Kayıt Ol

Kan Döngüsü (İkinci Kısım - Gümüş Konsey İki Yeni Bölüm)

Çevrimdışı M.K.Immortal

  • **
  • 290
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kan Döngüsü ( İki Yeni bölüm eklendi )
« Yanıtla #30 : 17 Şubat 2014, 15:00:57 »
Sevindim valla duhan :) Hele ki yabancı yayınevinin dikkatini çekecek gibi bir işe imza atman çok daha güzel. İnşallah olumlu bir sonuç çıkar da kitabını okumamız nasip olur :)

Çevrimdışı duhan

  • **
  • 284
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kan Döngüsü ( İki Yeni bölüm eklendi )
« Yanıtla #31 : 17 Şubat 2014, 15:28:16 »
Sevindim valla duhan :) Hele ki yabancı yayınevinin dikkatini çekecek gibi bir işe imza atman çok daha güzel. İnşallah olumlu bir sonuç çıkar da kitabını okumamız nasip olur :)

teşekkür ederim immortal. Hayırlısı neyse o olsun inşallah.

Çevrimdışı duhan

  • **
  • 284
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kan Döngüsü ( İkinci Bölüm - Gümüş Konsey Prologue )
« Yanıtla #32 : 02 Nisan 2014, 16:15:00 »
GÜMÜŞ KONSEY

İlk başladığında kimse bu raddeye geleceğini tahmin bile etmemişti. Avrupa cadılara alışıktı ve bunun da cadıların işi olduğunu düşünmüştü herkes. Pek umursanmadı ilk başlarda. Ne de olsa kurbanlar hayvanlardan müteşekkildi.  Cadılara neler yapıldığını çok iyi biliyordu herkes ve bu cürete de hayret ediyordu bir yandan.
Katledilen hayvan sayısı arttıkça, rahatsız olmaya başlamıştı herkes. Kiminin kümes hayvanları, kiminin tek geçim kaynağı inekleri, koyunları üçer beşer katledilmeye başlayınca homurtular da çoğalmıştı. İşin garip olan tarafı; hayvanları kim ya da ne telef ediyorsa çok garip bir yol benimsemişti. Hayvanların hiçbir yerine zarar vermiyor sadece kanlarını içiyordu. Cadı avı sonuç vermemiş, olayların mahiyeti ve sayısı her geçen gün artmaya başlamıştı. Silah niyetine kullanılabilecek ne varsa kapıp yola düşmüştü insanlar. Kazmalar, kürekler, tırpanlar işi çiftçilik olanların ellerinde, kılıçlar, palalar ve mızraklar kullanmasını bilenlerin ellerindeydi.
 
Bir gece yarısı gerçekleşen saldırının ardından düşmüşlerdi yola. Ormanda saklanıyordu cadı. Güçlü bir söylentiydi bu. Saklanmak için bundan daha iyi bir yer de olamazdı herhalde. Kalabalık grup ellerinde meşalelerle ormanın derinliklerine yürüdü. Geride kalanlar merak ve endişe içinde beklerken, gece yerini gündüze bırakmıştı. Onca zamandır ne gelen olmuştu ne de giden. Yeni bir grup oluşturup, gece gidenleri aramaya çıkmışlardı. Gün tekrar batana dek arayıp taramışlar ama  ne cadıdan ne de ava çıkanlardan bir iz bulamamışlardı.

Endişe yerini korkuya bıraktığında, köy meydanını siluetlere boğan meşale ateşlerinin altında ne yapacaklarını tartışan insanların aklına gelen tek şey, kraldan yardım istemekti. Fikir birliğine vardıkları tek konu buydu. Sabah gün doğmadan yola düşecekti ulak. İyi at binen, cesur bir genç talip olmuştu göreve. Şansları yaver giderse, yanında Kral’ın askerleriyle dönecekti.

Plan buydu ama uygulamaya fırsatları olmamıştı. Bir gece önce cadıyı avlamaya giden grup geri dönmüştü. Dönmüşlerdi ama gittikleri gibi değil… Hayvanlara neler olduğunu anlamaya başlamıştı herkes ama bunu kimseye anlatamayacaklardı. Babalar çocuklarını, abiler kardeşlerini, annelerinin boynuna acımasızca geçiriyordu dişlerini. Köy meydanını dolduran titrek meşale alevleri ve çığlıklar azalarak tükendiğinde, karanlık  ve sessizlik tekrar egemen olmuştu geceye.

Kim savaşmaya çalıştıysa başarılı olamadı. Ya öldüler, çoğunlukla da savaştıkları şeye dönüştüler. Sayılarının hızla artması yetmezmiş gibi, ölümsüz olduklarına dair çıkan dedikodular insanları derin bir korkuya hapsetmişti. Kimse gün battıktan sonra dışarı çıkmaz olmuştu, evlerin kaplarını pencerelerini sıkı sıkı kapatmak yapabilecekleri tek şey olsa da, pek işe yaradığı söylenemezdi.

Kılıç ve okla öldürülemedikleri söylentisi, bu yaratıkları insanların gözünde birer canavara dönüştürmüştü. Hatta tanrının kendilerini cezalandırmak için gönderdiği cehennem yaratıkları olduklarını düşünüyorlardı.  Zaman içinde organize olan insanlar, kendilerine özgü savaş teknikleri geliştirerek bu yaratıkların hakkından gelmeye çalışıyordu. Savaş her yerde devam etse de çok başarılı oldukları söylenemezdi. Her karşılaşma sonrasında yeni bir söylenti yayılıyor ve bu da insanların korkusunu körüklüyordu.

Ölmüyorlardı. Kılıç onları öldürmüyor, vücutlarına saplanan onlarca ok hızlarını bile kesmiyordu. İnsanlara göre çok daha hızlı ve çeviktiler. Sayısal üstünlük insanlarda olsa da, niteliksel üstünlük bu yaratıklardaydı.
Azılı düşman ve olanakların yetersizliği yetmezmiş gibi, yardım istenecek kimseler de yoktu. Birkaç bölgede görülen bu olaylar, hep münferit cadı vakaları olarak algılanıyordu. Kan içen, ölümsüz yaratıklar krallara komik gelmekten öteye gitmemişti. Kara büyücüler ve cadılar vardı ama kan içen bu yaratıkların varlığına inanmak komik geliyordu nedense.

Bu lanet derebeyleri ve soylular arasında da yayılmaya başladığında, işler daha da zora girmişti. Eli kolu uzun bu nüfuzlu kişiler kendilerini saklamakta zorluk çekmiyordu artık. Sahip oldukları imkanlar her yerde insanların aleyhine şartlar doğuruyordu. Bir avuç insan dışında “Vampir” adını taktıkları bu yaratıklarla mücadele eden kimse yoktu.  Tek çare organize olup, mümkün olduğunca gizli çalışarak, bu yaratıklardan kurtulmaktı. Kurtulmak mümkün değilse de, en azından kontrol altında tutmaktı. Gizli kalmak ilk ve en büyük şarttı. Keza kimin hangi tarafta olduğunu bilmeye imkân yoktu. Bu şartlar altında direniş savaşa dönüşmeye başlıyordu.

*******

Gümüş Konsey, yıllarca süren yerel savaşların ardından kurulmuş, din adamlarından ve zenginlerden destek alan, cesaret ve savaşçılıklarıyla nam salmış şövalyelerden oluşan gizli bir topluluktu. Bir keresinde, bir çatışma esnasında yakalanan bir yaratık üzerinde günlerce deneyler yapmışlar, onları nasıl öldürebileceklerini bulmaya çalışmışlardı. Bu çalışmalar esnasında, bu yaratıkların gümüşe aşırı tepki verdiğini görmeleri, karanlık tünelin ucunda beliren bir ışık olmuştu.  Vücuduna sapladıkları gümüş bir hançer, yaratığın acılar içinde, çığlıklar atarak mum misali erimesiyle sonuçlanmıştı. Bu olaydan sonra kurdukları bu birliğin adını Gümüş Konsey olarak belirlemiş ve savaşmaya devam etmişlerdi.

12 kişiden oluşan konseyin her bir üyesi kendi bölgesinde savaşı devam ettirmekten sorumluydu. Ayda bir kez bir araya gelip strateji belirliyorlardı. İçlerinden birinin yeni öğrendiği bir bilgi varsa paylaşıyorlar, yeni silahlar bulma hususunda çalışıyorlardı. Savaşta en çok ihtiyaç duyulan şey, insan gücüydü.  Nitelikli ve cesur asker ihtiyacı had safhadaydı. İnsanları bu savaşa ikna etmek ve bu yaratıklarla karşı karşıya geldiklerinde, onları savaş meydanında tutabilmek oldukça zor bir işti.



Çevrimdışı duhan

  • **
  • 284
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kan Döngüsü ( İkinci Bölüm - Gümüş Konsey Prologue )
« Yanıtla #33 : 02 Nisan 2014, 18:04:36 »
TOPLANTI - Sonun Başlangıcı

Atını dikkatle mahmuzladı. Sağ tarafında uzanan ve arzın merkezine kadar gidiyormuşçasına dipsiz gözüken uçuruma düşmemek için gözünü dört açmak zorundaydı. Önündeki atla birkaç metre mesafe bırakmıştı ki ters bir durumda  manevra yapmaya vakti kalsın. Toplantı her ay başka bir yerde yapılıyordu. Güvenlik ve gizlilik için alınmış bir önlemdi. Bir ulak gizli mühürle mühürlenmiş bir mektubu kendisine getirir o da yola düşerdi. Belirlenen buluşma yerinde, kendisine rehberlik edecek adamla buluşur ardından toplantının yapılacağı yere giderdi.

Bu rutin bir uygulamaydı ve konseyde ki herkes için geçerliydi. Toplantı için bu kez hayli zor bir yer seçmişler diye düşündü. İnsanın buraya gelmeyi istemesi için ya deli ya da çok cesur olması gerekiyordu. Yolculuk boyunca geçtiği yerleri, atlattığı badireleri düşündükçe, dönüş yolu şimdiden ıstırap vermeye başlamıştı ona. 

Ayazın insanın kemiklerine bir bıçak gibi işlediği, keçi oylundan bile berbat bir patikanın sonuna kurulmuş bir köydü burası. Aslında köy demek pek doğru olmazdı. Topu topu 6 ev vardı ve biri hariç hepsi enkazı andırıyordu. Birbirine oldukça yakın inşa edilmiş evlerin hemen ardından dümdüz bir duvar gibi yükselen dağın zirvesini kaplayan şey bulut mu yoksa sis mi bilmek mümkün değildi. İnsan niye böyle bir yerde yaşamak ister ki diye düşündü  Lord Valon.

Ayaklarının tutulduğunu ancak atından indiğinde anlayabildi. Bunun sebebi yorgunluk mu yoksa insanın sümüğünü bile donduracak kadar soğuk olan hava mı tam olarak bilmiyordu ama bildiği tek şey, bir an önce sıcak bir yer ve bir kap sıcak çorba bulamazsa bu dağ başında heykele dönüşerek öleceğiydi.  Deli gibi soluyan atına acıyarak baktı Valon. Zavallı hayvanın yüzü gözü salya sümük içinde kalmıştı. Rehberi atından inip, onun da atını yularından çekiştirerek ahır için bile fazla harap görünen yapıya doğru yürürken, o da toplantının yapılacağı yer olduğunu anladığı kulübeye doğru yürüdü.

Yer yer çürümüş, yer yer çakıldıkları yerden sökülmüş tahtaların örttüğü, çatısının bir kısmı içeri doğru göçmüş, etrafındakilere göre oldukça iyi durumda olduğu varsayılabilecek bu kulübenin toplantı için en uygun yer olduğunu düşünmekle hata yapmadığını anlaması uzun sürmedi. İçeriden sızan cılız ve titrek ışık ta bu fikrini güçlendirmişti. Yıkılacakmış gibi duran ahşap kapıyı dikkatli ve yavaşça itip, içeri girdi. Uzun boyu eğilmeden geçmesine izin vermemişti. Tutulmuş bacakları gibi beli de isyan etti kamburlaşınca. Kapıyı geçip durdu ve  sağlamlığı konusunda derin şüpheler uyandıran uzun masa haricinde yine tuzakmış gibi görünen tahta sandalyeler haricinde herhangi bir şey barındırmayan kulübeyi hızlıca taradı. Sağ ve sol duvarlara takılmış meşalelerden çıkan kesif is kokusu, oksijen bombardımanına alışmış ciğerlerini yakıyordu.

Dışarıdan gelen nal sesleri gelen başka birilerinin habercisiydi. Masanın uzak ucunda oturan kapüşonlu adam usulca ayağa kalkıp, konuşmadan selamladı Valon’u. Nal sesleri uzaklaşırken, ahşap kapı gıcırdayarak tekrar açıldı. İçeri giren adam yine Valon gibi eğilmek zorunda kalmıştı. Yorgunluğu ve üşümüş olduğu her halinden belli olan adam, konuşmadan başıyla elam verdikten sonra, içerideki tek ısı kaynağı olan meşalelere doğru yürüdü. Sobada ellerini ısıtırmışçasına siper etti birkaç saniye. Buz kesmiş derisine işleyen sıcaklık hoşuna gitmişti.

Gece boyu nal sesleri, at kişnemeleri eksik olmadı. 12 kez açıldı kapı ve son sandalyenin de sahibi geldiğinde toplantı başladı. Şahsen tanışan bu adamlar birbirleri hakkında çok fazla bir şey bilmiyordu. Zaten bilmeleri de gerekmiyordu. Ne kadar az bilgi o kadar az risk demekti. Herkes sadece verilen görevi ifa etmekle yükümlüydü ve merak içinde olmak bu görevler arasında yoktu.