GÜMÜŞ KONSEYİlk başladığında kimse bu raddeye geleceğini tahmin bile etmemişti. Avrupa cadılara alışıktı ve bunun da cadıların işi olduğunu düşünmüştü herkes. Pek umursanmadı ilk başlarda. Ne de olsa kurbanlar hayvanlardan müteşekkildi. Cadılara neler yapıldığını çok iyi biliyordu herkes ve bu cürete de hayret ediyordu bir yandan.
Katledilen hayvan sayısı arttıkça, rahatsız olmaya başlamıştı herkes. Kiminin kümes hayvanları, kiminin tek geçim kaynağı inekleri, koyunları üçer beşer katledilmeye başlayınca homurtular da çoğalmıştı. İşin garip olan tarafı; hayvanları kim ya da ne telef ediyorsa çok garip bir yol benimsemişti. Hayvanların hiçbir yerine zarar vermiyor sadece kanlarını içiyordu. Cadı avı sonuç vermemiş, olayların mahiyeti ve sayısı her geçen gün artmaya başlamıştı. Silah niyetine kullanılabilecek ne varsa kapıp yola düşmüştü insanlar. Kazmalar, kürekler, tırpanlar işi çiftçilik olanların ellerinde, kılıçlar, palalar ve mızraklar kullanmasını bilenlerin ellerindeydi.
Bir gece yarısı gerçekleşen saldırının ardından düşmüşlerdi yola. Ormanda saklanıyordu cadı. Güçlü bir söylentiydi bu. Saklanmak için bundan daha iyi bir yer de olamazdı herhalde. Kalabalık grup ellerinde meşalelerle ormanın derinliklerine yürüdü. Geride kalanlar merak ve endişe içinde beklerken, gece yerini gündüze bırakmıştı. Onca zamandır ne gelen olmuştu ne de giden. Yeni bir grup oluşturup, gece gidenleri aramaya çıkmışlardı. Gün tekrar batana dek arayıp taramışlar ama ne cadıdan ne de ava çıkanlardan bir iz bulamamışlardı.
Endişe yerini korkuya bıraktığında, köy meydanını siluetlere boğan meşale ateşlerinin altında ne yapacaklarını tartışan insanların aklına gelen tek şey, kraldan yardım istemekti. Fikir birliğine vardıkları tek konu buydu. Sabah gün doğmadan yola düşecekti ulak. İyi at binen, cesur bir genç talip olmuştu göreve. Şansları yaver giderse, yanında Kral’ın askerleriyle dönecekti.
Plan buydu ama uygulamaya fırsatları olmamıştı. Bir gece önce cadıyı avlamaya giden grup geri dönmüştü. Dönmüşlerdi ama gittikleri gibi değil… Hayvanlara neler olduğunu anlamaya başlamıştı herkes ama bunu kimseye anlatamayacaklardı. Babalar çocuklarını, abiler kardeşlerini, annelerinin boynuna acımasızca geçiriyordu dişlerini. Köy meydanını dolduran titrek meşale alevleri ve çığlıklar azalarak tükendiğinde, karanlık ve sessizlik tekrar egemen olmuştu geceye.
Kim savaşmaya çalıştıysa başarılı olamadı. Ya öldüler, çoğunlukla da savaştıkları şeye dönüştüler. Sayılarının hızla artması yetmezmiş gibi, ölümsüz olduklarına dair çıkan dedikodular insanları derin bir korkuya hapsetmişti. Kimse gün battıktan sonra dışarı çıkmaz olmuştu, evlerin kaplarını pencerelerini sıkı sıkı kapatmak yapabilecekleri tek şey olsa da, pek işe yaradığı söylenemezdi.
Kılıç ve okla öldürülemedikleri söylentisi, bu yaratıkları insanların gözünde birer canavara dönüştürmüştü. Hatta tanrının kendilerini cezalandırmak için gönderdiği cehennem yaratıkları olduklarını düşünüyorlardı. Zaman içinde organize olan insanlar, kendilerine özgü savaş teknikleri geliştirerek bu yaratıkların hakkından gelmeye çalışıyordu. Savaş her yerde devam etse de çok başarılı oldukları söylenemezdi. Her karşılaşma sonrasında yeni bir söylenti yayılıyor ve bu da insanların korkusunu körüklüyordu.
Ölmüyorlardı. Kılıç onları öldürmüyor, vücutlarına saplanan onlarca ok hızlarını bile kesmiyordu. İnsanlara göre çok daha hızlı ve çeviktiler. Sayısal üstünlük insanlarda olsa da, niteliksel üstünlük bu yaratıklardaydı.
Azılı düşman ve olanakların yetersizliği yetmezmiş gibi, yardım istenecek kimseler de yoktu. Birkaç bölgede görülen bu olaylar, hep münferit cadı vakaları olarak algılanıyordu. Kan içen, ölümsüz yaratıklar krallara komik gelmekten öteye gitmemişti. Kara büyücüler ve cadılar vardı ama kan içen bu yaratıkların varlığına inanmak komik geliyordu nedense.
Bu lanet derebeyleri ve soylular arasında da yayılmaya başladığında, işler daha da zora girmişti. Eli kolu uzun bu nüfuzlu kişiler kendilerini saklamakta zorluk çekmiyordu artık. Sahip oldukları imkanlar her yerde insanların aleyhine şartlar doğuruyordu. Bir avuç insan dışında “Vampir” adını taktıkları bu yaratıklarla mücadele eden kimse yoktu. Tek çare organize olup, mümkün olduğunca gizli çalışarak, bu yaratıklardan kurtulmaktı. Kurtulmak mümkün değilse de, en azından kontrol altında tutmaktı. Gizli kalmak ilk ve en büyük şarttı. Keza kimin hangi tarafta olduğunu bilmeye imkân yoktu. Bu şartlar altında direniş savaşa dönüşmeye başlıyordu.
*******
Gümüş Konsey, yıllarca süren yerel savaşların ardından kurulmuş, din adamlarından ve zenginlerden destek alan, cesaret ve savaşçılıklarıyla nam salmış şövalyelerden oluşan gizli bir topluluktu. Bir keresinde, bir çatışma esnasında yakalanan bir yaratık üzerinde günlerce deneyler yapmışlar, onları nasıl öldürebileceklerini bulmaya çalışmışlardı. Bu çalışmalar esnasında, bu yaratıkların gümüşe aşırı tepki verdiğini görmeleri, karanlık tünelin ucunda beliren bir ışık olmuştu. Vücuduna sapladıkları gümüş bir hançer, yaratığın acılar içinde, çığlıklar atarak mum misali erimesiyle sonuçlanmıştı. Bu olaydan sonra kurdukları bu birliğin adını Gümüş Konsey olarak belirlemiş ve savaşmaya devam etmişlerdi.
12 kişiden oluşan konseyin her bir üyesi kendi bölgesinde savaşı devam ettirmekten sorumluydu. Ayda bir kez bir araya gelip strateji belirliyorlardı. İçlerinden birinin yeni öğrendiği bir bilgi varsa paylaşıyorlar, yeni silahlar bulma hususunda çalışıyorlardı. Savaşta en çok ihtiyaç duyulan şey, insan gücüydü. Nitelikli ve cesur asker ihtiyacı had safhadaydı. İnsanları bu savaşa ikna etmek ve bu yaratıklarla karşı karşıya geldiklerinde, onları savaş meydanında tutabilmek oldukça zor bir işti.