Kayıt Ol

KADİM ÖLÜM I, II, III, IV, V, ve VI Bölümler

Çevrimdışı Bars Elsa

  • **
  • 318
  • Rom: 4
    • Profili Görüntüle
KADİM ÖLÜM I, II, III, IV, V, ve VI Bölümler
« : 17 Eylül 2010, 15:48:37 »
RÜYA

          Havada garip bir ambiyans vardı. Ay; olanca parlaklığını koyu lacivert bulutların ardına gizlemiş, sisler tepeciklerin zirvesini adeta işgal etmişti.  Uzaklardan tok kurt sesleri geliyordu bir yandan, bir yandan da baykuş sesleri duyuluyordu. Sonu belirsiz bir ufuk çizgisine uzanan yolun ortasında yürüyordu Bars. Nereye gideceğinden, neler yapacağından habersizdi. Sanki başka bir boyuttan gelen gizemli bir güç, ayaklarını kontrol altına almış, onu belirlediği bir güzergâh üzerinde yönlendiriyordu. Trafik çizgileri silinmiş bu karanlık yol üzerinde kendinden habersiz yürürken, nedendir birden cebinden bir Camel sigara çıkarttı, artık titremeyen parmaklarıyla tuttuğu kibriti ikinci denemesinde yakabildi ve sigarasına doğru uzattı.

          Yolun iki kenarında sonsuzluğa doğru uzayan servi ağaçlarının arasında; onu izleyen, göremediği birilerine ait gözler hissediyordu; ama bilinmez bir sebeple hiç korkmuyordu genç adam. Ayın kısmen aydınlattığı bu karanlık yol üzerinde, yönünü hiç değiştirmeden yürürken sigarası yavaş yavaş bitiyor; ama vücudunda hala nikotinin eksikliğini hissediyordu. Sigara, birazdan filtresini eritmeye başlayınca, yenisini çıkarmak üzere elini cebine attı ve biten sigaranın közüyle yenisini yaktıktan sonra gidince öğreneceği yere doğru yolculuğunu sürdürmeye devam etti.

          Gencin üzerinde; en sevdiği tişörtlerden biri olan Marilyn Manson resimli tişörtü ve siyah kot pantolonundan başka bir şey yoktu. Sonra birden aklına, bir sokak satıcısından birkaç liraya satın aldığı dijital kol saati geldi ve zamanı öğrenmek için sağ koluna baktı. Yazıları okuyabilmek için, saati suratına iyice yaklaştırması gerekiyordu; acaba, dedi, bir rüyada mı dolaşıyorum, burası gerçek mi yoksa? Yazıları okuyunca, anlamsız bir rahatlama sardı Bars’ın vücudunu; çünkü ekranda yanıp sönen yeşil ışıkta saatin 03.43 olduğu yazıyordu, tarih bölümündeyse 12 Ekim 2073, yani bugünün tarihi yazılıydı. Ama bir nebze olsun rahatlamış olmasına rağmen hala içinde bir tereddüt vardı; gerçek bir zaman diliminde, gerçek bir mekânda mı dolaşıyordu, yoksa yaşadıkları birer rüyadan ya da sanrıdan mı ibaretti hala anlayabilmiş değildi genç adam. Buraya nasıl geldi, ne zamanda beri öylece yürüyor en ufak bir fikri bile yoktu; buraya gelmeden önce yaşadıklarıysa hatırından tamamen silinmişti Bars’ın. Yürüdükçe yolda, bilincinden sıyrılıyor, hiçbir şeyi umursamaz hale geliyordu Bars. Artık sadece bu yolculuğun bir an önce bitmesi için adımlarını her an biraz daha hızlandırıyor, arada bir de sigarasını yakmak için birkaç saniyeliğine duruyordu.

          Yolculuğunu idrak etmeye başladığı andan bu yana kaç dakika, saat ya da gün geçtiğine dair bir fikri olmadığı bir an, yolun sağına, ormanın içine doğru kıvrılan bir patika gördü ve ayakları buraya yöneldi adamın. Artık asfalt yoldan ayrılmış, çeşit çeşit upuzun ağaçların arasında, zifir kadar karanlık bu toprak yol üzerinde devam etmişti yolculuğuna. Kurt ulumaları kesilmişti; ama kumruların hüzünlü çığlıklarına bir de korku filmlerindeki gibi hafif bir rüzgâr uğultusu musallat olmuştu. Kuru yaprakların ve etçil hayvanlara yem olmuş hayvanların kemiklerine basa basa, yolculuğunun sonucu mu yoksa onu bir amaca yönlendirecek bir yer mi olduğundan emin olmadığı yere giderken birden önünden bir ceylan yavrusu sekerek uzaklaştı. Bars, bir anlık bir ürküntüden sonra ceylanın arkasından baktıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi devam etti seyahatine. Kuru yaprak ve hayvan kemiklerine bastıkça çıkan sesler sanki ruhunu törpülüyormuş gibi titretiyordu genç adamın içini lakin bu titreyişler, oradan kaçarcasına uzaklaşmasına değil, gideceği yer hakkında delice bir meraka sebep oluyordu.

          Gökyüzü; seyrekleşmiş bulutların arasından sızan ay ışığıyla birlikte, patikanın görülebilen son noktasıyla birleşen dağlarla birlikte bir kartpostal görünümü almıştı. Bulutlar, yerini lacivertten beyaz ve turuncu yansımalara bırakmıştı. Gencin içinde bulunduğu sahne, ona fantastik bir dünyanın terk edilmiş vadilerini andırıyordu. Çürümüş yaprak ve yer yer çamur birikintileriyle dolu orman yolunda saatine göre kırk beş dakika, hislerine göre günlerce yolculuk yaptıktan sonra bir göl kenarına varmıştı delikanlı. Artık tamamen dağılmaya yüz tutmuş bulutlar ve ayın yansıması gölün berrak yüzeyinde dans eden bir kadın gibi görünüyordu. Kartpostalı tamamlayan bu gölde yüzen birkaç ördekse delikanlının umurunda bile değildi. Bulutların ve ayın bale gösterisini birkaç saniye izledikten sonra, yoluna devam etme kararı aldı Bars ve çamurlu sahilde bata çıka ilerliyordu yolunda.

          Artık merakla birleşik heyecanı azalmış sahilde yürürken, ağaçların arasından yüksek duvarlarla örülü bir ev gördü ve ayaklarına oraya yönelmesini emretti. Eve yaklaştıkça, onun bir evden çok şatoya benzediğini fark etmesine, duvarın üzerinden seçilebilen bir kule sebep olmuştu Bars’ın. Şatoya yaklaştıkça, gelmesi gerektiği yerin burası olduğunu daha iyi anlıyordu genç adam ve kapıdan bir an önce içeri girmek için adımlarını hızlandırmaya başlamıştı bile. Acaba kendisini buraya yönlendirdiğini düşündüğü gizemli güç, onu burada mı bekliyordu? Ortadan tamamen kaybolmuş bulutların ortaya çıkardığı ay ışıklarının, görünmesini sağladığı yüksek demir kapıya, ayağına demir kütleler bağlanmış gibi ağır adımlarla yürürken beynini gasp eden bu paradoksal düşüncelerle baş etmeye çalışıyordu bir yandan da Bay Bars. Boyunu neredeyse üçe katlayan kapının ağır sürgüsünü iki eliyle zar zor açtıktan sonra kapının, bahçeye doğru adeta süzülerek ilerlerken çıkarttığı gıcırtının, gölün karşısındaki kaya dağlardan gelen ekosuyla, ormandaki bütün kuşlar aynı anda havalanmıştı adeta. Bahçe kapısından şatonun giriş kapısına doğru uzayan taş yolun iki tarafındaki binlerce yıllık ağaçların arkasındaki karanlıklarda neler olduğu görülemiyordu lakin şatonun giriş kapısı ve yüksek pencerelerine kadar olan kısım insanı ürkütmeye yetip de artardı bile. Ancak ay ışığı sayesinde seçilebilen şatonun duvarları da kayalardan örülmüş, asimetrik kaya parçalarının arası çimento olmadığı anlaşılabilen bir maddeyle doldurulmuştu. Bars, beş insan genişliğinde ve kendisini bir buçuğa katlayan giriş kapısına pervasızca ilerlerken, kendisini bekleyenlerden bihaberdi ve bu, onu zerre kadar ilgilendirmiyordu ne var ki her adımını atmadan önce, intihar etmeye karar vermiş birisi gibi düşünüyor ölüme her adımda biraz daha yaklaştığını hissediyordu. Böyle hissetmesinin tek bir nedeni olabilirdi. Kendisini buraya yönlendiren kişinin, Bars’ı içeride büyük bir sabırsızlıkla bekliyor olduğu gerçeği… İçeri girince karşısına çıkacak kişinin ona neler yapacağından veya ondan ne isteyeceğinden daha çok bu bilinmezliklerle dolu olaylar silsilesinden sıyrılıp bilmediği her şeyi öğrenmek ilgilendiriyordu Bars’ı.

          Ahşap kapının önüne gelince durdu ve bir sigara yaktı aniden. Eğer içeri girdiği anda ölürse, son sigarasını içmeden yok olmak istemiyordu. Bunun için, hiç acele etmeden ve tadını çıkara çıkara içti sigarasını. Her dumanda aldığı o anlatılmaz hazzı bütün dünya nimetlerine değişecekmiş gibi görünen surat ifadesi, sigara bittikten sonra tekrar eski haline döndü. Hiç acele etmeden, kapının sağındaki zile doğru uzattı elini, birkaç kere denemesine rağmen herhangi bir ses gelmedi. Zil bozuktu. Neden sonra, kapının tam ortasındaki, karmaşık bir denizci düğümüne benzettiği kapı tokmağını gördü ve birkaç kere tıklattı Bars. Çıkan ses gök gürültüsünü andırıyordu. Tokmağı kapıya vurmasından bu yana dört beş dakika geçmiş olmasına rağmen açılmamıştı. İçeride kimsenin olmayabileceği düşüncesine inanmak istemiyordu genç adam, o yüzden bir kere daha vurdu garip şekilli tokmağı kapıya. Ama hala açılacak gibi durmuyordu kapı. Nedense artık bir rüyada olduğunu ve rüyanın sonuna geldiğini düşündü ve kapı açılmadan uyanacağı fikrine kapıldı genç adam. Aklındaysa artık orayı terk etmek vardı. “Madem beni buraya birisi çekti, kapıyı da açmak zorunda, daha fazla beklemeden gideceğim” diye geçirdi içinden ve son bir kere daha çaldıktan sonra orayı terk etmek üzere arkasını döndü Bay Bars. Uzun süredir durmadan yürüyordu ve güneş çoktan doğmuş olmalıydı ne var ki her yer zifiri karanlıktı; ama buna hiç aldırmadan bir sigara daha çıkardı cebinden ve kibriti yakmak için elini kutuya siper etti. Paket bitmeden önce, ya birileri bulmalıydı genç tiryakiyi ya da en iyisi artık uyanmalıydı bu saçma sapan rüyadan.

          Sigarasını yakmış, tam bahçeyi terk etmek üzere adımlayacakken kapının ardından belli belirsiz sesler duyar gibi oldu. İnsan sesi değildi bu duydukları. Bundan emin olmak için kapıya biraz yaklaştı ve daha net duymak istedi sesleri, evet bu sesler kesinlikle bir insana ait olamazdı. Kulağını kapıya iyice yaklaştırmış ve duyduklarının bir çift mokasenden gelen takırtılar olduğunu fark etmişti. Nihayet birisi, kapı sesini duymuş, hiç acele etmeden kapıyı açmak üzere Bars’a doğru geliyordu. Bars’ın şu ana kadarki sükûneti birden yok olmuş, büyük bir korku kaplamıştı benliğini. Kapıyı açmaya gelen adam, Bars’ı görmeden önce oradan uçarcasına kaçmak, hiç durmadan ve arkasına bakmadan koşmak istiyor olmasına rağmen, genç adamın ayakları yere yapıştırılmıştı sanki. Bars da kadere ayak uydurarak öylece beklemişti, heyecan ve merak duygusuna anlaşılmaz bir korku karışan karmaşık bir ruh haliyle. Bu bekleyiş, bir dakika sürmüş ya da sürmemişti ki; kapı, adamın sırtında karıncalanmaya neden olan bir gıcırtıyla açılmaya başladı, Bars’ın üzerine doğru. O an Bars, hayatının burada sona ereceği düşüncesine o kadar inandırmıştı ki kendisini, kapının içine bakmaya bile yeltenmemişti. Gözlerini olanca kuvvetiyle sıkmış, öylece bekliyordu olacakları. Kapı tamamen açılıp duvarla bir olunca ki bu nereden bakılırsa bakılsın Bars’a bir ömür kadar uzun gelmişti, adam gözlerini açıp, cellâdının yüzünü görmek isteyen ölümcül bir merakla bakmıştı kapıdan içeri. Kapının ilerisindeki yarı karanlık ortamda kimse görülmüyordu. Bir hayalet mi açmıştı kapıyı Bars’a yoksa? Ya da büyük bir ihtimalle kafayı yiyordu genç!

          Endişeli ve şaşkın ama daha çok merak dolu bir surat ifadesiyle kafasını içeri uzattı Bay Bars ve bu garip yapıyı incelemeye koyuldu. İçeri girmek için büyük bir istek duyuyor, bir yandan da girmemek için çaba harcıyordu genç adam, ama ayaklarına kendisi emir veremiyordu şu an. Loş ışıklarla yarı karanlık bırakılmış holde yürümeye başladığında, kendisini, tehlikelere karşı korumak için her zaman temkinli davranmak zorunda olan, şişman bir av hayvanına benzetiyordu kendisini maceraperest genç adam. Etrafına meraklı bakışlar fırlatırken dikkatini cezbeden objeler karşısında, bir sanat müzesini dolaşan yarı entelektüel birisi gibi davranıyordu. Adamın gözlerine ilk takılan nesne, hemen sol tarafında duran ahşap bir portmantoydu. Dört askılıklı bu portmantonun bir kolunda, simsiyah deri bir pardösü asılıydı, diğerlerinde de deriden yapılmış, apoletlerinde metal çiviler bulunan gotik bir ceket, siperliğinden, üzerine doğru ilerleyen kuru kafa resimli bir şapka ve örgü bir kaşkol duruyordu. Bars, bu temiz kıyafetleri görünce artık burada birilerinin yaşıyor olma ihtimalinin yüzde yüz olması gerektiğine inanıyordu. Ama kendisine kapıyı kim açmıştı, orası hala bir muallâktı genç adamın gözünde. Beyninde bu ve bunun gibi milyonlarca düşünceyle holden geçerken genç adamın gözüne takılan başka bir şeyse duvarların iki tarafına özenle yerleştirilmiş tablolar oldu. İkisi sağ tarafta, ikisi sol tarafta dört tablodan oluşan bu çerçeveleri incelemeye başladı Bars. İlk tabloda, dışarıda gördüğü göl ve kaya dağlardan oluşan manzara resmedilmişti sanki. Kızıl gökyüzünde beliren masmavi ay ve göldeki ördekler… Her şeyiyle dışarıda gördüklerini yansıtıyordu be resim. Diğer ikisiyse; sanki ev sahibine, kıramayacağı kişiler tarafından hediye edilmiş ve oraya mecburen yerleştirilmiş, amatörce çizilmiş natürmortlardı. Ama Bars’ın asıl ilgisini çeken, duvarın sağ tarafında ikinci sırada asılı duran bir portreydi. Çok uzun zaman önce resmedildiği aşikâr olan bu tabloda bir bayan ve bir erkek resmedilmiş, Bars’ın böyle düşünmesine neden olan şey de üzerlerine giydikleri elbiselerdi. Otuzlu yaşlarının ortasındaki adamın başında, on dördüncü yüzyıla ait gibi görünen bir fötr şapka vardı, koyu renk ceketinin içindeki beyaz gömleğini, aynı dönemlere ait, lortların taktığına benzeyen özenle bağlanmış küçük, değerli taşlarla süslü parlak gri bir kravat tamamlıyordu. Ceketinin göğüs cebinden, parlak metal zincirli bir köstekli saat sarkan adam, elinde iki kalın halatın birbirine sarmal şekilde dolanmış hali gibi görünen bir baston tutuyordu. Sol elindeki bastonu yere hışımla vurduktan sonraki hali resmedilmiş gibi duran, siyah, dalgalı saçlı adam, sol elini kadının omzundan sarkıtmış yüzü bayana kısmen dönük duruyordu. Adamın koyu renkli kumaş pantolonuna yapışmış gibi duran bir de kaniş vardı kadınla erkeğin aralarında. Adamın solunda duran, ondan biraz daha uzun boylu kadın süt renginde bir gece elbisesi giymiş, elbisenin dekoltesinden fırlayacakmış gibi duran iri göğüslerinin tam ortasına işlemeli, pırlanta bir broş iliştirilmişti. Kadının dalgalı, bal rengi saçlarını örten gri şapka her an düşecekmiş gibi görünüyordu. Adamın da kadının da suratları, hastalıklı gibi, bembeyaz resmedilmiş, kireç gibi suratlarına oturttukları hafif tebessüm sanki hayatın keşmekeşini ve anlamsız aceleciliğini benliklerinden sıyırmış, hiçbir dünyevi sorunla ilgilenmediklerini anlatır gibiydi.

          Şatonun içerisine doğru adımlarken, derinlerden hafif bir piyano sesi gelmeye başlamıştı Bars’ın kulağına. Ne yapacağını bilmez halde öylece ilerlerken bu ses, Bars’ı kendinden almış, o ana kadar hiç hissetmediği gibi mutlu hissetmesine neden olmuştu. Birkaç saniye içinde piyano sesinin kaynağını oluşturan büyük bir salona vardı. Bilmediklerini öğrenecek olmaya yaklaştığını hissetmesi, heyecanını daha da artırmış, cesaretindense hala bir şey kaybetmemişti genç adam. Oysa hayatının hiçbir döneminde böyle aptalca cesaret gösterileri sergilememişti Bars… Buraya neden geldiğini, yapacağı şeyleri ne uğruna, kimin için yapacağını öğrenmesine çok az kalmıştı Bars’ın. Bu heybetli salonun ortasına varınca gözüne çarpan ilk şey, o cezp edici sesin kaynağı oldu. On beş adım ilerisinde, duvarın kenarına yerleştirilmiş, parlak cilalı siyah bir kuyruklu piyano… Piyanoyu görünce hissettiği heyecan doruk noktasına ulaşmış, burada bir hayalet ailesinin yaşadığı fikrine iyice kaptırmıştı artık kendini genç. Derinlerden gelen bu büyüleyici müzik, tam karşısında duran piyanodan geliyordu. Piyanonun başında hiç kimse yoktu. Bir piyano kendi kendine, kurularak çalışabilir mi bilmiyordu; lakin artık bu eski ama bakımlı şatoda, cennete alınmamış bir hayalet ailenin yaşadığından o kadar emindi ki…

          Yaşadığı anlamsız cesaretin, yüreklendirici sesleri, ona bu acayip yapıyı incelemeye devam etmesini söylüyor, Bars da bu sese karşılıksız itaat ediyordu. Şatoda ilerledikçe, günlerce yürümesinin neden olduğunu düşündüğü bir yorgunluk çöküyordu vücuduna genç adamın, ancak hiç dinlenmeden yürüdüğü anlarda en ufak bir yorgunluk hissetmemesine rağmen, yürüyüşünün amacı olan bu yerde neden bastırmıştı bu yoğun uyku isteği? Yorgunluk; her adımında vücudunu esir alıyor, gördüğü, üzerinde uyuyabileceği ilk mobilyaya kendisini atmak istiyordu genç adam. Ama bir yandan da hiç bilmediği bu yabancı yerde uyuması ne kadar doğru olurdu, bilmiyordu. Şimdi bunları düşünecek hali yoktu ve bir an önce bir koltuk ya da daha iyisi bir yatak bulmak için etrafta geziniyordu. Acaba Bars’ı buraya çeken şey, şimdi de onun uyumasını mı istiyordu? Piyanonun ağır ritimleri, onu hipnotize ediyor, gözlerini bile kırpamayacak duruma getirdiği genç adam, gözleri yarı açık yarı kapalı halde bir oraya bir buraya gidiyor, girdiği onlarca odadan, bir yatak bulamamış olmanın verdiği umutsuzlukla çıkıyordu. Öyle ya, hayaletler uyumazdı değil mi? Yukarı kata çıkan, kristal korkuluklu bir merdiven görmüş ve şansını bir de yukarı kattaki odalarda denemeye karar vermişti Bay Bars. Merdivenin kollarına, düşmemek için tutunarak çıkarken yorgunluğu da zirveye ulaşıyor, olduğu yerde uyuyup, merdivenlerden düşmemek için büyük bir çaba harcıyordu genç ve yorgun adam. Nihayet, gözüne, gökyüzüne gidiyor gibi görünen merdiveni bitirmiş ve kendisine en yakın yöne dönmüştü genç adam. Loş ışıkta, yarı kapalı gözleriyle görebildiği ilk kapıdan içeri girmiş ve burada duran bir koltuğu görmüş, buna sevinmeye fırsat bulamadan kendisini koltuğa atmıştı.

Bars Elsa

Çevrimdışı Bars Elsa

  • **
  • 318
  • Rom: 4
    • Profili Görüntüle
Ynt: KADİM ÖLÜM 1. Bölüm - Rüya
« Yanıtla #1 : 17 Eylül 2010, 16:01:03 »
Merhaba arkadaşlar, hikayemi bir internet sitesinin Fantastik Öykü Yarışması için yazmış ve dördüncülük kazanmıştım, öykü altı bölümden oluşuyor ve bölümleri birer hafta ya da bir kaç gün arayla paylaşmayı düşünüyorum. Ve aklımda, eğer bir sorun çıkmazsa kurguyu devam ettirmek var eleştiri ve yorumlarınızı dikkatle okuyup değerlendireceğim =) Şimdiden herkese teşekkürler =)

Çevrimdışı Ectoras

  • **
  • 167
  • Rom: 1
  • Düşsever...
    • Profili Görüntüle
Ynt: KADİM ÖLÜM 1. Bölüm - Rüya
« Yanıtla #2 : 17 Eylül 2010, 16:47:50 »
Ben bu öyküyü sanki okumuştum...Akıcı,anlaşılır hoş bir çalışma olmuş,devamını bekliyorum...
İnanma, ceketim inanma
Kuşların söylediklerine;
Benim mahrem-i esrarım sensin.

İnanma, kuşlar bu yalanı
Her bahar söyler.
İnanma ceketim, inanma!

Çevrimdışı Bars Elsa

  • **
  • 318
  • Rom: 4
    • Profili Görüntüle
Ynt: KADİM ÖLÜM 1. Bölüm - Rüya
« Yanıtla #3 : 17 Eylül 2010, 17:04:57 »
Ben bu öyküyü sanki okumuştum...Akıcı,anlaşılır hoş bir çalışma olmuş,devamını bekliyorum...
Okumuş olma ihtimaliniz var =) Bir başka sitenin yarışmasında 4.lük kazandım (H) Diğer bölümleri bir kaç gün arayla koyacağım, biraz merak iyidir :D

Çevrimdışı Bars Elsa

  • **
  • 318
  • Rom: 4
    • Profili Görüntüle
KADİM ÖLÜM 2. BÖLÜM - Ve Tekrar Rüya
« Yanıtla #4 : 18 Eylül 2010, 13:15:58 »
VE TEKRAR RÜYA

          Bars, gördüğü rüyayı en ince ayrıntısına kadar hatırlıyordu. Şatonun içinde bir üst katta, diğer odalara göre nispeten daha küçük bir odada, ayaklarınızı uzatabileceğiniz bir bölümü olan rahat bir koltukta uyanmıştı. Kapı kapalıydı ve açmak için ne kadar çok uğraşmış olmasına rağmen açamamıştı. Odanın içinde, mermer bir masa, masanın üzerinde yanan mumlar ve tütsüler vardı. En fazla on, on beş metre karelik bu odada, kapının tam karşısındaki duvarı boydan boya kaplayan tamamen camdan oluşmuş bir pencere vardı. Buradan, dışarıdaki bütün manzarayı gayet rahat izleyebilirdiniz. Yanan bir şömine ve şöminenin dibinde, küçük bir de sehpa vardı. Sehpanın üzerinde hiçbir şey görülmüyordu. Odada Bars’ı en çok etkileyen şeyse, tabanı tamamen kaplamış, ipek gibi duran ama ipek olmayan bir halıydı. Halının üzerindeki desenler Bars’ı çok etkilemişti.

          Uyandığında, kapıyla küçük bir savaş yaşadıktan sonra, camdan dışarıyı izleme kararı aldı genç adam. Vakit, sabaha karşı olmalıydı; çünkü güneş, kaya dağların ardından kendini ufak ufak hissettirmeye başlamış etrafı tatlı bir kızıllık sarmıştı. Güneş, ışınlarını gölün hafif dalgalı yüzeyine yansıtmış, soğuk suyu bir lav denizine çevirmişti. Kızıl suyun üzerinde yüzen birkaç ördek suya batıp çıktıkça oluşan hareler göz kamaştırıcıydı. Bars, bu ihtişamlı gösteriyi bir Camel’la taçlandırma kararı aldı ve kot pantolonunun cebinde ezilmiş paketi çıkartıp içinden bir sigara çekti. Bu arada, bitmek üzere olan paketine bakarak, rüya olduğunu düşünemeyecek kadar gerçek duran bu şeyin artık bitmesi gerektiğini düşündü ve sigarasını yakmak için kibritini aramaya koyuldu. Sigara paketi, her zaman sağ cebinde, kibrit kutusuysa sol cebinde dururdu ama o da ne, kibrit yerinde yoktu. Bars havaya birkaç küfür savurduktan sonra mermer masada kendisine bakan mumları gördü, masanın önünde duran beyaza boyalı ahşap sandalyelerden birine oturdu ve mumlardan birini alarak sigarasını yaktı. Pencereye yakın bir yerde duran, kendi evinde olsa televizyon koltuğu olarak nitelendireceği koltuğa oturdu ve manzarayı izlerken, sonu gelmez isteklerini kendi kendine sıralamaya başladı. Bars, zevkine düşkün birisiydi ve böyle bir manzarayı sigara içerek izlerken yanında mutlaka bir kupa da kahve olmalıyı. “Sert ve iyi kavrulmuş bir kahve hiç fena olmazdı” diye içinden geçirdikten sadece birkaç saniye sonra burnuna tarif ettiği koku geldi. Bars önce buna inanamadı ve bilinçaltının kendisine oynadığı bir oyun olarak düşündü bunu. Şöminenin yanındaki sehpaya bakınca kendisini bekleyen, dumanı üstünde kahveyi görünce bu yaşadıklarının o kadar da kötü olmadığını ve onu öldürmeyi planlayan doğaüstü bir gücün ona böyle hürmet etmeyeceğini düşündü. Bir anlık bir tereddüt yaşamasına rağmen kupayı durduğu yerden kaptı ve muhteşem üçlünün tadına varmaya başladı.

          Kahve ve sigarası bitmek üzereyken, hayranlıkla izlediği manzaranın, sabaha karşı değil akşamüzeri yaşandığını gördü; çünkü güneş yükseleceği yerde, dağların ardına çekilmiş ve etraf kararmaya başlamıştı. Göldeki siyah dalgalar çamurlu sahilde bir gidip bir gelirken odanın içi, şömineden yansıyan turuncu mavi ve sarı alevler eşliğinde loş bir ışıkla harmanlanmıştı.

          Pencerenin önündeki rahat koltuğu, kolayca kaldırıp şöminenin tam karşısına yerleştirdi genç adam ve başka bir insana ürküntü verebilecek olan turuncu mavi alevlerin harmonisini izlerken, bir şeyi artık, garibine gitmeden fark etti. Sehpanın üzerine birkaç nesne yerleştirilmişti. Bir parça boş parşömen, içi kırmızı bir sıvıyla dolu garip bir kadeh ve karmaşık bir anahtar… Hiç tereddüt etmeden anahtarı aldı ve büyük bir hevesle kapıya yöneldi Bars. Amacı bu anahtarla kapıyı açıp şatonun diğer kısımlarına, belki de dışarıya çıkmaktı. Ne var ki elindeki anahtar, kapının anahtar deliğinden iki kere daha büyüktü. Yaramazlık yapıp sonradan pişman olmuş bir çocuk gibi kafasını önüne eğdi ve rahat koltuğuna tekrar kuruldu. Güneşin battığını fark ettiği zaman yaktığı, odanın yüksekliğinin yarısına kadar uzanan avizenin ve alevlerin ışığı eşliğinde bu objelere birer anlam yüklemeye çalışırken kendi bedenini terk etmiş bir astral yolcunun rahatlığıyla sermişti kendini koltuğa. O anlar hesaplayamadığı kadar uzun geçmişti; ama saatine baktığında, kendini yolda yürürken bulduğu andan sadece üç saat geçmişti. Artık zaman kavramını yitiren Bars en azından mekânı anlamak ve bir insan ya da her hangi bir varlıkla konuşmak ve buraya getiriliş amacını öğrenmek istiyordu.

          Genç adam sağ koluna baktı, 8.45’i gösteriyordu saat. Haftalardır buradaydı sanki ama ne gariptir ki sadece beş saat geçmişti bütün bu olayların üzerinden. Gözlerini ovuşturduktan sonra cebini yokladı. “Olamaz” dedi fısıltıyla ve birkaç küfür savurdu ince bir ses tonuyla. Sigarası bitmişti artık. Şöminenin karşısında, nereden geldiğini ve ya onları kimin getirdiğini bilmediği ama onları, sanki kendi eşyalarıymış gibi sahiplenip, kadeh, kâğıt ve anahtara anlamlar yüklemeye çalıştığı zamanlarda bütün sigarasını bitirmiş ve uyuyakalmıştı. Vücudunun verdiği tepkilere bakılırsa en az on saat uyumuş olmalıydı. Ya adi saati bozulmuştu genç adamın ya da zaman kavramı bu aptal şatoda daha farklı işliyordu. Etrafa öylece bir bakış attı çapaklı gözleriyle. Henüz uyku halinden çıkamamış olduğu için çevredeki önemli değişiklikleri fark edememişti genç adam. Ayağa kalktı Bay Bars ve üzerindeki Marilyn Manson tişörtünü çıkartıp, açtığı cam duvarın karşısında esrimeye başladı. Vücuduna vuran keskin ayaz bir nebze olsun kendine getirmişti genci. Artık tamamen açılmış gözleriyle etrafı tekrar seyretti ve kapının aralanmış olduğunu gördü. Ama dışarı çıkmadan önce, sehpadaki içselleştirdiği nesnelere bir kez daha bakmak, onları da yanına almak istiyordu. Evet. Uyurken odaya birileri girmiş ve parşömenin üzerine tanımadığı bir alfabeyle bir şeyler yazmıştı. Kadehinse yarısı boşalmış, sıvının bir kısmıysa sehpanın üzerine dökülmüştü. Bunları, yanına gelen ve aynı havayı soluduğu bir insan mı yazmıştı yoksa kendisini Bars’a göstermek istemeyen birisi, düşünce gücünü kullanarak kilometrelerce uzaktan mı yazmıştı? Hiçbiri umurunda değildi genç adamın, kendisine ait şeyleri nasıl olurda bir başkası izinsiz kullanabilir diye sinirle aldı eline parşömeni ve dörde katlayarak pantolonunun arka cebine yerleştirdi. İçinde kadehteki şeyin, şarap olduğunu ümit ederek, onu içmek vardı ama bunu yapmadı. Kadeh yerli yerinde duracak ve anahtarı da yanına alıp orayı terk edecekti. Tam eşyalarıyla birlikte bu şatoyu terk etmek üzereyken burnuna gelen muhteşem kokular, yere çivilenmesine sebep oldu ve sağ tarafına bakar bakmaz, bütün gece küfürler savurduğu ev sahibine teşekkür etti. Artık tamamen sönmüş mum ve tütsülerin yerinde güzel bir kahvaltı uzanıyordu. Açılmamış bir kutu malt, bir kola ve hamburger… Ah bir de sigara olsaydı diye kahvaltısına kavuşunca, oturduğu sandalyenin üzerinden ayaklarına üç paket düştü. İki paket Camel ve bir kutu kibrit…

          Bars büyük bir iştahla hamburgerini yiyip kolasını içtikten sonra malt kutusunu aldı ve cam duvarın karşısına geçip içkiyle birlikte bir de sigara yaktı. Gizemli ev sahibine bir kez daha teşekkür ettikten sonra bir de küfür patlatıp “Göster artık yüzünü” diye tısladı. Garip bir şekilde güneş artık doğuyordu ve çıplak vücudunu ısıtan içkiden sonra bir de yakıcı güneş ışınları vurmuştu genç adamın güneş görmemiş parlak bedenine. Malttan son yudumunu alıp sigarayı da sönen şömineye attıktan sonra odadan çıkmaya yeltendi ve gördüğü manzara donup kalmasına neden oldu.

          Kapı, ardına kadar açılmıştı. Kapının kenarına omzunu yaslayıp ayaklarını birleştirmiş bir adam duruyordu Bars’ın tam karşısında. Aylar kadar uzun süren o anlar boyunca sürekli, hem küfür edip hem teşekkür ettiği gizemli ev sahibi bu olmalıydı Bars’ın. Adam, albino derecesinde beyaz bir surata sahipti ve ince kırmızı dudaklarının kenarına belli belirsiz bir tebessüm oturtmuştu. Üzerindeki, çivili deri ceket ve kaşkol, aşağıda gördüğü giysiler olmalıydı. Bars, hayatı boyunca bu adamı bir defa bile görmemiş olmasına rağmen, onu bir yerden tanıyor gibi bir hisse kapıldı. Bu, holdeki portrede resmedilmiş adamın ta kendisiydi. O, bin yıllık tablodaki adam canlanmış karşısında duruyordu sanki. Şatoda işleyen farklı zaman dilimine göre uzun süre öylece birbirlerine bakıştılar. Bakışma sırasında Bars’ın beyninden binlerce kelime döküldü. Yüzünü göstermek için hiç acele etmeyen ev sahibi artık, kendisini ziyarete gelmiş karşısında öylece duruyordu. Birbirlerinin gözlerine bakarlarken adam birden söze girdi. “Merhaba”. Bars, bu adama çok sinir olmuştu, şu anda üzerine saldırıp onu dayaktan hastanelik etmek istiyordu ama vücudu kaskatı öylece baktı adamın yüzüne ve “Merhaba” diye karşılık verdi o da. “Kimsin sen?” diye döküldü sonra Bars’ın ağzından, kafasında kurduğu milyonlarca sorunun en aptalcası. Adam, Bars’a doğru birkaç adım attı ve elini Bars’a uzattı. “Tabi ya, önce tanışmamız gerek Ben, Merit, Merit Sokol. Senin ismin ne?” diye sordu beyaz suratlı adam, biliyor olmasına rağmen Bars’a. Bars hiç beklemediği bir anda ve maltın vermiş olduğu gevşemeyle hiçbir tepki göstermeden söyledi ismini. “Bars Elsa.” “Seninle tanışmış olmaktan onur duydum Bars, yuvama hoş geldin, umarım seni layığıyla ağırlayabilmişimdir. Koltuk biraz eskidir ama rahattır. Benim en sevdiğim mobilyalarımdan biri, ona oturur ve uzun uzun gün batımlarını izlerim camın karşısında.” Dedi ev sahibi. Bars, merakını giderme fırsatı bulmuşken onu hemen değerlendirmeliydi ve adama “Kimsin sen, buraya neden ve nasıl getirdin beni, benden ne istiyorsun, lanet olsun…” diye sinirli ama karizmatik bir ses tonuyla yükseltti sesini. “Hemen şimdi bunları öğrenmek istiyorum.” Merit, soğuk benzinin altındaki yüksek orandaki sıcakkanlılığını muhafaza ederek “Bars Elsa, gezegenimizin, sinirli ama karizmatik kahramanı, seni kızdırdığım için çok özür dilerim. Keşke seni ellerimle ağırlayabilme şerefine erişebilseydim, ama bunu yapmamam gerekiyordu. Tekrar özür dilerim.” Dedi ve Bars’a şöminenin karşısındaki televizyon koltuğunu işaret ederek oturmasını önerdi. Bars, biraz olsun sakinleşmiş ve koltuğa oturmaya hazırlanırken, kendi televizyon koltuğunun aynısından tam karşısında bir tane daha gördü. İkisi de aynı anda koltuklarına yerleşince Bars “Nesin sen, büyücü falan mı” diyerek şaşkın ve öfkeli bir ses tonuyla tısladı Merit’e. Merit, Bars’ın bu sözlerine hiç aldırış etmedi. Cebinden bir sigara çıkarttı ve Bars’a uzattı kibar bir edayla. Bars, sigarayı yaktı…

FreshBlood
Adil Öztürk
Burdur - 2010
Fantastikedebiyat@w.cn
bars.elsa@gmail.com

Çevrimdışı Bars Elsa

  • **
  • 318
  • Rom: 4
    • Profili Görüntüle
KADİM ÖLÜM 3. BÖLÜM - Kehanete Doğru
« Yanıtla #5 : 18 Eylül 2010, 13:17:04 »
KEHANETE DOĞRU

          Bars, kol saatine baktı. 10.07’yi gösteriyordu yeşil ışıkların yanıp söndüğü ekran. Tarihse 13 Ekimdi, 2073… Üzerindeki ince, gri battaniyeyi ayaklarıyla, tekmeler gibi attı üzerinden genç adam. Bütün vücudu ter içinde kalmıştı, odasında, yatağın içinde uzanıyordu öylece. Etrafta ne şato vardı ne de tuhaf bir yüz ifadesine sahip, soluk benizli bir büyücü… “Demek…” diye geçirdi içinden “Demek gördüklerim basit birer rüyadan ibaretti sadece.” O kadar gerçek gelmişti ki aslında gördükleri, genç adama… O tuhaf yapı, cam duvarın karşısındaki eşsiz manzara, birden beliren kahveler, kahvaltılar, sigaralar… Hepsi gözlerinin içinde oynuyordu hala… Bu, rüyadan daha öte bir şey olabilir miydi? Bir işaret? Ya da bir mesaj mesela… Ama neyin işaretçisi olabilirdi ki bu gördüğü anlamsız ve aslında çok sıradan imgeler? Kendini bir an için önemli, seçilmiş, birisi gibi hissetti genç adam. Bilinçaltında yatan egosunu şişirme duygusu böyle bir rüya görmesine sebep olmuş ve hiç tanımadığı, üstelik kendinden defalarca iri olan bir adam ona eşsiz bir saygı gösterisinde bulunarak, Bars’ın kendisini azarlamasından sonra bir de özür diliyor ve onun, Psiedia’nın kurtarıcısı bir kahraman olduğunu söylüyordu. Bu rüya, kafayı yemek üzere olan bir şizofrenin rüyasıydı. Böyle diyordu Bars kendine ve içinden, bildiği en ağır küfürleri ediyordu kendine. Ne için önemliydi, neyin uğruna seçilmiş olabilirdi, yaşadığı gezegeni kurtarmak gibi önemli bir göreve mi getirecekti acaba onu doğaüstü yaratıklar? Hem de Bars gibi Kybra’nın en güçsüz çocuğunu… Yoksa bunlar delirmeye başladığının bir göstergesi miydi? Bir şizofrenin rüyaları?! Bars, beş on dakika boyunca yatakta öylece uzanıp boşluğa bakarken bunları düşünüyordu bir yandan, ama sonra aklından uçup gidiverdi bu düşünceler. Şu an hiçbir şey düşünecek konumda hissetmiyordu kendisini. Bars, dün gece eve kaçta geldiğini bile bilmiyordu, yatağa uzandığında, güneş ışınları odasına yerleşmeye başlamıştı bile. Genç adam, hiçbir zaman, normal bir insanın uyuduğu kadar uzun uyuyamamıştı. Ya erkenden kalkması gerektiği için kalkıyordu ya da gördüğü rüyalar uyandırıyordu genç adamı. Ağır hareketlerle ayağa kalktı ve ayaklarını yataktan sarkıtıp gerinirken, terden sırılsıklam olmuş, uzun siyah saçlarını parmaklarına dolana dolana geriye doğru taradı elleriyle. Mermer zeminde çıplak ayaklarla mutfağa doğru ilerlerken yerin soğukluğu adamı kendine getirmişti biraz olsun. Üzerinde sadece bir şort vardı. Mutfağa varınca önce kafasını musluğun altında tuttu biraz. Soğuk suyu da yedikten sonra, kahvaltı olarak nitelendirdiği fındık ezmeli ekmeğini hazırlamak için dolabı açtı ve muhtemelen geçen geceden kalma bir sandviçi ve diğer malzemeleri alarak tezgâhın üzerine bıraktı. Sandviçi hemen orada yedikten sonra, fındık ezmeli ekmeğini odasında yemeye karar verdi. Bir yandan sandviçini yerken bir yandan da üzerine geçirebileceği bir şeyler arıyordu. Dağınık odasına göz gezdirirken, çalışma masasının üzerinde “Psiedia Mitolojik Tarihi” kitabının altında kalmış siyah tişörtlerinden birini gördü ve giymek için, tişörtü çekerken kitap da yere düştü. Tişörtünü giydikten sonra, Bars kitabını yerine koymak üzere alırken, kitabın arasında, kendisinin yerleştirmediğini bildiği bir kâğıt gördü. Köşesi, kitaptan hafifçe kaymış parşömeni nazikçe sıyırarak aldı ve sonra fark etti ki bu rüyasında gördüğü ve sahiplendiği parşömenin ta kendisiydi. Dörde katlanmış kâğıt parçasını heyecanla açarken, nazik parşömene zarar vermemek için çaba sarf ediyordu bir yandan da. Kâğıdı açmayı başardığında, üzerindeki yazıların, rüyasında gördüğü gibi, tanımadığı bir alfabeyle değil, kendi dilinde yazılmış olduğunu gördü. Tekrar tekrar baktı parşömen kâğıdına genç adam. Kafayı yemek üzereydi. Rüyasında gördüğü bir nesne nasıl gerçek hayatına sızabilirdi?

Eski, çok eski devirlerde başladı kehanet!
Psiedia kurtarıcısını aradı asırlarca,
Ve artık son bulacak bu büyük atalet!
Onlarca yiğidin yaşadığı bu kasabada
Çelimsiz bir delikanlıyı seçti adalet…
Çok önceleri çizilen kader başladı artık,
Mutlak zafer yolculuğu bir rüyayla başladı,
Ve çanlar çalındı!
Kurtarıcımız elinde tutuyor fermanını…

          Bars; rüyasındaki objenin odasına gelmiş olduğunu görünce geçirdiği şaşkınlık ve korkuyu üzerinden bir nebze olsun atınca, parşömeni dikkatlice masanın üzerine koydu ve mitoloji kitabını incelemeye başladı. Umduğu; bu garip olayın en azından bir mistik açıklaması olması ve kitapta bununla ilgili bir şeyler bulabilmesiydi. Lakin kitabı tekrar tekrar incelemesine karşın, bununla ilgili bir şey bulamadı Bars. Bu gibi şeylerle ilgili geniş bilgilere sahip bir tanıdığı vardı neyse ki. Parşömeni, zarar görmesini istemediği için, kitabın arasına yerleştirdi ve evden ayrılmak için yola koyulmaya karar verdi. Tam odadan ayrılacağı sırada aklına tekrar rüyası geldi ve tabii ki o karmaşık anahtar. Acaba o da tıpkı parşömen gibi, rüyayı terk edip odasında bir yerlere ilişmiş miydi? Üstünü başını aradı Bars el yordamıyla ama üzerindeki elbiselerde veya boynunda asılı değildi anahtar. Sonra gözüne, kapının üzerindeki askılık çarptı. Orada, ceketi asılı duruyordu. Ceketini de, giymeden önce iyice inceledi, bütün ceplerini tek tek kontrol etti ve evet, ceketin astarındaki gizli bölümde duruyordu anahtar. Bölmenin fermuarını açtı, anahtarı dikkatlice çıkardı Bars, elleri titriyordu. Hala bu sıra dışı şeylere alışabilmiş değildi. Nasıl alışsındı ki? Böyle şeyler kaç kişinin başına gelebilirdi? Anahtarı incelerken, onun, tıpkı rüyasında gördüğü formuyla orada durduğunu fark etti Bars, parşömende olduğu gibi bir değişiklik sezememişti anahtarda.

          Ceketini üzerine geçirdi ve okul yoluna koyuldu. Yol boyunca Bars’ın kafasından binlerce konuşma geçmişti gördükleriyle ilgili. Şiirde bir kehanetten söz ediyordu. Psiedia’yı kurtaracak bir kurtarıcıdan… Bu kişi ben olabilir miyim diye soruyordu Bars kendi kendine. Adalet çelimsiz bir oğlanı seçmiş şiirde. Bu mısrayı okudukça, bu kişinin kendisi olduğu fikrine daha da kaptırıyordu benliğini genç adam. Kybra kenti, iri yarı insanlarıyla tanınırdı ülkede. Ve kendisi genele oranla oldukça zayıftı ve çelimsiz.

          Kafasında dolaşan binlerce kelimeyle cebelleşerek yirmi beş dakikalık yolculuk yaptıktan sonra, Kybra Şehir Üniversitesi tüm ihtişamıyla karşısında duruyordu. Psiedia tarihinin ilk üniversitelerinden biri olan bu büyük ve gösterişli okulda okuduğu için kendisiyle gurur duyuyordu genç adam. Kendisini tanımaya başladığı günden beri kaldığı ailesizler barınağından sonra, iyi bir meslek sahibi ve onurlu bir geleceğe sahip olabileceği bir yerdeydi artık. Bir evi ve anlaşabildiği arkadaşları vardı. O yıkık dökük binadan ve pespaye okullardan ve tabii barınağın acımasız bakıcı kadınlarından, barınak müdürü ihtiyar Samare’nin aşağılayıcı sözlerinden ve işkencelerinden kurtulmuştu. Orada büyüyen çocuklar, erişkin yaşa ulaştıktan sonra ya sokaklarda yaşayan evsiz meczuplara dönüşürler ya da aylak serseri takımlarına katılırlardı. Barınağın tarihi boyunca, Bars üniversiteye giden üçüncü çocuk olmuştu. Bars, üniversitenin giriş kapısının karşısında her zaman yaptığı gibi, okulun asil kulelerinin ve giriş kapısının heybetli selamını seyretmedi bu sefer. Aceleyle kapıdan girecek ve doğruca Mitler Tarihi hocasının odasına gidecekti. Hızlı adımlarla Arkeolojik Bilimler Fakültesine ulaşmaya çalışırken, kendisine selam veren arkadaşlarını yüzlerine bakmadan aceleyle selamlayıp profesör, derse girmeden ona yetişmeye çalışıyordu. Bars profesöre yetişebilmek için aceleci adımlarla bahçede ilerlerken, anahtarını yere düşürmüştü. Onu almak için yere eğildiği sırada, yanına aynı sınıfta derslere girdiği bir arkadaşı olan Bera Sayha geldi ve Bars’a düşürdüğü şeyin ne olduğunu sordu. Bera’nın suratında garip bir tavır gizlenmişti. Sanki Bars’ın düşürdüğü şeyin ne olduğunu biliyor gibi baktı gencin yüzüne. Bars ise telaşlanmış gibiydi. Önce yaşadığı şeyleri ona anlatıp anlatmamakta bir tereddüt yaşadıktan sonra Bera’ya başından geçenleri anlatmakta bir mahsur görmedi ve ona rüyasını ve rüyasında gördüğü objelerin, uyandıktan sonra, odasında belirdiğinden bahsetti. Bars, Bera’nın şaşırmasını beklerken asıl şaşkınlık geçiren kendisi oldu. Bera, Bars’a her şeyi biliyorum edasıyla bakarak “Ben de çok garip bir rüya gördüm Bars. Kendimi, karanlık bir yolda öylece yürürken buldum birden. Hiçbir şeye aldırış etmeden yürüyordum. Tıpkı gerçek gibiydi. İnanılmaz bir şekilde kendimi, yaşadıklarımın gerçek olduğuna inandırmıştım. Uzun bir süre orman yolunda yürüdükten sonra, her yerin yemyeşil çimlerle kaplı olduğu sonu belirsiz bir vadide buldum kendimi. Ormanın bittiği yerden vadiyi izlerken birden bire vadinin tam ortasında çok değişik bir ev gördüm ve oraya gitmem gerektiğini düşündüm.” Dedi. Tam bu sırada Bars söze girerek “Peki ya uyandıktan sonra? Uyanınca odanda bir gariplik fark ettin mi, bir parşömen ya da ona benzer bir şeyler… Rüyanda gördüğün herhangi bir şey odanda belirdi mi?” diye sordu aceleci bir tavırla. Bera ise, Bars’ın aceleciliğinin tam zıttı, sakin bir tavır takınmıştı. “Evet. Ev, kalın kristal camlardan yapılmıştı. İçindeki bütün eşyaları falan görebiliyordum ayrıca, evin arka tarafından, vadinin geri kalanını görebiliyordum. Eve girip, ortalığı biraz dolandım. Bilmiyorum, belki de evde birilerini arıyordum… Sonra birden kulağıma, daha önce hiç duymadığım bir enstrümanın sesi geldi.” “Piyano muydu” diye söze atıldı birden Bars. “Hayır, Bars, bir piyanonun neye benzediğini biliyorum. Çok mistik bir sesi vardı ve sesin nereden geldiğini anlayamıyordum. Çıldıracak gibi hissettim o anlarda. Ve cam evin içerisinde ilerlerken sesi çıkaran aleti gördüm. Cam bardakların iç içe geçmiş hali gibi görünen ve metal bir çubuğa perçinli garip bir aletti. Bardaklar kendi etrafında dönerek o inanılmaz sesi çıkarıyorlardı. Önce korktum, ama sonra kendimi toparlayarak evi gezmeyi sürdürdüm. Cam binayı dolaştıkça kendimi dayak yemiş gibi yorgun hissettim ve birden uyuyakaldım odalardan birinde.” Bera’nın, rüyayı anlatırken sesi çok sakin çıkıyordu ama yüzünde büyük bir heyecanın çizgileri görülebiliyordu. Bars da heyecanlıydı. Kehanetin Bera ve kendisini seçtiğini düşünmüş ve olanlara mantıklı birer anlam yüklemekten vazgeçmişti. “Rüyanda gördüğün rüyadan uyandıktan sonra odada birisi var mıydı?” diye bir cümle kurdu hızla Bars ve cevabını beklemek üzere Bera’nın pürüzsüz yüzüne bakmaya başladı. “Hayır. Odada kimse yoktu. Ama cam duvarlara bir görüntü yansımıştı. Çöl gibi bir yerde dolaşıyorduk ikimiz Bars. Sanki başka bir gezegendi. Bir savaştan çıkmış gibi bir halimiz vardı. Bars, bunlar ne anlama geliyor?” dedi Bera ve cebinden bir şey çıkardı. Bars, Bera ve kendisinin başına gelecekler konusunda en ufak bir fikre bile sahip değildi ancak en azından Bera’dan daha fazla şey bildiği şu ana için kesindi. “Bilmiyorum, rüyanda gördükten sonra odanda beliren şey bu mu?” diye sordu Bars, Bera’ya. Bera elinde Bars’ınkiyle aynı bir parşömen tutuyordu. “Evet, nasıl oldu anlayamıyorum. Bunlar ne anlama geliyor bilmiyorum!”  Bars, Bera’ya, “Profesör Erdenir bilgi verebilir belki, onun yanına gidiyordum ben de, madem seninde başına böyle şeyler geldi, beraber gitmemiz gerek.” Dedi. Bera, “Pekâlâ, hadi, profesör derse girmeden yetişelim ona” dedi ve fakülteye doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı iki arkadaş.

          Bars ve Bera, profesörün odasına yaklaştıkları sırada hoca, odasından çıkmış, dersliğine gidiyordu. Ona yetişmek için adımlarını daha da hızlandırdılar. Tam bir profesöre yakışacak şekilde tıraşlı hocanın ardından bağırınca, profesör durdu ve ağır hareketlerle arkasını dönerek Bars’a baktı ve Bars’ın el hareketini görünce beklemeye başladı. Profesörün yüzünde, en sevdiği öğrencilerinden birini kırmayacağına dair ifade net olarak görülebiliyordu. İki arkadaş, profesörün yanına gelince Bars “Merhaba hocam, sizinle konuşmamız gerek, acil…” dedi. Profesör, gençlere hiçbir şey söylemeden odasının kapısını açtı ve birlikte odaya girdiler. Erdenir, masasına oturduktan sonra, Bars ve Bera’ya da birer koltuk göstererek oturmalarını önerdi ve ne hakkında konuşacaklarını sordu. Bars, nefes nefese söze girdi. “Bera ve benim başımıza çok ilginç olaylar geldi profesör. Bir rüya gördük, ikimizin de rüyası neredeyse aynıydı. Rüyalarımızdan uyandıktan sonra, gördüğümüz parşömenler odalarımızda belirdi. Ne olduğu hakkında bir araştırma yaptım gelmeden önce ama hiçbir şey bulamadım. Belki siz bize yardımcı olabilirsiniz.” Profesör Erdenir’in yüzünde hiçbir ifade yoktu. Sadece Bars’ı dinliyor ve arada onu onaylar gibi başını sallıyor ve önündeki kitaplarla ilgileniyordu. Başını kitaplardan kaldırdı ve “Şu parşömenlere bakabilir miyim?” dedi. Erdenir sözünü bitirir bitirmez ikisi de parşömenlerini ceplerinden çıkardılar ve hocaya uzattılar. Profesör, çekmecesinden kalın bir gözlük çıkarttıktan sonra yazıları okumaya başladı. Şiirleri okuduktan sonra hiçbir şey söylemedi gençlere ve ayağa kalkıp kendisini takip etmelerini söyledi. Bera, her zamanki ince ses tonuyla “Nereye gidiyoruz profesör?” dedi. Profesör Bera’ya hiç aldırış etmeden “Kütüphaneye” dedi ve yürümeye devam ettiler.

*********

          Profesör, Bera ve Bars, üniversitenin en eski yapılarından biri olan kütüphaneye vardıklarında, yapının üç kat altında, tarihi eser sayılabilecek kitapların ve değişik malzemelere yazılmış eserlerin olduğu bir salona girdiler. Erdenir binlerce raftan oluşan salonda ufak bir tur attıktan sonra raflardan birinin önünde durdu ve kitapları kurcalamaya başladı. Birkaç dakika sonra aradığını bulmuş, küçük bir çocuk büyüklüğündeki kitabı kucaklayarak orada bulunan masalardan birine oturmuşlardı. Erdenir kitabı biraz karıştırdıktan sonra söze girdi. “Çocuklar, bu kitapta Psiedia’nın en eski kehanetlerinden biri anlatılıyor ama günümüze kadar gelen kısmı maalesef çok az ve kehanetin geri kalanı hakkında neredeyse kimse hiçbir şey bilmiyor. Kehanet kısaca şu şekilde: Psiedia’nın en eski zamanlarında, yaşam daha yeni kurulduğu sıralarda insanların başında Kalid denilen melek yöneticiler bulunurmuş. O zamanlar Psiedia iki ana kıtadan oluşuyormuş ve bu iki büyük kıtayı iki Kalid yönetiyormuş. Uzun zaman boyunca Psiedia’yı bu yöneticiler barış ortamını muhafaza ederek yönetmişler ancak daha sonra isyankâr melekler Psiedia’yı ele geçirmek için Kalidlerle bir savaş başlatmışlar. Bu savaşta her iki taraftan da birçok kişi ölmüş ancak insanlar bu savaşın dışında tutulmuşlar. Kalidlerin orduları büyük bir hezimete uğratılınca kadim liderler, yani bu iki büyük yöneticinin ruhları isyankâr melekler tarafından bir yere hapsedilmiş. İsyankâr melekler Psiedia’yı ele geçirmişler geçirmesine ancak bir süre sonra insanlar da bunlara isyan edince tekrar bir savaş başlamış. İnsanlar ve melekler arasındaki bu savaş asırlar boyu sürmüş ve galip gelen taraf bu sefer insanlar olmuş. Kehanet de buradan sonra başlıyor aslında, insanlar zamanı gelince Kalidlerin kendilerini tekrar barış ve zenginlik içinde yönetecekleri güne kadar kendi başlarının çaresine bakmışlar.” Bars büyük bir dikkatle profesörü dinledikten sonra “Peki bizimle bunun ne alakası var profesör?” diye sorduktan sonra profesör iç geçirerek “Sadece tahmin, Bars. Başka bir şey bilmiyorum. Ancak kehanet hakkında daha fazla bilgi alabileceğimiz birisini biliyorum.

          Bera ve Bars, profesörün, 1965 model klasik Black Tiger’ıyla Kybra’nın kuzeyindeki Gök Dağlar’ın yamacına kurulu Sagalasios Kasabasına gittiler. Yaklaşık iki yüz yirmi kilometrelik mesafeyi Black Tiger’la kırk beş dakika gibi bir sürede kat ettikten sonra gençlerin şaşkınlıkla izlediği kasabaya vardılar. Bars, arabanın camından, kasabayı hayran bakışlarla izlerken Bera’yı daha çok gidecekleri şu yaşlı adam ilgilendiriyordu ve profesöre yaşlı adam hakkında sorular soruyordu. Profesörün anlattıklarına göre bu ve bunun gibi Psiedia’da artık sayıları çok azalan bilgeler, Kalidler tarafından, insanların arasından seçilen ve diğer insanlara rehberlik yapabilecek şekilde eğitilip çok uzun yaşayabilecekleri bir takım büyülü ritüellere maruz bırakılan insanlardı.

          Profesör, arabayı, kasabanın giriş kapısının önünde durdurdu ve altıgen şeklinde kesilmiş taşlarla örülü kasaba yoluna indiler. Kasaba, yolun iki tarafına oturtulmuş, küçüklü büyüklü birçok evden oluşuyordu. Yolu aydınlatan gaz lambası asılı direkleri takip ederek yürürlerken ileride bir bar-kafe gördüler ve buraya yöneldiler. Kafenin iki kanatlı kapısını açtıktan sonra içerideki birkaç kişiye selam verdi Erdenir ve bir masaya oturdular. Yanlarına hemen genç bir garson geldi ve ne istediklerini sordu, profesör birer malt sipariş etti ve buraya birisini görmek için geldiklerini Faldor adındaki ihtiyarın evinin nerede olduğunu sordu. Garson, birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra usulca arkasını döndü ve tezgâhın arkasına gidip daha yaşlı birisini Erdenir’in masasına gönderdi. Masaya gelen orta yaşlı, saçı sakalı birbirine karışmış adam oturmak için izin istedikten sonra Üstat Faldor’u ne için aradıklarını sordu Erdenir’e. Profesör, adamın yüzüne, ona güvenmediğini belirten bir bakış attıktan sonra, “Gençlerin şahit olduğu bir şey hakkında, üstattan bilgi almak istiyorduk.” Dedi, bakışlarından, daha fazlasını öğrenemeyeceğini anlayan adam Faldor’un evini tarif etti ve yorgun adımlarla tezgâhın arkasına geçti tekrar. Erdenir ve öğrencilerini maltlarıyla birlikte birer sigara içtikten sonra garsona hesabı ödeyip oradan çıkmışlar ve adamın tarif ettiği yeri bulmak için kasabada turlamaya başlamışlardı. Eski evlerin aralarından dolaşarak dar sokakları bitirip, kasabanın sonuna vardıktan sonra karşılarına çıkan, küçük ormanlık alanda yürümeye başladılar. Ormanın bitiminde tek odadan oluşan küçük bir tahta kulübeye vardıklarında, buranın Faldor’a ait olduğunu söyleyen Erdenir, gençlere, adama karşı nezaket ve saygı göstermeleri gerektiğini belirterek kapıyı çaldı. Birkaç saniyelik bekleyişten sonra kapıyı, uzun boylu, kır saçları omuzlarına dökülen, yüzünde yaşına oranla çok az çizgi bulunan ihtiyar Faldor açtı. Adam sanki bu üç kişinin kim olduklarını biliyor ve ne için geldiklerinden haberdarmış gibi “Hoş geldiniz” diyerek onları içeri davet etti ve odayı çevreleyen sedire oturmalarını istedi. “Merhaba üstat Faldor, haber vermeden geldiğimiz için özür dileriz. Ben Kybra Şehir Üniversitesi’nden Mitler Tarihi profesörü Erdenir Alatar, sizinle Kalid Kehaneti hakkında konuşmak istiyorum.”  Profesör daha önce Üstat Faldor ya da artık sayıları yok olma noktasına gelmiş onun gibi diğerleriyle karşılaşmadığı için adama karşı çok saygılı davranmaya çalışıyordu. Kendini tanıttıktan sonra sessizce Faldor’un konuşmasını bekledi. Birkaç saniyelik sessizlikten sonra Faldor söze girdi, “Tekrar hoş geldiniz evlatlarım.” Adam oturduğu yerden kalkarak odasının bir bölümünü mutfağa çevirdiği masanın üzerinde kaynamakta olan bir çeşit bitki çayından herkese birer tane doldurarak misafirlerinin tam karşısındaki sedire oturdu ve “Rüyayı hanginiz gördü?” diye sordu. Bars, adama rüyadan bahsetmedikleri halde bir rüya olduğunu bilmesine şaşırmıştı ama bunu belli etmemeye çalışarak, “Ben ve arkadaşım gördük efendim” diyerek Bera’yı işaret etti. Bera, cebinden rüyasındaki parşömeni çıkarttı ve usulca Faldor’a uzattı. Bars da aynısını yaptı ve anahtarı da adama uzattıktan sonra beklemeye başladılar. Faldor, parşömeni ve anahtarı inceledikten sonra “Asırlardır beklenen gün nihayet geldi, sonunda Psiedia eski asil ve onurlu günlerine geri dönecek!” dedi.

*********

          Profesör, Bars ve Bera Black Tiger’la yola çıkmışlardı. Bars, parşömeni elinde evirip çeviriyor, Bera, neler olacağı konusunda fikirler yürütmeye çalışıyor profesör de sadece arabayı kullanıyordu. Hedeflerinde Psiedia’nın eski zamanlarında, iyi ve kötünün savaşlarının yaşandığı vadiye gitmek vardı. Oraya gittiklerinde onları nelerin beklediğinden habersiz, yazılanları yaşamak için çıkmışlardı yola…  Kalidlerin ruhlarını serbest bırakmanın o kadar kolay bir iş olmayacağını düşünen Bars, bunun bedelini ne şekilde ödeyeceklerini bilmiyor, aslında öğrenmek de istemiyordu. Faldor, ruhların serbest bırakılmaları için, bu iki çocuğu seçtiğini söylemişti kaderin. Bera ve Bars kadere inanmazlardı, ama yaşamaları gereken şeyleri, onlara hiç müdahale etmeden yaşamaları gerektiğine inanırdı iki sıkı arkadaş. Bu bir deli saçması olabilirdi. Gördükleri tüm tuhaf rüyalar birer göz yanılması, bütün bu kehanetler sadece birer mitten ibaret olabilirdi. Ama bunu yaşayıp göreceklerdi. Ya bütün bu olaylardan sonra evlerine gidip iyi bir akşam yemeğinden sonra yorgunluklarını atmak için bütün bir gün uyuyacaklardı ya da Psiedia’nın kurtarıcı kahramanları olacaklardı. Faldor, gençlerin Kalidlerin ruhlarını kurtarıp Psiedia’nın kahramanları olacaklarını söylemişti.

          Kehanet, kötü tarafın, iyilerin ruhlarını savaş alanında bir yerlere hapsettiğini söylüyormuş Faldor’un anlattıklarına göre. Bera’nın, rüyaların nasıl olduğunu sorması üzerine de Faldor, rüyaları, iyi taraftan kalan son birkaç ruhun ve Psiedia’nın anahtarlarının saklı olduğu kutsal koruyucuların sayesinde onları seçtiğini ve bu görevleri onlara bildirmek için rüyalarına girdiklerini söylemişti. Kâhinin anlattıklarına göre, tehlikeli görevler, ruhları kurtarma sırasında değil, onlar özgürlüklerine kavuştuktan sonra olacaktı çünkü Kalidler serbest kalınca iyi ve kötü ruhlar arasındaki sonsuz savaş yeniden alevlenecek Bars ve Bera da bu savaşa birer silahşor olarak dâhil olacaklardı. Şimdi iki gencin yapması gereken tek şey, kâhinin, gençlerin rüyalarında gördükleri Faldor’un kutsal bildiri olarak adlandırdığı şiirleri asıl dilinden yani Kalidlerin asırlar önce unutulan dilinden tekrar okumak ve onların yeryüzüne inmelerini sağlamaktı. Bunu için Faldor şiirleri Kalid lisanına çevirmiş ve gençlere teslim etmişti.

Bars Elsa

Çevrimdışı Bars Elsa

  • **
  • 318
  • Rom: 4
    • Profili Görüntüle
KADİM ÖLÜM 4. BÖLÜM - Son Bulan Esaret ve Başlangıcın Sonu
« Yanıtla #6 : 18 Eylül 2010, 13:19:29 »
SON BULAN ESARET VE BAŞLANGICIN SONU

          Profesör, Black Tiger’ın frenlerini sert bir şekilde asıldı ve “Son durak, gençler!” dedi. Amacı Bars ve Bera’nın bu zor görevleri öncesi onları biraz eğlendirmek olmalıydı ama buna kimse gülmedi. Arabadan indiklerinde Profesör “İyi şanslar çocuklar, tanrı sizinle olsun, ben gitmek zorundayım” dedi. Bars ve Bera hiçbir şey söylemeden geniş vadiyi ve onu çevreleyen kaya dağları izliyorlardı. Yapmaları gereken her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatmıştı Faldor onlara ama gençlerin içinde hala bir tereddüt vardı. Korkmuyorlardı, hatta Bera, monoton hayatına biraz olsun renk geldiği için mutlu bile sayılabilirdi ama Bars, her gün lanet okuduğu kadere bu aptal kahramanlık gösterisi için neden kendisini seçtiği için küfrediyordu sürekli. Şimdi uçsuz bucaksız bu vadide yürümeye başlamıştı iki arkadaş. Tıpkı Bera’nın rüyasında gördüğü gibi… Savaşacaklardı. Dünyalarının eski mutlu günlerine geri gelmesi için demişti Faldor. Ruhları kurtarınca iyi ve kötü arasındaki savaş yeniden başlayacaktı ama. Bu nasıl bir çelişki? Şimdi yaşadıkları Psiedia’da savaşlar oluyordu, gezegenin birçok ülkesinde çocuklar açlıktan ölüyorlardı. Ama evrendeki bütün yaşam formlarında olmaz mıydı savaş? Tanrının çocuklarının içinde yok muydu öldürme içgüdüsü? Bars, bu çelişkili sözlerle savaşıyordu şimdi. Psiedia eski günlerine dönecekti, mutlu ve tanrısal savaşların olduğu bir dünya… Savaş ve mutluluk bir arada mı? Daha fazla düşünerek yormak istemiyordu kendini Bars. Bera gibi yapacak ve girecekleri maceraların tadını çıkarmaya bakacaktı. “Binlerce yıl öncesindeki hali, şimdikinden farklı olmalı” dedi Bars. Ne dedin gibi bir bakış attı Bera, arkadaşının yüzüne. “Tanrıların savaş alanı, önceden böyle değildi burası diyorum. Binlerce yıl önce burada kan gövdeyi götürüyor olmalıydı, bir de şimdi bak. Ne kadar güzel değil mi? Her yer yemyeşil… Neyse boş ver…”  Bera da öyle yaptı ve vadinin kuzeybatısındaki harabelere yöneldiler. Ruhlar oralarda bir yerde hapsedilmiş olmalıymış. Vadinin tam ortasında yürürlerken Bars cebinden bir sigara çıkarttı ve bir tane de Bera’ya uzattı. Yüzlerce metre uzunluktaki ağaçların arasından yürüyorlar ve Faldor’un, karşılarına çıkacak tehlikelere karşı kullanacakları silahları inceliyorlardı bir yandan da. Faldor, Bera’ya altıpatlar benzeri ama tam otuz tane mermi yatağı olan bir tabanca ve bir sürü mermiyle bitlikte bir kama ve yay da vermişti. Barsa ise, hedefi tek atışta ikiye yarabilecek bir pompalı, bumerang gibi bir bıçak fırlatan crossbow benzeri bir yay ve hafif ama çok keskin uzun bir kılıç vermişti. Silahları nasıl kullanacaklarını biliyor olmalarına rağmen Bera silahlara tereddütle yaklaşmıştı. Bir sakarlık sonucu kendini ya da arkadaşını eşek cennetine yollamak istemiyordu.

         Vadinin ortasından akan nehrin kenarında, silahları ve sırt çantalarıyla uzunca bir süre öylece yürüdükten sonra harabelere çıkan yola vardılar ve tırmanmaya başladılar. Oldukça dik ve yoldan çok kaya tarlasına benzeyen burayı tırmanmak için sık sık birbirlerinden güç alıyorlar, aşağı yuvarlanıp ölmemek için büyük bir çaba harcıyorlardı. Henüz yirmi bir yaşındaki bu iki gencin eğlence mekânlarında zom olmak ve her gece başka bir kadınla yatmak yerine böyle bir savaşın içine itilmeleri Bars’ı daha da sinirlendiriyor, önüne onlara mani olmaya çalışacak yaratıklar veya vahşi hayvanlar çıkması için dua ediyordu. Bütün sinirini onlardan çıkarıp, kafataslarını koleksiyon yapacaktı genç. Sert kayalara basarak bu tanrının cezası yeri çıkmayı bitirdiklerinde dağın zirvesinin daha önce bir sürü turist tarafından ziyaret edilmiş ancak, artık daha çok eğlence turizmi isteyen insanların gitmek istemediği harika bir antik yerleşim birimi olduğunu gördüler. Bembeyaz mermerlerden yapılmış ve çoğunun yüzde otuzundan azı ayakta kalmış yapılara bir süre hayranlıkla baktı gençler ve şehre girmeye başladılar. Bir labirenti andıran şehrin sokaklarında yürürken nereye gitmeleri gerektiğini bilmiyor olmalarına rağmen, tıpkı rüyalarındaki gibi ayaklarının onları doğru yere götüreceğini söyleyen ve Psiedia’nın kendilerini minnetle anacaklarını söyleyen ihtiyar Faldor’a tıslayarak küfreden Bars “İşte geldik dostum, hani ruhlar nerede? Karşımıza hiç yaratık falan da çıkmadı, bir fiyasko için mi teptik onca yolu?” derken, Bera, dikkatle şehirde göz gezdiriyor ve tehlikelere karşı tüm uyargaçlarını açmış bir av hayvanı gibi tetikte bekliyordu. Bera, Bars’a cevap vermeden sessizce etrafı incelerken, bu sessizliği, yabancı birilerine ait nefes bozdu. Bars, hiçbir şeyden habersiz sigarasını içerken Bera hareketlerini yavaşlattı ve sesi dinlemeye başladı. Bir yandan da fısıltılı bir sesle arkadaşını uyarıyordu. İkisi de yavaş yavaş arkalarını döndü ve gördükleri manzara donup kalmalarına sebep oldu bir an. Daha önce belgesellerde bile görmedikleri bir hayvan tam karşılarında onlara saldırmak için doğru anı bekler gibi duruyordu. Uzun siyah tüylü hayvan, pençelerini çıkarmış iki ayağı önde, koşmaya hazırlanan bir atlet gibi bakıyordu gençlere sapsarı gözleriyle. Arka ayaklarında tüy olmaması ne kadar kaslı ve güçlü bir hayvanla karşı karşıya kaldıklarını gösteriyordu. Alnından yirmi santim önde duran çenesi, hafifçe açılmış, bembeyaz parlayan dilerini göstererek sanki sırıtıyordu. Bera, ilk şaşkınlığını ve tabii korkusunu üzerinden atar atmaz nefeslerini kontrol altına aldı ve hayvanla göz temasını kaybetmemek için uğraşırken yayını çıkartıp onu öldürmek için fırsat kolluyordu. Bera, vücudunu hafif öne eğmiş hayvanı doğru zamanda öldürmek için beklerken Bars crossbowunu çoktan hayvana nişanlamış ve bir bıçak fırlatmıştı bile hayvanın boynuna. Bars’ın bütün bu yaptıklarını görmeyen Bera, hayvanın kafasının aniden yere düşmesiyle irkildi ve Bars’a baktı, Bars’ın verdiği tek tepki “Ne?!” oldu. “Önce davranan kazanır dostum. İlk av benim. Artık diğerlerine dene şansını.” dedi ve sanki hiçbir şey olmamış gibi sigarayı bitirmeye devam etti. Bera, tuhaf bir gülümsemeyle arkadaşına göz attıktan sonra “Macera başlasın ahbap.” dedi ve serüvenlerine devam ettiler. Faldor’un verdiği silahları tekrar kullanmak için sabırsızlanarak yeni yaratıklar öldürme umuduyla şehirde yürüyorlardı. Şehrin bir sokağından girip diğerinden çıkarken, ev ve diğer yapıların bittiği, şehrin mezarlığının başladığı noktaya gelmişlerdi.

          Önlerinde bir sürü sıralanmış mezar vardı, mermerden yapılmış mezarların tepelerinde, muhtemelen ölen kişiye ait bir de heykel duruyordu ama çoğunun ya kafası ya kolları, ayakları ya da başka bir yerleri çalınmış ya da doğanın etkisiyle yok olmuştu. Bera’nın içine, aradıkları şeyi burada bulacaklarına dair bir his doğmuş ve bunu Bars’la paylaşmıştı ancak burası daha çok halk mezarlığı gibi duruyordu. Hem ruhlar neden mezarda hapsedilmiş olsundu ki? Buranın halka ait bir mezar olduğu düşüncesiyle, belki de Kalidlerin ya da kutsal ruhların telkinleriyle yollarına devam etti genç kahramanlar. Mezarlığın içinde yürürken, çoğunun hissettiği korku hali sarmamıştı bedenlerini gençlerin. Mezarlıktan çıktıklarında karşılarına, antik şehrin diğer yapılarından daha gösterişli ve büyük bir yapı çıkmıştı. Bu Bera’ya göre bir çeşit tapınak Bars’a göreyse kale ya da saray benzeri bir şeydi. İkisinin de, yapının ne olarak kullanıldığını umursamadığı her halinden belliydi ve yapmaları gereken şey de öyle…  Ay ve yıldızların aydınlattığı mezarlığın sonunda, geniş ve tozlu bir yol uzanıyordu.

          İki genç, yolu bitirdiklerinde, karşılarındaki yapı bütün heybetiyle duruyordu karanlık gecenin ortasında ışıl ışıl. Binanın ortadan kaybolmuş kapısından içeri girdiklerinde, etraflarını aydınlatmak için el fenerine ihtiyaçları vardı, Bera, sırt çantasını omzundan indirdi ve içinden küçük bir fener çıkardı. Her yerin bembeyaz ve her yerin zifiri karanlık olduğu bu odada ya da daha büyük bir yerde, nasıl bir yer olduğunu fark edemeyecekleri kadar siyah bu alanda tek ışık kaynakları Bera’nın elindeki fenerdi ve onu da nereye bastıklarını görebilmeleri için hep yere tutuyordu. Uzun ince bu odanın içinde ilerledikçe gençler bir şey fark ettiler ki, yapının iç taraflarına gittikçe ortam hafifçe aydınlanıyordu. Artık feneri, nereye bastıklarını görmek için değil, etrafı sezebilmek için kullanıyorlar ve şu meşhur kehanet için bir ipucu aramaya çalışıyorlardı. Duvarlarda çeşitli kabartma figürler ve Kalid lisanına ait olduğunu düşündükleri alfabeyle yazılmış yazılar ve uzun zaman önce turistlerin aşklarını ya da isimlerini kazıdıkları yazılar görülüyordu. Yürüdükleri odanın karşı duvarı görülemeyecek kadar uzakta olmalıydı. Duvarın iki tarafında çeşitli odalara açılan kapılar olmasına rağmen ikili hiçbir şeye karışmayarak dümdüz yürüyorlardı.

          Yürüdükçe ortam biraz daha aydınlanıyor ve tam olarak aydınlık olmasa da loş bir ortam oluşuyordu. Bera, fenere gerek olmadığını düşünerek çantasına geri koydu ve iki arkadaş yan yana öylece yürüdüler. Neredeyse iki yüz adım gitmişlerdi. Her adımda koridor fark edilemeyecek kadar daralıyor ve ilerledikçe fark edilesi derecede daralmaya başlıyordu. Bir zaman sonra, koridor sadece iki kişinin ancak yürüyebileceği derecede daralınca, karşılarında, aşağıya doğru kıvrılan bir merdiven gördüler ve ikisi de hiç bir tereddüde kapılmadan, yangın merdivenini andıran basamaklardan inmeye başladılar. Duvarlar artık, mermer beyazı renkten, nemden ıslanmış, koyu gri bir renk almış ve yer yer yapı malzemeleri dökülerek duvarın örüldüğü kayalar görülür hale gelmişti. Yaklaşık kırk basamak indiklerinde, etrafa göz gezdirdiler. Genişçe bir oda vardı karşılarında. Odanın tam karşısına, duvarın içine bir sunağı andıran bir oyuk yapılmıştı. Bir insanın yarısı kadar büyüklükteki bu oyuğun etrafında, fayansa benzer ama tek parça halinde seramik vardı. Koyu kırmızı zemin üzerinde, ejderha motiflerine benzer şekiller ve onların kenarlarında, çember halinde yazılar bulunuyordu. “Kalid lisanıyla yazılmış.” dedi Bera. Sunağa yaklaştıklarında Bars, sunağın içinde, rüyasında gördüğü kadehe benzer fakat ondan daha geniş ve büyük bir kâse gördü. Kâhin Faldor’un böyle bir şeyden bahsettiğini hatırlayan Bera, “Sanırım kilidi bu kâse oluşturuyor. Yapmamız gereken şeyin ne olduğunu biliyorsun değil mi” dedi. “Biliyorum da, kafayı yemedim ben kardeşim, sırf ihtiyar bunağın teki istiyor diye o şeyi kanımla dolduramam.” dedi Bars ve kıkırdayarak arkadaşına baktı. “Galiba kafayı yedim Bera, hadi şu işi bitirelim.” dedi ve kâseye doğru yavaş yavaş adımladı iki arkadaş. Sunağın önüne vardıklarında, kâse bor taşı gibi ışıltılar saçmaya başladı ve bu iki arkadaşın bir an titremesine neden oldu. Bu garip şey, onları, mutlak yapmaları gereken şey doğrultusunda daha da heveslendiriyor ve bir an önce kanlarıyla o kâseyi doldurmak istiyorlardı.

          Bera, kemerinden, bıçağı çıkarttı ve “Önce başlamak ister misin?” dedi arkadaşına. Bars bu teklifi, ikiletmeden kabul etti ve bıçağı Bera’dan alarak kâseye ters ters baktı ve garip bir gülüş oturttu suratına. Saçları terden alnına yapışmıştı ve sağ eliyle saçlarını geriye attı önce. Sırt çantasını yere bıraktı ve üzerindeki tişörtü de çıkartıp yarı çıplak kalınca, “Bu şey tıpkı bir seks ayinine benziyor adamım” dedikten sonra sağ elini, parıldayan kâsenin üzerinde tuttu ve bıçakla tek hamlede kesti şah damarını. Kanlar, bileğinden, bozuk bir musluk gibi akarken kâseye, Bars’ın yüzündeki gülümseme daha da belirginleşiyordu. Sanki yaptığı şeyden haz alıyormuş gibi kafasını geriye attı ve beklemeye başladı. Kâse yarıya kadar dolunca Bera arkadaşına, “Bu kadar yeter Bars, seks sırası ben de” dedi dalga geçen bir ses tonuyla. Bars, tişörtüyle bileğini sarıp kanı durdurduktan sonra geri çekildi ve arkadaşını izlemeye başladı. Bera, önce üzerindeki, parlak siyah gömleği, ardından da onun altındaki tişörtü çıkartıp, kâsenin karşısına geçti. Bera, arkadaşından daha ciddi duruyordu sunağın karşısında. Bileğini tek hamlede kestikten sonra, kâsenin dolmasını bekledi. Bera, büyük bir ciddiyetle kanını kadehe boşaltıyor, Bars, sunağın karşısındaki duvara sırtını vermiş seks sonrası sigarasını içer gibi dumanı çekiyordu ciğerlerine.

          Bera, birkaç saniye sonra kadehi kanıyla doldurunca yarasını sardı ve arkadaşına dönerek, “Şu ritüeli tamamlayalım.” dedi. Bars, sigarasını bitirmişti. Ağır hareketlerle ayağa kalktı ve çantasını durduğu yerden alarak içinden sigara tabakası gibi bir şey çıkardı ve kendi parşömenini tabakanın içinde bırakıp Bera’nınkini ona uzattı. Gençler, mavi renkli loş odada, kâsenin karşısında yan yana durdular ve aynı anda parşömenlerdeki yazıyı okumaya başladılar.

Es archetypus in archetypus inpectio oraculum
Psiedia es petorum liberator saeculum
Et annus ultimutos haec multi tristitias
Abundans vivere haec heros es urbus
Es debilis sumacto iuvenis aequitas
Abundans primus haec inspectio fatum
Absolutum victoria es inpectio de somnium
Et abigo campanium
Pessideo de liberator manus pronuntiatio


          Kalid lisanında yazılmış şiiri okudukça nereden geldiği belli olmayan bir uğultu sarıyordu odayı. Şiirin sonlarına yaklaştıkça da mavi ışık huzmeleri beyaza dönüyor ve kuvvetini daha da artırıyordu. İki genç şiiri okumayı bitirdiklerinde sanki deprem oluyormuş gibi sarsılmaya başladı yer ve kâse, sunaktan yere yuvarlandı. Artık beyazlık, göz gözü görmeyecek derecede kuvvetlenmişti. Bera da Bars ta büyük bir heyecana kapılmışlar ve olacakları beklemeye başlamışlardı. Beyaz tenleri, nurlu ışıklarla beraber elmas gibi parlamıştı ve artık gözleri bu parlaklığa alışmıştı. Yere düşen kâseden akan kanların kâseden yavaş yavaş sızarak mermer zeminde bir şekil aldığını gördü Bars ve eliyle Bera’ya dokundu ve zemindeki şekli işaret etti. Ama birkaç dakika sonra bundan daha ilgi çekici bir şey oldu. Yerde oluşan kan çemberi havalanıyor ve bir girdap oluşturuyordu. Beyaz ve kırmızı ışıkların arasında iki tane bembeyaz yüz fark etti gençler. Bunlar Kalidlerin ruhlarıydı. Onları esaretten kurtarmış ve birer kahraman olmuşlardı artık. Belki yüzlerce yıl sonra bir kahramanlık destanında isimleri anılacaktı ve onların isimleri verilecekti yeni doğan çocuklara büyük bir gururla. Karşılarında sopa yutmuş gibi dimdik duran bembeyaz ya da ışık huzmeleri yüzünden öyle görünen saçlı, yüzlerinde tek bir çizgi bile olmayan iki güzel adam duruyordu. Yosun yeşili gözleriyle gençlere bakıyorlar ve onlara tebessüm ediyorlardı. Boyları, Kybra kentinde yaşayan diğer bütün insanlara göre uzun, Bera ve Bars’tan çok daha uzundu. Onların yanında birer çocuk gibi kalan iki genç silahşor bu köse gibi, sakalsız ve tertemiz yüzlü adamlardan gözlerini alamıyor ve tebessümlerine aynı nezaketteki tebessümleriyle karşılık veriyorlardı. Beyaz giysili ve uzun boylu adamlar aynı anda başlarını öne eğdiler. O anda büyük bir gürültüyle daha da sarsıldı yer.


          Her yer bembeyaz ışıklarla kaplanmış ve gözler tekrar görmez olmuştu hiçbir yeri. Gürültülü bir sarsıntının ardından da büyük bir sessizlik olmuş Bera ve Bars öylece donakalmışlardı. İkisi de gözlerini sıkı sıkı yummuş ne olacağını beklerlerken sarsıntı kesilmişti ama sessizlik hala sürüyordu. Bera gözlerini açmaya karar vermişti. Işık huzmesinin hala devam ettiğini düşünerek ellerini gözlerine siper ederek gözlerini açtığında, sunaklı odada olmadıklarını gördü Bera. Eliyle Bars’ı hafifçe sarstı ve gözlerini açmasını istedi. Yeşil ve kızılyapraklı ulu ağaçların olduğu yemyeşil bir yere ışınlanmışlardı sanki. Bu uçsuz ormanın tam ortasında, ağaçların çevrelediği yuvarlak bir alandaydılar iki adam ve karşılarında, ışık ve kan girdabının ortasında beliren kişiler duruyordu. Nurlar arasında beyaz tenli ve beyaz saçlı olarak gördükleri adamları, şimdi daha iyi fark edilebiliyor ve beyaz tenli olduklarının bir gerçek olduğunu fark etmişlerdi. Beyaz ışık huzmesinde bembeyaz görünen saçları, birinin simsiyahtı ve ara ara beyaz teller fışkırmıştı diğerininkiyse kahverengiydi ve dalga dalga uzun saçları yosun yeşili gözlerinin üzerlerine dökülüyordu. Adamlar, Bars ve Bera’nın tam karşısında dimdik duruyorlar ve çocuklara gülen gözlerle bakıyorlardı.

*********

          “Selam, Kybra’nın kahraman çocukları” dedi siyah saçlı adam “İnsanlarımızın kehanet olarak adlandırdığı bekleyişleri nihayet sona erdi. Artık kan ve zulmün kraliyeti son bulacak. Buna yüreğinizi verir misiniz? Birer kahraman olmaya hazır mısınız evlatlarım” Bera şaşkınlığını üzerinden atmış ve karşısındaki iri yarı ama bir çocuk kadar temiz yüzlü ve yakışıklı adamlara bakarak, “Selam, isimlerini bilmediğimiz ulu savaşçılar.” dedi. Bunu söylerken aslında içinden kahkahalarla gülmek geliyordu. Bera, sadece romanlarda okuduğu bu konuşmaları hep saçma bulmuştu çünkü ama şimdi böyle bir cümle kurmak için kendini tutamamış ve kurmuştu. Bera sözünü bitirince söze Bars girdi. “Siz saygıdeğer savaşçıların isimlerini öğrenebilir miyiz?” Bunu olabildiğince kibar ve sempatik şekilde söylemeye çalışmıştı. “Ben Argu, Psiedia topraklarının doğusunun yöneticisiyim. Yüzyıllar önce insanlar bana Doğu’nun Efendisi diye seslenirlerdi.” dedi kahverengi saçlı adam. İnce ve kırmızı dudaklarının kenarına oturttuğu tebessüm, yerinden hiç ayrılmıyordu ama yosun yeşili gözlerinin üzerindeki uzun kaşları, gençlerin gördüğü andan beri çatıktı. “Benim ismim Suma.” dedi Argu’nun yanında dimdik duran siyah ve beyaz saçlı adam. “Ben bir zamanlar Psiedia’nın batı kıyılarını yönetirdim. Artık görevi tekrar almak için geldik. Sizlerin sayesinde, genç savaşçılar.” dedi. Bars ve Bera olanlara mantıklı bir açıklama bulmakta zorlanıyordu. “Biz ne yapabiliriz ki,” dedi Bars. “Sadece bir kadehi kanımızla doldurduk ve şiir okuduk, sonra da siz çıktınız ortaya ve bu garip orman.” Bars etraftaki en ufağı elli adam genişliğindeki yaşlı ağaçlara bakıyordu. “Biz görevimizi yaptık ve siz Kalidlerin ruhlarını kurtardık, bizim görevimiz burada bitiyor ve şimdi eve gidip güzel bir yemek yiyoruz herhalde.” Diyerek olmasını istediği şeyi devam ettirdi Bars. “Aslında görev daha yeni başlıyor genç adam,” dedi Suma ve devam etti, “Siz gençler daha doğmadan seçilmiştiniz, ruhlarınız bu görev için kutsandı. Bu görev için yemin eden ruhlarınız sonunda birer beden buldu ve Psiedia topraklarında doğdunuz. Artık siz gençler, topraklarımızı kötülüğün esaretinden kurtaracak birer kahramansınız. Gelecek nesiller sizi minnetle anacak ve tarih boyunca asla unutulmayacaksınız.” Adam vakur duruşundan bir şey kaybetmemişti ve bunları da tek düze bir sesle, insanın içine ürküntü, aynı zamanda güven veren bir ses tonuyla söylüyordu. “Biz hiçbir şey seçmedik ve hiçbir şey için yemin etmedik.” Dedi kızgın ses tonuyla Bars. “Ve şimdi buradan gitmek istiyoruz.” Bu sefer konuşan Arguydu. Sesi derinden geliyordu. “Evet, genç adam, ettiniz. Hayatınız pahasına kötülükle savaşıp, Psiedia’yı kurtarmak için yemin ettiniz” dedi. Bars, bütün bunlara tüm benliğiyle karşı çıkarken Bera her şeyi kabul etmiş ve artık kendisini Psiedia’nın onurlu bir savaşçısı olarak görüyordu.

          Artık Bars da bu tartışmayı daha fazla devam ettirmedi ve gerçeği kabul etti. İhtiyar ağaçların çevrelediği bu alanda Kalidlerin ruhlarıyla konuşurlarken ikisi de sabahtan beri hiçbir şey yemedikleri için yorgun düşmüşlerdi ve bileklerindeki yaranın da etkisiyle artık konuşacak halleri kalmamıştı. Ak yüzlü Argu, gençlerin bu hallerini fark etmiş ve güçlerini toparlamaları için onlara yemek yemek isteyip istemediklerini sordu. Bera, Argu’nun yüzüne minnetle bakarken bunun için her şeyi yapabilecekleri gözlerinden anlaşılıyordu. Suma, bedeninde hiçbir insani tepki olmadan dimdik yürüdü çocuklara doğru. Aralarındaki beş altı adımlık mesafeyi birkaç saniyede aldıktan sonra önce Bars’ın sonra da Bera’nın ellerini, iri avuçları arasına aldı ve şefkatle tuttu bir anlığına. Bütün vücudu ışıl ışıl parlayan ruh, ellerini bıraktığında, gençlerin yara izlerinden eser kalmamıştı ve ikisi de kendilerini birkaç dakika öncesine göre daha kuvvetli hissediyordu. Şaşkın bakışlarla bileklerini incelediler ve geceyi aydınlatan nurlu yüzlerine baktılar ruhların. İkisi de, mutluluktan başka bir şey hissetmiyorlardı artık bu güzel yüzlü ölülerin bedenlerine bakarken.

Bars Elsa

Çevrimdışı Bars Elsa

  • **
  • 318
  • Rom: 4
    • Profili Görüntüle
Ynt: KADİM ÖLÜM 5. Bölüm - Eit Diyarı
« Yanıtla #7 : 18 Eylül 2010, 13:22:32 »
 EIT DİYARI

          Dev ağaçların çevrelediği ormanın ortasında, bulut gibi görünen, yumuşak ve yerden birkaç santim yukarıda, sigara dumanı gibi sürekli dönerek duran bir sofrada, o güne kadar hiç tatmadıkları lezzette etler, yemekler yiyip, tatlı şaraplar içen gençlerin hissettikleri huzur ve mutluluk, evrenin hiçbir gezegenindeki canlıların hissetmedikleri bir duygu gibiydi. Bera, buluttan yer sofrasında duran bir şarap şişesinden kadehine biraz şarap doldurdu ve içmeye başlamadan önce “Sence, söyledikleri şu görev; sadece böyle yiyip içmekten mi ibaret?” dedi.  Bakışlarından, içinde bir huzursuzluk ve güven eksikliği olduğu anlaşılabiliyordu Bera’nın. Maceraperest ve kabına sığmaz mizacı bir anda ortadan kaybolmuş, evrenin hiçbir noktasında bulunamayacak nimetlerle dolu bir sofrada yiyip içerken takınması gereken ruh hali tam tersini almıştı bir anda. Her şey bu kadar kusursuz ve ayarlanmış bir saat gibi tıkır tıkır işleyemezdi. Bunda bir yanlışlık olduğunu sezmiş ve bunu arkadaşıyla paylaşmıştı Bera. Bars da, Bera şarabı yudumlarken, kemirdiği geyik etini tabağa koydu sakince ve “Bütün bunlar zaten benim en baştan beri hiç hoşuma gitmemişti. Her şeyin bu kadar kusursuz olması can sıkıcı.” dedi sessizce ve yemeye devam etti. “Dünyamızı erdemli ve huzur dolu bir yer haline getirmek için satanist ayinleri gibi bir seremoni ne kadar mantıksız.” Bera bunları söylerken yüzü acı çekiyor gibi bir hal aldı. Yemeklerini yemeyi bitirdiklerinde tekrar belirdi, bu sefer daha cılız bir ışık huzmesiyle, Argu ve Suma. Doğunun Efendisi “Selam” diye girdi söze. “Umarım gücünüzü toparlamışsınızdır.”  Yüzünde o alaycı tebessüm vardı hala. Bars, havada yüzen sofradan kalktı ve Argu’nun yüzüne aynı alaycı tebessümle baktı. “Biz her zaman güçlüyüzdür!” Sesinde bir meydan okumanın izleri vardı ama yüzü tebessümlüydü. Sanki meydan okur gibiydi ruhlara. İyiliğin timsali Kalidlere güvensiz bakışlar atıyor ve neler olacaksa olsun artık der gibi sabırsızca inip çıkıyordu göğüsleri. İkisi de heyecanlanmıştı birden. Sanki bir şeyler olacağını sezmişler ve vücutları da buna böyle bir tepki vermişti.

          Argu, çocuklara doğru yaklaşmaya başlayınca, Bera sofranın ortadan kaybolduğunu fark etti ama hiç aldırmadı buna. Olağan dışı şeylerle karşılaşalı sadece üç gün olmuştu ama artık alışmıştı böyle şeyler görmeye. Argu, gencin yanına kadar geldi ve şu sözleri fısıldadı, “Si vis pacem para bellum...” adeta havada süzülerek yürüyen ruhun sesi o kadar duru ve o kadar içtendi ki, Bera, bu sözleri anlamadığı halde adamın yüzüne sevgiyle baktı ve hiç bir şey söylemeden Bars’ın tepkisini bekledi. Sanki kararları Bars’a bırakmış ve kendini bu büyüleyici ruhların etkisinden korumak için çaba harcamaktan vazgeçmişti. Bars’tan da ses çıkmamıştı. Bütün ormana bir sükûnet çökmüştü bir anda. Bir kaç saniye geçmeden sessizliği bozan Suma oldu bu sefer, “Savaş olmadan barış olmaz...” Bir kaç adımdan sonra durdu. Dimdik vücudunu, kafasını hafifçe gökyüzüne kaldırarak daha da dikleştirdi. “Çocuklar, ne kadar ciddi ve amansız bir savaşın içine girdiğinizin farkında değilsiniz henüz. Bu öyle bir savaş ki, ebedi bir barış ortamı için kanlı bir savaşın olması şart. Bu da en çok sizin canınızı yakacak; çünkü sizlerin kaderi daha siz doğmadan tayin edilmiş ve siz kahraman delikanlılar da bu göreve hiç tereddüt etmeden baş koymuştunuz.” Pürüzsüz yüz hatları, kutsal nurlarıyla, orman güneşinin altında daha da güzel görünüyor, şık ve sade giyimleriyle bir o kadar sade sesleri uyumluluk gösteriyordu. Bera çoktan salmıştı kendini bu güzellik karşısında artık. Bir kaç saat önceki gibi mutlu ve güvende hissediyordu kendini; ama Bars öyle değildi. Belki de küçüklüğünden beri yaşadığı tecrübeler insanlara, ya da artık herhangi bir varlığa, kolay güvenmemesini öğretmişti. Kendisine iyi davranan çoğu insan sonradan hep gerçek yüzlerini göstermişti ona. Bir kaç adım ilerisindeki arkadaşının yanına geldi ve iki ruhun tam ortasına, ne Argu’nun ne de Suma’nın yüzüne bakıyordu, tam ikisinin ortasına bakarak, “Bunları biliyoruz, kader bizi seçti. Evet, kaderin bize çizdiği yol nedir siz ondan bahsedin. Oyun ne?” diye sordu boşluğa. Sözleri söylerken nefes alış verişi dışarıdan duyulabilecek kadar ritmik ve hızlıydı. Bars korkuyordu. Neyden korktuğunu kendisi de bilmiyordu ama hayatında ilk defa gerçek korkuyu tatmaya başlamıştı. Suma, Bars’ın gözlerinin içine baktı, “Bunu henüz öğrenmeyeceksiniz, öncelikle bir yere gitmemiz gerek, kutsal bir yere.” Sözlerinde acı bir ton vardı. Sanki kötü bir haber veriyor gibiydi ama gözlerinin içi gülüyordu. “Dünyamızın kurtuluşu buna bağlı çocuklarım.” Bera, devasa ağaçlardan birinin toprağın üzerinde süzülen köklerine oturdu. Yerdeki çerçöple nemli toprağa bir şeyler karalıyordu. Gözleri kısılmış, çok sevdiği birinin ölümünün ardından ağlamaktan yorulup mezarın kenarına öylece çökmüş gibi bir hali vardı ve keskin duygu geçişlerinden dolayı ruhu yorulmuş bunu kaldıramayacağını düşünerek mutsuzluk hormonları salgılamaya başlamıştı bütün vücuduna. Bera, üç günde, bir insanın yaşayabileceği bütün duyguları keskin geçişlerle yaşamış ve bu ruhunu yıpratmıştı artık. Gözlerinin feri sönmüş, birden bire hayatlarına giren ruhlara boş gözlerle bakıyor ve bunların bir an önce bitmesi için adeta yalvarıyordu gözleriyle onlara. Ayakları protezli ihtiyar bir adam gibi dizlerini tutarak yavaşça ayağa kalktı ve arkadaşının yanına vardı. Hiçbir şey yapmıyor öylece duruyordu Bars’ın yanında, vücudu neredeyse arkadaşına yapışmış, korkmuş bir çocuğun annesinin ayaklarına yapışması gibi duruyordu orada. Bars, arkadaşının bu davranışlarını normal karşılamış böyle bir durumda herkes bu tavrı alır diyerek asıl anormal olanın kendisi olduğunu düşünmüştü. O da hiç bir şey söylememiş Kalidlerin durumu açıklamasını bekliyordu. Bu durum oldukça uzun sürdü, insanın hissedemeyeceği kadar uzun ve bir insanın algıladığı zaman kavramına göre oldukça kısa...

          “Eit ( Yet ) Diyarının Işık Evi’ne gitmemiz gerek; ışık kaynağı, dünyamızı orada bekliyor çocuklarım” dedi Suma. Bars hala güvensiz gözlerle bakıyordu ruhlara. “Artık buna hazırsınız, hep hazırdınız. Zamanı geldi. Sizi bekliyor.” Bu sefer konuşan Argu oldu her zamanki yumuşak sesiyle. “Orası da neresi?” Bera titrek bir sesle sordu bu soruyu.hiç öyle bir yer duymamıştı. “Tanrının kenti...” Bu sözlerden sonra daha fazla soru sormaya gerek bile duymadı Bera ve boş gözleri hiç bir tepki vermeden havada takılı kaldı. Suma ve Argu yürümeye başladılar. Adımları havayı adeta süzüyordu. Bir kaç adımın sonunda Bars ve Bera sırt çantalarını ve silahlarını da alarak onları takip etmeye başladılar. Tanrının evi çok uzaklarda olmalıydı. Yürüyerek gidilemeyecek kadar uzakta... “Bunlar delirmiş olmalı dostum. Tanrı’nın kentine gittiğimizi söylüyorlar ve bizi yürütüyorlar!” dedi Bera ama bu söylediklerine kendi de anlam veremiyordu. “Saçmalama dostum. İki tane melek ruhu araba kullanacak değil. Buraya nasıl geldiysek herhalde oraya da aynı şekilde götürürler.” Bars’ın sesinden kin tohumları neredeyse yerlere saçılıyordu. Kini ne tanrıya ne de ruhlaraydı. Kendisine öfkeleniyordu Bars. Bu aptal cesareti gerektiren anlaşmayı kabul ettiği için... Bera, gözlerini yere düşürdü ve yerdeki çürümeye yüz tutmuş yaprakları seyrederek devam etti yürümeye. Bir kaç yüz adım bile yürümemişlerdi ki ruhlar durdu ve çocuklara doğru döndüler. Ufak bir tepenin üzerinde duruyorlardı. Her yer olabildiğine dümdüz yeşil çimlerle kaplıydı ve özenle düzenlenmiş bir malikânenin bahçesini andırıyordu. “Tanrının kentine hoş geldiniz Psiedia’nın cesurları.” Diye bir karşılama cümlesi kurdu Suma ve eliyle tepenin, çocukların göremediği diğer tarafını gösteriyordu. “Burası bolluğun ve huzurun diyarı. Ve burası dünyamızın kaderinin son bulacağı ve yepyeni bir kadere yelken açacağı verimli topraklar.” Dedi. Gözleri masmavi gökyüzünü süzüyordu ve temiz havayı ciğerlerine çekerken çıkardığı ses memnun olmuşluğun dışa vurumu gibiydi. İki genç biraz ilerleyerek tepenin ardını incelemeye başladı.

          Ucu bucağı görünmeyen dümdüz bir alan üzerinde öbek öbek sıralanmış çeşitli meyve ağaçları, meyvelerini olgunlaştırmış, Eit Diyarını çeşitli renklere buluyordu. Ovanın tam ortasından akan küçük bir nehir, binlerce kolunu her ağaç öbeğinin etrafından geçirerek, onlar için gerekli olan enerjiyi tüm cömertliğiyle sunuyordu ağaçlara. Diğer ağaçlardan yüzlerce kat daha büyük ve on kez daha geniş olan ağaçlarsa her on meyve ağacı öbeğinde bir tekrar ediyordu ve bir dalı, etrafındaki meyve ağaçlarından daha kalın ve büyük olan bu ağaçlar ovadaki hayvanlara sığınak görevi görüyordu. Ağaçların etrafında uçuşan binlerce kuş rengârenk kanatlarıyla havada adeta bir gökkuşağı oluşturuyor Bars ve Bera’nın hayran bakışlarını kendi üzerlerine çekmeyi başarıyorlardı ancak bu rengârenk kuşlardan daha ilgi çekici olan, daha az sayıdaki ve tıpkı Kalidler gibi parlayan, büyük uçan yaratıklardı. Bunlara kuş demek doğru olmazdı. Zira bir tanesi tam Bera’nın üzerinden pike yaparak ilerideki büyük ağaçlardan birinin zirvesine tünemiş ve gençler, bu canlının muhteşem vücudunu en ince ayrıntısına kadar görmüşlerdi. Parlak yünleri, ışık kaynağından dolayı bembeyaz görünse de, yakından bakınca yünlerinin, gençlerin Psiedia’da daha önce hiç görmediği parlak turkuazı anımsatan bir rengin oluştuğu görülebiliyordu. Devasa büyüklükteki kanatları, heybetlerini daha da artırıyordu. Kanatları, vücudunu sarmalayan yünler gibi değil, diğer kuşların tüyleri gibiydi ancak kantları da tıpkı yünleri gibi, o muhteşem turkuaz rengini barındırıyordu. Alnın iki tarafından fırlayan boynuzların her biri, sarmal şekilde birbirine dolanmış gibi görünüyor ve gittikçe sivrilerek son buluyordu. Bera’nın üzerinden uçarken, tıpkı bir kurt kafasını andıran başını nazikçe gençlere doğru eğmiş ve onları, gagasını şarkı söyleyen genç bir kız gibi hareket ettirerek muhteşem sesiyle selamlamıştı.

          Suma, “Ra’qiel sizlere selamlarını sundu. O, insan ve diğer ırklardan farklı olan bütün yaratık ve hayvanların en onurlusu ve en kibarıdır. Ayrıca; o, herhangi bir yaradılmışın düşmanlığını isteyeceği en son varlıktır aynı zamanda. Çünkü düşmanlarına karşı çok acımasızdır ve gücü en cesur melekleri bile korkutur.” Diye, bu güzel kuşu tanıttıktan sonra Argu, ovanın tam ortasındaki, ya da görülebilen yerinin tam ortasındaki, yapıyı göstererek; “Işık evi burası çocuklarım.” dedi. Yapı, gökyüzüne doğru uzanan beş sütun çevresine inşa edilmişti. Duvarları o kadar temiz bir beyazla boyanmıştı ki adeta nur saçıyordu etrafına. Bera ve Bars, Işık Evini incelemeye koyulduklarında Kalidler ortadan kaybolmuş ve iki genci yalnız bırakmışlardı. Bars, Işık Evinde yapmaları gerekeni sormak için Kalidlere döndüğü zaman anladı onların yok olduğunu. Gençler şaşkınlıkla birbirlerine baktılar bir an. Sonra Bera, “O halde Işık Evine gidiyoruz.” dedi ve tepeden aşağı inmeye başladı.

Bars Elsa

Çevrimdışı Bars Elsa

  • **
  • 318
  • Rom: 4
    • Profili Görüntüle
Ynt: KADİM ÖLÜM 6. Bölüm - Gerçeklik
« Yanıtla #8 : 18 Eylül 2010, 13:23:57 »
GERÇEKLİK

          Gençler, rampayı aştıktan sonra; Eit Diyarı’na adımlarını atmış oldular. Göz alabildiğine yeşilin ve bin bir farklı ağaç ve yaratık çeşidinin gezindiği bu yerde yürürlerken soludukları havanın tazeliği başlarını döndürmüş, akarsudan gelen su sesleri kulaklarına bir müzik şölenini anımsatmıştı. Işık Evi, çok net şekilde görülebiliyor olmasına rağmen uzaklığı bir hayli vardı ve bu mesafeyi kat edebilmek için gençlerin uzun olmayan ama kısa da sayılamayacak bir yolculuk yapmaları gerekti. Adımlarını her atışlarında gözlerine çarpan, daha önce hiç bir yerde şahit olmadıkları güzellikleri seyre dalmak onların yolculuğunu bir hayli uzatmış olmasına rağmen ikisi de buna aldırmış görünmüyorlar ve zaten Kalidleri kurtarma hikâyesini de benliklerine bir türlü aşılayamamış olmaları her hallerinden anlaşılabiliyordu. Bera, çeşitli renkleri bünyesinde, bir ebru tablosu gibi barındıran bir meyve ağacının altında durdu ve Bars’a susadığını belirterek dibindeki parlak taşlar seçilebilen berrak dereden avucuyla bir kaç yudum su içti. Çıkardığı memnuniyet sesinden ne kadar ferahlamış olduğu belli olan Bera, ağacın kenarına koyduğu sırt çantasını ve silahlarını kuşandıktan sonra iki arkadaş yolculuklarına duraksaya duraksaya devam ettiler. Gittikçe yakınlaşan Işık Evi, ihtişamını her adımda daha da artırıyor yapının güzelliği içinde bulunduğu doğayla uyumunu gözler önüne seriyordu. Bera, suyu içtikten beş dakika kadar sonra temiz havanın etkisiyle mi yoksa sudan dolayı mı sendelemeye ve adımlarını çarpıklaştırmaya başladı. Eliyle başını tutuyor ve düşmemek için büyük bir çaba harcıyordu...

*********

     Etrafın karanlık olmasından dolayı Bera, dışarıda mı yoksa bir yerin içinde mi olduğunu fark edemiyordu ancak uzaklardan yüzüne vuran hafif kızıl bir ışın ortalığı loş da olsa görmesine yetiyordu. Sanki vücudu orada değilmiş, sanki attığı adımlar kendisine ait değilmiş gibi hissediyordu. Başı dayanılmaz derecede ağrıyor, çığlıklar atmak istediği halde sesini çıkaramıyordu. Adımlarını yere daha kuvvetli basar olduğu zaman gözleri karanlığa alışmış ve etrafındakileri daha net seçer hale gelebilmişti. Duvarlardan damlayan suyun, badanayı çürüttüğü, nem kokusunun dayanılmaz derecede sert ve zeminin topraktan olduğu bir binadaydı. Duvarlara monte edilmiş meşaleler ışığını yitirmiş geriye sadece bir kaç köz kalmıştı. Yüksek tavanlı uzun bir koridora sıralanan ahşap kapıların bazıları aralanmış duruyordu bazıları da kapatıldıktan sonra çelik demirlerle kilitlenmiş, adeta mühürlenmişti. Üzerinde hissettiği ağırlığa sebep olan şeyi öğrenmek amacıyla vücudunu kontrol eden Bera, akıllara durgunluk verecek bir şey fark etmişti. Vücudu saydamlaşmıştı. Elinin üzerinden, zemini ve irili ufaklı çakıl taşlarını görünce büyük bir korkuya kapılmış neredeyse bayılacak kadar heyecanlanmıştı. Gözlerinden akan bir iki damla yaş, yanaklarını delip toprağa düşünce çığlık atamadığını hatta içinden bile konuşamadığını fark etmişti. Artık daha da ağırlaşan adımlarını ilerletmek için uğraşırken nedense aklına Bars gelmiş ve etrafında bir kaç kere dönerek onu aramıştı. Bars ortalarda görünmüyordu.

     Bera, zar zor hareket ettirebildiği adımlarını bitirip koridorun sonuna geldiğinde sol tarafında yarıya kadar açık bir kapı gördü ve gayri ihtiyari odaya girdi. Odada Argu, Suma ve tanımadığı iki kişi daha vardı. Yanlarına gitti ve Suma’nın yüzüne baktı. Sumanın, kendisine hiçbir tepki vermediğini görünce onların kendisini göremediğini düşündü. Yorgunluktan bitap düşen Bera, geri döndü ve kapının kenarına, duvara sırtını dayayarak yere çöktü. Bir eli başında, dizleri karnında etraftakileri izliyor bir yandan da bu dayanılmaz baş ağrısının geçmesini umuyordu.

*********

     Odada hiç pencere görünmüyor, odanın aydınlatması, duvarların kenarına döşenmiş yüzlerce mum sayesinde gerçekleştiriliyordu. Odanın tam ortasında on altı tane köşesi olan düzgün bir yıldız ve yıldızın her iki kolunun arasında Kalid dilinde ve ya başka bir lisanla yazılmış kelimeler vardı. Mumların ışınları odanın tamamını aydınlatmıyor, ışınlar doğrudan yıldızın etrafında toplanıyordu. Bu da on altı kollu bu yıldızı, odadaki en belirgin nesne yapıyordu. Bera, oturduğu yerde baş ağrısının geçmesini umarken içini de korkunun mu yoksa bir hastalığın mı neden olduğunu anlayamadığı bir titreme sarmış, ellerini dizlerinde birleştirmiş bir ileri bir geri sallanıp duruyordu. Mumların ışınlarıyla parlayan yıldızın etrafındaki ruhlar aralarında fısıltıyla konuşuyor bir yandan da diğer iki kişiye bakıyorlardı göz ucuyla. Sonra birden Argu, karşılarında duran adamlardan birinin yanına gitti ve gençlere göstermediği sert bakışlarıyla gözlerinin içine baktı ve kendi dillerinde bir şeyler fısıldadı. Sesi sertti ve insanın içine ürküntü salıyordu. Argu konuştukça, karşısındaki orta boylu yumuşak ama nefret dolu bakışlı adam gözlerini kısıyor, Argu’ya kendisinin bile zor duyabileceği bir şeyler söylüyordu. Acı çektiği her halinden belli olan adamın kolları arkasında kavuşturulmuş, kelepçeli gibi duruyordu ama görünürde ne bir kelepçe ne de herhangi bir klips vardı.

     Kolları görünmez bir kelepçeyle kilitlenmiş olan adam, Argu konuştukça daha da fenalaşıyor olduğu yerde yalpalayarak yere düşmemek için direniyordu. Ruh, son sözlerini de adamın gözlerinin içine okumayı bitirince, karşısındaki adam hipnotize olmuş gibi durdu ayakta öylece... Hiç kıpırdamadan duruyor ve gözleri boşluğa bakıyordu. Henüz hipnotize olmasının üzerinden bir dakika bile geçmeden adam başını kaldırdı ve sanki yürümek istemiyor da birileri tarafından zorla arkasından ittiriliyormuş gibi yıldızın ortasına doğru yürümeye başladı. Beş adımlık mesafeyi, elli adım adım yürüme süresinde tamamlayarak yıldızın en parlak yerinden durdu ve birden kollarını kuzey doğuya ve kuzey batıya doğru sanki dua eder gibi doğrulttu. Kollarını havaya doğrultmasıyla aynı anda başını da gökyüzüne çevirdi. Gözleri kıpkırmızı olmuş, gözünün maviliği kandan görülmez hale gelmişti. Turuncu mum ışıkları arasında kaybolan adam bu vaziyette, hiç bir şey söylemeden başına gelecekleri kabullenmiş ve onları bekliyordu artık sanki. Gözlerinden akan yaşlar doğruca yere düşüyor, düştüğü yerden azur mavisi bir duman saçarak kuruyup gidiyordu.yaşlar kuruduktan sonra geride bıraktığı, küçük bir noktacık büyüklüğünde yeşillikten başka bir şey değildi...

     Suma da, diğer adama aynı şeyleri uygulamış iki adam da turuncu ışıklarla parlayan yıldızın ortasında bekliyorlardı. Ruhlar yıldızın batı tarafında yan yana duruyor ve hipnotize ettikleri adamlara bakıyorlardı. Bera bu bakışlarda, o kanlı ayinin yapıldığı günden beri tanıdığı Kalidleri görmüyordu. Sanki tamamen değişmişler ve o kadife sesli, gülen gözlü kibar adamlar gitmiş, yerlerine Psiedia’nın en diktatör imparatorluklarının profesyonel katil muhafızları gelmişti. Yüzlerindeki nurdansa geriye hiç bir iz kalmamış, tenlerinin beyazlığı albino insanlarda görüldüğü gibi, normal, görünüyordu.

     Argu, sol elini ileri uzattı ve birden indirdi. Bu hareketi yaptığı anda, yıldızın ortasındaki adamlar birden bire yere düştü ve büyük bir gürültüyle ortada bir çift mermer masa beliriverdi. Yere düşen iki adam, masaların üzerinde çırılçıplak uzanıyordu. Masalardan taşan sağ ellerinin altında, daha küçük birer sehpa ve sehpanın üzerinde de, kâse gibi bir şey duruyordu. Bera ayağa kalktı. Ruhların yaptığı bu şeylerden ürkmüş görünüyordu. Onların gerçek yüzünü gördüğünü düşünmüştü. Ağır adımlarla ilerlemeye başladı mermer masalardan birinin yanına. İçinde, ruhların onu fark edeceğine dair bir his vardı ama ruhlar, Bera’nın olduğu yere bakmıyorlardı bile. Bera, soğuk masada ölü gibi yatan adamın yanına varınca, içini hafif bir titreme aldı. Sanki masanın, ya da ortamın, soğukluğu bedenini ele geçirmiş, onu büyülemişti. Bu odadaki enerjinin hiç de iyi bir şeylere ait olmadığından adı gibi emindi artık Bera. Adamın kolunun altındaki sehpada duran şeyi artık daha iyi görebiliyordu genç adam. Bu, rüyasında gördüğü kırmızı sıvı dolu kadehin ta kendisiydi. Artık daha da emindi ki Suma ve Argu, gençlere kendilerini olduğundan farklı tanıtmışlardı. Yanındaki masada hareketsi yatan adama acıma dolu gözlerle baktı.

     Suma, fısıltılı seslerle tıslayarak adamın yanına gelmiş ve Bera’nın tam yanında durmuştu. Adamın masadan sarkan bileğine doğrulttu elini ve kocaman avucunu bir kaç kez adamın bileğinin üzerinde gezdirdikten sonra beklemeye başladı. Bir an sonra adamın bileğindeki kalın damarlardan biri patladı ve oluk oluk kan akmaya başladı yere önce, bir kaç saniye sonra da sadece damlayarak devam etti elinin altındaki kadehi doldurmaya. İki kadeh de zavallı adamların kanlarıyla dolduktan sonra Suma kadehleri aldı ve Argu’ya uzattı. Argu, kadehleri sanki dünyanın en değerli hazinesiymişçesine tutuyordu. Kadehleri, odanın köşesinde bir yerde duran ahşap çalışma masasının üzerine dikkatlice yerleştirdi. Masadaki bir çift parşömen parçasını özenle masaya serdi ve masadan düşmek üzere gibi duran metal uçlu bir kalemi, kadehlere batırarak bir şeyler yazmaya başladı parşömen parçalarına. Her parşömen için bir kadehteki kanı kullanıyordu. Bera, Argu’nun yanına gitti ve yazıları okuyabilmek için masaya eğildi. Loş odada önce yazıyı okuyamadı ama daha sonra fark etti ki Argu’nun yazdıkları, okudukları o şiirin ta kendisiydi. Argu, şiiri yazmayı bitirdikten sonra kâğıdı eline aldı ve bir şeyler söylemeye başladı titrek bir sesle. Şiiri okumuyordu. Sözlerini bitirdi ve kâğıttan havaya ateşle birlikte siyah bir duman kütlesi yükseldi. Ama kâğıt ortadan yok olmamıştı. Kanla yazdığı şiir, söylediği büyülü sözlerin ardından herhangi bir mürekkebe dönmüş, zavallı meleklerin kanlarıyla yazılı kısım parşömenin arasında, görülmeyecek hale gelmişti. Bera, şaşkınlıkla bu olayı izledikten sonra kafasını tekrar masadaki meleklere uzatmıştı ki tam bu sırada, adamların bileklerindeki yaradan pembe bir ışık huzmesi parladı, daha sonra bu pembelik bütün odayı sarınca Bera, masaların yanında iki tane çok güzel kadın yüzü gördü. Bunlar, masada çırılçıplak yatan adamların, yani meleklerin gerçek suretleriydi.

     Kuvvetli ışık huzmesi odayı kapladığı sırada, Argu ve Suma gibi Bera da gözlerini gayri ihtiyari yummuştu. Açtığında, yerde uzanıyorken buldu kendini. Etrafı buğulu görüyor ve nesneleri tanıyamıyordu. Bir kaç saniye sonra başının üzerindeki yeşil yaprakları seçebilmeye başladı ve konuşmak için ağzını oynattı. Sesini çıkaramıyordu. Kocaman İandiara ağacının gölgesi altında yatıyordu. Bir kaç kere yutkundu ve “Suma...” dedi. Sesi çatallı çıkıyordu. Bars, çantasından bir şişe su çıkardı ve çocuğa içirdi bir kaç yudum. Artık Bera daha iyi hissediyordu. Gözlerini kırpıştırarak biraz doğruldu ve konuşmaya başladı ağır bir sesle, “Argu ve Suma... Onlar iyi taraftan değil...” dedi. Sesini duyurabilmek için çaba harcıyordu, Bars da onu daha iyi duyabilmek için kulağını Bera’nın ağzına yakınlaştırmıştı.

     Aslında Bera konuşunca Bars gerçekten duymak istediği şeyleri duydu. Çünkü Suma ve Argu denen o adamların aşırı yapmacık tavırlarından ve fazla nezaketli davranışlarından hem sıkılmış hem de gerçek dışı bulmuştu. Bu adamlarda Bars’ı rahatsız eden bir şeyler vardı ve artık Bars bundan iyice emin olmuştu ki, gerçek yüzlerini kendilerinden saklamışlardı.

     İki dost, Bera’nın gördüğü şeylerden sonra, bu konu hakkında daha fazla konuşmadan yollarına devam ettiler. Artık Işık Evi’ne daha çabuk varabileceklerdi. Çünkü Bera bayılmadan önce yaptıkları gibi gördükleri her güzel şeyi izlemek için durmuyorlardı. Dev İandiara ağaçları ve çeşit çeşit meyve ağaçlarını çevreleyen berrak akarsuyun kenarından hızlı adımlarla Işık Evine doğru yaklaşıyorlardı. Beşgen şeklinde inşa edilmiş, ya da yaratılmış, bu yapıya yaklaştıklarında onu daha ayrıntılı inceleme fırsatı bulabilen gençler, renkli mozaik camlarla kaplanmış adam boyu pencerelerden dışarı sızan ışığın madde olabileceğini düşündürecek kadar yoğundu camları delerek dışarıda biten uzun çayırlara vuran turkuaz renkli ışıklar. Eit Bahçesine indikleri tepenin ardından batmaya hazırlanan güneş, ışınlarını Işık Evinin ihtişamlı mermer kapısının üzerindeki kristal camlara vurarak yapının önünden akan suda görkemli bir gösteri yapıyordu. Çocuklar ne bu güzel turkuaz renkli, hacimli ışığı ne de güneşin sudaki dans gösterisini izlemek istediler. İkisinin de düşündükleri tek şey, ruhların karşılarına çıkıp tahmin ettikleri teklifi sunmaları ya da gerçekte kim olduklarını açıklamalarıydı. Sonrasında neler olacağı umurunda bile değildi genç adamların. Artık bu oyun bitmeliydi. Bars, mermer kapının önünde durdu ve güneşten parçalar barındıran kapı kilidini korkuya benzer ama korkudan daha yüce bir duyguyla tuttu. Kapıyı kendine doğru çekti. Kapı, su üzerinde ilerleyen bir yunus balığı gibi kayarak açıldıktan sonra yüzlerine aynı turkuaz rengi maddesel ışık vurdu. Işığa gözlerinin alışması uzun sürmedi. Işık Evinin içini incelemeye koyuldu sonra Bars ve Bera. Evin içerisinde hiç bir mobilya ve aksesuar yoktu. Evi süsleyen tek aksesuarlar, duvarlara işlenmiş, gözlerinden yıldızlar saçarak ağlayan melek kabartmalarıydı. Ama ne Bars ne Bera onların gerçekten melek olduğuna ve temizliği, dürüstlüğü ve sadakati simgelediğini düşünüyordu.

          Eşikten attıkları ilk adımdan sonra ciğerlerine dolan nefesin tazeliği, dışarıda akan bereketli suyun havasından bile daha ferah ve tazeydi. Bir kaç adım daha attı gençler boş ve uçsuz bucaksız salonda. İlerlemeye başladılar. Yüz adım kadar sonra karşılarında pirinç bir heykel ve heykelin iki tarafında kazık yutmuş gibi dimdik duran Argu ve Suma’yı gördüler. Onları gördüklerinde adımlarını ağırlaştırıp onlara doğru yürüdüklerinde ikisi de heyecandan titriyor ama bu durumu dışarı yansıtmıyorlardı. Nihayet kendilerini ruhların karşısında bulduklarında konuşan Argu oldu, “Işık Evine hoş geldiniz çocuklarım.” “Selam.” diye karşılık verdi Bera. Yüz hatlarında hiçbir samimiyet izi görülmüyordu karşısındakilere karşı. Bars da başıyla reverans yaptıktan sonra söze Suma girdi, “Dünyamızın geleceği burada yazılacak Genç Bars ve Genç Bera.” Sizlere kurtuluşla ilgili her şeyi anlatacağız. Ve nihayetinde yapmanız gereken fedakârlığı da…” Sesinde ne bir ton vardı ne de herhangi bir mimik görünüyordu yüzünde. Suma sözünü bitirir bitirmez, bir tiyatro oyunu sergiler gibi girdi söze Argu, “Bu öyle bir şey ki, herhangi bir insan bunu değil kabul etmeyi, düşünmez bile. Binlerce yıl önce dünyamızda güven ve hoşgörü hâkimdi. Bütün ırklar birbirleriyle iyi geçinirler hiç savaş yaşanmazdı. O zamanlarda Psiedia’yı yönetenler de bizlerdik. Bolluk ve bereket içindeki yaşantımıza, cennetten kovulanlar karıştı bir zaman sonra. Onlar kibirlilerdi, güçlenmek, daha da güçlenmek istiyorlardı. Bunu, cennetin hâkimiyetini ele geçirerek yapmaya kalkıştılar önce. Ama uğradıkları ağır hezimetten sonra oraya adımlarını bile atamadılar. Çünkü cennetin kapısında, bütün yaradılmışların arasında en kuvvetli ve en acımasız sadık bekçiler beklerdi.” Bars ve Bera, sırt çantalarını yere atmışlar ama silahlarını kuşandıkları kemerleri çıkarmamış, sessizce konuşulanları dinliyorlardı. Zaten asırlarca, gidilen her diyarda, ihtiyarların, gençlere övünçle anlattıkları destanı… “Onlara bütün gücümüzle firendik. Bu savaşa hiçbir ölümlü ırkı alet etmeden bütün varlığımızla direndik onlara. Ama bizlerin sınırlı gücü ve sınırlı savaşçıları onları ebediyen yok etmeye yetmedi. Yenildik… O devirden beri, ruhlarımızı çaldıkları bizi, hapsettikleri yerde tutmayı başararak hâkimiyetlerini getirdiler dünyamıza. Artık Psiedia, eskisi gibi bir yer değil, onun tam tersi bir konumdaydı. Güçlülerin zayıfları köleleştirdiği, isyankârların hükümdarlığında ve onlara yaltaklık yapan bazı ölümlülerin kurduğu diktalarda insanlar nedensiz yere öldürülür, kadınlar bu ölümlülerin zevklerine sunulurdu. Yeni doğanlar, acımasız eğitim kamplarına alınır ve asilerin yönetimlerini koruyacak katillere dönüştürülürdü. Ama insanlarımız hiçbir zaman yitirmedi umutlarını ve bir gün tekrar bizlerin geleceğini bildikleri için, asilere karşı bir savaş başlattılar. Bu, herkesten gizlemeyi başarabildikleri savaş aletleriyle ve kendileri tarafından yetiştirilen, en az karşı tarafın muhafızları kadar güçlü ve acımasız askerler tarafından gerçekleştirildi ve uzun süren bir savaştan galip çıktı ölümlü halkımız. Artık bizler gelene kadar, barış ve huzuru ellerinden geldiği kadar yaymaya başladılar topraklarımız üzerine.” Bars, gözlerini yere indirerek bakışlarını onlara yöneltmeden “Ve artık siz geldiniz…” dedi. Onu tanımasa Bera sanki Bars’ın Kalidleri taparcasına seven, sadık bir hizmetkârın mahcup övgüleri olduğunu sanırdı. “Öyle. Artık barış ve huzur tekrar indi yeryüzüne.” Bera, utangaç bir tavırla sordu “Peki biz ne yapabiliriz? Hala söylemediniz bize yapmamız gerekeni!” dedi. Artık açıklamakta bir mahsur görmemiş olacak ki, sakin bir edayla anlattı gençlerin asli görevlerini Suma; “Ruhlarımızı hapsettikleri zaman bedenlerimizi yok etmişlerdi asiler. İşte o günden beri bedensiz bir ruh halinde hapis hayatı yaşadıktan sonra indik tekrar yeryüzüne. Sizlerse, biz aslında ne hapisken ne de yeryüzünde ve cennetteyken oradaydınız.” “Neredeydik?” dedi meraklı bir sesle Bars. “Tanrıların katında…” Sesi bir tavır takınmıştı nihayet Argu’nun. Sesinde ümit tohumları yeşeriyordu. “Sizler bizzat Tanrılar tarafından seçilmiş görevlilersiniz. Sizlerin bir tek sözü, hayal edemeyeceğiniz şeylere yetebilir. Yapıma ve yıkıma… Sizin bedenleriniz bizlerden bir parça aslında. Bu da sizleri bizim için vazgeçilmez yapıyor.” İki genç de duydukları karşısında şaşkınlıklarını gizleyemediler. “Nasıl yani? Bizim bedenlerimiz sizin mi?” diye soruverdi Bera. “Evet gencim… Siz yeminli fedakâr kahramanlar, dünyamızı kurtarmak için kendinizi feda edeceksiniz.” Bars’ın da Bera’nın da duymayı umdukları söz sonunda çıkmıştı ruhun ağzından. “Ya bunu kabul etmezsek?” dedi Bars. “Kabul edeceksiniz çocuğum… Bu sizin kaderiniz.” Bera ve Bars birbirlerinin gözleri içine baktılar. “Kader…” dedi fısıltıyla Bars. Ağzından bu tek kelime çıktığı an iki genç adam ruhlara dönmüş ve silahlarını onlara yöneltmişlerdi bile. Faldor isimli kahin bilgenin onlara verdiği bu güçlü silahlar iki ruhun tam alınlarında aynı anda patlamıştı. Yeri sarsan bir gürültüyle patlayan silahların ardından saniyeyi milyon kez azaltan bir zaman aralığında oda bütün ışığından arınmış etrafı cehennemi bile kıskandıracak bir kasvet sarmıştı. Argu ve Suma’nın yere düşen bedenleri ardından her şey gerçek kılığına bürünmüş her şey sıyrılmıştı maskesinden. Parıldayan sırmalı duvarların yerini alan yosun bağlamış taşlar arasında asaletle duran gençlerin yüzüne dolunayın ışıkları vuruyordu. “Kader, ölüleri öldürebilen bu parmaklarda…” dedi Bars ve etrafa yoğun bir koku salan kömürleşmiş ruh cesetlerine baktılar tiksintiyle. Ve birer sigara yaktılar…

Bars Elsa