Kayıt Ol

Kumarbaz

Çevrimdışı Cobain

  • *
  • 24
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Kumarbaz
« : 20 Haziran 2016, 12:13:04 »
KUMARBAZ

Son iki aydır evimi geçindirmek için herhangi bir çaba içerisinde değildim. Çalışmıyor ve elime geçen az miktarda parayı içkiye yatırıyordum. Hayatım boyunca bir kere bile ağzıma sürmediğim içkiye karşı son iki aydır, tuhaf bir şekilde, bağımlıydım. Onsuz bir hayat hiçbir anlam ifade etmiyordu benim için. Yorgun olduğumda, kendimi iyi hissetmediğimde, karımla kavga ettiğimde ve son iki ayın her gecesinde mutlaka içiyordum şu illeti. Artık öyle bir durumdaydım ki; hangi içkinin daha kaliteli olduğunu, koklamaya cesaret edemeyeceğiniz o mide bulandırıcı kokusundan rahatlıkla anlayabilir hale gelmiştim.

  Çoğu gece beş parasız gittiğim barda, edindiğim birkaç arkadaşımdan borç para alarak içiyordum. Gel zaman git zaman borçlarım kabarmaya başladı. Zaten sefilin tekiydim ve borçlarımı ödeyebileceğim tek kuruşum yoktu. Artık kimse borç para vermeye yanaşmıyordu. Hatta bardan içeriye girer girmez, sanki oraya geleceğimi biliyormuş gibi, beni öldürmeye yemin etmişçesine hemen üzerime üşüşürlerdi. ‘Borçlarını ödeme vakti geldi, Nico’ diyorlardı bana. Oysa birçoğu benden çok daha iyi durumdaydı.

  Giderek artan borçlarım yüzünden bara gidecek cesareti bulamıyordum. İçki içemez olmuştum ve bu, kötü hissetmeme neden olmuştu. Eve geç saatlerde dönüyordum; bu yüzden karımla sürekli kavga etmeye başlamıştık. Ailesinin artık bize yardım parası yollamayacağını, bir işe girip çalışmam gerektiğini geveleyip duruyordu. Karım Sophia mızmızın tekiydi. Çenesi bir kere açıldı mı kapanmak bilmezdi. Bir ay boyunca aynı şeyi söyleyip durdu. Evinde yemek dumanın tütmesini istediğini ve benimle beraber çok daha mutlu bir hayat yaşamayı arzuladığıyla ilgili birkaç saçmalıktan bahsetti. Bense onun söylediklerine aldırış etmiyordum. Sabrediyordu ama ben, sabrının bir gün tükeneceğini anlamıştım.

  Yine bir sabah yatağıma uzanmış, içki parasını nereden bulabileceğimi düşünürken bana seslendi.

- Seni tembel herif! Nereden buldum senin gibi ayyaş ve züğürt bir adamı bilmiyorum.

  Her zamanki gibi saçma sapan konuşuyordu işte. Şehirde benden başka onunla evlenecek aptal bir erkek yoktu. Oldukça çirkin bir kadındı ve iyi yemek yapmazdı. Alnından gözlerine ve oradan da ağzına doğru inen keskin bir yarası vardı. Evde kalmadığı için bana dua edeceği yerde azarlıyordu.

- Kapa çeneni kadın! Karnım açıktı, yemek yap bana.

- Eğer yemek istiyorsan, diye bağırdı Sophia, çalışmak zorundasın. Evde hiçbir şey kalmadı. Bütün paramızı aç domuzlar gibi yedin bitirdin.
 
- Düğün çeyizini sat o zaman! diye karşılık verdim ben de.

  Duyamadığım birkaç kelimede daha sarf ettikten sonra odama geldi. Hışımla kolumu tuttu ve beni yataktan yere doğru çekti. Her şey çok ani gerçekleşmişti; hiçbir şey yapamadım ve olduğu gibi yere serildim. Afallamış bir halde Sophia'ya baktım. Gözleri ateş saçıyordu.

- Çeyizimi asla satmam, anladın mı ? Onlara elini sürdüğünü görürsem gebertirim seni!

- Aptal kadın! diye bağırdım kendimi tutamayarak. Çeyizini satmazsan açlıktan öleceğiz. Kışın yağan yağmur çatıdan içeriye giriyor, yakında ev de başımıza yıkılır. O zaman anlarsın...

- Önce kendine bak ayyaş seni! Sabahtan akşama kadar evde pinekleyip duruyorsun. Ayağa kalkacaksın ve şehre inip iş bulacaksın. Eğer iş bulmazsan ailemin yanına giderim, sen de burada açlık ve pislik içinde geberip gidersin.

- Beni tehdit mi ediyorsun?

- Evet, seni tehdit ediyorum. Yeter artık, yeter! Anlamıyor musun? Bıktım usandım senden ve bu boktan hayatımdan.

  Bir an Sophia’nin gözlerinden yaşlar geldi. Ağlamak istemediğini ama buna engel olamadığını biliyordum. İnsan zor durumdayken ağlamak istemez; bunun bir kabullenme ya da pes etme göstergesi olduğunu düşünür. Ama Sophia’nın buğulanan sesi, gizlemeye çalıştığı pes etmişliğin kanıtıydı. Her şey anlaşılıyordu. Karım, tükenmişti. Yolun sonuna yaklaşmıştı. Ona baktığımda yürüyen bir ruh görüyordum artık. Ama bundan bana ne! Tanrım, benim tek derdim içki. Damarlarımda hissetmek istediğim tek şey o!

  Sophia, iki eliyle yüzünü kapadı. Kendini toparlamış göründükten sonra:

- Sana her gün kalk ve iş bul demekten sıkıldım. Başkalarının evinde hizmetçilik yapmaktan, hayvanlarının dışkılarını temizlemekten de… Şimdi ayağa kalkacak ve derhal şehre ineceksin, anladın mı? Bulacağın iş ne olursa olsun çalışacak ve evine para getireceksin. İşte o zaman yemeğini de yersin.

  Karım Sophia’nın söyledikleri normal birini kamçılayabilirdi ama bana pek bir anlam ifade etmemişti. Ben içki içmek istiyordum. Çalışmamak istiyordum. Oturduğum yerden para kazanmaktı tek arzum. Eski Nico değildim artık. Değişmiştim.

  Ancak öte yandan, eğer bir iş bulup çalışırsam içki için gereken parayı da bulabileceğimi biliyordum. Ne yazık ki tükenmiştim. Çalışamayacak kadar yorgun ve güçsüzdüm. Karımın beni kolumdan tutup yere savuruşunu tekrar düşündüğümde aslında ondan ne kadar da aciz bir halde olduğumu fark ettim. Karım bana ne yapmam gerektiğini söylüyordu. Bu inanılacak gibi değil !

- Madem öyle diyorsun şehre ineceğim ve iş bakacağım, dedim yalan söyleyerek.

- İş bulmadan evin yanına bile yaklaşayım deme sakın.

  Paçaları ve dizleri yamalı pantolonumu ve eski gömleğimi giyip dışarıya çıktım. Kara bulutlar gökyüzünü kaplamıştı, anlaşılan yağmur yaklaşıyordu. Şansıma havada ılık bir rüzgar vardı. Zira hava soğuk olsaydı üstümdekilerle fazla yaşayamazdım. Kış ayına yeni girmiştik ve ben, yazın gelmesi için defalarca dua ediyordum tanrıya. Gerçi benim gibi işe yaramaz, dinden anlamayan cahil bir adamın duasını neden kabul etsin ki tanrı?

  Derin düşünceler içerisinde şehre giden ağaçlık yola girdim. Evet, şehre iniyordum ama iş bulmak için değil. Çalışmayacaktım. Başıma silah dayasalar bile bunu yapmazdım. Bu zamana kadar çalışmıştım da ne olmuştu sanki? Öğlen sıcağında biçtiğim buğdaylar ne fayda getirmişti?

  Şehrin girişindeki köprüye vardığımda bir korku kapladı tüm benliğimi. Borçlu olduğum insanlar bir hayli fazlaydı. Belki şehrin yarıdan fazlasına borçluydum. Buradakiler içmeyi sever, bu yüzden tıpkı benim gibi sürekli barlarda vakit geçirirlerdi. Şehre girdiğim anda başıma üşüşecekleri kesindi. İyisi mi yolu biraz dolandırayım da batı yakasından gireyim diye düşündüm.

  Ne yazık ki işler pek umduğum gibi gitmedi. Aniden bastıran sağanak yağmur yüzünden sırılsıklam olmuştum. Üzerimde beni yağmurdan koruyabilecek hiçbir şey yoktu. Üşütüp hasta olacaktım. Keşke içebileceğim bir içkim olsaydı; o zaman içim ısınacaktı. Ah, ah!

  Neyse ki dalları uzun, yaprakları gür bir ağaç buldum ve onun altına sığındım. Yağmur akşamüstüne kadar devam ettiğinden şehre geç varmıştım, ki bu vakitte iş yerleri kapalı olur. Sevinsem mi üzülsem bilemedim. İş bulma imkanım olanaksızdı artık. Tüccarların ve insanların evlerine kazançlı dönmek için son kez pazarlık yapmaya çalıştıkları pazar yerinden geçip ıssız sokaklara karıştım. Buralar oldukça iyi tanıdığım yerlerdi. Sadece fenerler yardımıyla aydınlanan ürkütücü sokak, başından sonuna kadar bar ve türevi mekânlarla doluydu. Hangisine isterseniz girebilirdiniz.

  Gözüme sarı renkli tabelası rüzgarda savrulan Çekirge barını kestirdim. Orası fazla kalabalık olmazdı. Belki bir şekilde içki içebilirdim. Bir iki adım atmıştım ki, barlardan birinden borçlu olduğum bir adam çıkıverdi. Ardından bir başkası… Aniden korkuya kapılmıştım. Elim ayağım birbirine dolanmıştı. Ne yapsam ne etsem diye düşünürken, yere yatmayı akıl ettim. O sırada aklıma gelen tek mantıklı şey buydu. Sokak zaten karanlıktı, bu iki adam da kör kütük sarhoş olmuşa benziyordu. Kalp atışlarım inanılmazdı. Daha önce kalbimin bu kadar hızlı attığına şahit olmamıştım hiç. Sakin olmaya çalışarak bekledim.

- Nico eğer şehre inerse, dedi adamlardan biri aniden. Öldür onu. Cesedini de köprüden aşağıya at gitsin. Balıklara akşam ziyafeti olur.

  Diğer adamın gülerek cevap verdiğini duydum.

- Onun eti kemiği balıkları doyurmaya yetmez ki (!)

  Yanımdan geçip giderlerken tekrar birincisi konuştu.

- Paramızı getireceği yok. Borçlu olduğu çok fazla adam var ve hepsi öfkeli. Bir araya gelip bize borçlanmanın ne demek olduğunu göstermeliyiz ona.

- Gebertelim o eşşek suratlı herifi!

  Bir süre sonra sesleri boğuklaştı. Ardından da kesildi. Benden uzaklaşmışlardı. Rahatlamış bir şekilde ayağa kalktım. Başım çok fena beladaydı. Eve dönsem karım almazdı içeriye ve sokakta çakallara yem olurdum; şehirde kalsam borçularım beni kim bilir ne hale getirirdi. Bir çıkar yolu düşünürken aklıma eski dostum Simon geldi. Uzun süredir onu görmemiştim. Kendisi şehrin öbür yakasında yaşıyordu ve bana mutlaka yardım ederdi. Yetersiz ışıktan dolayı karanlığa hapis olmuş sokaklardan, şehrin karşı yakasına geçtim. Burada yoğun bir sis vardı ve evlerin çoğu birbirine benziyordu. Kaybolduğumu anlamam uzun sürmedi. İçkinin olmayışı beni iyice zıvanadan çıkartmıştı. Bağırmak, küfür etmek istiyordum zifiri karanlık sokağın ortasında.

  Neyse ki kendimi toparlamayı başardım. Başka çaremin olmadığını anlayarak, ay ışığı altında boyaları dökülmüş, pencereleri kırılmış bakımsız ve tekinsiz görünen bir evin ahırına saklandım. Geceyi saman yığınlarının arasında uyuyarak geçirecektim.


Gözlerimi açtığımda şaşkınlıktan donakalmıştım. Geceyi ahırda geçirdiğime adım gibi emindim ama şimdi uyandığım yer bir ahırı andırmaktan çok uzaktı. Temiz ve mis gibi gül kokan konforlu bir yatakta uyanmıştım. Tavanı kalp, kapıları ve camları daire şeklinde olan, sade düzenlenmiş bir odaydı burası. O hayvan dışkısının iğrenç kokusundan geçilmeyen rutubetli ve karanlık ahırda uykuya dalıp sonra ferah ve havadar bir yerde uyanmak çok tuhaftı.

  Tedirgindim çünkü buraya nasıl geldiğimi hatırlamıyordum. Üstümü başımı kokladım, içki kokmuyordum. Kafam yerindeydi. Acaba biri benim zavallı halimi görmüş ve bana acıyıp buraya mı getirmişti? Gerçi o pis ahıra benden başka girmek isteyecek hiç kimsenin olmadığına bir içki şişesi parasına bahse girerdim.

  Benliğimi saran şaşkınlıktan kurtulur kurtulmaz odayı incelemeye başladım. Düzenli olarak temizlendiği apaçık ortadaydı. Duvarlarda, yerlerde, tavan aralarında ve odanın diğer bütün köşelerinde tek bir toz yoktu. Her yer mis gibi kokuyordu. Oda, duvarlara asılan her biri farklı renkteki meşalelerin yardımıyla aydınlanıyordu. Sanki gökkuşağının içindeymişim gibi hissediyordum. Kırk yıl düşünsem böyle bir yerde uyanacağım akılımın ucundan bile geçmezdi. Tek umut ettiğim şey bu büyüleyici anın bir rüyadan ibaret olmamasıydı.

  Odadaki küçük koltuklardan birine oturdum, ayaklarımı da gayet rahat bir şekilde masaya uzattım. Bu anın keyfini çıkarıyordum. Keşke elimde bir içkim olsaydı diye düşünmekten de alıkoyamadım kendimi. Arkadaşım Simon'un zorlamasıyla başladığım içki hayatımın vazgeçilmez bir parçası haline gelmişti; en ufak bir keyif anımda yanımda istediğim tek şeydi artık. Ama yine de beni sarhoş eden başka bir şey vardı; büyüleyici odanın içime doldurduğu o muhteşem his. Mutluluk mu, yoksa tüm günahlardan arınıp huzura ermek midir bunun adı bilemiyorum. Garip bir şekilde mutlu olduğumu ve bunun beni sarhoşmuşum gibi sersemlettiğini hissetmiştim.
Beni buraya getiren yardımsever her kimse, onunla konuşacaktım. Ona minnettar olduğumu, elimden gelen herhangi bir işi de yapabileceğimi söyleyecektim. Belki bana yapabileceğim, parası bol bir iş verirdi. O zaman karımı da bin pişman ederdim beni azarladığı için.

  Odada yalnız başıma kalmaya alıştığım bir esnada kapı çaldı ve ben aniden heyecana kapıldım. Ayaklarımı masadan çektim, üzerimi başımı topladıktan sonra ayağa kalktım. Kalp şeklindeki kapı gıcırdayarak açıldı ve içeriye sarışın, melek gibi bir kadın girdi. Üzerinde vücut kıvrımlarını belirgin bir şekilde gözler önüne seren kırmızı satenden bir elbise vardı. Dalgalı saçları hoş bir ahenk ile omuzlarına dökülüyordu. Aklımdan 'Tanrım nasıl bir yere yolladın beni' diye geçirmeden edemedim. Heyecandan elim ayağım titremeye başlamıştı.

  Güzeller güzeli kadın iyice yanıma yaklaştığında, dolgun göğüslerine bakmaktan kendimi alamadım. Uzun süredir Sophia gibi çirkin bir kadınla beraber yaşadıktan sonra bu gördüğüm şey tarif edilemezdi.

- İyi uyuyabildiniz mi efendim? dedi kadın, oldukça nazik bir sesle.

  Dilim tutulmuştu. Ağzımdan zorlukla şu kelimenin çıktığını duyunca kendim de şaşırdım:

- Evet.

  Başka diyecek bir şeyim yoktu. Rüya âleminin tam ortasına düşmüştüm. Acaba kendimi tokatlasam, çirkin surat Sophia'nın yanında mı uyanırdım?

- Sizin için birkaç kıyafet getireceğim. Banyo odanızın hemen sağ tarafında...Temizlendikten ve üzerinizi değiştirdikten sonra aşağıya inin. Bay Şakacı ve oyun arkadaşlarınız sizi bekliyor.

- Anlamadım, oyun arkadaşlarım mı?
 
- Evet. Oldukça kazançlı bir oyunu oynamak için geldiniz buraya. Size bol şanslar dilerim efendim.

  Bütün bunların bir rüyadan ibaret olduğunu düşünmeye başlamıştım. Yüzümü birkaç kere tokatladım, gözlerimi kapayıp açtım ama değişen hiçbir şey olmadı. Hala bu odadaydım. Sarışın güzel de yanımdaydı.

- Bakın, beni biriyle karıştırıyorsunuz. Ben oyun oynamak için gelmedim. Hatta kendi isteğimle bile gelmedim. Yüce Tanrım, neler oluyor burada?

Kadın, elbisesinden üzerine kırmızı mühür damgalanmış bir parşömen çıkardı.

- Bakın, efendim. Bu kağıt sizin adınıza mühürlenmiş. Bize her yıl düzenlediğimiz oyuna katılmak için başvuru formu yollamışsınız.

- Bana bunun bir rüya olduğunu söyle, lütfen!

- Söylediğim gibi, dedi kadın, bu oldukça kazançlı bir oyun. Sizi dünyanın en zengin adamı edebilir.

- Beni buraya nasıl getirdiniz? Kimsiniz siz?

  Kadın bana doğru yaklaştı. Sanki başımdan aşağıya kaynar sular dökülüyordu. Ona daha fazla bakamayacaktım. Gözlerimi kuvvetlice yumdum  ve sonra şöyle bir cümlenin kulağıma fısıldandığını işittim:

- Sadece oyunun keyfini çıkarın, Bay Nico.

  Gözlerimi tekrar açtığımda kadın ortalıkta görünmüyordu. En başında hissettiğim mutluluk ve huzur yerini korkuya bırakmıştı. Yoksa bütün bunlar borçlu olduğum insanların bana oynadığı korkunç bir oyun muydu?  Bay Şakacı. Kimdi o ? Oyun arkadaşlarım. Ya onlar? Ben böyle bir yere gelmek istememiştim ki!

  Kaçabileceğim herhangi bir yer var mı diye etrafıma bakındım. Pencerelerdeki demir parmaklıklar büyük bir sorundu. Normal bir şekilde odadan çıkıp elimi kolumu sallaya sallaya dışarı çıkabilir miyim diye düşündüm. En azından şansımı deneyecektim.

  Parmak uçlarımda yürüyerek, çıt çıkarmadan kapıya ulaştım. Başımı yavaşça sağa çevirdiğimde kaçışımın olanaksız olduğunu anlayıp fikrimi değiştirdim. Düzgün giyinmiş kuşanmış bir düzine adam kapımın hemen önünde bekliyordu. Odamın tam karşısından ormanlık bir alan görünüyordu. Eğer yüksekçe duvarlardan atlayabilirsem...

- Bay Nico siz misiniz?

  Son planımda böylece altüst oldu.

- Evet, benim, diye karşılık vermek zorunda kaldım.  

  Diğerleri gibi iyi giyinmiş kuşanmış bir adamdı. Fazla yaşlı değildi. Kahverengi gözleri, seyrek kaşları ve küçük bir burnu vardı. Boyu da benden hallice kısaydı. Güneylileri oldukça fazla andırıyordu.

- Oyun sırası sizdeymiş. Bol şanslar dilerim, dedi adam omzuma dokunarak.

- Teşekkür ederim ama ben neyi ima etmeye çalıştığını gerçekten bilmiyorum. Ne tür bir oyundan bahsediyorsunuz?

- Kazançlı bir oyundan… Sıra sizde, tanrım büyük şans!

- Bakın, dedim adama yaklaşarak, bana yardım etmelisiniz. İsteğim dışı getirildiğim buraya. Eve dönmeliyim.

- Oyun bittiğinde zaten eve dönmüş olacaksınız, dedi adam gülerek. Tekrardan bol şanslar, umarım siz kazanırsınız.

  Sinirlerim bozulmuştu. Bu insanların arasında ne işim vardı? Hayatımda ilk kez eve dönmeyi çok istiyordum. O güzeller güzeli sarışın da umrumda değildi artık. Bu lanet olası oyunu da oynamak istemiyordum. Canıma tak etmişti artık. Hiç kimsenin bana engel olmaya hakkı yoktu. Kalabalığa aldırış etmeden merdivenlere doğru ilerlemeye başladım. Şaşkın bakışlar arasında çıkış merdivenlerinden inmeye başlamıştım. Tahmin ettiğimden daha kolay olacaktı. Merdivenlerden inmiş, çıkışı andıran kırmızı bir kapıya yaklaşmıştım ki keskin bir ağrı tam kafamın arkasından saplandı. Yere doğru eğildim. Kafamı hareket ettirecek halim olmadığından arkama dönüp bakamadım. Gözlerim kararırken iki kişinin beni kollarımdan tutup sürüklediğini hissettim. Hatırladığım son şey buydu.

Çevrimdışı Cobain

  • *
  • 24
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kumarbaz
« Yanıtla #1 : 20 Haziran 2016, 12:14:29 »
Bu kısa öyküyü daha önce başka bir yerde yayınlamıştım. Toplamda dört bölümden oluşuyor öykü.
Yukarıda birinci ve ikinci bölümü birleştirdim. Yani bir sonraki bölüm son bölüm olacak. İyi okumalar :)

Çevrimdışı Cobain

  • *
  • 24
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kumarbaz - Son Bölüm
« Yanıtla #2 : 23 Haziran 2016, 10:47:58 »


Yuvarlak bir masanın üzerinde açtım gözlerimi. Yüzüme doğru vuran keskin bir ışık demeti görüşüme engel olmuştu. Bu yüzden öncesinde etrafıma bakma fırsatı bulamadım. İki elimi yüzüme kapatıp ışıktan korunmaya ve kendime gelmeye çalıştım. Nerede olduğumu tam olarak idrak edemiyordum ama yanımda başkalarının da olduğunu, yalnız olmadığımı kulağıma gelen fısıltılar sayesinde anlayabiliyordum. Birkaç kişi benim hakkımda konuşuyordu.  Daha farklı birkaç kişi ise nasıl oynandığını bilmediğim bir oyun hakkında kimin kazanacağı üzerine tahmin yürütüyordu.

  Bir süre sonra çok daha iyi durumdaydım. Gözlerimi açtım ve etrafıma bakındım. Kumar masasını andıran yuvarlak bir masada tuhaf giyimli, tuhaf bakışlı adamlar oturuyordu.  Tam beş kişiydiler. Her biri masal kitabından fırlamış kahramanları andırıyordu: Kısa boylu, gür kızıl sakalları dizlerine kadar inen bir cüce vardı! Onun yanında güçlü, çevik ve pala bıyıklı bir yeniçeri, onun yanında şeytan bakışlı, korku masallarından fırlama bir kurtadam; benim yanımda ise başına yeşil kapüşon geçirmiş bir okçu, onun yanında da sivri kulaklı, yeşil gözlü, asıl bir elf. Bir günde ne kadar da çok tuhaflıklar görmüştüm böyle!

  Herhangi bir ahırda uyumanın o kadar masum bir şey olmadığını düşünmeye başlamıştım artık.  Küçük bir çocukken annemin bana anlattığı masal kahramanlarıyla yan yanaydım şimdi; üstelik bir kumar masasında! İnanılır gibi değildi.

  Artık her şeyin farkına varmıştım. Sarışın kadının ve takım elbiseli adamın bahsettiği oyun buydu, kumardı. Ben ve diğer beş kahraman, bir kumar oyunu oynayacaktık. Şaşkınlıktan dilim tutulmuştu. Oturduğum yerde kaskastı kesilmişti adeta, ne diyeceğimi bilemiyordum. Önce bu kahramanların balmumundan yapıldığını sandım çünkü hiç hareket etmiyorlardı.  Hemen yanımda duran okçuya el-kol hareketi yaptım ama tepki vermedi. Eğer canlı olsaydı yayına bir ok takar  ve beni duvara asardı. Yeniçerinin pala bıyıklarını bir güzel çektim ama herhangi bir hareketini göremedim. Demek ki korkulacak bir şey yoktu. Bunlar korkuluktan farksızdı ne de olsa!

- Bay Şakacı da geç kaldı.

  Ne?! Bir ses mi duymuştum? Emin olmak için  masal kahramanlarının gözlerine ve dudaklarına baktım. Hareket yoktu.

- Her zamanki Bay Şakacı işte.

  İçinde bulunduğum durum sandığım kadar iyi değildi. Sonunda kafayı sıyırmıştım. Karım Sophia, eğer şehre inmem için beni zorlamasaydı bunların hiçbiri başıma gelmeyecekti. Lanet kadın! Çirkin olduğu kadar uğursuz da…

- Biri az önce bıyıklarımı çekti, kimdi o kâfir?

  Başımı öne eğdim. Hiçbir şeyden haberim yokmuş numarası yaptım. Ya iyice delirmiştim ya da bu kahramanlar gerçekten konuşuyor ve hissediyordu. Eğer gerçekten bir oyun varsa da onlarla oynamak zorundaydım.

- Ve işte geldi.

- Sonunda!

  Cüce, yeniçeri, okçu, elf ve kurtadam birden bire canlanıverdiler. Elleri ve yüzleri hareket ediyordu hepsinin. Bay Şakacı dedikleri lanet olası adamı alkışlamaya başladılar. Cüce birden bire baltasını ortaya çıkardı ve keskin ucunu bana doğrultarak;

-Alkışlamaya başla, diye emir verdi.
 
  Bir cüce tarafından öldürülmek oldukça gülünç duruma düşürürdü beni. Ondan katbekat  büyüktüm, güçlüydüm. Üstelik burada ölürsem bir mezarım bile olmayacaktı. En mantıklı olan şeyi yapmaya karar verdim ve gülücükler saçarak henüz ortalıklarda görünmeyen Bay Şakacı’yı alkışlamaya giriştim.

- Bravo…Bravo sana!
 
- Bravo Bay Şakacı, bravo!

O sırada yuvarlak masanın tam karşısından bir duman yükseldi ve her yere dağılarak bizi de içine aldı. Bir süre göz gözü görmez olmuştu.
 
- İşte oyun zamanı, diyerek ulumaya başladı kurtadam.
   
  Kalbim inanılmaz bir hızla kanat çırpıyordu sanki. Göğsümü delip uçacakmış gibi hissediyordum. Heyecan tavan yapmıştı. Ben kırk yaşında bir adamdım ve kalbim bunlara dayanabilir mi bilemiyordum.

  Bir anda, sanki sihirli bir güçle, dumanın içinden siyahlara bürünmüş bir adam çıkıverdi. Siyah pelerin ve siyah kapüşon giymişti. Gözleri görünmüyordu ama onun da yeniçeri gibi pala bıyıklı biri olduğunu fark etmiştim.

  Bay Şakacı dedikleri adam bizi selamladı ve gür bir sesle teşekkür etti. Yüksekçe bir platformdan sesleniyordu bize. Pala bıyıklı adamın eli kapüşonuna doğru gitti. Adam kapüşonunu çıkardığı anda yerimden fırlayıp sevinçle bağırdım.

- Simon! Hey dostum, buradayım!

  Masadakilerin bakışları benim üzerimde toplandı. Neler olup bittiğini anlayamıyorlardı. Tanrım, inanamıyorum. Bay Şakacı dedikleri adam benim eski dostum Simon’du. Pala bıyıklarını gördüğüm anda anlamalıydım çünkü şehirde ondan başka pala bıyık modasına uyan kimse yoktu.

- Bana Simon mu dedin sen?

- Simon, kurtar beni buradan. Bak, ben istemeyerek geldim buraya. Yardım et bana.

- Beni başkasıyla karıştıyorsun oyuncu. Benim adım Bay Şakacı.

  Neden ona böyle dediklerini şimdi anlıyordum. Sürekli şaka yapan ve bundan hoşlanan biriydi Simon. Bir araya geldiğimiz zamanlarda hep fıkra anlatır, komik şakalar yapardı bana.

- Hadi ama Simon, dedim gülerek, bırak şakayı şimdi. Tamam, tamam… Bayağı korktum. Bu bana yaptığın en korkunç şakaydı, oldu mu?

- Otur yerine, diye bağırdı Simon. Oyun başlayacak. Şu saçmalığı da kes artık! Simon her kimse selam söylerim ona, merak etme.

- Sabrım tükeniyor, dedi elf. Biz asıl elfler fazla bekletilmemeli.

- Hayır, diye karşı çıktı cüce. Asıl biz kuvvetli, gaddar cüceler fazla bekletilmemeli.

- Höst! Asıl şanlı Fatih’in askeri yeniçeri bekletilmez.

- Kesin artık! İzin verin de oyun kurallarını anlatayım, oyun başlasın.

- Ama, demiştim ki…

- Yetti artık, sen hiç Osmanlı tokadı yememişsin belli ki! deyiverdi yeniçeri.

  Yaramazlık yaptığında azarlanan çocuklar gibi eğdim başımı. Tuhaf bir oyunun içindeydim ve yapacak bir şey yoktu. Şu kazançlı dedikleri oyunu oynayacaktım. Kim bilir? Belki zengin olurum ve bir içki fabrikası kurarım. O zaman karım Sophia’yı boşar, şu sarışın güzelle evlenirim.

  Bay Şakacı dedikleri adam, bir parşömen çıkardı ve okumaya başladı. Oynadığımız oyunun kurallarından bahsediyordu bu parşömen. Farklı bir kumar oyunuydu bu. Adı da tesadüf eseri Sophia’nın Laneti! Bu adı duyduğumda pek şaşırmamıştım. Eğer bu oyuna bir isim vermem istenseydi ben de aynı şeyi söylerdim.
 
  Oyun kurallarınca herkes bir kağıt çekecek ve o kağıdın arkası tavana bakacak şekilde masaya bırakacaktı.  Ardından bir ile beş arasında bir sayı söylemesi istenecekti. Eğer söylediği sayı ile çektiği kâğıtta aynı sayı yazıyorsa ilk turu kazanmış olacaktı. Ancak oyunu oynamak için ortaya bir şey sunmak gerekiyordu.

- Size ait olan herhangi bir şeyi masaya sunacaksınız. Eğer kazanırsanız ortaya sunulan her şey sizin olur. Kaybettiğiniz taktirde ortaya sunduğunuz şey artık size ait olmayacaktır beyler.  Herkes kuralları kabul ediyor mu?

  Yanımda oturan ve uzun bir süredir gıkını çıkarmayan okçu elini kaldırdı.

- Ben kabul etmiyoru…

- Anlaşıldı. Herkes kuralları kabul ediyorsa oyuna geçelim.

İlk kartı çekecek kişi bendim. Elim karta doğru uzanırken titriyordu. İçimden bildiğim bütün duaları okudum ve kartı çektim. Ardından göremeyeceğim şekilde masanın üzerine bıraktım. Bu oyunu kazanırsam içki parasını bulabilecektim. Gerçek bir kumarbaz gibi düşünmeli ve o şekilde hareket etmeliydim. Kumarbazlar sinsi olurdu. Rakiplerinin davranışlarını dikkatli bir şekilde gözetlerdi. Ben de öyle oynayacaktım.

Yeniçeri de bir kart çekti ve sıra kurtadama geldi. Kurtadam kartı çekerken zorlandı çünkü ellerindeki sivri tırnakları kartları çekmesini olanaksız hale getiriyordu. Binbir güçlükten sonra kartı çekebildi. Ardından sırayı elf, okçu ve cüce takip etti. O ana kadar gözlemlediğim şey kimsenin benim kadar heyecanlı olmadığıydı. Yoksa daha önce de mi bu oyunu oynamışlardı?

- Şimdi sırayla size ait olan bir şeyi sunun. Düşünmek için fazla vaktiniz yok, aklınıza gelen ilk şeyi söyleyin.

- Ben bir lembas sunuyorum masaya, dedi elf.

- Ben de bir sorguç sunuyorum, dedi yeniçeri.

Okçu oklarından birini, kurtadam tırnaklarından birini ve cücede kızıl sakallarının yarısı sundu masaya. Sundukları şeyleri duyunca büyük hayal kırıklığına uğradım. Kimse para sunmuyordu. Hepsi değersiz şeylerdi. Diyelim ki kazandım (!) Bir oku ne yapacaktım? Lembas? Hayatımda gördüğüm en berbat yiyecek. Ya sakallar? Zaten serseriydim, o sakallarla iyice isyancılara dönüşürdüm.

- Ya siz, Bay Nico?

Şimdi bir şey sunma sırası bendeydi. Fazla vaktim yoktu, hızlı olmalıydım. Aklıma masaya sunabileceğim hiçbir şey gelmiyordu. Sahip olduğum doğru düzgün bir şey yoktu ki.

- Biraz acele et gardaşım.

- Seni parçalara ayırmamak için zor tutuyorum kendimi.

Yeniçeri ve kurtadam beni öylesine büyük bir strese sürüklemişti ki, düşündüğüm şeyle ağzımdan çıkan şey bir olmadı.

- Karım Sophia'yı sunuyorum masaya.

Masadakilerin gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Ben de şaşkındım. Bir anda çıkıvermişti ağzımdan. Böyle bir şeyi hiç düşünmemiştim bile. Aklımdan evimizdeki köpeği geçiriyorken ağzımdan çıkan şeye bakın hele! Karımı kumar masasına sundum. Gerçi o da diğerlerinin sunduğu şeyler gibi değersiz. Üstelik başıma gelen bütün bu tuhaflıkların tek sebebi. Yine de o olmadan ev işlerine tek başıma nasıl yetişirdim.

- Ne desem bilemedim, diyerek şaşkınlığını dile getirdi okçu.

Ardından diğerleri...

- Ne güzel, ne güzel...

- Buradaki herkesin sahip olmak isteyeceği şey budur herhalde.

Büyük bir çoşkuyla beni alkışlamaya başladılar. Sevinmişti aptallar. Karımın nasıl biri olduğunu bilseydiler bu kadar çoşkuya kapılmazlardı hiç.

- Yatağımı ısıtacak bir kadına hayır demem, dedi cüce. Çok hoş, Bay Nico. Oyuna renk katıyorsunuz gerçekten!

İyice galeyana gelmiştik. Herkes büyük bir heyecanla tahmin ettiği rakamları söylemeye başladı. Okçu bir demişti ama kartında iki yazıyordu. Cüce ve yeniçeri üç dediler; cücenin kartında beş, yeniçerinin kartında ise yedi yazıyordu. Elf bir süre düşündü, sihir yapıp kartında yazan rakamı tutturacağını beklemiştim ama tam zıttı oldu. Demek ki irfan gücü bu oyunda işe yaramıyordu.

Sıra bendeydi. Şimdi heyecana kapılan, panikleyen bendim. Üstelik çaresiz durumdaydım. Karımın kaderi benim ağzımdan çıkacak sayıyla belirlenecekti. Ondan nasıl nefret ettiğimi hatırlattım kendime. Aklımdan ' Umarım bilemem ve seni kurtadam kazanır da parçalara ayırır; o zaman görürsün daha güzel hayatı.' diye geçirdim.

Ellerim ve ayaklarım ter içinde kalmıştı. Her yerim ateş gibi yanıyordu. Derin bir nefes aldım ve aklıma gelen ilk sayıyı, yanlış olmasını umut ederek söyledim.

- Sekiz.

Bay Şakacı benim çektiğim kağıdı açtı ve gülümseyerek;

- Yanlış. Karınız kurtadama gider, dedi.

Bir anda ayağa kalkıp sevinçle çığlık attım. Dünyanın en mutlu adamı bendim. Sophia gibi çirkin bir kadınla uyanmayacaktım güne. Onun berbat dışkı kokulu yemekleriyle midemi bozmayacaktım.

- Hiç vakit kaybetmeden diğer oyuna geçelim, dedi elf.

Biraz bozulmuştu anlaşılan. Hemen diğer ele geçmek ve gerçekten değerli bir şey kazanmak için hırslandığı belliydi. Bay Şakacı ikinci el için yeni kartları masaya dizdi. Önceki elde kartlar sarı renkteyken, yenileri mavi renkteydi; bu, oyuna bir farklılığın geldiğini gösteriyordu.

- Mavi kartlar çift haneli sayılardan oluşur, diye açıkladı Bay Şakacı. Tahmin etmesi en zor sayılardır bunlar. Bu yüzden değerli şeyler sunmayın.

Yeniçeri büyük bir cesaretle gümüş zincirlerini sundu masaya. Okçu kapüşonunu, cüce miğferini, kurtadam sivri dişlerinden birkaçını, elf de yüce ustalara yaptırdığını ve çok değerli olduğunu söylediği çelikten miğferini...

En sona yine ben kalmıştım ve herkes bana dönmüştü. Yine büyük bir şey sunmamı bekliyorlardı. Bu sefer çok rahattım çünkü aklıma gelen şey büyük bir şey değildi. Diğer el sunamadığım köpeğimi bu el sunacak ve onları hayal kırıklığına uğratacaktım.

- Evimi sunuyorum.

Ne!? Hayır, olamaz! Ama nasıl olabilir?

- Bay Nico'dan ardı ardına büyük sunuşlar geliyor. Önce karısı, şimdi de evi!

- Bir dakika, diye karşı çıktım. Ben bunu söylemek istememiştim. Lütfen, yalvarırım.

- Erkek adamın ağzından laf bir kere çıkar, dedi yeniçeri.

- Kırk yılın başı yeniçeriye katılıyorum, diye destekledi cüce.

Bu sefer fena kayaya toslamıştım. Böyle bir şey mümkün değildi. Biri bana sihir yapıyor olmalıydı. Aklımdan geçenle ağzımdan çıkan şeyler bir olmuyordu. Daha kötüsü en değerli şeylerimi sunuyordum. Çatısı dağılmak üzere olan ama yine de beni soğuktan koruyan bir evim vardı. Bu eli kazanmak zorundaydım. Başka şansım kalmamıştı hiç. Güvenebileceğim tek şey kartların çift haneli olmasıydı. Belki bu sayede tahmin etmeleri zorlaşırdı, ev de bana kalmış olurdu.

- Vazgeçme hakkım yok mu? Lütfen, lütfen, diye yalvardım son kez ama fayda etmedi.

'Demek öyle... Görürsünüz siz şimdi.' diyerek kendimi kamçıladım.

Oyunun başına kendime ettiğim bütün sözleri unutmuştum. Kumarbaz gibi oynamak mı, boşverin. Tam bir kaçık gibi oynayacaktım artık. Herkes sırayla tahmin ettiği sayıyı söylemeye başladı. İki elimi kulaklarıma götürüp kapadım. Ne dediklerini duymak istemiyordum.

Benim kulaklarımı kapattığımı gören cüce, çok daha gür bir sesle;

- Yirmi iki, dedi.

Ancak yanlıştı. Kartında otuz iki yazıyordu. Eğer evimi kazanırsa orayı avcı kulübesine dönüştüreceğini söyleyen okçu elli bir dedi. Kartında gerçekten elli bir yazıyordu ama daha kazanmamıştı; sırada bekleyenler vardı. Yine de güzelim evimin elimden gittiğini anlamıştım. Moralim iyice bozulmuştu. Diğerleri de kulaklarımı kapattığım için duyamadığım sayılar söylediler. Sıra bana geldiğinde okçu dışında kimsenin bilemediğini anladım. Ellerimi açtım ve içtenlikle dua ettim tanrıya. Hatta yalvardım. Eğer görünen bir varlık olsaydı ayaklarına da kapanırdım.

- Doksan iki, dedim korkarak.

Bay Şakacı kartımı açtı. Kalbim dayanmıyordu. 'Okuyamasın, dili tutulsun.' diye umut ettim ama böyle bir şey mümkün değildi. Tam şu an zamanın durmasını istiyordum.

- Doksan iki doğru, diye bağırdı Şakacı. Okçu ve Bay Nico tekrar yarışacak!

Mutluluktan göz yaşlarım sel oldu desem yeridir. Hayatımda ağlamadığım kadar çok ağladım; tabii ki mutluluktan. Herkesin çoşkulu alkışı eşliğinde bir kağıt daha çektim. Ardından okçu da bir kağıt çekti. İkimiz için de son şanstı bu. Hiç vakit kaybetmeden;

- On beş, dedim.

Doğru sayının bu olduğunu hissediyordum. Evimi kurtaracaktım. Okçu bir müddet düşündü, kafasını kaşıdı ve sonunda;

- Ben de on beş demek istiyorum, deyiverdi.

- İşte ben buna kumar derim! dedi çoşkuyla cüce.

Kurtadam uzun uzun uludu. Eğer on beş doğru çıkar da ben kazanırsam adımı efsanelere yazdıracaktım.

Bay Şakacı önce benim kağıdımı aldı eline. Artık kalbimin ritmi bozuk davullar gibi atmasına alışmıştım. Heyecandan yerimde duramıyordum. Farkında olmadan ayağa kalkmış, sağa sola zıplıyordum.

- Veee...Veee...

- Hadi artık oku şu lanet şeyi, diye bağırdım.

- Vee ne yazık ki ev okçuya gider. Kartınızda on altı yazıyor.

Olduğum yerde donakaldım.

- Sen hangi saçmalıktan bahsediyorsun böyle, diye çıkıştım. Kartlar hileli. Ya da ortada şike var. Böyle bir şey mümkün değil.

- Yerinize oturun ve sakin olun, Bay Nico.

İyice heyheylenmiştim. Sinirden ne yaptığımı bilmiyordum artık. İçki içemediğim zamanlardakinden bile çok daha fena sıyırmıştım kafayı. Ben, ben olmaktan çıkmıştım artık. Aniden kumar masanının üzerine çıktım.

- Son bir oyun, diye bağırdım. Ortaya kendimi sunuyorum. Eğer kazanırsanız bedenim ve ruhum size ait olur ama kaybederseniz hepinizin ruhunu ve bedenini alırım.

İlk kez ne söylediğimin farkındaydım. Bu sefer aklımdan geçen ile ağzımdan çıkan şey bir olmuştu.

- Yenilen pehlivan güreşe doymazmış derler, dedi yeniçeri.

- Kapa çeneni! Hadi? Sustunuz, kaldınız öyle. Korkaklar sizi!

- Bay Nico, dedi Şakacı. Daha önce böyle bir şey sunan olmadı. Kaybettiğiniz taktirde doğacak sonuçlardan biz ve loncamız sorumlu değildir.

-Anlaştık, dedim.

- Bir insan ruhuna sahip olmak benim hayatımını kurtarır. Ben varım, dedi kurtadam.

Ardından diğerleri de ellerini kaldırdı. Son ve adına yarışır şekilde en önemli oyun olacaktı bu. Artık kafayı sıyırmanın verdiği aptallıkla yeni gelen yeşil renkli kartlardan birini çektim. Bunlar da üç haneli sayılardan oluşan kartlardı. Kazanacağıma adım gibi emindim. Güvenim yerine gelmişti ama kaçırdığım aklım ortalıklarda görünmüyordu. Herkes sessiz ve tedirgindi.

Elf kısık bir sesle;

- Dört yüz, dedi.

Onu diğerleri takip etti. Ben sakindim çünkü kaybedecek bir şeyim yoktu. Onlar ise korkudan altlarına yapmak üzereydiler büyük ihtimal. Tahminler yapıldı ve şimdi büyük ana geldi sıra. Bay Şakacı oldukça heyecanlıydı ve zevkten etekleri zil çalıyordu. Kartları eline alıp platforma çıktı.

Okçu kaybetmişti. Onun ruhuna ve bedenine sahiptim neredeyse. Cüce ve elf de bilemediler. Şeytani bir kahkaha atıp önlerinde göbek attım. Kurtadam hayal kırıklığına uğradı. Sonsuza dek bir kurtadam olarak kalacaktı.

Ardından benim kartımda yazan sayı söylendi. Ben de bilememiştim ama yine de gülüyordum. Nasıl olsa yeniçeri de bilemeyecekti! Üç haneli bir sayıyı bilmek için mucize gerekiyordu ne de olsa.

- Yeniçerinin söylediği rakam dokuz yüz altıydı. Kartında yazan sayı ise d-o-k-u-z  y-ü-z  a-l-t-ı. Yanı bildi. Tanrım, yeniçeri bildi!

Başımdan aşağıya kaynar sular boşaldı. Her şey bir oyundu. Rüyaydı. Karımı ve evimi kaybetmemiştim. Kendimi tokatladığımda eve dönecektim. Buradaki herkes masal kahramanıydı sadece. Lütfen bir rüya olsun diye umut ediyorumdum ama nafile. Ruhumun bedenimi terk ettiğini hissediyorum. O saçma sapan masal kahramanları bana gülüp dalga geçiyorlar. Elf göbek atıyor. Kurtadam uzun uzun uluyor. Cüce şarkı söylüyor. Okçu ne yaptığını bilmez bir halde. Karım Sophia'a beliriyor karşımda birden ve şöyle diyor; oh olsun!

Son gördüğüm şey yeniçerinin bana iyice yaklaşması. Son duyduğum şey ise yeniçerinin söylediği su sözler;

- Benim bıyıklarımı çeken kafir sendin değil mi?


Bir garip son...

Çevrimdışı Bay_Karamsar

  • ****
  • 865
  • Rom: 12
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kumarbaz
« Yanıtla #3 : 21 Temmuz 2016, 22:21:27 »
Eğlenceli bir dibe vurma öyküsüydü.

Alıntı
Ona baktığımda yürüyen bir ruh görüyordum artık.

Buradaki "ruh," önemsiz, can sıkıcı anlamında kullanılmak istenmiş. Kelime tek başına kullanılınca olumsuzla bearber olumlu anlamlarıda çağrıştırır olup, cümledeki ifadeyi muğlaklaştırmış. Olumszluğu aktarmak için ek sıfatlar kullanılsa, mesela "dırdırcı ruh" gibi, iletilmek istenen olumsuz atıf daha belirgin olurmuş gibime geldi.

Öykünün geçtiği zamanı kavramakta biraz zorlandım ama. Öykü kimi kısımda geçmiş zamanda, kimi kısımda şimdiki zamanda geçiyormuş gibiydi.

Çevrimdışı Ayata

  • *
  • 8
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kumarbaz
« Yanıtla #4 : 25 Ağustos 2016, 01:56:47 »
Öykün güzel fakat geliştirmen gerekiyor yazımını.
Öncelikle söylemeliyim ki Rus edebiyatı seni etkilemiş, bu iyi bir şey.
Not all those who wander are lost.