Kayıt Ol

İblisler Efendisi #1 ve #2

Çevrimdışı Ashitaka

  • *
  • 35
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
İblisler Efendisi #1 ve #2
« : 19 Eylül 2010, 23:19:56 »
Çöl, kuru havası ve sapsarı görünümüyle insanı delirtmeye yetecek garip bir güzelliğe sahipti. O sarı görüntünün üzerinde bir insan belirdi. Saniyeler sonra o insan, dizlerinin üzerine çöktü ve yere yığıldı.

“Sultan buna çok sevinecek. Gözlerini açıyor, sakin olun şokta olabilir.” dedi doktor gülerek.

“Ne-Neredeyim ben ?”

“Fas’tasın, Sultan Kahremun’un şehrindesin.” dedi doktor tebessümle. Velean’ın çevresine insanlar toplanmış, hepsi büyük bir merakla Velean’ın neler diyeceğini merak ediyorlardı.

“Şans eseri kafilemiz geçerken sana rastladı ve bayıldığın yerden aldık. Neyse ki sana bir şey olmadı. Şimdi iyisin değil mi?” dedi doktor bir onay bekleyerek.

“Evet iyiyim sağol. Bu kadar insan neden başımda bekliyor?”

“Elindeki izden dolayı. Bir Trompen olmalısın?”

“Sizin halkınız ona ne diyor bilmiyorum ama eğer kastettiğin sıkıştırma ve ayrıştırma yeteneği ise evet o bende var sanırım.”

Velean’ın bunu demesiyle birlikte çevresindeki insanlar yavaşça dağıldı ve gelen iki muhafız Velean’ı kelepçeleyerek onu bir sedye ile saraya doğru yola koyuldular.

“Beni neden saraya götürüyorsunuz?” diye sordu muhafızlara Velean. Ancak cevap gelmedi. “SİZE TEKRAR SORUYORUM, BENİ NEDEN SARAYA GÖTÜRÜYORSUNUZ?” diyerek tekrarladı, sinirlerini kontrol etmekte zorlanıyordu. Genişleyen kılcalları yüzünü ve vücudunu gitgide daha da kızıllaştırıyordu. Konuşmayı kesti, gözlerini kapadı ve çölde tahriş olmuş ayaklarını birbirine çarpması ile bir patlama oldu.

Sıkıştırma gücü yıllar önce insanların keşfettiği bir şeydi. Simyadan daha önce var olan bir şeydi. Simya da sıkıştırma ve ayrıştırmanın -Trompeni- biraz gelişmiş haliydi. Trompeni’de havayı, nesneleri, var olan her şeyi-metafizik harici- sıkıştırarak şekillendirebiliyor ya da içindeki elementlere hükmedip onları kendi taleplerine göre kullanabiliyorlardı. Sıkıştırma işaretlenmiş iki uzvun birbirine kavuşturulması ile yapılıyordu. Velean da ellerini kullanamayacağı bir durumda çaresiz kalmamak için ayaklarını da işaretletmişti. Havadaki azotu uzaklaştırdı ve patlama… Oksijen yanıcı özelliğini göstermişti. Şans eseri refakat eden muhafızlar acemilerdi. Oluşan karmaşadan hızla kaçtı ve ara sokaklara doğru koşmaya başladı.

Yollar düz değildi, dikkatsizce yerleştirilmiş biçimsiz taşlardan oluşuyordu. Baş parmağında büyük bir acı hissetti, ayakkabısı yoktu ama ihtiyacı da olmuyordu bu gibi durumlar dışında. Çünkü güneyde yaşayan hobbit toplulukları gibi Velean’ın ırkı olan Morinler’in de ayaklarının altında bir kaç santimetre kalınlığında kıl tabakası vardı. Yollar gitgide daha da bozulmaktaydı. Belli ki Fas’lılar yol mimarisine pek önem vermiyorlardı. Yapılara gelince, şu ana dek görmediği kadar büyük yapılar ile karşılaşmıştı. Belki de yüzlerce pencereli Sultan köşkü, şehrin en büyük yapısıydı. Ayağının takılmaması ve sendelememesi normaldi çünkü büyüdüğü Nijerya’da da yolların pek düzgün olduğu söylenemezdi. Kaçmaya alışkın olması da bir avantajdi elbette. Ancak bir sorun vardı, ayrıştırmada ve savaşmada ona yardımcı olan palaları yerlerinde yoktu. Palalar hastanede alınmış olmalıydı. Bir sorun daha vardı, elleri hala kelepçeliydi. Aniden önüne bir adam fırladı:

“Beni takip et, kelepçelerinden kurtulmana yardım edeceğim.” dedi yabancı.

“Başka çarem yok sanırım, hadi hızlı ol da izimi bulamasınlar.” dedi ve yabancıya uyarak koşmaya devam etti. Labirenti andıran ara sokakların birinde durdular. Yabancı ellerini yere yapıştırdı ve simya ile gizli bir geçidi ortaya çıkardı. Geçide indikleri zaman yabancı ellerini tekrar dayadı ve yolu eski haline getirdi. Bu o kadar iyi bir işti ki üzerinden geçen muhafızlar yolun simya ile değiştirilmiş olduğunu anlamadan devam etmişlerdi. Uzun yollardan geçtikten sonra geniş bir hol ile karşılaştılar. Ve yabancı burada durup odalardan birine geldi. Velean bir açıklama bekliyordu. Yabancı kısa bir süre sonra yanında bir havlu ile geldi ve havluyu Velean’a uzattı. Velean elleri kelepçeli olduğundan alamadı. Yabancı güldü ve söze girdi.

“Kendimi tanıtmama izin ver, ben Querox, Luerdo üyesiyim. Giysinden anladığım kadarıyla sen de öylesin. Ben olmasaydım bu şehirde sana yardım edecek başkası çıkmayabilirdi, bu sebeple kendini şanslı saymalısın.” dedi. “Sizi selamlıyorum Usta Querox, adınızı Nijerya’da birçok ustadan duymuştum, sizin huzurunuzda bulunmak benim için büyük bir şeref. Benim adım da Velean.” dedi Velean.

“Bende olan bir eşyan var.” Dedi ve kemerinde asılı iki palayı Velean’a doğru fırlattı.

“Çok iyi işlenmişler, Nijerya yapımı gibi durmuyorlar.” dedi Querox.

“Fas yapımı, kenarına dikkat etmemenize şaşırdım. Bu sohbet uzamadan kelepçelerimi çıkartmanızı istesem saygısızca davranmış olur muyum?”

“Elbette hayır Velean, aslına bakarsan ben de tam onları çıkartmayı düşünüyordum. Ellerini havaya kaldır ve aralarında boşluk bırak.” Dedi Querox.

Velean ellerini Querox’un söylediği konuma getirdi ve beklemeye başladı. Querox konsantre oluyordu, ellerini birleştirdi ve bir anda gözlerini açtı. Gözlerinden oldukça parlak bir ışık yayılıyordu. Işığın geçmesi ile bir anda kelepçeler yandı ve tek parça halinde yere düştü.

“Ustam, yolda yaptığınız şey, beş kademe simyaydı değil mi?” dedi Velean.

“Nijerya’da boş durmamışsın sanırım ha?”dedi Querox.

“13 yıl kalınca haliyle bir çok şey öğrendim ustam.” dedi Velean.

“Öncelikle usta demeyi bırak, bu sohbetimizi aşırı resmileştiriyor. Querox dersen rütbemde pek bir değişiklik olacağını sanmıyorum, ve de emin ol saygısızlık etmiş olmazsın. Buraya neden geldin Velean, seni Nijerya’dan Sahra’yı geçip Fas’a gelmeye iten şey neydi ?”

“Var olduğu söylenen bir tapınak. Büyük iblis Kalrec’in cesedinin ve cübbesinin bulunduğu tapınak.”

“Kalrec… İhanet edip Şeytan’a dönen ilk Simyacı. Eğer o olmasaydı şu an böyle bir Dünya’da yaşamıyor olabilirdik, yani daha iyi bir Dünya’da yaşıyor olabilirdik demek istiyorum. Peki neden arıyorsun bu tapınağı ?”

“Kalrec’in Şeytan’a ruhunu satmadan önce yaptığı araştırmaya ve cübbesine ihtiyacım var.”

“Ne araştırması? Kalrec’in bir araştırma yaptığını duymamıştım. Ve de şu cübbe, ona neden ihtiyacın var?”

“Nijerya kralı uğursuz Lamek’i ve ordusunu alt etmek için.”

“Tanrı aşkına Velean, iblisleri çağırmayı düşünmüyorsun değil mi ?”
“İlk başta sadece simyamı daha güçlü kılsın ve büyü gücümü biraz daha artırsın diye istiyordum. Ancak araştırmalarım sonunda iblis çağırma gücünün de bu cübbeyi taşıyana verildiğini öğrendim. İblislerin büyük yardımı olacağı kanısındayım.”

“Peki araştırma, Kalrec ne hakkında araştırma yapıyordu ?”

“Troller. Kalrec Troll çağırmanın yolunu bulduğuna inanıyordu. Ancak bunu deneyemeden öldürüldü.”

“Troller… Devasa boyuttaki güçlü yaratıklar. Peki bu tapınağın nerede olduğunu düşünüyorsun?”

“Ülkenin batısında. Ülkenin batısında bulunuyor, yani yazıtlardan öğrendiğim kadarıyla.”

Başaramayacak, dedi Querox içinden. Peki ya başarırsa, ya başarır da gücü onu kötü şeyler yapmaya tahrik ederse? En iyisi konseyi bu konu hakkında bilgilendirmek, diye düşündü Querox.

“Yolun açık olsun Velean, ne yazık ki şimdi gitmek zorundayım. İçeride biraz yiyecek var, istersen bir kısmını alabilirsin, nasılsa önünde uzun bir yol var. Şimdi bol şans diliyorum.”

Velean’a cevap verme şansı tanımadan ellerini yere dayadı ve odanın zemininden aşağı doğru hızlıca gitti.

**

   Dordios, Dordios, Dordios.” diye bağırdı büyücü. Mağaradaki devasa duvar bir anda yarıldı ve bir labirent belirdi. Büyücü asasını kaldırdı ve aynı sözleri üç kez daha haykırdı yüksek bir sesle. Labirentin yukarısında hareketlilik oldu ve milyonlarca küçük yaratık üst üste gelerek büyücüye bir yol oluşturdular. Yolu takip ederek labirentin sonuna doğru gitti. İçerisi çok karanlıktı, labirentte ve mağarada bulunan sönmeyen alevler burada yoktu. Büyücü asasını yere vurdu ve asanın ucu göz yakıcı bir parlaklıkta parıldamaya başladı. Düzgün yolda dümdüz ilerledi. İlerlerken bir yandan göz ucuyla kenardaki iskeletlere bakıyordu. Hepsi o kadar sefil ve acınasıydı ki. Yolun sonu aydınlıktı. Asasını tekrar yere vurdu ve iskeletler bir anda ayaklandılar. Onlarca iskelet büyücünün arkasından geliyorlardı. Büyücü aydınlığa çıkmadan büyü ile bir imge yarattı. İmgenin yolun sonundaki odaya girmesiyle beraber odanın yeri çatlamaya başladı ve yerden çıkan iskeletler ve iblisler imgeye doğru ilerlediler. “İşte Kalrec’in mirası” dedi büyücü, “Sonunda”.

***

“Ternia savaşın dışında kalacak sanıyordum! Kralım, savaş danışmanınız olarak askerlerimizi Ternia’dan olabildiğince hızlı çekmemizi öneriyorum. Fas Simya Konseyi’nin bize saldırmasını istemiyorsak eğer, bir an önce o askerlerimizi Ternia’dan çekmeliyiz.”

“Sakin ol Abdullah. Her şey planlandı ve plana sadık kalarak devam ediyoruz. Hali hazırda Fas’ın birçok şehrini ele geçirdik ve birçok simyacıyı yakalayıp etkisiz hale getirdik. Şu an tek eksiğimiz Ternia. Onu da ele geçirince Fas düşecek ve tüm Kuzey Afrika bana, Nijerya Kralı Lamek’e tapacak. Tek gereken Ternia.” Dedi Kral Lamek savaş danışmanına.
“Kralım, peki aldığımız istihbarat doğruysa, ya Kalrec’in bıraktıkları bir şekilde biri tarafından onun geri dönmesinde kullanıldıysa? Yeniden yok olmanın eşiğine gelmeyi göze alabilir miyiz?”

“Bunlar bir avuç palavra. Sen bir Faslı olsan Ternia’nın ele geçirilmesi ve Fas’ın düşmesini ister miydin ? Bu istihbaratlar kasıtlı olarak çıkarılmış. Bunu akıl edemiyor olman beni üzdü Abdullah.”

***

   Yerdeki cesetlere baktı, kafaları demir ile kaplanmış cansız bedenler. Ancak saldıran onlar olmuştu,Velean’ın kendisini savunmaktan başka şansı yoktu. Bu kadar acımasız olmayabilirdi belki ama yine de yaptığından pişman değildi. Çölde kum fırtınası vardı, neyse ki hızlı bir şekilde mağaranın kapısına gelebilmiş ve bekçileri kolayca halledebilmişti. Mağaranın kenarlarına tutunarak içeri girdi. Duvarlarda büyü ile hazırlanmış sönmeyen alevler vardı. Çevre bu alevler sayesinde epey aydınlanıyordu. Yerdeki çakıl taşları yürümeyi biraz olsun zorlaştırsa da Velean hızlı bir şekilde bir girişe doğru yöneldi. Kapı mağaranın içine doğru girmiş, sanki daha önceden açılmış izlenimi yaratıyordu. Ancak mağaranın mimarisi dehşet vericiydi. Bu kadar derinde bulunup böyle yüksek bir tavana sahip başka bir yerin olmadığına emin olmuştu Velean. Kapıdan içeriyi görebilmek için aradaki duvarın kenarından dolanmak gerekiyordu. Velean duvarı dolaştı ve birkaç turdan sonra umutsuzluğa büründü. Oda aslında bir labirentti. Üstelik duvarlar bir sistem sayesinde hareket ediyorlardı. Birkaç kez daha denedi ancak arka arkaya yaşadığı başarısızlıklar öfkesini kontrol edememesine sebep olmuştu. Duvarlara dokundu, sert kayadan yapılmışlardı. Acaba basit bir simya numarası ile bunca şeyi atlatabilir miydi? Ellerini taşa yasladı ve derin bir nefes aldı. Yapacağı şeyin işe yarayacağını düşünerek ellerini bastırdı.

***

   İskeletler kısa bir süre sonra onun bir imge olduğunu anladılar. Tüm tuzaklar bir anda bu maddesel imge sayesinde açılmıştı. Maddesel imge büyücünün keşfettiği bir imge çeşidiydi. Ne tam olarak vardı, ne de yok. Ucubelerin büyücüyü fark etmesi birkaç saniyeden daha uzun değildi. Hepsi birden tek hedefe kitlenmişlerdi, Kalec’in bıraktıklarına sahip olmak isteyen büyücüye. Büyücü kendinden emin tavrını sürdürüyordu, birkaç söz mırıldanarak kontrolüne aldığı iskeletleri gelen minik topluluğa doğru gönderdi. Çok geçmeden hepsi paramparça olmuştu. Yaratıkların kapıdaki büyücüyü görmeleri ise çok kısa sürmüştü.

“Ahahahahaha, gelin bakalım ucubeler, gelin ve hak ettiğinizi alın. Doo’rdi Lakinda Terriman !”

   Tavanı çok yüksek ve kubbe şeklinde olan oda sarsılmaya başladı. Yerdeki taş parçaları havaya fırladılar ve birer birer yaratıkların can alıcı noktalarına saplandılar; eklemlere. İskeletler parçalara ayrılmış, iblislerin ise kemikleri kırılmıştı, bu sebeple hareket edemiyorlardı. Kim tahmin ederdi, ısının etki etmediği iblislerin kemikleri keskin taşlar sayesinde paramparça olmuşlardı.

   Büyücü yerde hareketsiz yatan iblisleri takmayarak sadece odanın içine doğru yürüdü. Kalec’in bıraktığı sandık odanın ortasında bulunan bir yükseltinin üzerinde bulunuyordu. Kutu kara büyü ile kapatılmıştı. Sadece ustalar tarafından bozulabilecek bu büyü birkaç el hareketi ve birkaç kelime ile hallolmuştu. Büyücü aldığı eğitime şükrettiğini belirten birkaç hareket yaptı. Sonra elini titreyen sandığın üzerine getirdi ve kapağı kaldırdı. Kutunun içinde birkaç kitap, parşömenler ve bağlı bir pelerin vardı. Büyücü pelerininin ipini çözdü ve yere doğru bıraktı. Sonra kutunun içinden pelerini aldı ve üzerine geçirdi. Büyük güç. Pelerin onlarca büyü ile kutsanmış ve güçlendirilmişti. Kalec’in bu büyüleri yapması yıllar almıştı ama sonuçta ortaya her şeye değer bir pelerin çıkmıştı. Büyücü kitapları kurcalamaya başladı, basit birkaç troll büyüsü -bunları öğrenmesi yıllarını almıştı- dışında bilmediği bir şey yoktu. Garip bir harita vardı. Büyücü kitapları kutudan çıkarıp kenara fırlattı. Haritayı açtı ve kirli, eskimiş ayakkabıları ile kutuya bir tekme attı. Kutunun altında bir kapak vardı. Ve muhtemelen haritadaki yer. Tekrar aynı kelimeleri söyledi büyücü; “Dordios, Dordios, Dordios.”

   Minik yaratıklar bu kez bir el halini aldılar ve kapağı kaldırdılar. Büyücü eliyle yaratıkların gitmesini emretti. Kapak yarı açıktı, büyücü içerdeki merdivenlere doğru adımını attı ve alttaki kulp ile kapağı kapattı.

***

   Kral Lamek Nijerya’nın en genç kralıydı. Sadece 34 yaşındaydı ve atletik yapılıydı. Rahatlığı ve irrasyonelliği (!) ailesinin tek çocuğu olmasından kaynaklanıyordu belki de. Ordunun başında emin bir şekilde at sürüyordu. Ordusu korkunun ne olduğunu bilmeyen 20 binden oluşan ve asil bir topluluktu. Şöyle ki Nijerya’da olağanüstü hâl dışında orduya yalnızca iyi yetiştirilmiş ve köklü ailelerin fertleri alınıyordu. Bu kaliteli askerler ve yenilmez bir ordu için oldukça iyi bir sistemdi. Ordu da bundan mutsuz değildi çünkü ordudaki askerlerin hemen hemen hepsi hallerinden oldukça memnundu. Ternia’nın dış surları ve ana girişi ufukta belirmeye başlamıştı. Kral atı ile döndü ve ordunun durması için elini havaya kaldırdı. Tüm ordu aynı anda durdu. Kral ulağı çağırdı ve hazırladığı metni eline tutuşturdu. Ulak başı ile onaylayarak atı ile birlikte şehre doğru gitti. Kral generallere gece kamp kurulacağını söyledi ve bu haber tüm orduya iletildi. Kral eğer bir pürüz çıkmaz ise şehri alacaklarından emindi, tabii bir pürüz çıkmazsa.

***

   Velean’ın simyası ters tepmişti. Belli ki duvarlar büyü ile korunuyordu. Şimdi koğuşa benzeyen bir odada yalnız başına duruyordu. Odanın girişinde parmaklıklar vardı ve onun önünde metal bir aksam vardı. Velean birkaç adım sesi duydu. Kalec’in adının yazdığı altın bir toka ile tutturulmuş pelerini giyen büyücü, Kalec’in gizli evinin koğuş kısmındaydı. İzinsizce girmeye çalışanlar buraya konuyordu ve Kalec’in üzerinde deney yapabileceği denekler haline geliyorlardı. Kalec çok acımasızdı. Büyücü Velean’ı gördü ve afalladı. Demek ki ondan başka biri daha denemeye kalkışmıştı, ona aldırmadan yoluna devam etti. Velean parmaklıkların ardından bağırıyordu ancak sesi parmaklıkları geçemiyordu. Tabi Velean bundan habersizdi. Büyücü koğuş bölümünden çıktı ve büyük bir x ile işaretlenen odaya doğru yürümeye başladı. Tuvaletleri, deney odalarını, alıştırma odalarını ve kütüphaneyi geçtikten sonra mekanik bir aksam ile kilitli kapıya geldi. Bu X her ne ise çok önemli bir şey olmalıydı. Büyücü aynı aksamı koğuşta da görmüştü ve bunun bir açıklaması ya da kontrol mekanizması olmalıydı. Düşünmeye başladı. Pelerin bir anahtar olabilir miydi ?

“Labirent.” Dedi büyücü. Olay labirentte olan ile aynıydı. Kutudaki kitapların arasında birkaç parşömen daha vardı. Parşömenlerde ışık ile kontrol edilen labirent çizimi ve birkaç kapı çizimi vardı.

“Keşke parşömeni orada bırakmasaydım.” Diye hayıflandı. Geri dönebilirdi ama bulacağı tek şey tozlar olurdu çünkü fırlattığı zaman parşömenler kitap tarafından ezilip toz haline getirilmişti. Büyücü asasını yere vurdu ve asanın ucunda bir ışık belirdi. Kapıda üç farklı sembol vardı. Birisi Fas Simya Birliğininkiydi. Diğeri Ternia şehrinin sembolüydü. Ancak üçüncüsünü bilmiyordu. Asanın ucunu demire dayayarak baskı yapılmış simgelerin üzerinden geçti. Ve kapının içinden sesler gelmeye başladı. Kapı büyük bir gürültü yaratarak duvarlardan içeri doğru geçti ve büyücünün gördüğü şey hayal ettiği şeyin hayal edemeyeceği kadar fazlasıydı. Kalec’in mührü ile harekete geçebilecek muazzam bir iblis ordusu. “Belki yüzyıllardır orada bekliyorlar.” diye düşündü büyücü. Üzerindeki gücü yavaş yavaş farketmeye başlıyordu. Bu gücün ona zarar vermemesini dileyerek mührü orada bulunan yere bastı ve iblisleri uyandırdı. Gözleri alev alev, vücutları biçimsiz, korkunç güçte yaratıklar. Üstelik binlerce.

“Learina, karimetado re lenireda.”

   İblislerin hepsi aynı anda kara lisanda söylenen bu cümleyi anlayarak arkalarını döndüler ve hepsi aynı anda arka tarafı işaret etti. Büyücü onlara “Sizi nasıl çıkaracağım?” diye sormuştu ve cevabını da fazlasıyla almıştı.

***

   Velean büyücünün sağır olduğunu düşünmeye başlamıştı. Çünkü o kadar bağırmasına rağmen tek yaptığı geçerken bir bakış atmak olmuştu. Odayı dikkatlice gözlemeye başladı, yüzeyin bazı kısımlarında izler vardı. Ancak bir şeye benzemiyorlardı. Yerden çıkabilecek ya da aşağı inebilecek kısımlar vardı. Oda tamamen çelikti. Ve Velean çılgınca bir şey düşünüyordu. Ellerini kenarları ufacık aralanmış olan yüzeydeki kare olan cismin kenarlarına dayadı ve  hızla birbirine çarpıp yere doğru bastırdı. Büyük bir parıltı odadan dışarı çıkmıştı ancak Velean galiba çıkış yolunu yaratmıştı. Karenin etrafındaki minik yerde olan havayı muazzam bir sıcaklığa çıkartmış, çeliğin erimesini sağlamıştı. Aşağıda bir oda vardı ve Velean odanın ne olduğunu umursamadan aşağı doğru atladı. İçerisi gitgide ısınıyordu, sanki Dünya’nın çekirdeğine gelmişti. Çok fazla terliyordu ve bu kadar su kaybı sağlığı açısından hiç iyi değildi. Odada yalnızca bir dolap ve garip bir kılıç vardı. Kılıcın üzerinde büyü ile yapılmış işlemeler vardı. Kılıç oda ve diğer her şey gibi bir muammaydı. Kını kemerine taktı ve kılıcı eline aldı. Odayı dolaşmaya başladı. Birkaç adım sonra kılıcın parladığını gördü. Odanın duvarında birkaç resim ve bir pentagram (?) vardı. Simya’nın girişinde öğretilen şeylerden biri de pentagramdı. Pentagram doğayı simgeliyordu aslında. Ters duran yıldızın dört ucu ateş, su, hava ve toprağı belirtirken diğer ucu evreni belirtirdi. Velean kılıcın pentagrama yaklaştıkça parladığını fark etti. Pentagramın ortasına kılıcı değdirdi ve kılıç içeri doğru girdi. Oda sarsılmaya başladı. Bir anda yerde bir pentagram belirdi ve parlamaya başladı. Velean pentagramın ortasına geçti ve olanları izlemeye başladı. Çember döndüp odadan koparak aşağı doğru inmeye başladı. Velean geç fark etse de bu Kalec’in odası ile başka bir yer arasında taşıyıcı olarak kullanılıyordu. Pentagram yavaşladı ve daha sonra başka bir odaya geçerek durdu. Velean pentagramdan indi ve kustu. Bu kadar uzun dönüş midesini iyice dağıtmıştı ve biraz başı ağrıyordu. Daha sonra diğer odaya bakmaya başladı. Oda bomboştu ancak bir kapı vardı. Velean kapıyı açtı, çıkan ışık bedeninin bir anda yok olmasına neden olabilecek güçteydi. Odada birçok küre vardı. Küreler Ternia şehrinin belli noktalarını gösteriyorlardı. Ancak ortadaki devasa ve parlak küre, alttaki notta belirttiğine göre Ternia şehrinin ve Kuzey Afrika’nın büyük bir kısmının bulunduğu kıt’a levhasının kontrolünü sağlıyordu. Velean’ın gözü bir küreye takıldı, Kral Lamek ve ordusu.

“Demek Ternia’ya saldıracaksın ha Lamek. O kadar emin olma, çünkü saldırmana izin vermeyeceğim.”

Devam edecek