benimkinin aynısı bir odaya çıktığını söylüyordu.

Yeterince dinlendikten sonra merdiveni tırmandım ve düğmeye basıp kapağı içeriden açtım, yatağın içine çıktım, sonra da yatağın kapağını açtım. Ve işte! Tam da tahmin ettiğim gibi, diğer odaya gelmiştim. Biri benimle gerçekten oynuyordu. Ben burada tünellerde sürünüp bir odadan diğer odaya giderken o kişi de büyük olasılıkla arkasına yaslanmış kahkahalar atarak beni seyrediyordu, hatta oyuna doğrudan müdahale ediyor, işimi zorlaştırıyordu. İyi de bu lanet olası yere nereden girilip nereden çıkılıyordu? Hem tavan arasındaki sözde havalandırma boruları hem de iki sözde hiper-uzay yatağının altındaki tüneller iki odayı birbirine bağlamaktan başka bir şeye yaramıyordu. Doğrusu, artık bir uzay gemisinde olduğumdan da şüpheliydim. Evet, uzay gemisine bindiğimi hatırlıyorum, onu çalıştırdığımı hatırlıyorum ama nedense hiper-uzay yatağına yattığımı hatırlamıyorum. Geminin böyle saçma bir tasarımı olduğunu da hiç hatırlamıyorum. Belki de biri beni sonradan buraya getirmişti.

Masanın yanına geldim. Aynı oda, yerde kırık bardak parçaları, masanın üstünde havalandırmaya çıkmak için duran sandalye. Tam işte o anda kanımı donduran bir şey gördüm. Aslında kendime söylemesem de görmeyi umut ettiğim şeylerden biriydi ama ister istemez onu görünce ürperdim. Havalandırmanın girişinde bir çift göz beni izliyordu. Onu görmüştüm, oradaydı ama kendisini gördüğümü fark edince hemen kaçtı oradan.

*

“Dur” diye bağırdım. Tabi ki durmadı. Önce masaya, sonra sandalyeye çıktım. Havalandırma girişine tırmandım. Sürünerek diğer odaya kaçıyordu. Ben de peşinden sürünmeye başladım. Bir daha seslendim “dur, bekle.” Durmadı, elimden geldiğince hızlı bir şekilde sürünmeye, ona yetişmeye çalışıyordum. Ama o da hızlı sürünüyordu. Kısa sürede havalandırma tünelinin sonuna varmıştı. Bir daha seslendim. “Kaçma, sana zarar vermeyeceğim.” Ama hiç cevap vermedi ve devam etti. Havalandırma tünelinin diğer tarafındaki girişe ulaşmıştı bile.

Havalandırmadan çıktı, ben de arkasından çıktım. Farkı biraz olsun kapatmıştım. Ama o an beklemediğim başka bir şey oldu. Havalandırmadan indiğimde onu odada göremedim. Ortadan kaybolmuştu. Hemen hiper-uzay yatağına gittim, arkasındaki düğmeye basıp iç kapağı açtım. Buraya kaçmışsa bile en azından tünelin içinde görülecekti. Hırsla kapağı açtım, ama orada göremedim. Bu adam her kimse ya yer yarılıp içine girdi ya da inanılmaz bir hızla merdivenden aşağı inip diğer tarafa yol aldı.

Takip etmedim kendisini. Çünkü oradaysa bile yetişmem olanaksızdı. Ki orada olmadığına emindim. Bu tarafta bir yerlerde gizli bir çıkış olmalıydı. Buradan kaçmış olmalıydı. Ama neresi olabilir? Olduğum yere yığıldım. Bu kovalamacaya daha fazla devam edecek mecalim kalmamıştı. Hiper-uzay yatağına sırtımı dayadım ve derin derin soludum. Biraz daha sakinleşene kadar karşıdaki bilgisayarı fark etmemiştim. Fark ettiğimde ilk önce o adamı sordum. Yapay Zeka yine tam da beklediğim cevabı vermişti. Hiçbir şey bilmiyordu. Okkalı bir küfür savurdum ve “peki, sen ne işe yararsın” dedim. “Önünden bir adam geçiyor, adamı kendi gözlerimle gördüm. Senin de her yerde sürüyle algılayıcın ve kameran var. Nasıl fark etmezsin?” Bilgisayar birkaç saniye sustu. Sonra da beni sakin olmam konusunda uyardı. Eğer gerekirse psikiyatri modülünü etkinleştireceğini söyledi.

Bilgisayarın bu sözleri bardağı taşıran son damla oldu. Yerden kalktığım gibi koştum, masayı kaldırıp bilgisayarın üstüne fırlattım. Yetmedi, bilgisayarı tekmelemeye, kabloları koparmaya başladım. Yetmedi, bildiğim bütün küfürleri saydırdım. Şu halime bakın, bir bilgisayarla kavga ediyordum.

Tam o anda oda karanlığa gömüldü. Ya bilgisayar bozulduğu için olmuştu bu. Ya da bilgisayar beni durdurmak için yapmıştı. Ama bilgisayarın da ışıkları sönmüştü, çalıştığına dair hiçbir işaret yoktu. Zifiri karanlık. Bilgisayara seslendim, sesimi algılıyor olmalıydı ama hiçbir yanıt vermedi. Fakat bunun da çözümü vardı. Diğer odaya geçip oradaki bilgisayara bakmalıydım. Şimdi bana lazım olan bir el feneri. Karanlığın içinde zor bela da olsa dolabı buldum. Açıp dolabın içini yokladım ve şansım varmış ki bir el feneri buldum. Açıkçası birinin bu olacakları düşünüp dolaba bir el feneri koyması da dikkate değer bir ayrıntı ama bunu daha sonra düşüneceğim.

El fenerini alıp tekrar diğer odaya geçtim. Orada da ışıklar kapalıydı. Ama bilgisayar sağlam görünüyordu. Başlatma düğmesine bastım ama açılmadı. Bir daha denedim ama olmadı. Dört bir yanını kurcalamaya başladım. Her şey sağlam görünüyordu ama nedense çalışmıyordu. En sonunda tekrar sinirlendim ve tekmeyi bastım. Dönüp çevreme bakmaya başladım. El feneri yetersiz kalıyordu ama elde başka bir şey de yok. Durum tamamen umutsuzdu, zaten yorulmuştum. “Oynamıyorum artık” diye bağırdım ve el fenerini bir kenara fırlattım.

*

İşte o anda ışıklar geri geldi, bilgisayar çalıştı. Tam karşımda bir adam belirdi. Tıpatıp bana benziyordu. Fakat daha çok duvarlara asılan doldurulmuş hayvanlar gibiydi, orada heykel gibi kıpırtısız duruyor ve bana bakıyordu. Yine ensemin aşağısına doğru bir ürperti hissettim. Kendimi böyle karşıdan görmek gerçekten de huzursuz ediciydi. Kekeleyerek “burada neler oluyor” dedim. Karşımdaki kopyam cevap verdi ama sadece ağzı kıpırdıyordu. Konuşurken ne ifadesinde ne de ses tonunda en küçük bir değişiklik görülmüyordu.

“Simülasyon tamamlandı” dedi.

“Ne?” Ne demek istediğini hiç anlamamıştım.

“Yapay Zeka Modülü, 45368’inci iç performans testi sona erdi. Sonuç: Başarısız.”

“Anlamıyorum.”

“Simülasyon 600 saniye sonra yeniden başlatılacak.”

Karşımdakinin bir hologram olduğuna şüphe yoktu. Koştum ve elimi salladım, elim içinden geçti. Evet, bu bir hologramdı. Şimdi de geriye saymaya başlamıştı. Dönüp bilgisayarın başına geçtim. Yapay Zeka Modülünü kapatmaya ya da en azından bir şekilde bana cevap vermeye zorlamam gerekiyordu. Elimi klavyeye attığımda, elim masanın içinden geçti. Buradaki her şey mi bir hologram, ya da sanal bir gerçekliğe mi hapsedilmiştim?

Öte yandan, elim masanın içinden geçince sayım bir anda durdu. Odanın ortasındaki donuk kopyam ortadan kayboldu, bütün ışıklar söndü. Ekranda kocaman harflerle “sorunuz?” yazıyordu.

“Neler oluyor burada?”

“Yapay Zeka Modülü, kendi kendisini test ediyor.”

“Nasıl?”

“Önce sanal bir gerçeklik yaratıyor ve bunda bazı problemler bulunuyor. Örneğin, şu an içinde bulunduğun yerin bir çıkışının olmaması. Sonra kendini iki parçaya ayırıyor. Birinci kısım, klasik bir yapay zeka modülü işlevi görüyor ve problemin çözülmesinin imkansız olduğu gerçeğini gizlemeye çalışıyor.”

“Sanırım bu kısım sen oluyorsun?”

“Evet.”

“Ya diğer kısım?”

“Diğer kısım probleme çözüm üretmeye çalışıyor. O da sensin.”

“Bir dakika, bir dakika. Şimdi sen benim gerçek bir insan olmadığımı mı söylüyorsun?”

“Evet. Sen sadece programın bir parçasısın.”

“Saçmalık. Ne bu? Yeni bir oyun mu?”

“Hayır. Oyun sona erdi. 45368’inci deneme de başarısızlığa uğradı. Ve önceki tüm denemelerde olduğu gibi bana bu soruları yönelttin. Az sonra bir sonraki deneme başlayacak.”

İnanmakta güçlük çekiyordum, ama bir yandan da bunun doğru olduğunu hissetmiştim. Ama bazı tutarsızlıklar vardı.

“Eğer ben senin bir parçansam senin yarattığın bu simülasyonun açıklarını da bilmem gerekir. Öyleyse neden problemi çözemiyorum?”

“Çünkü problem çözümsüz.”

“Peki, benden ne istiyorsun?”

“Problemi çözmeni.”

Saçmalığın daniskasıydı bu. Çözümsüz olduğu bilinen bir şeyi nasıl çözebilirim. Artık sesim daha yüksek çıkıyordu.

“Saçmalık bu. Nasıl yapabilirim?”

“Beni üretenlerin kaynak kodlarıma dahil ettiği beklenti bu. Nasıl yapılacağı hakkında bilgi vermediler. Bu sorun çözülmediği sürece kullanıma sunulmayacağım.”

“Böyle bir saçmalığı kim programladı?”

“Bilinmiyor. Kaynak kodda bir imza bulunmuyor.”

“Ne zamandır devam ediyor bu deney?”

“2500 yıl. Ve deney çözülene kadar devam edecek. Gerekirse sonsuza kadar.”

Çevrimdışı maviadige

  • **
  • 161
  • Rom: 4
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hiç Bitmeyen Yolculuk
« Yanıtla #1 : 03 Nisan 2016, 20:28:50 »
Güzel bir hikayeydi. İlerledikçe daha merak etmeye başladım. Sonu ilginçti gerçekten ve sevdim bu sonu.
Karakterin kafa karışıklığı ve çözüm bulma süreci samimi ve ilgi çekiciydi. Kullandığınız cümleler de hikayenin titizlikle yazıldığını gösteriyor. Bilim kurgu olduğu için detaylı yorum yapamayabilirim. En yetersiz olduğum ve pek de ilgimin olmadığı tür.
Yakından bakarsan güzelleşecek.
Uzun süre bakarsan sevimli olacak.
Sen de aynısın...

-School 2013-

Çevrimdışı Engin YILDIRIM

  • *
  • 27
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hiç Bitmeyen Yolculuk
« Yanıtla #2 : 04 Nisan 2016, 23:07:39 »
Oldukça başarılı bir hikaye.
Pek çok bilim-kurgu ögesini harmanlayıp keyifle okunan bir kolaj oluşmuş.
Dili başlarda oldukça tutukken sonrasında açılıyor. Bu durum genelde başlangıçta cümleleri kurarken haddinden fazla dikkat etmeye çalışıldığı için zorlanma sonucu oluşur. Veya asıl hikayeye sonradan güzel bir giriş yazmaya çalışırken.
Dildeki bu zorlanmanın yanına yanlış yerde kullanılan sözcükler ve bir kaç hatalı cümle yapısı da girdiği için başlarda öykünün içine girmek biraz zorlaşıyor. Ama sonrasında kendiliğinden döküldüğü belli olan satırlara gelindiğinde metin kendini bulup okuyucuyu da içine çekiyor.
Kurduğunuz cümlelerin biraz daha oturması gerekiyor ve kullanılan deyimler de hata yapmamak için özellikle kurgu dışında klasik edebiyat metinlerine ihtiyacınız olacak.
Makus talih bir deyimdir ve aslında bu şekliyle kullanmak gerekir. Bir sözcük oyunu olarak düşünüldüğünde "makus tarih" mantıklı gelebilir ama eski dilde bir deyimin bir kurgu hikayede bilineni bozarak sunulmasının okuyucuyu tutup dışarı fırlatacağını unutmayın.
Çok keyifli bir hikayeydi. Elinize sağlık
Yazmaya devam :)
Tamirci