“-Sigara içmek. Kesinlikle sigara içmek.”
Bir tek akbabalar eksik. Onların dışında, her şey tam olması gerektiği, tam kafanızda canlandırdığınız gibi. Filmlerdeki gibi.
Hani resim dersinde çizdiklerimiz gibi. Tek fark, o üzerinde iki hindistan cevizi ağacı olan ufak adanın olmayışı.
Pantolonlarımız paçalarından gidişli gelişli yırtık, gömleklerimiz yakalarından iyice sarkmış, sakallarımız uzamış… Tüm o klişelerin tamamı. Bir de o sarı acil durum kurtarma botu. Bir de az önce içtiğim son damla içme suyumuz.
Klasik gemi kazasından kurtulmuş iki adam sahnesi. Bir de sonunu göremediğimiz bir okyanus.
Çizdiğimiz resimlerdeki adamların, nedense kocaman pastel dudaklarla gülümsedikleri sahne.
Tamam kabul, tembellik ediyorum.
Ama edebiyat dersinde de hiçbir zaman böyle durumları anlatmayı öğretmezler. Veya coğrafyada işinize yarayabilecek ne kadar bilgi varsa zaten hepsini çoktan unutmuşsunuzdur.
Hem güneşin ışınlarından ter damlalarımızın, gözeneklerimizden çıkar çıkmaz buharlaşmalarından bahsetmemin size bir faydası olacağını düşünmüyorum.
Veya o çizgi filmlerdeki kahramanlar çok acıktıklarında arkadaşlarını devasa bir tavuk olarak görmeleri esprisinin, aslında espri olmayışından.
Belki de kimse terli, uzun sakallı, aç ve susuz bir şekilde; güneşin altında lastik bir botta yatmanın ne kadar rahatsız olduğundan bahsetmemiştir, ama bunu kim neden bilmek istesin ki?
Yani demem o ki; başınıza gelecek olsa da olmasa da, gerçekten okyanusun ortasında kimbilir kaç gün boyunca aç ve susuz yatan iki kardeşten biri olmanın nasıl bir his olduğunu gerçekten bilmek istiyor musunuz?
Hiç sanmıyorum.
Çünkü belki kurtarılana, veya –ve muhtemelen- ikimiz de ölene dek; en çok neyi özleyeceğimizi birbirimize sırayla sayarken, ben bile nasıl olduğumu bilmek istemiyorum.
“- Oğlumla top oynamak.” Diyor karşımda oturan sakallı, az pişmiş, yağlı biftek. Gözleri yavaşça kapanırken, göz bebeklerinin de eş zamanlı olarak kafatasının içerisine doğru yuvarlandıklarını görüyorum.
Pastel dudaklarımın çatlaklarına tünemiş sinekler bile burnumun gölgesinden çıkmaya korkuyorlar.
“- Cips yemek.” Diyorum artık bayılmış olan kardeşime ve dudak çatlaklarımı oluşturan katmanlardan birini dişlerimin arasına sıkıştırıyorum. Kurumuş dudak derimi dişlerimle soyuyorum. Yiyemeyeceğim bir muz kadar sonra ölmüş olacağım.
İçemeyeceğim bir sigara kadar.
Susuzluktan iyice yoğunlaşmış kanımın tadı ağzımda sıcak ve demirli bir domates çorbası.
O eski sözü hatırlıyorum. Hani yok mu;
‘Bir insan, kusmadan litrelerce kan içebilir.’
Ve yutkunuyorum.
Bilmem kaç yüz derece sıcaklıkta terli sırt derim, üzerinde yattığım devasa lastik muzun yüzeyine yapışmış, en ufak hareketimde ‘şiuuup’ benzeri sesler çıkarıyor.
Ve biliyor musunuz,
Ölüme yiyemeyeceğim bir öğün yemek, içemeyeceğim bir bardak su kadar yakın olmasam; acil durum ‘kurtarma’ botunda ölmenin muhteşem tezatına kıkırdayabilirdim.
Onun yerine karşımda gözleri kapalı yatmakta olan küçük kardeşimin nabzını ölçüyorum. Henüz ölmemiş, ama muhtemelen çok vakti yok.
Son dakikalarında, birlikte büyüdüğüm adamın elini tutuyorum.
Okyanus, gökyüzüne karışıyor.
Hani şu herkesin oynadığı oyunu oynarken, canımız sıkılınca; karakterleri havuza sokup merdiveni sildiğimiz gibi, tanrı da ufuk çizgisini siliyor olsa gerek.
Beş dakika geçiyor ve kardeşimin nabzı yavaşlıyor, ve yavaşlıyor, ve yavaşlıyor…
Ve akbabalar hala ortalıkta yoklar.
Kimse ev ekonomisi dersinde oturup karşınıza, okyanus suyunun tuzu ve güneşin sıcaklığıyla kurutulmuş et yapmayı öğretmez.
Ve hiçbir biyoloji öğretmeni size durduk yere, siz sormazsanız, kan içmenin susuzluğunuzu giderip gidermeyeceğini söylemez.
Bazı zamanlarda bilgi, lise öğretmenlerinin ağızlarından veya devletin bastığı ucuz ders kitaplarından gelmez.
Bazen bilgi, ağzınızın içinde iplik iplik ayrılan, damağınızı kanla dolduran, dişlerinizin kesemeyip yalnızca ağzınızda ezip durduğunuz vıcık vıcık bir kas yığını şeklinde gelir karşınıza.
En çok özleyeceğim şeyde kesin kararımı kılıyorum.
Yediğim ne kadar az pişmiş biftek varsa gözümün önüne getiriyorum.
“- Kardeşimle akşam yemeği.” diyor pastel dudaklarım güneş batarken.
Akbabalar gelmeyecek.
Yutkunuyorum.