Kayıt Ol

Kayıp Rıhtım'ın Çağrısı // Bölüm III

Çevrimdışı Malkavian

  • *****
  • 2152
  • Rom: 57
  • I was lost in the pages of a book full of death..
    • Profili Görüntüle
Kayıp Rıhtım'ın Çağrısı // Bölüm III
« : 19 Temmuz 2011, 11:39:46 »
2.Yıl seçkisinde yayınlanan bu hikayeme gerek karakterlerin forum sakinleri olması, gerekse seçkilere hikaye yetiştirmekteki özürüm nedeniyle forumda devam etmeye karar verdim. İlk kısım seçkide yayınlanan kısımdır... Mecburen iki mesaj şeklinde atacağım spam için şimdiden özür dilerim.

Kayıp Rıhtım'ın Çağrısı
Bölüm I
Giriş


Bacaklarının arasına sıkıştırdığı baltasının uç kısımlarını ritmik ve sert hareketlerle bileylerken bir yandan diğer elinde tuttuğu parşömeni inceliyordu. Bir süre bu zorlu işleme devam edip, kendi kendine homurdandı ve baltasını bir bebeği kucaklarmış gibi kaldırıp duvarda duran çengellere astı. Şöminenin artık közleşmeye yüz tutmuş ateşinin üzerine birkaç odun attı ve ellerini üzerindeki giysilere silip bir güzel temizledi. Rahat koltuğuna oturdu ve keyifle piposunu yaktı. Tam parşömeni tekrar eline almıştı ki, kapıdan gelen kuvvetli gürültü ile olduğu yerden sıçradı. Okuma gözlüklerini çıkarıp az evvel bileylediği baltayı yerinden aldığı gibi kapıya yürüdü. Hızla kapıyı açıp korkutucu bir kükreme salıverdi ve tüm bunları yaparken her cücenin yapması gerektiği gibi tek gözünü kısıp şüpheci bir bakış atmayı da unutmadı tabi ki.

Kapıdaki zavallı adam bulunduğu yerden birkaç metre geriye sıçrayıp titreyen ellerle rulo yapılmış mühürlü bir kağıt uzattı.

‘Özür dilerim saygıdeğer cüce. Lordum elimdeki mesajı bu yörede yaşayan Mit adındaki cüceye iletmemi istedi…’

Cüce homurdanıp sakalını sıvazladı ve artık tek eliyle zararsızca tuttuğu baltasını kapının girişine dayadı. Elleri sabırsızlıktan titreyerek rulo yapılmış kağıda uzandı. Karşısındaki adamın da elleri korku ile titriyordu ve mühürlü parşömeni cüceye iletmesi neredeyse bir ömür sürdü. Sonunda sabırsızlığına yenik düşen Mit, parşömen yerine adamın elini bileğinden sıkıca tuttu ve diğer eliyle parşömeni adamdan kapıverdi. Hiçbir şey söylemeden arkasına döndü ve kapıya dayadığı baltasını yine büyük bir dikkatle eline aldı. İçeriye girip sertçe kapıyı kapadı. Habercinin bir şey söyleyecekmiş gibi kaldırdığı eli kapı çarpma sesi ile tekrar düştü ve geldiği yere doğru ağır adımlarla ilerlemeye başladı.

Koltuğun kenarına bıraktığı okuma gözlüklerini taktı ve kalın parmakları ile burnundan yukarıya doğru sabırsızca itekledi. Bir eli ile taklit edilmesi neredeyse imkansız olan mührü kırdı ve parşömeni açtı.

‘Tehlikeyle başlayan… hmm hmm homm… Saldırıya karşılık verdik… hrmm hrff… Büyük tehlike… Hmm hıı… Konsey toplantısı… Peeh! Tam Benlik!!!’  Parşömeni tekrar rulo haline getirip küçük bir ip ile tutturdu ve iç ceplerinden birine attı. Çantasına bir adet yedek pantolon ve bir tünik attı ve geri kalan büyük boşluğa parşömenler ve kitaplar tıkıştırdı. Şöminenin üzerine su döküp söndürdü ve derin bir nefes alıp evden çıktı. Birkaç saniye sonra homurdanarak tekrar kapıyı açtı ve kütüphanesinin en üst raflarından birinde bulunan mavi kaplı kitabı da aldı ve çantasına attı. Tekrardan çantasını bağladı ve tatmin duygusu ile kapıyı kapattı.

Büyük bir homurtu eşliğinde tekrar kapı açıldı. Gözlerini sanki bir düşmanı arar gibi kıstı ve karanlığın arasında en son koyduğu yerde sessizce bekleyen metale dokundu. Azarlar gibi parmağını ona doğru salladı ve baltasını bulunduğu yerden aldı. Ardından son kez kapıyı kapatıp yolculuğuna başladı.

---o---



Kupaların birbirine toslarken çıkardığı çınlamalar, gür seslerin kahkahalarına karışıyordu. Tremo’nun Yeri, her zaman olduğu gibi yine tıklım tıklımdı. Oturduğu rahat sandalyenin hemen sağ tarafında kapalı duran sandığa doğru eğildi ve elini özlemle üzerinde gezdirdi. Bir zamanlar inandığı şeyler uğruna ölümü göze almış bir savaşçıydı. Şimdilerde ise şehir şehir dolaşıp, artık kaybolmuş ve kimsenin hatırlamadığı öyküleri anlatan sıradan bir ozandan başkası değildi.

Derin bir nefes alıp doğruldu ve sahneye doğru isteksiz adımlarla ilerledi. Ayağını attığı platformdaki tahtalar onu selamlarcasına gıcırdarken, karmaşa içindeki gürültücü kalabalık bir anda sessizleşti. Daha önce yüzlerce kez sahneye çıkmasına rağmen, yine de her seferinde olduğu gibi hafifçe titreyen eline ve elinde tuttuğu yan flüte baktı. Bu derin ve gergin sessizlik anını daha fazla uzatmamak adına flütünü ağzına götürdü ve çok eski bir melodi çalmaya başladı.

Hanın müşterileri bu tanımadıkları ezgiye önce mesafeli yaklaştılar. Buraya eğlenmeye gelmişlerdi ve eğlence ancak herkesin bildiği bir baladı beraber söyleyerek olurdu. Şarkı sözünün içinde müstehcen birkaç söz olması da bu canlılığı arttırırdı hani. Fakat şu anda sahnede duran ve kimsenin bilmediği bu şarkıyı çalan Koyubeyaz adındaki ozana kimse tek bir itiraz bile edemedi. Melodi o kadar içten ve derinden etkiliyordu ki… Az önce gürültü çıkarıp birbiri ile kavga eden kalabalık bir anda sessizleşmiş ve hüzünle biralarını yudumluyorlardı. Han sahibi bu duruma itiraz etmek üzereydi fakat birkaç dakikadan sonra fark etmişti ki, hüzünlenen kalabalık neşeli oldukları zamanlardan daha fazla bal likörü tüketiyordu. İşin aslı çalışanlar da memnundu. Kimse onları taciz etmeye bile yeltenmeden biralarını istiyor ve usul usul kupalarının diplerinde kayboluyorlardı. Hatta bir çalışan deneme amaçlı göğüslerini neredeyse bir adamın burnuna kadar soktu fakat adamdan aldığı tek tepki kabaca yana itilmek oldu.

Koyubeyaz, son notayı da flütü ile çalıp, ardından dünyanın ilk kurulduğu günlere ait kimsenin bilmediği hüzünlü hikayeyi anlatmaya başladı.

Seyircilerin arasında oturan koyu yeşil cüppe giyinmiş bir büyücü, tüm bu olanları dikkatle izliyordu. Bir yandan yanında boş boş konuşup, sürekli hava atan politikacıya kulak kabartıyor, bir yandan da sahnedeki ozanı dinliyordu. Tam ozan unutulmuş tanrılardan birinin ismini haykırdığında, masanın altından elini hafifçe oynattı ve sahneye ufak bir şimşek yolladı. Keyifle gülümserken şarabını yudumladı, fakat o sırada bir damla kaliteli gömleğine damladı. Cebinden, üzerinde ‘Baal’ ismi işlenmiş kaliteli mendilini çıkardı ve sinirle şarap lekesini çıkarmaya çalıştı.

Ozan tam hikayenin ortalarında ‘Yunalesca duy sesimizi!’ diye bağırdı ve bağırmasıyla birlikte bir şimşek sahneye çarptı. Sahnenin alt zeminini oluşturan tahtaları, han sahibinin neredeyse yüreğine inmesine sebep olan kötücül bir is kaplamıştı.

Koyubeyaz birçok kez sahne almasının getirmiş olduğu tecrübe ile hareket etti ve bu çakan şimşekle birlikte hikayeyi biraz değiştirerek anlatmaya devam etti. Onu izleyenler arasında büyücüler olabileceği çok aşikardı. Kaldı ki eskiden uğruna savaştığı ve rahipliğini yaptığı Yunalesca, şimdiye kadar hiçbir yakarışına cevap vermemişti. Zaten rahipliği bırakmasının sebebi de buydu. Olmayan bir tanrıya inanmak ve onun uğruna savaşmaktan bitkin düşmüştü. Oysaki Koyubeyaz, tek bir işaret bile gönderse onun için ölmeye hazırdı.

Hanın dış kapısının açılması ve içeriye serin havanın hücum etmesi ile düşüncelere dalmış ozan kendine geldi.

Kapıdan üstü başı çamur olmuş, nefes nefese bir haberci girdi. Elinde tuttuğu mühürlü parşömenlerden birini, hala sinirle gömleğindeki lekeyi çıkarmaya çalışan Baal’a uzattı. Cevap beklemeden ayrılırken, büyücü sonunda lekeyi çıkarmaktan vazgeçmiş ve onun yerine gömleğine bir ilizyon büyüsü yapmaya karar vermişti. Gömleği bir anda eskisinden de beyaz bir şekilde ışıldamaya başladı. Rahatlamış bir şekilde arkasına yaslandı ve mührü kırıp mesajı okumaya başladı.

Haberci elindeki diğer parşömenle ozana doğru yaklaştı ve sabırla gösterinin bitmesini bekledi. Hikayenin sonlarına gelindiğinde tüm seyircilerle birlikte onu alkışladı ve mesajı ona iletti.

‘Seni kim gönderdi?’ diye soran ozana cevap bile vermeden hızla geldiği gibi handan çıktı.

Koyubeyaz parşömene baktı ve bal mumundan yapılmış mührü gördü. Bu mühür taklit edilmesi imkansız figürlerle doluydu ve tüm diyarda bunu gönderebilecek tek kişi vardı.

‘Vay vay vay demek hala yaşıyorsun Magicalbronze’ dedi ve gülümseyerek sahnenin arkasında duran sandığa doğru ilerledi.


Kafasını kaldırıp gösteri sırasında kendine şimşek gönderen büyücüyü görmeye çalıştı fakat büyücünün az önce oturduğu masada, ağzı beş karış açık bir politikacı ve kızgın alevler saçan kötücül bir boyut kapısından başka bir şey göremedi.

---o---


Kuzey diyarının aman vermez topraklarında yaşam zordu ve giderek de zorlaşıyordu. Zaten soğuk olan hava, geçen yıllarla beraber daha da sertleşiyor ve burada yaşamayı neredeyse imkansız kılıyordu. Yine de bazı inatçı kabileler, zorlu savaşçılar  ve  yalnız kalmak isteyen bir büyücü bu topraklarda yaşamaya devam ediyordu.

Büyük kar taneleri ve şiddetle esen rüzgar kalın deriden yapılmış çadırı kötücül bir şekilde sallıyordu. Laughing Madcap, ne dışarıdaki fırtınayı ne de soğuğu umursuyordu. Şu anda tüm dikkati yaptığı işteydi. Becerikli bir terzi gibi elinde tuttuğu iğneyi hızla diğer elinde tuttuğu ipliğe bağladı ve dikmeye başladı. Tek bir küçük farkla… Diktiği şey ne bir elbiseydi, ne de bir gömlek. Genç görünen, koyu, uzun saçlı ve yüzünde garip bir gülümseme olan bir elfin çarpık vücudunu dikmekle meşguldü büyücü. Eline aldığı iğne ile önce ustalıkla, elfin bacağına açılmış büyük yarığı dikti. Sonrasında ise vücudundan onlarca ok çıkardı. Bütün bu oyukları da ustaca dikti ve vücudu son bir kez kontrol etti. Her şey hazır gibi duruyordu. Bir tatmin duygusu ile ayağa kalktı ve rüzgarla sarsılan çadırın arka taraflarında yere paralel olarak duran kadim bir asaya uzandı. Asanın üzerindeki rünleri özlemle okşadı ve büyük bir taş parçasının üzerine yatırdığı elfin cesedinin üzerine geldi. Bir elini cesedin tam kalbine koydu ve diğer elindeki asayı kaldırabildiği kadar yukarıya kaldırıp kadim sözleri fısıldamaya başladı.

‘Ar minas tir tu velle. Derethim du nerathe nim mance. Rinu la domi Marius!!!’

Taşın üzerinde cansız bir şekilde yatan elfin vücudunu önce soluk mavi bir ışık kapladı. Işık tüm yaraların üzerinde yavaşça gezindi ve son bir parlama ile odayı terk etti. Işık çadırı terk eder etmez elfin vücudu doğruldu. Yüzünde şaşkın ve korkmuş bir ifade ile bağırmaya başladı.

‘Hayır… Hayır… Beni yanlış anladınız lordum!’ diyordu.

Laughing Madcap, sahip olduğu büyü gücünün neredeyse tamamını bu ritüele harcamıştı ve bitkindi. Fakat yine de Marius’un anlamsız sızlanmalarına gülümsemeden edemedi.

‘Bu sefer nasıl öldüğünü anlatmak ister misin?’ dedi elleri havada, şaşkın ve özür dileyen bakışlarla duran elfe.

‘Eee şey. Bir şato vardı’

‘… ve sen de korumalarını atlatabileceğini düşündün ve öldün.’

‘Tam olarak değil. Korumaları atlatmak aslında kolaydı. Şatoya girdim ve bilgi almam gerekiyordu, hazinenin yeri konusunda. Ben de içerideki bir korumaya benim de bir koruma olduğumu ve hazine kısmında görevlendirildiğimi söyledim.’

‘…ve bu saçma sapan yalanı söyleyince az önce diktiğim bacağındaki büyük yarığa sahip oldun öyle mi?’

‘Tam olarak değil. Yalanıma inandı ve beni hazine odasına götürdü. Oradaki nöbetçi bir yıldır izin bile kullanmadan hazineyi koruyormuş. Benim geldiğimi öğrenince hazine odası ile beni mutlulukla yalnız bıraktı. Hatta koşarken en neşeli han şarkılarından birini mırıldanıyordu. Önümde tek engel kalmıştı. Hazine odası kilitliydi ve kilidin üzerinde kötücül bir zehir tuzağı vardı.’

‘Hmm sanırım yolculuğun tam o noktada sona erdi?’

‘Tam olarak değil. Zehirli tuzağı küçük bir ot parçası ile aktif ettim ve kilidi sonra açtım. Hazine odası karşımdaydı. Ceplerime ve çantama sığmayacak kadar altın vardı. Ama tabi ki ben akıllı bir hırsızım. Bu yüzden ağırlığı fazla olan altınlar yerine yakutlardan bir koleksiyonu cebime indirdim ve hemen oradan uzaklaştım. Daha doğrusu uzaklaştığımı sanıyordum. Bir iki yanlış dönüş ve merdivenden sonra bir baktım ki şatonun sahibi Lord Balen’in odasındayım.’

Laughing Madcap bir kahkaha patlattı. ‘Tanıdığım tüm hırsızlar içerisinde açık ara farkla en şapşalı sensin Marius!’

‘Eee. Şey tam olarak hikayem bitmedi. Lord Balen’in odası çok güzel döşenmiş harika bir yerdi, fakat hiçbiri umurumda bile değildi. Lordun yanında duran altın sarısı saçlı kadına aşık olmuştum. Bir görüşte hemde inanabiliyor musun?’

‘Nedense evet…’

‘Sonra Lord Balen’e uzak diyarlardan gelen bir tüccar olduğumu ve ona çok değerli yakutlar getirdiğimi söyledim ve hazine odasından çaldığım yakutları incelemesini istedim.’

‘Yok artık!’

‘Evet evet. Her şey yolundaydı. Yakutları inceledi ve tam da kendi aradığı türden olduklarını söyledi. Benden bu yakutlar karşılığında ne istediğimi sordu ve ben de ona dedim ki…’

‘Dur bir saniye bekle. Bu anı ölümsüzleştirmek istiyorum. Kesinlikle dünya üzerinde şimdiye kadar duyulmuş en saçma şeyi söyleyeceksin.’ Konuşulan her şeyi içine hapseden büyülü bir yüzük çıkardı ve onu aktif hale getirdi.

‘Ee yakutlar karşılığında hemen yanı başında oturan kızını istediğimi. Niyetimin ciddi olduğunu ve ona bir görüşte aşık olduğumu söyledim.’

‘Hmm bu pek de insanı öldürecek türden saçma bir talep değil aslında. Altından ne çıkacak merak ediyorum’

‘Ee şey meğerse aşık olduğum kadın, kızı değilmiş dostum. Lord Balen’in yeni evlendiği genç eşiymiş! Buna inanabiliyor musun? Genç ve güzel, altın sarısı saçlı bir kadın ve göbek bağlamış, zengin bir pislik…’

Laughing Madcap adına yakışır şekilde bir kahkaha daha attı ve Marius’un sırtına okkalı bir tokat patlattı.

‘Evet kesinlikle tanıdığım hırsızlar arasında açık ara en şapşalı sensin Marius. Şimdi uyandığında söylediğin cümleler mantıklı gelmeye başladı. Yalnız anlamadığım bir şey var. Her öldüğünde ilginç bir şekilde seni bana bir şekilde ulaştırmayı başarıyorlar ve ben... Anlarsın ya... Biraz da yalnız kalmak adına bu soğuk ve ıssız Kuzey diyarında yaşıyorum. ‘

Marius cebinden bir parşömen kağıdı çıkardı ve büyücüye uzattı.

Kağıtta şunlar yazıyordu:

‘Ben elf soyundan Marius. Bir talihsizlik eseri olur da ölürsem, beni Kuzey diyarındaki kuzenim Laughing Madcap’e ulaştırın. Tüm tanrılar adına son dileğim budur. Detaylı bilgi ve harita bilgileri parşömenin arkasındadır. Ödemeniz teslimattan sonra kendisi tarafından yapılacaktır.’

---o---


‘Bir daha at bakalım!’ dedi birkaç dişi dökülmüş, dökülmeyenler de artık kirden görünmez hale gelmiş olan saçı başı dağınık adam.

Kadın omuzlarını silkti ve yer yer yarıklarla dolmuş eski masanın üzerindeki bir çift zara uzandı. Zarları iki elinde iyice salladı ve bıkkınlıkla attı.

Adam hiddetten kudurmuş bir şekilde ayağa kalktı. Kalkarken eski püskü masayı, üzerindeki zarlar ve içkilerle birlikte devirmişti.

‘Bu kadarı da fazla seni hilebaz pislik! Kimse arka arkaya beş kere altı atamaz!’ kelimeleri tükürürcesine söylerken arada bir durup küfrediyordu.

Kadın sakin tavrını bozmadan ayağa kalktı. Dizine kadar gelen uzun denizci botları ve kahverengi dar bir pantolon giymişti. Üzerine giydiği ipeksi, vücuduna oturan, beyaz gömleğinin birkaç düğmesini sıcaktan açmıştı ve ayağa kalkması ile boynundaki madalyon birden dışarı fırladı.

Adamın ona suçlarcasına uzattığı elini ani bir hareketle kavradı ve diğer elini de madalyonuna götürdü. Karşısındaki adam ve yardakçıları bir anlık duraksama yaşadılar. Kadın ise çoktan gözlerini kapatmış derin bir konsantrasyon ile düşünmeye başlamıştı bile. Adamın adı Borik’di ve ilk suçunu daha on yaşlarındayken işlemişti. Daha sonra birçok kasabayı yağmalamış olan tehlikeli ve acımasız bir haydutlar çetesine katılmıştı. Tam üç kadına tecavüz etmiş ve onları çocuklarının karşısında öldürmüştü. Bu da yetmezmiş gibi çocuklardan seçtiklerini de kendi haydut çetesine katmıştı.

Az önceki soğuk kanlılığını tamamen yitirmiş bir şekilde gözlerini açtı ve adamın elini tiksinti ile bıraktı.

‘Ben Fırtınakıran, şans tanrıçasının sağ kolu ve yardımcısı, seni işlediğin suçlardan ötürü idama mahkum ediyorum!’ sesi adamın yaptığı sayısız iğrençlikle sertleşmişti. Çattığı kaşlarının arasından ağzı bir karış açık kendisine yumruk atmaya çalışan adama son bir kez baktı ve kılıcını kınından çekti. Kılıcı çekmesi ile adamın bir acı çığlığı ve kanlar içinde yere yapışması bir oldu. Zavallı adam az önce devirdiği masanın ayaklarından birine takılmış ve Fırtınakıran’ın az önce çektiği kılıca kendi kendini saplamıştı. Hem de tam kalbinin ortasından!

Fırtınakıran’ın boynundaki şans tanrıçasının madalyonunu ve şehre kötülüğüyle nam salmış adamın cansız bedenini gören yardakçılar hiçbir şey söylemeden sessizce hanı terk ettiler. Bir anlık eğlence arayışı ile kavganın olduğu tarafa meraklı bakışlar atan han sakinleri, aniden gerçekleşen ölüm ile hayal kırıklığına uğramış, olaydan önce her ne yapıyorlarsa onu yapmaya dönmüşlerdi.

Fırtınakıran, kumardan kazandığı bir kese altını devrilen masanın biraz uzağında buldu ve içinden iki gümüş sikke çıkararak han sahibine doğru fırlattı.

‘Sanırım bu zararını karşılar.’ dedi tekdüze bir ses tonu ile ve hanı terk etti. Karanlık dar sokakta ıslık çalarak ilerledi. Daha bir iki adım atmıştı ki, sokağa yansıyan donuk ışığı fark etti ve durdu. Eski püskü bir binanın açık penceresinden geliyordu bu ışık. Sönmeye yüz tutmuş, cansız bir şömine ateşinin önünde battaniyelere sarınmış, huzurla uyuyan çocuklarla doluydu ana salon. Merakla binanın ön tarafına dolandı ve tek bir çivisi ile duvarda duran yamulmuş tabelayı fark etti. ‘Trian Yetimhanesi’

Hiç düşünmeden kapıyı açtı ve içeri girdi ve bunu yapar yapmaz kapıya neden bir tokmak koymadıklarını anladı. Kapı öyle bir gıcırdıyordu ki, birinin onun geldiğini anlamaması imkansızdı. Kapı açılır açılmaz tombul ve yanakları kırmızılaşmış bir rahibe kapıda bitti.

‘Buyrun genç bayan. Size nasıl yardımcı olabilirim?’

Fırtınakıran az önce kumar masasının kenarından aldığı dolgun keseyi kadına uzattı ve tek kelime söylemeden yetimhaneyi terk etti. Yüzünde tüm gün boyunca belki de ilk defa oluşan bir gülümseme ifadesi vardı.  Tombul kadın keseyi açar açmaz gördüğü manzara karşısında bayıldı ve binanın eski, gıcırdayan tahtalarının üzerine büyük bir gürültü ile yığıldı. Saçılan altın ve gümüş sikkelerin tıngırtısı her tarafta çınlarken, çocuklar çoktan uyanmış ve neşe ile sağa sola dağılan paraları toplamaya uğraşıyorlardı.

Yüzünde bir gülümseme ile yetimhaneyi terk eden ve kendi hanına doğru yola çıkan Fırtınakıran’ın önünü bir adam kesti. Elini hemen kılıcına doğru uzattı kadın. Fakat karşısındaki adam ellerini ona zarar vermeyeceğini belirtir bir şekilde kaldırdı ve ardından tek elinde tuttuğu parşömeni dikkatle kadına doğru uzattı.

Kendisine doğru uzatılan parşömeni inceledi ve az önce yetimhanedeki çocukların görüntüsü ile yüzünde oluşan gülümseme yavaş yavaş silindi. Mesajı acele ile ceplerinden birine attı ve kaldığı hana doğru eşyalarını toplamak için hızlı adımlarla ilerledi. Yüzünde endişeli bir ifade ile kendi kendine mırıldanıyordu.

‘Bir gemi bulmalıyım!’

---o---

Yorgunluktan artık kapanmaya yüz tutmuş gözlerini biraz daha açık tutabilmek adına iyice gerindi ve parmaklarını kütletti. Az önce bıraktığı kuş tüyünden yapılma değerli kalemini, her yanına mürekkep bulaşmış parmaklarının arasına tekrardan aldı ve kaldığı yerden yazmaya devam etti.

Sabah erkenden kalkmış bütün gün şehrin surlarındaki büyülü kalkanları yenilemişti. Büyü gücünün neredeyse tamamı tükenince, şehirde en yüksek kuleye kurulmuş çalışma odasına yönelmiş, mektupları yazmaya koyulmuştu. Habercilerden aldığı haberler oldukça iç karartıcıydı. Sadece bir avuç adamı geri dönebilmiş, yani mesajlarını yerine teslim edebilmişti.

Elinde yazmakta olduğu mektubu bitirdi ve masanın köşesine doğru kaydırdı. Üzerine, mürekkebin kuruması için biraz talaş serpti ve masanın sağ tarafında açık halde duran büyük haritaya bakmaya başladı.

Ork, goblin ve troll birliklerinin çoğu son haftalarda benzeri görülmemiş bir hareketlilik içindeydi. Hepsinin niyeti apaçık ortadaydı. İnsanların, elflerin, cücelerin ve buçuklukların barış içinde yaşadığı ana karaya tek gidiş yolları Kayıprıhtım’dan geçiyordu. Magicalbronze bakımsızlıktan yüzünde oluşmuş kirli sakalını sıvazladı ve düşüncelere daldı. Yıllar önce dişini tırnağına katarak yoktan var ettiği bu toprakları öyle kolay kolay teslim etmeye hiç de niyeti yoktu.

‘Gelin bakalım iblisin orduları. Gelin de sizleri neyin beklediğini görün!’ yumruğunu masaya sertçe indirdi. Az önce uyku ile kapanan gözleri yeni bir alevle parlamaya başlamıştı. Masanın başına tekrar döndü ve diyarın dört bir yanından ona en güvendiği dostlarını getirecek olan mektupları yazmaya devam etti.

--- Devam Edecek ---

Çevrimdışı Malkavian

  • *****
  • 2152
  • Rom: 57
  • I was lost in the pages of a book full of death..
    • Profili Görüntüle
Kayıp Rıhtım'ın Çağrısı // Bölüm II
« Yanıtla #1 : 19 Temmuz 2011, 11:41:01 »
Kayıp Rıhtım'ın Çağrısı
Bölüm II
Yolculuk Başlıyor

Sonbahar rüzgarı dalgaların üzerinde tembelce esip, küçük bir çocuk gibi limandaki her bir gemiye dokunup tekrar uzaklaşıyordu. Zift ve denizin aman vermez dalgaları ile sürekli dövülen geminin dış çeperi kararmış tahtalar ve yosunlarla kaplıydı. Biraz daha yukarısında ise ince marangoz işçilikleri ve bakımlı güvertesi ile dikkat çekiyordu. Queen’s Left Toe isimli gemi açık ara limanda bulunan serbest tüccarların kullandığı en bakımlı gemiydi.

Güvertede bir şangırtı duyuldu. Yüksekten bırakılan ağır para kesesinin çıkardığı ses tüm tayfaları, kanlı ve sulu bir ete çeken köpek balıkları gibi etrafında toplamayı başarmıştı. Saçları güverteyi arşınlamaya devam eden rüzgarla dalgalanan Fırtınakıran bir eli belinde birinci kaptanı veya o hanlardan birinde gününü gün ediyorsa ikincisini beklemeye koyuldu. En sevdiği eteklikli gümüş zırhını ve sağlam deriden dizlerine kadar gelen su geçirmez deri botlarını giyinmişti. Beline astığı kılıcı geminin ufak sallantısıyla bir parlayıp bir sönüyordu.

‘Bu karışıklığın sebebi nedir sizi kokuşmuş fareler?!’ tayfaların hepsi uzun karışık saçlı, sakalı çenesinden düzensizce aşağı süzülen, kara tenli kaptanlarına yol açtı ve kadının etrafında oluşturdukları çemberi korudular. Akşamdan kaldığı bariz belli olan kaptanın nefesi on adım öteden bile iğrenç kokuyordu. Yerdeki dolgun para kesesini görünce duraksadı. Ellerini ağır hareketlerle keseye uzattı ve biraz zorlanarak kaldırıp şöyle bir salladı. Dolgun bir keseydi. Bir yolculuğun neredeyse on katı para vardı içinde. Şüpheci bakışlarını kadına çevirdi ve soran gözlerle parlak zırhını süzmeye başladı.

‘Gemini kiralamak istiyorum kaptan…’

‘Kaptan Arti! Ve gemim satılık değil hanımefendi.’ Gür ve derinden gelen bir kahkaha attı ve etrafına toplanmış tayfaları da ona katıldı. Fırtınakıran’ın cesareti kırılmıştı. Bu kesedeki paraları toplamak için tam beş gündür kumar masalarında sabahlıyordu ve yine de yeterli gelmemişti anlaşılan. Zar attığı adamlardan bazılarını da öldürmek zorunda kalmıştı. Tam daha ne kadar sabahlaması gerektiğini hesaplamaya çalışırken tahtaya sürtünen ağır bir nesnenin sesi duyuldu. Ardından da tanıdık bir ses.

‘Şey afedersiniz baylar biraz açılır mısınız?  Teşkkürler teşekkürler… Siz ordakiler biraz el atsanız ölür müsünüz? Belim koptu. Bu şehirde yakutu olan kimse yokmuş anlaşılan.’ Kendinin yarısı kadar bir çuvalı sürükleyerek güvertede çekmeye çalışan Marius’u görünce Fırtınakıran’ın gözleri aydınlandı. O çuvalın içindeki her neyse değerli olduğuna bahse vardı. Marius pazarda değeri olmayan ve değiş tokuşta kullanılmayan hiçbir şeye ilgi duymazdı… Eh kadınlar hariç tabi.

Sürükleme işlemi bitince kan ter içinde kalmış Marius kendini rahatça çuvalın üzerine attı ve cebinden değerli bir içki şişesi çıkardı. Fırtınakıran tekrar kendine gelen özgüveni ile boğazını temizledi ve ağzı beş karış olan kaptana teklifini tekrar iletmek için bir adım attı. Daha adımını yeni atmışken, bir asa yardımıyla zar zor yürüyen ve bu sıcakta bile siyah kürkünü çıkarmamış olan uzun saçlı büyücüyle karşılaştı. Yüzü neredeyse kül rengiydi. Mecali kalmamış ellerinden birinde değerli görünen koyu kırmızı kadifeden bir kese tutuyordu. Kaptana doğru uzattı. Elinden keseyi aç gözlülükle alan kaptana fısıldayarak ‘Kira değil satın almak istiyoruz. Güzel bir emekliliğe ne dersin?’  Sesi bu yakıcı yaz güneşinin altında bile herkesin içine bir titreme saldı. Marius’un ‘Bu haksızlık ama bana değerli taşları olmadığını söylemişlerdi…’ inlemeleri duyuluyordu arkadan.

Kaptan etrafında şıngırdayan, sürüklenen altınların ve kaliteli kadife kesenin içindeki değerli taşların görüntüsü ile çoktan ayılmıştı ve şimdi merakla bu üçlüye bakıyordu. ‘Nereye gidiyorsanız ben sizi götürürüm ve geri de getiririm. Burada hepsine yetecek kadar para var. Ben bu gemiyi terk edersem nereden tayfa bulacaksınız? Hem siz nereye gidiyorsunuz ki?’

Derinden bir kükreme duyuldu ve birden atik hareketlerle güverteye atlayan kötücül görünüşlü baltasını iki eliyle sıkıca kavramış cüceyi gördüler. Birkaç tayfayı itekledi ve sertçe yere düşürdü.

‘Kavga mı var! Dövüşmeye bayılırım! Gelin bakalım sizi solucanlar!’ baltasını tehditkar bir şekilde sağa sola sallarken bir yandan da arkadaşlarına göz kırpmayı ihmal etmedi. Aklı başında olan hiçbir tayfa ve kaptan Kayıp Rıhtım’a gitmeye çalışmazdı.

‘Sakin ol cüce dostum gemiyi satın alıyoruz.’ Dedi sakince Fırtınakıran gülmemek için kendini zor tutuyordu.

‘Satın mı alıyoruz? Neden hepsini bir çırpıda öldürüp kurtulmuyoruz ki? Hem gemi de bedavaya gelmiş olur.’ Tek gözünü kıstı ve teklifini düşünmelerini istermiş gibi arkadaşlarına baktı.

‘Mantıklı. Hem böylece soru soran meraklı tayfalar yerine akılsız zombilerden ve iskeletlerden oluşan bir ekip kurabilirim.’ Pelerinini hafifçe yana doğru açtı Laughing Madcap ve kemerinden sarkan kuru kafa işlemeli kolyeleri ve kara büyü yapmak için gerekli araç gereçleri sergiledi.

Tayfalar şimdiden bir iki adım gerilemişlerdi. Kaptan ise her ne kadar duruşunu bozmak istemese de, içinde derinden gelen ve onu şimdiye kadar tehlikelerden koruyan içgüdüsüne uyup arkasına bakmadan kaçmak istiyordu.  Tayfalarından birkaçı çoktan dağılmaya başlamıştı bile. Onları burada tutan şey para ve kaptanlarına olan korkularıydı ve şimdi daha çok korkacakları şeyler keşfetmişlerdi.

Kaptan, en yakınındaki ikinci kaptana ve üç tayfaya seslendi. ‘Şu altınları taşımama yardım edin. Eskisinden daha ihtişamlı bir gemi yaptırabiliriz bu parayla. İsmini de şimdiden buldum bile! Queen's Right Toe...’ İstemeden de olsa altınlara doğru son bir bakış attı ve gemiyi terk etti. Geriye bir avuç tayfa kalmıştı ve onlar da ya hareket edemeyecek kadar korkmuşlar ya da olayları anlamayacak kadar kıt zekalılardı.

‘Şimdi geriye tek bir sorunumuz kaldı’ dedi Mit. Az önceki kötücül bakışlarından eser kalmamıştı. Çantasının içinden çıkardığı okuma gözlüğünü çoktan gözlerine yerleştirmiş bir haritanın üzerine eğilmişti. Diğerlerini de yanına çağırdı ve kalın parmaklarıyla bir rota çizdi.

‘Yol çok zorlu ve şey anlarsınız ya bu tayfalardan bazılarını yolda kaybetmemiz çok olası. Zaten az sayıdalar bize daha fazla adam lazım.’ Cümlesinin son kısmını tayfaların duymaması için kısık sesle söylemişti. Beklendi içinde Madcap’e baktı.

‘Gerçekten az önce bahsettiğin iskelet tayfalardan yapabilir misin? Çok işimize yarardı doğrusu.’

‘Üzgünüm’ dedi fısıldayarak Madcap. Sesinde Kuzey diyarının soğuk esintisi vardı. ‘ Az önce bir soylunun öldürdüğü ve uğruna idama mahkum olduğu bir haydutu canlandırdım ve geldiği yerdeki iblisler bu konuda bana pek yardımcı olmadılar.’

‘Lanet iblisler ve onların uzun alev alan tırnakları!’ dedi Marius herkesin ona dönüp bakmasını sağlayacak kadar nefretle konuşmuştu.

‘Kaldı ki…’ diye tatışmaya katıldı Fırtınakıran. ‘Öyle bir birliği ayakta uzun süre tutmak yaşam enerjisini çok harcayacaktır.’

Ekip baş başa vermiş bunları tartışırken uzaktan bir yan flüt sesi duyuldu. Kadim bir ezgiydi ve insanın içine işliyordu. Limanda herkesin sabahın ilk ışıklarından beri başını ağrıtan gürültücü martılar bile sessizleşmiş çalınan şarkıyı dinliyordu. Flüt sesi kesildi ve gür ve etkileyici bir ses duyuldu.

‘Yol uzar gider bilinmeze,
Bizim kapımız ise açık herkese,
Yeter ki isteyin ve korkmayın kötülükten,
Kaybolmuş tüm ruhlar bir gün bulacak yolunu,
İsteseler de istemeseler de…’

Sözleri biter bitmez yan flütünü tekrar eline aldı. Arkasında onu takip eden ve yüzlerinde umut ışığı dolmuş belki de elliye yakın adam vardı. Hepsi bir marş eşliğinde hareket eden düzenli bir ordu gibi rap rap yürüyerek güverteye adımlarını attılar ve şaşkın eski tayfaların arasında saf tuttular. Flütün sesi kesildi ve bir alkış tufanı koptu. Koyubeyaz ihtişamlı bir reverans yaptı gruba ve söze başladı.

‘Birkaç adama ihtiyacınız olabileceğini düşündüm.’ Bunları söylerken gülümseyip flütünü ceketinin iç ceplerinden birine kaldırdı.

‘Şu anda Reorx’un kendisini bile görsem bu kadar sevinmezdim haha!’ dedi ve Koyubeyaz’a sarıldı Mit. Bir yandan da yukarı bakıp göz kırptı ‘Alınmaca yok. Hiç ihtiyacım olduğunda bana elli adam gönderdiğini hatırlamıyorum.’ diye fısıldadı.

Grup bu neşeli anı paylaşırken bir şimşek çakmamsı sesi duyuldu ve güvertede oluşan kötücül isin hemen ardında bir boyut kapısı belirdi. Hava sıcaktı sıcak olmasına ama kapının içinden gelen sıcak hepsinin içini yaktı. İçeriden telaşla cübbesi ve pantolonu alev almış Baal çıktı. Üstü başı kan, ter ve is içindeydi. Saçları dikilmiş her yanında kötücül yanıklar vardı. İlginç bir şekilde alevler sadece gömleğine dokunmamıştı.  O daha dün yıkanmış gibi ışıl ışıl parlayıp tezat oluşturuyordu. Kapıyı güçlükle kapattı ve herkes derin bir nefes aldı.

‘Tanrılar adına ne halt ettiğini zannediyorsun Baal! O düşündüğüm şey miydi?’ dedi Fırtınakıran sesinde endişe vardı.

Baal üstünü başını temizlemekle meşguldü. ‘Oo ne güzel konsey toplanmış. Nereye gidiyorsunuz? Durun tahmin edeyim. Kimsenin gitmek istemediği yere değil mi?’ Hep birden başlarını salladılar.

‘Ve oraya bu külüstür ile mi gideceksiniz. Hah!. Orada görüşürüz!’ daha kimse ağzını bile açamadan büyü sözlerini mırıldandı ve az önce kapattığı boyut kapısının hemen yanında bir kapı belirdi. İçerden ilikleri donduran soğuk bir esinti geliyordu. Hatta güverteye birkaç kar tanesi bile ulaşmayı başarmıştı. Baal emin adımlarla ilerledi ve boyut kapısından geçti. Kapı ardından açıldığı gibi ani bir şekilde kapandı.

‘Ee şey. Kayıp Rıhtım’da hala mevsim yaz değil miydi?’ Koyubeyaz’ın sorusu havada yankılanırken tüm grup endişeli bir gülümsemeyi paylaşıyordu.

Çevrimdışı Malkavian

  • *****
  • 2152
  • Rom: 57
  • I was lost in the pages of a book full of death..
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kayıp Rıhtım'ın Çağrısı // Bölüm III
« Yanıtla #2 : 26 Temmuz 2011, 20:39:55 »
Kayıp Rıhtım'ın Çağrısı
Bölüm III
İblisin Uyanışı


Sert ve güçlü bir sesin derinden gelen fısıltısıyla uyandı ve tek gözünü araladı.

‘Soh’un!’ diyordu bu ses saygıyla. ‘ Kabileler toplandı.’ Duygudan arındırılmıştı sesi güçlü ogre korumanın.

Soh’un az önce uyumuyormuş gibi atik bir hareketle ayağa kalktı. Beline tutturduğu kemerin her yanından kuru kafalar ve büyü eşyaları tıkıştırılmış keseler sarkıyordu. Koyu kırmızı, gümüş işlemeli bir kumaşla vücudunun üst kısmının yarısını kapatılmıştı. Geri kalanı ise kaslarla dolu vücudunun sergileneceği kadar açıktı. Kafası tıraşlanmış ve başının her yanına koyu mavi rünler işlenmişti.

Savaş çadırının girişini sertçe yana doğru ittirip açıklığa çıktı. Önündeki manzara içten içe gülümsemesine neden oldu. Yıllardır bu birliği bir araya getirmek için uğraşıyordu. Gözünü yumruk yaptığı ellerine kaydırdı. Bu orduyu toplamak uğruna kaç kişiyi bu ellerle öldürmüştü.

Yakıcı güneşin altında düzene girmeye çalışırken tozu dumana katan orklara baktı. İyi savaşçılardı ve sayıları oldukça fazlaydı. Ordusunun ana bölümünü oluşturacaklardı. Gözünü hafifçe sağa doğru kaydırdı. Orkların yanında sarı gözlerinden delilik akan goblinler toplanmıştı. Hemen önlerinde ise onlara hükmeden altı tane şaman duruyordu. Hepsi paçavralarla donatılmış birer şaklabana benziyordu ama Soh’un içlerinde ne tür büyü güçleri barındırdıklarını çok iyi biliyordu. Goblinler savaş alanında kaos yaratmak için mükemmeldi. Onları öncü birlik yapıp savunmaların düzenini bozacaktı. Son olarak kendi adamlarına baktı. Troller diğer birliklerin yanında sayıca oldukça azdı, fakat yadsınamaz bir güce sahiptiler. Kıt zekalılardı ama bu dezavantajı dengelemek için Soh’un kendininkini kullanacak ve onları direnişin sıkı olduğu insan birliklerine vur kaç saldırısı yapmak için kullanacaktı. Gülümsemesini artık kimseden saklamadan açıklığa adımını attı. Üzerine gümüş rünler işlenmiş kapkara bir kitap tutuyordu ellerinde. Kitabı büyük bir kayanın üzerine açık olarak bıraktı ve sayfalarında gezinmeye başladı.

Goblin şamanlardan biri, tiz ve insanı rahatsız eden bir ses tonuyla konuşmaya başladı.

‘Yine o kitaptan okuduğun saçmalıklarla bizleri kandırmaya mı çalışacaksın Soh’un?’ Emrindeki çok sayıda goblin onu desteklercesine tezahüratta bulundu.

Soh’un yanındaki ogre korumalarının neredeyse iki katıydı. Yarı ogre ve yarı troldü ve iki ırkın da en iyi özelliklerini almıştı. Kitabın sayfalarını çevirmeyi bıraktı ve konuşan şamana doğru dev adımlarla yürüdü. O yürürken toprak sallandı. Şamanın neredeyse beş katıydı. Sağ elini muazzam bir hızla hareket ettirdi ve şaşkına dönmüş yaratığı yerden yukarı kendi hizasına kaldırdı. Şamandan çok orduya konuşuyordu. Bu yüzden bağırdı.

‘Kimse ben söz hakkı vermeden konuşamaz ve kimse bana ordumun önünde hakaret edemez anladın mı?’

Zavallı şaman kafasını olumlu anlamda salladıysa da fayda etmedi. Soh’un bir kere sinirlenmişti. Şamanın üzerindeki dev elleri ani bir hareketle kasıldı. Kemik kırılma sesinin iç gıcıklayan tınısı tüm alanda yankılanırken, etrafa saçılan iç organları korkutucu havayı iyice pekiştirdi. Cansız bedeni bir paçavraymış gibi goblinlerin önüne fırlattı ve arkasına bile bakmadan az önce bulunduğu kayanın önüne geçti. Bu orduyu toplamak için çok uğraşmıştı ve artık kimsenin önünde durmasına tahammülü yoktu. Az önce gözünü kırpmadan öldürdüğü şaman, çok güçlü bir büyücüydü fakat olan olmuştu bir kere. Orduyu bir arada tutan kendisine duyulan korkuydu. Bunun farkındaydı ve bunun zedelenmesine asla izin vermeyecekti. Ritüeli kalan beşiyle tamamlamak zorunda kalacaktı ve bu tam da gereken sayıydı. Başka bir şaman daha öldürmemesi gerektiğini aklının bir köşesine not etti ve ordusuna seslendi.

---o---

Kan kırmızı gözlerdeki delilik uyandırdı bizi,
Savaş çığlıklarının gökleri delen yankılarıyla beslendik,
Zenginlik, hırs, kibir sarmış hepsini,
Ve işte artık buradayız yıkım için yeminler ettik,


Beşikteki bebeğin göz yaşlarıyız,
Savaşta düşmüş şanlı savaşçıların son yakarışı,
Kan havuzuna dönmüş çamurlu topraklarda yaşarız,
Kimse akıtamaz bizim kadar kanı.


Ork ve goblinlerin hep bir ağızdan söylediği savaş şarkısı göklere kadar uzandı. Yankıları uzak dağların eteklerinde yeni yeni toplanan kabilelere kadar ulaşıyordu. Troller, dev cüsseleriyle büyük savaş davullarını çalıp kadim ezgilere eşlik ediyorlardı. Her davul vuruşunda, binlerce ork ve goblin ayaklarının altındaki toprağı titretiyordu. Doğaları gereği düzensiz yaşayan ve kaosun habercileri olan bu yaratıklar, tek bir amaç uğruna birleşmişlerdi…

Diğerlerinin neredeyse iki katı olan dev bir troll yanındakileri ittirerek kendine yol açtı. Davullarını çalarak ordunun en arkasından gelen kendi birliklerini geçti. Ork ve goblinler önünden kaçıştılar. Tek gözü diklemesine derin bir kesikle yarılmıştı ve o yara ile gurur duyarcasına üzerini örtmemişti bile. Açıkta görünen kötücül yara izi ve ortasındaki beyaz göz, çoğu kişinin gördüğü son şey olmuştu bu hayatta. Troll ordularının bugüne kadar gelmiş geçmiş en zalim komutanı Soh’un, birkaç hızlı adımla ordunun en başına geçti.

İnsan topraklarının sınırı ile kendi bölgelerini ayıran son engele gelmişlerdi. Ulu yanardağın eteği… İşte aradığı ve ulaşmaya çalıştığı yer burasıydı. Tarih kitaplarını on yıldır inceliyordu. Büyük gücü uyandırmak için artık hazırdı. Dev adımlarla dağın iyice yakınına geldi ve yukarıya baktı. Davulların gürültüsü bir an bile kesilmedi. Soh’un koca ellerini gökyüzüne açtı ve bekledi. Goblin şamanları etrafını sardı ve büyülü mırıldanmaları ile sağa sola sallanarak kendilerini kaybettiler.

Marşlar göğe yükseldiğinde, şamanlar neredeyse tüm büyü güçlerini harcamış yere yığılmak üzereydiler. Soh’un üzerinde taşıdığı az sayıda eşyadan biri olan değerli ve işlemeli dev bıçağını çıkardı ve hiç tereddüt etmeden göğsünde boylu boyunca derin bir yarık açtı. Goblinlerin neredeyse beş katı büyüklüğünde cüssesinden saçılan kanlar şamanları baştan ayağa yıkadı. Deliliğe iyice kendini kaptıran goblinler savaş danslarına başladılar. Orklar gür sesleriyle davulların gümbürtülerinin arasından ulumaya başladı. Binlerce kişilik ordunun ve trollerin çaldığı davulları bile bastıran Soh’un, kanayan göğsünü umursamadan kafasını yanardağın zirvesine çevirdi.

‘Kalimera uth math! Drentha nara uh’on!!!’ 

Savaş borazanlarını andıran sesi dağlardan yankılandı. Yanardağın kökleri büyük bir gürültü ile titremeye başladı. Sarsıntı giderek artarken davulların ritimleri bozuldu. Orklar ve goblinler korkuyla birkaç adım gerilediler. Çılgınlığa kendini kaptırmış şamanlar bile korkup diğerlerinin yanında yerini aldı. Sadece gürültüyle titreyen ve ucundan kötücül lavlar saçan dağ yamacının altında Soh’un kalmıştı. Göğsündeki kötücül yaraya rağmen tüm ihtişamı ile ellerini açmış yukarı bakmaya devam ediyordu. Yüzünde kimsenin göremediği kötücül bir gülümseme vardı. Güç ve ihtişama uzanır gibi hırsla yana açtığı ellerini yumruk şeklinde sıktı ve lavlar dağın tepesinden üzerine akmaya başladığında kılını bile kıpırdatmadı.  Arkasında kaçışan ork ve goblin ayaklarının çıkardığı gürültüleri duydu ve gülümsemesi iyice yüzüne yayıldı.

Kimsenin duyamayacağı bir fısıltı döküldü dudaklarından.

‘Yakında kendi ellerimle seni ikiye böleceğim Magicalbronze. Şehrinde yaşayan kadınları hizmetçim yapacağım. Askerlerinin hepsini tek tek kazıklara geçirip şehrin surlarına asacağım ve limanda tuttuğun tüm gemilerle ana karaya gidip, seni umursamasalar da yıllardır koruduğun halkların yüreğine korku salacağım. Seninle işim bittiğinde, adın unutulacak ve bir daha hiçbir tarih kitabı senden bahsedemeyecek!’

Kötücül lavlar tüm vücudunu kaplayıp onu küle çevirirken dev trolden tek bir inleme bile duyulmamdı… Sadece kendi duyabildiği bir fısıltı ve son bir kahkaha…

---o---
   

Çevrimdışı mit

  • *
  • 5536
  • Rom: 96
  • Kronik Anakronik
    • Profili Görüntüle
    • Yorgun Savaşçı'nın Günlüğü
Ynt: Kayıp Rıhtım'ın Çağrısı // Bölüm III
« Yanıtla #3 : 16 Ağustos 2011, 18:29:58 »
Harika devam ediyor.

Seçkide yayınlanan ilk bölümünü büyük bir keyif ve kocaman bir gülümsemeyle okumuştum zaten. Marius'un hikayesi, cücenin tavırları, paladinin cömertliği derken bölümün sonunu nasıl getirdiğimi anlamamıştım. İkinci kısım da tıpkı bir önceki kadar keyif verici. Özellikle Baal ile ilgili kısıma çok güldüğümü söylemek isterim. :) Üçüncü bölümle birlikte hikaye adeta kılık değiştirip ciddi bir fantastik eser havasına bürünmüş. Orklar, ogrelar ve trollerden oluşan orduyu, başlarındaki kana susamış komutanı o kadar güzel betimlemişsin ki insan soluksuz okuyor. Belki bazılarına abartı gelecek ama Salvatore'un Ork ordusu ve komutanı yerine senin yazdığını tercih ederim.

Devam!
Jackal knows who you are,
Jackal knows where you are.
Try to hide if you dare.
Do your best, i don't care.

Çevrimdışı Malkavian

  • *****
  • 2152
  • Rom: 57
  • I was lost in the pages of a book full of death..
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kayıp Rıhtım'ın Çağrısı // Bölüm III
« Yanıtla #4 : 17 Ağustos 2011, 18:33:58 »
Devamı mutlaka gelecek. Zaten planladığım kısıma tam gelemedim sayılır. Oyuna sadık kalmak istesem de kafamdaki hikaye çok değişik boyutlara gittiği için biraz düşmanları da tanıtmak istedim. Bunu yaparken kana susamış ve hırslı imajını yakalayabildiysem ne mutlu bana. Ayrıca beni tanıdığın ve Salvatore'u tanımadığın için bana torpil geçtiğini hisseder gibiyim.

Değerli yorumun için teşekkürler. Böylesine kaliteli bir yazardan bu cümleleri duymak gerçekten hoş :)

Çevrimdışı Seveal

  • *
  • 5
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kayıp Rıhtım'ın Çağrısı // Bölüm III
« Yanıtla #5 : 18 Ağustos 2011, 16:18:17 »
Hikaye her zamanki gibi yaratıcı ve akıcı. İyi büyücülerin kötü kalpli ork vs. lere karşı kendilerini ve vatanlarını korumak için yıllar sonra biraraya gelmeleri çok klasik bir fantastik tema olsada; Malkavian'ın hikayeye süprizler katacağından eminim. Şu aşamada yapıcı eleştiri olarak söyleyebileceğim: fazlaca tekrar edilen kelimeler. "Kötücül" aslında çok güzel bir kelime olmasına rağmen iki paragrafta bir kullanıldığında zorlama havası yaratmış. Ayrıca hareket bildiren cümlelerin aşırı betimlenmeside okuyan için akıcılığın önüne geçiyor. "Az önce bıraktığı kuş tüyünden yapılma değerli kalemini, her yanına mürekkep bulaşmış parmaklarının arasına tekrardan aldı ve kaldığı yerden yazmaya devam etti. " Bu cümledeki az önce, tekrardan ve kaldığı yerden aslında adamın durakladığı br eylemi tekrar yapmaya devam etmesini anlatıyor. Bir cümleye bir tanesi yetermiş gibi.
Off, çok olumsuz eleştiri yapmış gibiyim. Ama amacım Malkavian için iyi bir yazar olmaktan öte onu harika bir yazar yapmak. Bu yaratıcılıkla ihtiyacı olan tek şey iyi bir editörmüş gibi (ben hariç ;)) Hep destek, tam destek :D :D