Kayıt Ol

Hikâye II - Yeraltı Krallığı

Çevrimdışı Ancient

  • **
  • 54
  • Rom: 1
  • Ancient
    • Profili Görüntüle
Hikâye II - Yeraltı Krallığı
« : 01 Temmuz 2012, 15:02:45 »
Selam dostlar,

İlk hikâyemin ardından sizlerle ikinci hikâyemi de paylaşmak istiyorum. Bu hikâye de biraz eskidir. Yine eksik gördüğünüz yerleri ve içinizden geçen, "Şu da olsaydı, iyi olurdu." gibisinden yorumlarınızı bekliyorum. Tabii bunuın yanında hikâyeyi beğendiniz mi, onu da söylerseniz sevinirim. :)

Hikâyeyi biraz okuduğunuzda karakterlerden bazılarının Torhurm Asilleri adlı hikâyede geçtiğini de farkedeceksiniz. Devamı niteliğinde diyelim. O olaydan seneler sonra geçen... :)

Teşekkürler.
-

Yeraltı Krallığı

"Bahsedilen yer, sadece korkuyu yaymıyor. Yıllar boyu krallar ve soylular, ordularını hep o yöne doğru yönelttiler, ama hiç geri dönen olmadı. Onlara ne olduğunu hiç kimse bilmiyor. Bu krallar ve soylular, gittikleri yerde, kendilerini nelerin beklediğini bilmiyorlardı. Korku mu, ölüm mü? Yaşadığımız dünyada, ne yazık ki bunun sadece bir tanesi biliniyor: Ölüm! 

Oraya gidenleri sadece, ama sadece, ölüm bekliyor..."  diyordu, yaşlı adam.
 
Omilegath Halkı her zaman olduğu gibi çok sakin bir gün yaşıyordu. Tertemiz dağ ve güzel bitki kokan havası itinayla hazırlanıp, birbirine sıkı sıkı tutunacak şekilde tutucu maddeyle birleştirilmiş taşlardan inşa edilen binaların arasında dolanıyordu. Tüccarların adaletli ticaret yaptıkları, bölge halkının huzur ve barış içerisinde uzun yıllar yaşadığı bu topraklar, Omilegathlılar'ın refah içerisinde yaşamasına olanak sağlıyordu, ama bu varlık kendiliğinden elde edilmemişti. Omilegath Tarihi’nin en büyük kralı olan Telron, öldükten sonra, insanlarına çok değerli olan bu şeyleri bırakmıştı. Telron adına öylesine çok destanlar, şiirler, ağıtlar, masallar anlatılıyordu ki, bu durum Telron’u ne kadar yüceleştirdiklerinin bir kanıtı olarak tarihe yazılmıştı. Adından çok söz ettiren bu büyük kral kimdi? Omilegath’ı refaha ve huzura ulaştıran, adının tarihe altın harflerle yazdırmış olan bu kral.
 
Kral her zaman olduğu gibi yine sahip olduğu toprakların gelirlerini ve giderlerini inceliyordu. Yanında bulunan şık giyimli danışmanlar da eşlik ediyorlardı. Son hasat zamanından sonra, tarla işlerine daha da ağırlık verildi. Çünkü Omilegath’ta tarım çok iyi bir gelir kaynağıydı. Her hasat zamanında, umulduğundan çok mal toplanıyordu ve bu da kralın ve halkın yüzünü güldürüyordu. Telron, tarım listesini kontrolünden sonra ticaret gelirlerine de göz attı. Ticaretten gelen bol miktarda altın orduya ve ülkenin mimarisine harcanıyordu. Bu nedenden ötürü de Omilegath Ordusu’nu alt etmek o kadar da kolay değildi. Çünkü orduya harcanan miktar, mimariye harcanan miktardan daha yüksekti. Kılıç, zırh, kalkan, ok ve yay gibi silahlar bizzat Omilegath demircileri tarafından yapılıyordu. Bu silahlar askerlere verilmeden önce birer birer kontrol ediliyordu. Sağlam olması önemliydi. Ordunun savaşın çeyreğinde yok olmasına göz yumulamazdı. Ordudaki bu mühimmat kontrolü, disiplini de beraberinde getiriyordu. Ordudaki disiplin, Telron için çok önemliydi. Zira onun için disiplinsiz bir ordu, susuz bir toprağa benzerdi. Bu benzetmeyi yapmasının sebebi de bir bakıma inancıyla ilgiliydi. Omilegath halkı aşırı bir doğa inancına sahipti. Onlar için doğada var olan her şey bir ruha sahipti ve doğadan elde edilen her araç-gereç ve eşya kutsal bir değer taşırdı. Askerlerin zırhları, kılıçları ve diğer mühimmatları onlara doğanın ruhunu katar ve savaşlarda daha başarılı olmalarını sağlardı. Ağaçtan yapılan yaylar ve oklar da düşmana öyle bir acı verirdi ki, düşmanın aklında bir daha bu topraklara ayak basma düşüncesi geçmezdi. Kral bu durumdan o kadar emindi ki, her gelen saldırıyı başarılı bir şekilde savuşturmuştu. Omilegath halkı, Telron’u neredeyse ölümsüz olarak düşünüyordu. Ta ki Telron ve ordusunun bir gün yeraltına açılan kapısı olduğuna inanılan bir mağaradan geçtiği güne kadar.
 
Omilegathlı bir bilgine sorarlar:
- Saygıdeğer Autras, sizce ölümsüzlük gerçek midir?
Autras, hafif bir tebessüm eder ve şöyle der: 
- Bir gün hepimiz ölümsüz olacağız, ama o gün ölümsüzlük ya acı ile elde edilecek ya da mutluluk ile. Gerçek olan bir şey var ki; o da bu ölümsüzlüğün ne zaman geleceğini bilmememizdir. 
 
Telron ve Yeraltı Krallığı
 
Kral Telron, bir gün ansınızın on iki kişilik bir grubu peşine takarak mağara kapısından yeraltına doğru inmekteydi. Ama o, bu yolun nereye gittiğini bildiğinden tereddütlü ilerliyordu. En azından efsaneler böyle davranması için zorluyordu. Sadece basit bir mezarlık gibi görünüyordu ama efsaneler daha kötüsünden bahsediyordu. Tek sıra oluşturmuş grubu ile dar yollardan yerin altına doğru iniyordu Telron. Zemine yaklaştıklarını bilmeden ve bu anlam veremedikleri yere ilerlemeye devam ediyorlardı. Bu ilerleme, askerlerde korku ve endişe uyandırıyordu. Gittikçe daralan yollar sebebiyle, askerler daha da korkmaya başlıyor ve nefes alamaz hâle geliyorlardı. Üzerlerindeki çelik levhalardan oluşmuş zırhlar da bu duruma eklenince, yorgunlukları daha çok artıyordu. En önde giden Telron, sonunda zemine adımını atmıştı. Kalbindeki endişe duygusu biraz olsun azalmıştı, ama bu dar yolları tekrar, yukarı çıkmak için kullanacaklarını da aklında çıkaramıyordu. Kral zemine ilk inen kişi olduğu için zemindeki tehlikeleri ilk olarak o karşılamak zorundaydı. Aşağıya inen küçük bir birliği üçe ayıran Telron, karşılarındaki üç kapıdan ilerlemelerini ve keşif yapmalarını emretti.
 
Telron akıllı bir insandı. Askerlerinin yanına, coğrafya bilgisi iyi olan ve haritalamada usta kişiler almıştı. Böylece geçtikleri yolları kaydedecekler ve kaybolmayacaklardı. Ayrıca mağarada yaşadıklarını kaydedecek olan edebiyatçıları da yanına almaktan kaçınmadı. Üç gruba ayrılan birlik ilerlemeye devam etti. Etraflarını çok iyi gözetleyen askerler, herhangi bir tuzağa yakalanmak istemiyorlardı. Aşağı inerken hissettikleri o korku ve endişe azalmıştı. Çünkü artık zemindeydiler ve o dar geçitlerden geçmiyorlardı. İlerledikleri bu yerler karanlık olsa bile, yanlarında getirdikleri meşalelerle aydınlatmaya çalışıyorlardı. Orta geçitteki askerler ilerledikçe, burunlarına gelen kokular midelerini bulandırıyordu. Ne olduğuna dair fikirleri olmayan askerler bu mide bulandırıcı iğrenç koku içerisinde ilerlemeye devam etmeye çalışıyorlardı. Bir süre daha ilerledikten sonra, karşılarına çürümüş olan bir takım cesetler çıkmıştı. Askerler, bu cesetleri incelemek için yanlarına gittikçe koku daha da çok artıyor, hatta bazı askerler kusuyordu. Bu durum karşısında daha da çok tereddüt yaşayan askerler ilerlemekten kaçınıyorlardı, ama ilerlemek zorundaydılar. Çürümüş olan cesetleri geride bıraktıkça, koku azalıyordu ve bu da askerlere biraz olsun moral veriyordu. Telron’un izlediği yolda, bu tarz, duraksatacak şeyler yoktu; sadece böcekler ve fareler vardı. Bu da, ne askerlere, ne de Telron’a engel olmuyordu. Askerler ilerledikçe kendilerine doğru gelen böcek ve fareler eziliyordu, ama askerler bunların farkına varmıyordu. Çünkü etrafı kontrol ediyorlardı, dikkatlice inceliyorlardı. Sağdaki yoldan ilerleyen askerler ise diğerlerine göre, biraz daha rahattılar. Çünkü ilerledikçe duvarlara yerleştirilmiş meşaleler burada yaşayanların olduğunu düşündürüyordu.
 
"Dünya, yaşamak için çok zor bir yerdir. Bu zor hayat, sadece yaşamasını bilenlere acıyor. Günahkâr olanlar ise, Yeraltı Tanrısı Akutesha’nın zindanlarında, sonsuza kadar acı içerisinde çürümeye mahkûmdurlar!
Omilegath Yazıtları, I"

Telron’un üç gruba ayırdığı küçük birlik, nereye gittiklerinden habersiz ilerlemeye devam ediyorlardı. Devam ettikçe edebiyatçılar olayları sayfalara geçiriyor, coğrafyacılar gittikleri yolları haritalandırıyordu. "Yüce bilge, çok merak ettiğim bir şey var. Telron ölecek mi?" Diye sordu küçük bir çocuk aniden. Yaşlı bilge, bu ufaklığa tatlı bir tebessüm etti ve şöyle dedi. "Seni meraklı ufaklık. Hikâyeyi bana baştan mı anlattırmak istiyorsun? Biraz sabırlı ol. Evet, nerede kalmıştık?"

Telron, ilerledikçe içindeki tuhaf hisler daha da artmaya başlamıştı. Askerler, mağara hakkında anlatılan efsaneleri kendilerine moral vermek için tekrar dillendiriyorlardı. Bu mağara hakkında anlatılanların gülünç olanları da vardı, korkunç olanları da. Kesin olan bir şey vardı ki, hiçbiri doğru değildi. Ta ki bu grup mağaraya girene kadar. 

Telron ve askerleri artık sıkılmaya başlıyordu ve gittikleri yolun sonunda, onları iyi bir şeyin beklediğini umuyorlardı. Grup bir süre ilerledikten sonra, geniş bir odada tekrar yolları birbirine kesişmişti. Telron bu durum için çok mutlu olmuştu bir an. Ama eksik olan bir şey vardı. "Numaren! Askerleri düzene al, kaç kişi burada?"
Numeran aniden etrafına bakındı ve az sayıdaki kişiyi çevresine toplamaya başladı. "Emredersiniz efendim! Herkes düzene girsin. Acele edin!"

Numaren, askerleri düzene aldıktan sonra kendisi de sıraya katıldı ve hepsi Telron’a şaşkın şaşkın bakmaya başladı. Telron bu sırada mağaraya giren asker sayısına eşit bir birlik saymayı umuyordu. Ne yazık ki umduğunu bulamayan Telron, bir an duraksadı ve bulundukları yere çıkan üç kapının, üçünü de tekrar gözlemlemek istiyordu. Aklına bu durum karşısında birçok seçenek geliyordu ve bir köşeye çekilip, kendi kendine şöyle söyleniyordu. "İçeriye girdiğimizde bu kadar az değildik. Diğer askerlerin bunu fark etmemesi ise beni şaşırtan diğer bir unsur oldu. Gelemeyen askerlere neler oldu? Kaybolmuş olabilirler ya da ölmüş olabilirler, ama kaybolmaları imkânsız. Diğer askerler burada olduğuna göre, onların ölmesi gerekiyor ya da oldukları yerde bekliyor olabilirler. Diğer bir seçenek geri dönmeleri. Bu kapıları tekrar tek tek gözlemlemem gerekiyor. Bu askerler benim sorumluluğumda."

Telron, akıllı olduğu kadar sahip olduğu şeylere de değer veren bir insandı. Ordu ona aitti ve onun sorumluluğundaydı. Kayıp askerleri aramak için geldikleri kapıları tekrar gezeceklerdi. Yanına iki asker aldıktan sonra, geri kalan askerleri Numaren’in emrine verdi ve yola devam etmelerini söyledi. "Numaren, ben kaybolan askerleri bulmak için bu kapıları tekrar araştıracağım. Geri kalan askerleri yanına al ve yola devam et. Edebiyatçılar ve coğrafyacılar ise görevlerini yapmaya devam etsinler." Numeran itiraz etmeye başladı. "Ama efendim, bu çok tehlikeli! O askerlerin kaybolmaları bir tehlikeyi çağrıştırıyor olabilir."

"Hayır, Numaren. Onları yalnız bırakamam. Onlar hem benim askerlerim, hem de benim halkımdan. Bununla birlikte çifte bir sorumluluğu sırtıma almış olurum ki, böyle  tuhaf bir araştırma uğruna onların ölmelerine izin vermemeliyim."
"Ama efendim…"
Bu sefer sert bir ses tonuyla karşılık verdi, Telron. "Numaren! Dediğimi yap ve bu yola devam et. Eğer bizi bulamazsanız, ne yapın, ne edin bu mağaradan çıkın." Asker bu itiraz etmeden emirleri uygulamaya koyuldu. "Emredersiniz efendim."
"Unutma Numaren, ne olursa olsun pes etmeyin!"

Numaren, bu konuşma sonrasında peşine taktığı askerlerle bir süre dinlendikten sonra ilerlemeye devam ettiler. Telron, yanındaki askerleriyle birlikte kendisinin çıktığı kapıdan araştırmaya başlamışlardı.
İnsanlar o kadar endişeli varlıklardır ki, duydukları küçük bir ses bile onlara tehlikeli gelebilir.

Tuhaf Sesler, Kokular ve Rengrok ile İlk Karşılaşma

Telron, yanındaki birlikleri kendi geldiği geçitten ilerlemeye başladı. İlerledikçe askerlerdeki korku çok yüksek doruklara ulaştı ve kendi kendilerine konuşmaya başladılar. Kendi kendilerine sorular sorarak korkularını dillendiriyorlardı. Telron, bu davranışlarından endişe duymaktadır ve içinden şöyle söylemiştir. "Bu askerlere neler oluyor böyle? Yüce Rengrok bizi koru."

Telron’un bu endişesi aslında boşa değildi. O da çok iyi biliyordu ki, bu mağarada çok gizemli ve bir o kadar da korkutucu olaylar oluyordu. Bunların üstesinden gelmek ise ayrı bir sorundu. Ama henüz hiçbir şey belli değilken bile Telron, olabilecek ters bir duruma karşı hazırlıklıydı ve askerlerinin de buna hazırlıklı olmaları için nasihatler veriyordu. "İlerledikçe daha da fazla korktuğunuzu ve endişelendiğinizi görüyorum. Kendinize hâkim olmazsanız elinizdeki her şeyi kaybedersiniz. Eğer elinizdekileri kaybederseniz, ya ölürsünüz ya da köle düşersiniz. Bu belki bizim diyarlarımızda olmuyor ama eğer dışarı çıkabilirsek ve siz hâlâ böyle olursanız köle tacirleri için para kesesi hâline geleceksiniz. Diyeceğim şu ki, kendinizi kontrol edemezseniz, umutsuz bir duruma düşersiniz. Bu durum sadece sizi değil, yaşlılarımızı, kadınlarımızı ve çocuklarımızı etkileyecektir."
Askerlerin duydukları bu sözler, onlara biraz olsun cesaret vermişti. İçlerindeki korku, neredeyse yok olmuş gibiydi ve korkusuz bir şekilde önde ilerleyen krallarını, emin adımlarla takip etmeye başlamışlardı. 

Biraz ilerledikten sonra Telron’un burnuna mide bulandırıcı bir koku gelmişti. İlerledikçe artan bu kokunun kaynağı çok merak ediyordu. Bir süre daha ilerledi ve sonunda kokunun kaynağını buldu. Buldu bulmasına ama karşılaştığı görüntü çok hoş değildi. Bu iğrenç kokunun kaynağı bir grup insan cesediydi. Bu cesetleri yakından görmek için biraz eğilen Telron, kokunun birden artmasından dolayı kustu ve tam düşecekken, askerleri Telron’un kollarından tutup, düşmesini engellediler. Telron’u bir köşeye oturtan askerlerde cesetlerin kokusundan etkilenmişlerdi ama Telron kadar etkilenenleri yoktu. Bir süre sonra Telron kendine gelip gözlerini açtığında, etrafında kimseler yoktu. Bulunduğu yere gelirken yanına aldığı askerlerin hiçbiri yoktu. Kısa bir şaşkınlıktan sonra ayağa kalkan Telron, yola devam etmek için adımını attığı yer çatladı ve yüksek bir gürültü ile bulunduğu yer parçalanmıştı. Düştüğü yeri daha önce bu mağaraya girdiğinde hiç görmemişti. Bu yollardan da geçmemişti. Bir süre etrafına bakındıktan sonra kendi kendine şöyle söylendi. "Yüce Rengrok! Burası da neresi böyle? Nereye düştüm ben? Önce bir koku ve kusmanın ardından kendime geldiğimde benimle birlikte gelen askerlerimden hiçbiri yoktu etrafımda. Neler oluyor? Neler oluyor?"

Telron, bu durum karşısında biraz korkmaya başlamıştı. Aslında böylesine cesaretli bir erkeğin korkmayacağını da kimse söyleyemezdi. İnsanlar korkularını, ruhları ile yaşar ve ruhlarıyla cesaretlenirler. Ne de olsa bir ölümlü ve bir ölümlüye bahşedilen tüm duyguları yaşamak zorundaydı. 

Telron, bir süre kendi kendine konuştuktan sonra yoluna devam etmek için ayağa kalktı ve bu sefer de bastığı yerin çökmemesine dikkat ediyordu.

Bir süre dikkatli bir şekilde ilerleyen Telron’un kulağına seçemediği bir ses geliyordu. Bu sesin söylediği. "İlerle… İlerle Telron… Korkusuzca ilerle… Bana yaklaşıyorsun… Yaklaştığın yer çok korkutucu ama seni mutlu edebilecek bir yer… İlerle, ilerle…"

Telron, bu sesi duyduktan sonra ürpermişti. Aslında ürpermemekte elde değildi. Bu ses öyle bir sesti ki, duyan kişinin içini ürpertiyordu. Kim bilir belki de, onu ölüme götüren bu sestir.

Telron, sesi duyduğu yere doğru ilerledikçe içindeki korku ve endişe daha da çoğalıyordu. Gördüğü; aydınlık bir mekân ve duyduğu; korkutucu ama bir o kadar da rahatlatıcı seslerdi. Işığın geldiği yöne doğru ilerlemesini söylemekte ısrarlı bir tavır sergileyen bu sese çok iyi kulak veriyordu Telron. Sonunda kendisini neyin beklediğini bilmiyordu ama yine de orayı çok merak ediyordu ve ulaşmak istiyordu. İlerledikçe ses artıyor ve ışık daha da göz kamaştırmaya başlıyordu. Telron kendisinden öylesine emin ilerliyordu ki, geri dönmeyi aklının ucundan bile geçirmiyordu.

Bu sırada, Telron ile mağaraya giren askerlerin durumu çok kötüydü. Hepsi sadık birer asker olmasına rağmen, günahlarından dolayı günah tanrısı Tephunus tarafından cezalandırılacaklardı. Askerlerin o sarsıntıda düştükleri yer, Telron’un gittiği yere hiç ama hiç benzemiyordu. Bu mekân daha korkutucu ve oraya giren askerlerin içini, korkudan resmen kazır gibiydi. Askerlerin her biri öylesine korkmuştu ki, birçoğu ağlamaya bile başlamıştı. Ağlarken dualar ediyorlar ve Tephunus’tan af diliyorlardı. Ne var ki, Tephunus onları dinlemiyor ve askerlerin cezalandırılacağı yeri hazırlamaya koyulmuştu bile. Askerler hiç kımıldayamıyor ve oldukları yerde haykıra haykıra dualar ediyor ve af dilemeye devam ediyorlardı. Bu sırada çok büyük bir ışık patlaması ile ortalık aydınlandı ve bu ışık öylesine parlaktı ki, askerler gözlerini açmaya çalıştıklarında, öylesine bir ağrı giriyordu ki; gözlerini kapatmak zorunda kalıyorlardı. Kısa bir süre bu ışık ortamı aydınlattıktan sonra askerler gözlerini açtı ve karşılarında Rengrok’u gördüler. Omilegath tarihinin en büyük tanrısı olan Rengrok’tan af dilemeye başlayan askerlere şöyle seslendi. "Sizi ben kurtaramam. Hiçbiriniz Telron kadar Tanrılara sadık değildiniz. Omilegath diyarlarını uzun süre ayakta tutan onun inancıydı. Peki siz ne yaptınız? Ona karşı geldiniz ve kendinize başka inançlar ürettiniz. Sizler şimdi bu mağaradan çıkacaksınız, ama bir daha asla buraya girmeye kalkışmayın. Eğer buraya bir insanoğlu daha girmeye kalkışırsa, yok olmaktan kurtulamazsınız."

Askerler bu sözlerden sonra utanmış ve korkmuşlardı. Rengrok’un yüzüne bile bakamıyorlardı. İçlerinden biri buna cesaret edip Rengrok’a şöyle bir soru sordu. "Peki, bizi neden serbest bırakıyorsunuz? Bunda etken kim?"
Rengrok derin bir iç çekti. "Arkasından işler çevirdiğiniz, onu öldürmek istediğiniz kişi. Telron’a, Tanrılar’ın mekânına girmeden önce son olarak ne istediğini sordum ve bana; “Askerlerimi serbest bırak ve halkıma dokunma.” dedi. Ben de şimdi bu değerli insanın söylediğini yapıyorum ve sizleri serbest bırakıyorum."

Askerler bunu duyunca gözlerinden yaş gelmeye başladı ve içlerindeki hırs ve öfke birden gidiverdi. Bu durum karşısında Rengrok tekrar şöyle dedi. "İşte bundaki etken de Telron. O artık bir Tanrı ve ona itaat etmek zorundasınız. Gidin ve bunu tüm Omilegath halkına söyleyin."

Rengrok, elindeki asasını kaldırdı ve yere çok şiddetli bir şekilde vurdu. Askerler kendilerini birden geriye attılar ve bir ışık gözlerini kamaştırmaya başlıyordu. Bu ışık içerisinden Telron’un kendisi son kez bu askerlere gözüktü, çok üzgün, ama bir o kadar da sevinçliydi. Atalarına kavuşmuştu. Daha sonra, askerler gözlerini açıp kapayıncaya kadar mağaranın dışarısında buldular kendilerini. "Hikâyenin sonu işte böyle çocuklar. Dışarıya çıktığımızda, Omilegath’ın havasındaki muhteşem koku burun deliklerimizden içeri giriyordu."

"Yü… Yüce Bilge… Bir dakika… Sen de mi oradaydın?"
"Ah! Kendimi ele verdiğimi biliyordum."
"Sen de o askerlerden biri miydin?"
"Evet. Ben de o askerlerden biriydim ve şimdi buradayım."
"Bunu neden baştan söylemedin?"

"Çünkü o zaman bana inanmazdınız. Bunları bir kenara bırakalım çocuklar. Benim orada olmam önemli değildi. Sizin asıl bilmenizi istediğim şey, Telron. Bizim ona karşı yaptığımız şeylerden sonra bile, bizi hiç yalnız bırakmadı. Ona daima inanın çocuklar, daima inanın. O hep sizinle olacaktır."

Çevrimdışı Galaxie

  • **
  • 375
  • Rom: 17
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hikâye II - Yeraltı Krallığı
« Yanıtla #1 : 01 Temmuz 2012, 16:25:15 »
Hikayeyi yaşlı bilgenin ağzından aktarmanız bence çok güzel olmuş. Biraz kelime tekrarı ve birkaç yazım yanlışı var ama o kadar da önemli değiller ve azlar.

İçeride ne olduğu bilinmeyen ve efsanelere konu olan bir mağarayı merak ederek kralın bizzat kendisinin keşif koluna katılması, ikinci bölümde bizzat en önden gitmesi ve tehlikelere apaçık olması bana biraz saçma geldi. Bu kral aynı zamanda komutan olsa bile öncü bir grup olmalı bence. Kral bu yani. Bu cesurluk veya yiğitlik değil, düpedüz tedbirsizlik. Bir de zemine indiklerinde üç kapıdan geçmeden önce üç kapının olduğu yer biraz tasvir edilseydi keşke.

Telron çok yüce, akıllı ve yiğit bir kral ve asker olarak tasvir edilmiş ama askerlerin onun arkasından iş çevirmesine sadece son paragrafta değinilmiş. Kral gerçekten bu kadar mükemmelse askerleri neden onun arkasından iş çevirsin ki? Adam resmen askerleri için hayatını tehlikeye atmaktan hiç çekinmiyor. Bana bu biraz çelişkili geldi.

Dördüncü bölümde şöyle bir şey var:

Alıntı
Soruları kendileri soruyor ve yine sordukları sorulara kendileri cevap veriyordu. Telron’nun askerlerin bu davranışlarından endişe duymaktadır ve içinden şöyle söylemiştir:

Hem zaman değişmiş(önce soruyordu, veriyordu; sonra duymaktadır, söylemiştir) hem de son cümlede bir bozukluk var.

Bunun dışında ilk hikayeye göre kaleminizin geliştiği anlaşılabiliyor, daha akıcı bir yazı olmuş bu. Beğenerek okudum. Ellerinize sağlık.

Çevrimdışı Ancient

  • **
  • 54
  • Rom: 1
  • Ancient
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hikâye II - Yeraltı Krallığı
« Yanıtla #2 : 01 Temmuz 2012, 17:39:32 »
Askerleri onun arkasından iş çevirmedi aslında. Sadece Telron'a kendileri tarafından verebilecekleri şeyleri az bulmasından dolayı öyle yazdım. Yani, Telron gibi bir krala yeteri kadar lâyık bir iş yapmadıklarından.Telron gibi bir kralın, kendileri için fazla iyi olduğundan bunu yazmak istedim. Aksi bir terslik veya güvensizlik yok aslında.  :)

Mağara konusunu şöyle düşünelim; oraya giren hiçbirinin geri dönemediğini belirttim. Yani, daha önceden bir grup yolladığını veya grubun kendi isteğiyle gittiğini ortaya koyuyor bu. Ayrıca, hikâyenin ilk hikâyeden yıllar sonra geçtiğini de bilmek gerek aslında ki, bunu zaten anlamışsınız. Ben de zaten, başta söylemiştim, hikâyeden önce. Bu olaylar, bir önceki hikâyede yer alan savaşın galibiyetinden sonra oluyor. Başka bir açıdan bakarsak, şöyle diyebiliriz; Yüzüklerin Efendisin'de Minas Tirith kuşatmasını kazananlar Sauron'un son kalesini yıkmaya gitmişlerdi biliyorsunuz. Aslında benim burada yazdığım hikâye, Tolkien'inkinden çok çok zayıf kalıyor. Belki de karşılaştırmak bile tuhaf, ama O'nunkinden ekstrem bir şekilde zayıf olay, benim hikâyemde de geçiyor. Telron'un o savaştan sonra Torhurm'u kurtardığını biliyoruz ve bundan sonra da bilinmeyecek kadar uzun yıllar diyar barış içerisinde kalıyor. Yerüstünde herhangi bir tehdit yok. Aslında mağara da, zaten ne olduğu açık. Tanrılar'ın ölümlüleri cezalandırmak için oluşturduğu bir mekân. :)

Belirttiğiniz yanlışlıkları tekrar elden geçiriyorum, teşekkür ederim. :)

Çevrimdışı Ancient

  • **
  • 54
  • Rom: 1
  • Ancient
    • Profili Görüntüle
Ynt: Hikâye II - Yeraltı Krallığı
« Yanıtla #3 : 18 Ağustos 2016, 14:35:34 »
Biliyorum, çok uzun zaman geçti ve ben hâlâ yazıyorum. Ancak hikâyenin üzerinde düzelte yaptıktan sonra tekrar ekleyeceğim. :)

Güncellendi. Hâlâ birkaç hata olabilir. Eğer gözünüze çarpan hata varsa, belirtmenizi rica ederim. Her zamanki gibi, eleştirilerinizi esirgemeyin lütfen. :)