Kayıt Ol

Başlangıç Noktası Deneyi 2. 3. ve 4. bölüm eklendi iyi okumalar

Çevrimdışı serhan1310

  • **
  • 91
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
GİRİŞ

Başlangıç Noktası Deneyi 1.gün

   Küt…küt…..küt….atan kalbini tüm benliğiyle hissetti. Ardından, nerede olduğuna dair merak ve yabancısı olduğu ortamdan dolayı korku duyguları birbiri ardına uyandı. Panikle etrafına bakarken, yakınından gelen vızıltı reflekslerini harekete geçirdi ve uçan kanatlı küçük şeyi yakaladı. Hiçbir şey bilmeyen bir çocuğun merakıyla avucunun içinde kımıldanan ve hoş bir kaşıntı veren canlıya ait her şeyi hissedebiliyordu. Küçük canlı korkuyordu. Tek amacı uygun bir ortam bulup çoğalmaktı. Yaratığın tüm varoluş amacını algıladı. Beslen…büyü…üre…öl. Kendisi için bir tehlike olmadığını görünce sakinleşmesini sağlayıp avcunu açtı. Zihninde yaratığa ne olduğunu sordu. Karmaşık görüntüler belirdi. Çok büyük bir canlı. İnsan ve kendisine verilen ad Sinek. Bu odaya yanlışlıkla girmişti. Odanın dört bir yanındaki, tuhaf dört köşe nesneler, anlayamadığı bir ses çıkartıyordu. Hemen içlerinden birisine yöneldi. Merakı korkusunun önüne geçti. Sineğe ulaştığı gibi doğal olmayan nesneye ait bilgi edinmeye çalıştı ama tam bir boşlukla karşılaşınca hızla odanın diğer köşesine uzaklaştı.

   Etrafını kuşkuyla süzdü. Yaşam alanı kısıtlıydı. Uyuduğu yumuşak yatak dışında hiçbir şey yoktu. Birde odanın dört köşesindeki tuhaf cansız küçük nesneler. Arkasında bir yerlerden tuhaf bir ses yükseldi. Ardından kendisini kapatan duvarda küçük bir kapak açıldı. İçgüdüsel olarak geri çekildi ve içeri kendisinden daha kısa bir canlı girdi. Kendisi kadar korkmuş görünen canlıyı hissediyordu. Tuhaf bir şekilde içinde bulunduğu yerin dışındaki hiç bir şey hissedemese de içerideki canlıya dair her şeyi anında algılayabildiğini fark etti. Sinekten daha zekiydi. İletişim kurmak daha kolaydı çünkü ona ulaşabilmesi için koku sinyalleri kullanması gerekmiyordu. Saniyenin onda biri kadar sürede, artık onun bir maymun ve adının Ron olduğunu biliyordu. Sinekteki insana ait görüntüler ve imgeler Maymun Ron’un zihninde de vardı.

   “İnsan ne”

   Birbiri ardına beliren görüntülerde Ron’un anıları arasında dolaştı. İlk görüntü kendisi gibi bir odada uyanmış küçük ve savunmasız maymundu. Sonra İnsanlar tarafından beslenirken ve sevilirken, ardından insanlar tarafından küçük bir yere kapatılırken. Sonra yine insanlar kendisine iğne denilen aletlerle garip acı verici şeyler enjekte ederken. Birbiri ardına akan anılarda maymunu insanlar tarafından sevilirken, hasta edilirken, iyileştirilirken, kesilirken, dikilirken... ve daha pek çok acıya maruz bırakılırken gördü. Maymunun o anda hissettiği tüm acıları hissetmeye başlayınca iletişimi kesti. İnsanlardan korkması gerekiyordu. İnsanlar güvenilmezdi. Karşılaştığı iki canlıda insanlar karşısında aynı korkuyu hissediyordu ve korkmak için haklı nedenleri vardı. Sonra kendisinin ne olduğunu düşündü. Kendisine dair hiçbir şey bilmiyordu.

   “Ben neyim.”

   İki görüntü canlandı. Bunlardan ilki Rona bebekken sarılan bir insan dişisiydi. İlk görüntüde maymunun bu insana güvendiğini ve hala sevdiğini hissetti. İkinci görüntü kendisiydi. Maymundan geri geri uzaklaşırken ayakları tökezleyip düştü. Olamaz… Bu imkansız… Kendisi de bir insandı. Panikledi aynı anda zeka seviyesi çokta yüksek olmayan maymunun zihnine yöneldi. Aradığı cevapları bulmak için peş peşe sorular yönlendirdi ve bunları maymunun algılamasını beklemeden hayvanın beyninden adeta koparıp almaya çalıştı.


   Maymun bu ani değişimden ve başına saplanan acıdan çıldırarak çığlıklar atmaya, odada koşuşturmaya başladı. Sanki kafasının içindeki şeyden kurtulmak istercesine başını odanın kurşun duvarlarına vurdu, vurdu, vurdu ve sonunda hareketsiz bir şekilde yere yığıldı.

       Kendisini, istemeden verdiği zarardan ötürü üzgün hissederken, içerisi birden bire soğumaya başladı. Sıcaklık öyle ani düştü ki ne olduğunu anlayamadan gözleri karardı ve bilincini kaybetti. İnsana benzesem de insan olamam düşüncesi zihnindeki son noktaydı.
cesaret yoksa zaferde olmaz

Çevrimdışı

  • ***
  • 403
  • Rom: 7
  • ☆★
    • Profili Görüntüle
Merhabalar;

Bu türde, ilk yazıya göre fena sayılmazdı. Birkaç mantık hatası ve bolca yazım yanlışı yakaladım. Giriş ve sonuç bölümlerini yetersiz buldum, gelişme bölümünü ise beğendim. Ama genel olarak sevdim diyebilirim. Zihniyle maymuna işkence ettiği bölüm ve canlıları hissedebilmesi felan  hoşuma gitti :).
İt was one of those March days.
When the sun shines hot,
And the wind blows cold.
When the summer in the light,
And winter in the shade.

Çevrimdışı serhan1310

  • **
  • 91
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Yorumun için teşekkür ederim. Aslında giriş bölümü tamamlanmış değil. O yüzden sonuç kısımı yetersiz gelmiş olabilir. Şuan bölümü tamamlamak üzereyim. . .

Yazım yanlışları konusunda daha dikkatli olmalıyım ama yazmaya kapılınca dikkatimi kaybediyorum birde kendi hatalarımı görme konusunda pek başarılı sayılmam. Yine de daha dikkatli olmaya çalışacağım.

Mantık hataları olarak niteledeğin kısımları belirtirsen emin ol düzeltmeye çalışırım, ama ben kendim okuyunca normal geliyor ve bulamıyorum.
cesaret yoksa zaferde olmaz

Çevrimdışı serhan1310

  • **
  • 91
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Başlangıç Noktası Deneyi 2.gün

   “Kıyametten sonra 6 Haziran 146. Atlantis üssü sıfır noktası laboratuvarı ikinci deneme. Ben Doktor Hudson.”  Kayıt cihazının kapatma düğmesine basıp, ekibine “Uyandırma protokolü başlasın.” dedi.

   “Efendim emin misiniz? Hareketleri son derece tutarsız.  Ron’a neler yapığını gördünüz. Hayvan çıldırdı ve kendisini öldürdü.”

   “Kaçırdığınız bir nokta var. Tesadüfen orada olan bir sineğe hiç zarar vermedi. Sanırım maymunu kendisine karşı bir tehdit olarak gördü.” diye açıkladı Hudson. Tezini kanıtlamak için genç kızın sineği nazikçe tuttuğu video görüntüsünü tekrar oynattı.

   “Bu hiçbir şeyi kanıtlamaz.” diye itiraz etti asistan. “Deneyin başarısız olduğunu rapor etmem lazım.”

   Hudson bıkkınlıkla ve kabullenişle iç çekti. “Bir kez daha deneyelim. Eğer aynı şekilde sonuçlanırsa kendim rapor ederim. Unutmayın, sıfır noktası her şeyi eski haline döndürebilmek ve kaybettiklerimizi geri kazanabilmek için  belki de son umudumuz.”

   Araştırma ekibi, tedirginliklede olsa bu gerçeğin bilincinde olduklarından bir kez daha denemeye karar verdiler.

Başlangıç Noktası Deneyi 9.gün

   Kameralardaki görüntüler Hudson’u yeterince tatmin etmişti. Ron isimli maymunun başına gelen trajik olay, tahmin ettiği gibi başka hiçbir canlıda gerçekleşmemişti. Bir hafta boyunca sırasıyla Fare, tavşan, kedi, köpek, papağan denemişlerdi. Ardından davranışlarında farklılık olacak mı diye kertenkele, yılan ve hatta çeşitli böcekler bile denemişlerdi. Sıfır noktası her seferinde aynı tepkiyi veriyordu. Önce kapaktan uzaklaşıyor, ardından bir şekilde içeri giren canlıyı sakinleştiriyor ve zarar vermeden duruyordu. Yine de en sevimli köpeği bile, hemen her insanın yapacağı şekilde okşamamıştı. Sanki iki arkadaşmışlar gibi karşılarında bağdaş kurup oturuyor ve öylece birbirlerine bakıyorlardı.

   “Orada ne yapıyor dersiniz.” Diye asistanı sordu. Sonuçlar artık onu huzursuz etmiyor, merakını arttırıyordu.

   “Sanırım iletişim kuruyor.”

   “Bir köpekle mi?” diye kuşkuyla sordu asistanı. “Bir köpekten ne öğrenmeyi umuyor ki?” diye alayla gülümsedi. Sürekli hoparlörler aracılığıyla denekle konuşmaya çalışmışlardı ama ilk günün dışında hoparlörleri umursamamıştı bile.

   “Kim bilir.” Dedi Hudson. Uykusuzluktan gözleri iyice şişmişti.

   “Bizi hissedebiliyor mu dersin?”

   “Tamamen yalıtılmış olan bir odada. Bunu yapabilmesi imkânsız.”

   “Peki, sırada ne göndereceğiz. En çok köpekleri seviyor gibi.”

   Hudson düşünceli şekilde ekrandan kıza bakıyordu. O ise izlendiğinin farkındaysa bile umursamaz görünüyordu. “Tekrar Maymun göndereceğiz. Bakalım yine aynısını mı yapacak?”

   Asistan şüphelide olsa itaatkârca kafesinden Lucilla isimli maymunu çıkarttı. Ardından aktarma kabinine yerleştirdi.

   Hudson içerdeki köpeğin çıkması için diğer taşıma kabinini açtı. Kız köpeği nazikçe kabine yerleştirip kapağı kapattı. Bunu yapmayı çok çabuk kavramıştı. İlk iki seferde odayı dondurmak zorunda kaldıktan sonra asistanın aklına gelen, açıklayıcı resimler çizme fikri işe yaramıştı. Kız resimlerde anlatılmak istenileni hemen kavramış ve ne zaman boş bir aktarma kabini açılsa odadaki hayvanı içine koymuştu. Ödül olarak da bir daha dondurulmak zorunda kalmayışını sayabilirdi.

   Maymun içeri girdikten sonra ikisi de ekrana kilitlenmişti. En ufak bir ayrıntıyı kaçırmamak istercesine gözlerini dahi kırpmıyorlardı. Denek, maymunu görünce ilk defa gülümsemeye benzer bir ifade belirmişti yüzünde. Şefkatle maymuna sarıldı ve maymunda refleks olarak sarılışına karşılık verdi. Sonra ise her hayvanda olduğu gibi karşısında oturdu ve saatlerce birbirlerine baktılar. Hudson sonunda, kızın hayvana zarar vermeyeceğinden emin olduktan sonra aktarma kabinini açtı ve kız yine itaatkârca maymunu kabine bıraktı.

   İki doktorunda gözlerinin içi gülüyordu. “Sanırım haklı çıktınız Profesör. İlk maymunda kendisini tehdit eden bir şey sezdi. Sırada ne var.”

   “Bu günlük bu kadar yeter. Yarın ilk insan deneyini gerçekleştireceğiz.”

   “Efendim bence buna henüz hazır değil. Başka canlılarla denemeye devam etmeliyiz.”

   “İlerlemek için cesaret gerekir. Merak etme bizi de diğer hayvanlar gibi görüp, onlara ne yapıyorsa aynısını yapacaktır.”

   “Sorunda burada zaten, onlara ne yaptığını bilemiyoruz.”

   “Yarın bu merakımızı gidereceğiz.”…

Başlangıç Noktası Deneyi 10.gün

   Zihnini hala tam olarak kullanamıyordu. Henüz geliştiremediği pek çok kısmı hissedebilse de zamanla çalışarak bu güce erişecekti. Ne kadar çok kullanırsa kapasitesi o kadar artıyordu. Bir çok canlı türüyle iletişim kurmuştu. Hepsinin farklı içgüdüleri ve anıları vardı. Ama hepsinde tek ortak şey insandı. Yine de ilk anlaştığı Ron kadar akıllı değildiler. Maymuna olanlar kendi gelişimi için önemli bir adımdı. Karşısındaki canlının algılama becerisini aşarsa çıldırıyordu. Köpekler hem akıllı hem aptaldılar. Kendisini anlayabiliyorlardı ama insanlara hayrandılar. Kediler ise bencildi ve insanları kullandıklarını düşünüyorlardı. Neyse ki sonunda maymun Lucilla gelmişti. Hızlı bir anı paylaşımı yaşamışlardı. 

   Öğrendiklerinin bazıları çok saçma gibi görünse de doğru yanlarını görmezden gelemiyordu. Bunu, yanına gönderilen canlıların anılarından izlemişti. Birçoğu bunun farkında bile değildi. Küçük kapı tekrar açılmaya başladığında bu sefer karşısına ne çıkacağını merakla beklemeye başladı. Kapı azıcık aralandığında göremese de, içindeki varlığın kapasitesini hissetti. Aynı anda ölesiye korktu. Canlıların en büyük korkusu vardı kabinde. İnsan.  İçgüdüsel olarak kendinii savunmaya hazırlandı. Kaçabileceği hiçbir yeri olmadığından tek şansı İnsan’ ı yok etmekti. Aklına Maymun Ron’a yaptığı geldi. Farkında olmadan öğrendiği yeteneğini aynı şekilde kullandı. İnsanın zihnine girdi. Karmaşıktı ve kusursuz. Aynı kendisi gibi insanında beyninde kullanmadığı çok büyük bir kısım vardı. Tek fark, kendisi o kapıları nasıl açacağını kavramıştı ama bu insan farkında değildi. Tüm bilgileri koparıp alıyordu. Kabin daha tam açılmadan geri kapandı. İçerden acı dolu çığlıklar yükseliyordu. Zaferi hissetti. İnsan korkuyordu.

   Kapak kapanır kapanmaz aradaki bağlantı koptu. O kadar çok şey öğrenmişti ki kendi kapasitesini bir anda tahmin ettiğinden çok daha fazla geliştirdi. Oda hızla soğumaya başladı. Artık kendisinin bir laboratuvarda olduğunu biliyordu. İnsanların da kendisinden korktuğunu. Onların dillerini, korkularını, kültürlerini, tarihlerini, yaşam biçimlerini öğrendi. Öğrendikçe daha tedirgin oldu. İnsanın adı Hudson’du ve kendisini nasıl kesip içini açtığını sonra da vücudundan parçaları söktüğünü, doktorun anılarında gördü. Kendisine bildiği her şeyi unutturan bir operasyon yaptığını gördü. Ben sıfır noktasıyım dedi kendi kendine. Hudson’un ona verdiği isim. Aslında isim bile sayılmazdı. İsim verdikleri şeylere karşı insanların daha merhametli davrandıklarının bilincine erişmişti ve bedeninin kontrolünü tamamen kaybedip soğuktan uyuşarak yere yıkıldı.

1 yıl sonra Doktorun Ses kaydı

   “O kadar yanılmışım ki, hiç kimse hatalarımın bedelini ödememeli. Aldığımız önlemler işe yaramadı. Sıfır noktası hafızası silinmiş olsada, insanlar yerine karşısına çıkardığımız canlıları benimsedi. Bizlerin bencil ve sadece kendisini düşünen bir tür olduğumuza inandı. Bizler, daha zeki olduğumuz için başka canlıların yaşam koşullarına nasıl saygı duymuyorsak, aynısı başımıza geldi.  Neyse ki Atlantis üssünün tüm iletişimini kapatabildik ve tekrar açmayı başarabilecek herkesi, “O” bulmadan önce öldürdük. Yine bencilce bir hareketti belki ama “O” sizi bulmamalı. Sonunda tekrar dondurmayı başardık ama yok edemiyoruz. Onu öldürmek için her şeyi denedim. Parçalara ayırdım, yaktım, havaya uçurdum vs. İletişim becerisi sayesinde kimleri etkisi altına aldığını bilemiyorum. Daha dün asistanımı onu kurtarmaya çalışırken yakaladım ve öldürmek zorunda kaldım. Şuan diğer üslerin güvenliğini sağlamak için Atlantis’ in tüm güvenlik sistemini açıyorum ve geliştirdiğim virüs ile Atlantis’teki her canlının ölmesine sebep olacağım. Virüs vücuttaki dokularla beslenerek büyüyecek şekilde programlandı. Yayılma hızı tüm canlıları bir saatte yok edebilecek şekilde. Tahminen bir yıl içinde beslenebilecek bir şey kalmadığından etkisini kaybedecek ama o zamana kadar, kemiğe kadar insan vücudunu yok etmiş olacak. Onu durduran soğutma sistemi elli yıl kadar çalışabilir. Kapansa bile başlangıç noktası laboratuvarından, tek başına çıkmayı başaramaz. Virüsü onun kanını kullanarak oluşturduğum için etkilerini tahmin edemiyorum. Tüm bu fedakârlıklar yüzünden, Atlantis’e bir şekilde girmeyi başarmış olan her kişi, bu uyarıyı aldıktan sonra kendisini öldürmenin bir yolunu bulmalı.  Aksi halde er ya da geç  “O”  size ulaşmanın bir yolunu bulur…”



1.bölüm   Çağrı


   
cesaret yoksa zaferde olmaz

Çevrimdışı serhan1310

  • **
  • 91
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Başlangıç Noktası Deneyi (Giriş bölümü tamamlandı)
« Yanıtla #4 : 15 Temmuz 2015, 17:28:11 »
1.Bölüm Çağrı
   Wilson, yönetim binasının metal zeminli koridorlarında aceleyle ilerlerken, koluna bağlı dijital ekrandan günlük programını bir kez daha gözden geçirdi. Herkes, DOTA denilen bu cihazı taşımak ve oradaki programa uymak zorundaydı. Sabah 09:30 Başkanla randevu ve sonrasında boşluk. Tüm gün boş kalacağına inanamayarak bu işte bir terslik var diye düşünürken, koridorun A kanadına açılan ve girişinde iki kızıl muhafızın beklediği büyük hidrolik kapıya yöneldi. Kapının sağ tarafında A kanadının dijital krokisi, mavi bir ışıltıyla parlıyordu. Askerlerden biri önünü kesip Wilson’un kolundaki ekrana bakarak başıyla onayladı. Diğer muhafız, kapının arka tarafında aynı şekilde beklemekte olan askerlere durumu bildirdiğinde, sonunda kapı gürültüyle açılmaya başladı. Zaten geç kalmış olan Wilson, beş dakika daha kaybetmiş oldu. A kanadına girişte güvenlik protokolleri oldukça sıkıydı. Bunun bir nedeni de Truva üstünün tüm ARGE (araştırma geliştirme) tesislerinin bu birimde yer almasından dolayıydı.

   Başkanlık binasının en üst katında bulunan A kanadına, daha önce hiç gelmemiş olan Wilson, hızlı adımlarla bir dizi kapının yanından geçerken bir yandan da kolundaki dijital göstergeden gideceği yerin haritasına bakıyordu. Ana koridor, daha dar olan birçok yan koridoru içinde barındıran karmaşık bir labirentten farksızdı. Her koridorun girişinde ne olduğuna dair dijital tabelalar bulunuyordu ve her girişte bir kızıl muhafız nöbetteydi. Sırasıyla Zooloji, Hidrobiyoloji,  Paleontoloji gibi kendisine oldukça yabancı gelen bilim dallarına ait koridorların yanından geçerken, merakla oralarda neler yapıldığını görmeye çalışsa da merakını giderecek hiçbir şey göremedi. Sonunda başkanın ofisine ulaştığında randevusuna yarım saat gecikmişti.

   Başkanın ofisi gördüğü en geniş odalardan biriydi. Kubbemsi tavanını büyük bir avize süslüyordu. Daha önce hiç avize görmemiş olan Wilson için ilginç bir manzaraydı. Odanın bir tarafındaki dev ekran monitörlerde, üssün çeşitli kısımlarının canlı görüntüleri oynatılıyordu. Geniş ahşap çalışma masasının üstü karmakarışıktı. En dikkat çekişici olan ise Ofisin ortasındaki cam akvaryumdu. Ne olduğunu hiç bilmediği tuhaf yaratıklar, garip sıvının içinde süzülüyorlardı. Her birinin gövdesi avuç içi büyüklüğündeydi. Küçük kemiksi ayaklara ve ucunda siyah bir iğnesi bulunan, gövdesine göre oldukça orantısız uzunluktaki kuyruklara sahiptiler.

   “Onlara kurtçuklar diyoruz.”

   Wilson, ofise bağlı küçük bir kapıdan giren başkanı konuşana kadar fark etmemişti. Başkan Farkas çok sıska, beyaz saçlı ve beyaz tenli yaşlı bir adamdı. Öylesine dimdik duruyordu ki, sanki etten kemikten canlı biri değil de, alçıdan bir heykel izlenimi yaratıyordu. Her geçen yılın daha da arttırıp derinleştirdiği yüzündeki kırışıklıklar adama acımasız bir ifade vermişti. Karşısında herkesin bir nebze çekindiği başkanı, çokta umursamadan “Canlı mı bu iğrenç şeyler?” diye sordu Wilson.

   “İğrençler değil mi?”

   Wilson, konuşmayı bir an önce bitirme isteğiyle boğazını temizleyerek “Sayın Başkan, bu sefer hakkımda ne tür bir şikâyet var emin değilim ama bence işe sizin dâhil olmanızı gerektirecek kadar ciddi bir suçum yoktur. Mavi Muhafızlar gereken işlemleri yapabilirler.” Özellikle mavi muhafızlar demişti. Genelde basit suçlar ve düzenin sağlanmasında onlar görevliydi. Kızıl muhafızlar ise hem yargılar hem de cezayı uygularlardı. Gerekli gördükleri takdirde dönüştürme yetkisine sahip bu muhafızları ne zaman görse, iliklerine kadar ürpermesine engel olamıyordu.

   Başkan, onu duymazdan gelerek elindeki raporları gözden geçirmeye devam ederken bıyık altından gülümsüyordu. “Agresif, uyumsuz, şiddete meyilli, disiplinsiz ve kural tanımaz. Hiçbir sektörde görevlendirilmeye uygun değil. Bunlar senin hakkındaki raporların genel özeti Bay Wilson.”

   Derin bir sessizliğin hâkim olduğu odada akvaryumda patlayan hava kabarcıklarının sesi dışında çıt çıkmadı.

   “Kaynakları sınırlı olan bu habitatta barınmanızı ve kaynakları kullanmanızı gerekli kılacak tek bir unsura bile sahip değilsiniz. Belki de işe yarar olmanız için dönüştürme cezası doğru bir davranış olur.”

   İnsan vücudunun üretebildiği enerji potansiyeli keşfedildiğinden beri hiçbir ölüm boşa olmuyordu. Fiziksel olarak yaşlanmış ve bedeni çökmüş kişiler ölmeden hemen önce enerjiye çevrilirdi ve nadir olarak da toplum dışı olarak ithaf edilen kişiler bu cezaya maruz kalıyordu. Wilson bu tehdit karşısında diyecek hiçbir şey bulamadı. Gözünde hafızasından silmeyi bir türlü başaramadığı anılar belirdi. Zırhlarının içinde zorla odaya giren kızıl muhafızlar. Onlara derdini anlatmaya çalışan babası ve muhafızın buz gibi sesiyle “Eğer başarabilirsen derdini elektrik devrelerinde dolaşırken anlatırsın” demesi. Wilson daha dört yaşındaydı ve bu sözleri hayatı boyunca unutabileceğini sanmıyordu.

   Başkan, karşısındaki genç adam üzerinde gerekli etkiyi yarattığına inanarak “Yine de zeka seviyeniz, en yetenekli bilim adamlarımızın bile çok ötesinde. Psikiyatri doktorunuz, tamamen yanlış yönlendirilme sonucu uyumsuz olduğunuzu ve doğru telkinle topluma yararlı davranabileceğinizi iddia ediyor. Bende doktorunuza inanarak size bir şans daha vermeye karar verdim. Duyduğuma göre yetkiniz olmayan yerlere girebilmek konusunda oldukça yetenekliymişsiniz.”

   Wilson, başkanın dönüştürme için tek başına bile yeterli olacak bir suçu daha, listeye ustaca eklediğini fark etti.

   “Benden ne istiyorsunuz?” diye öfkeyle sordu. Sesinin yükselmesi iki kızıl muhafızın hızla ofise girmesine neden olmuştu. Başkan çıkmalarını işaret edene kadar silahlarını Wilson’un üzerine doğrultmaktan vazgeçmediler.

   Tekrar yalnız kaldıklarında “Babandan istediğimiz şeyi Bay Wilson. Lütfen beni izleyin.”

   Birlikte ofisin içinden başka bir odaya girdiler. Odada içi kitaplarla dolu bir dizi raf ve özel cam muhafazalar içinde çeşitli nesneler vardı. Nesnelerin her biri o kadar eskiydi ki Wilson burasının bir tür müze olduğunu kısa sürede fark etti. Başkanın özel koleksiyonu. Bazılarını tarih derslerinden tanıyordu. Kolleksiyonun çoğu, insanların yeryüzünde yaşadıkları zamanlarda kullandıkları eşyalardan oluşuyordu. Başkan oturması için rahat bir koltuğu işaret ettiğinde itiraz etme gereği duymadan, kendini rahat koltuğun kollarına bıraktı.

   “Şimdi Bay Wilson, doktorunuzun bana söylediklerinin doğruluğunu teyit etmem gerekiyor. Size birkaç soru soracağım.”

   “Karşılığında bende kendi sorularımı sorabilecek miyim?”

   “Bence, içinde bulunduğunuz durumu düşünerek daha ılımlı davranmalısınız. Henüz dönüştürme cezanızdan vazgeçmiş değilim.”

   Wilson derin bir nefes aldı. Aklındaki soru işaretlerini şimdilik bir kenara bırakmak, o an için en doğru şey gibi görünmüştü. “Başlayalım o halde.”

   “Önce basit bir soru soracağım, ofisimde ana giriş kapısı haricinde kaç kapı var.”

   “Altı.”

   “Etkileyici; peki girişteki akvaryumda kaç tane kurtçuk vardı.”

   “Dört” hiç duraklama olmadan cevap vermişti.

   “Şimdi daha zor bir soru soracağım. Masamdaki kalemlikte kaç tane kalem vardı.”

   “Ben nereden bileyim. Bakın beni dönüştürme için bahane arıyorsanız boşa uğraşmayın direk yapın gitsin.”

   “Seni dönüştürmemek için bahane arıyorum. Şimdi yaşamının geri kalanının buna bağlı olduğunu düşün ve cevap ver?”

   Wilson öfkeyle “On iki kalem var. İkisi kırmızı, üçü mavi, kalanı siyah. Türler arası uyumsuzluk isimli bir kitap ve ne olduğunu bilmediğim kısım raporları. Bu bir hafıza testimi, pekâlâ A kanadında toplam on altı yan koridor ve yirmi iki ana laboratuvar var. Bunlardan çoğu biyoloji ile ilgili. İçinde bulunduğumuz odada yüz kırk tane kitap var. Hepsi tarih üzerine. Yeterli mi?”
   
Başkan şaşırmışsa bile bunu belli etmemekte oldukça yetenekliydi. Kısaca “ Etkileyici” diyerek ilk yorumunu tekrarladı.
 
   Sessizlik sinir bozucuydu. Wilson içinden geçen dürtüleri bastırmak için tüm irade gücünü kullanıyordu. İçgüdüleri kaç, hemen uzaklaş ve izini kaybettir diye haykırıyordu ama gidilebilecek hiçbir yer yoktu. Bir an başkanı rehin almayı düşündü ama sonuç yine kaçınılmazdı. Tüm olasılıkları hesapladığında yapılacak en doğru şeyin son ana kadar beklemek olduğuna karar verdi.  Belirsizlikten nefret ediyordu. Başkan kendinden emin, sakin ses tonuyla “Tarihle aranız nasıl Bay Wilson?” Diye sordu.

   Wilson beklemediği soru karşısında bir anlık tereddütle “Şey iyi” diye kekeledi.

   “O halde bir zamanlar atalarımızın yeryüzünde yaşadığı döneme dair kısaca bildiklerinizi anlatın.”

   “Tarihlerle aram iyi değildir ama okuldan aklımda kaldığı kadarıyla 2110 yılında bir meteor yeryüzüne çarpıp büyük kayıplara sebep oluyor. Ardından kutuplardaki buzullar hızla erimeye ve karaları yutmaya başlıyor. Dünya liderleri ilk defa bir konuda tam anlamıyla anlaşıyorlar ve su altında yaşanılabilecek ve gerektiğinde yine su altında geliştirilebilecek habitatlar inşa ediyorlar. Böylece neslimizin devamı sağlanıyor ve tarih sıfırlanıp kıyametten sonra KS 01.01.01 olarak yenilenerek devam ediyor.”

   Başkan Farkas kimsenin bilmediği gerçekleri düşünürken sessizliğini korudu. O an Wilson’ un anlattıklarını dinlemiyordu bile. Bu herkesin inandığı şeydi ama gerçek çok daha acımasızdı. Nesiller geçtikçe insanlara unutturulan gerçek. Bir an sonra düşüncelerden sıyrılarak “Kısmen doğru. İlk kurulan su altı şehri muazzammış. Atalarımız, efsanelerinden esinlenerek ona Atlantis demişler. Ve sonra sırasıyla Nova, Truva, Alfa ve Omega, inşa edilmiş. Bu inşaların nedeni nüfus artışı. Yani şu an içinde bulunduğumuz durum. Danışmanlarıma göre Truva’nın kaynakları elli yıl sonra bize yetmez olacak ve yeni bir su altı şehrine ihtiyacımız olacak. Şu var ki atalarımızın muazzam bilgisi bizlere kadar ulaşmadı. Bunun başlıca nedeni ise yüzyıllar önce Atlantis’le iletişim koptu. Orası diğer şehirlerle iletişim için bir köprü görevi üstleniyordu ve diğer habitatlarla da iletişimi kaybettik. Ardından birbirine oldukça yakın olan Alfa ve Omega bir su altı depreminde tüm nüfusuyla birlikte yok olup gitti.”

   “Tüm bunların benimle ne ilgisi var.” diye araya girdi Wilson.

   “Neden mi? Yapmayın bay Wilson. Bunu çözebilecek kadar zeki olmanızı beklerim. Güvende değiliz. Geriye kalan sadece biz Truva ve Nova. Truva tamamen ekolojik bir dengeyle kuruldu ama Nova daha çok askeri bir tesisti. Keşif denizaltılarımızdan birisi, iki gün önce vuruldu. Bunu yapanın Nova’lılar olduğuna inanmak için güçlü delillerimiz var. Kısaca yaşam şartlarını iyileştirmek için insanoğlunun her zaman yaptığı gibi, bizi bulurlarsa ele geçirecekler ve Truva’ya sahip olacaklar.”

   
Wilson başkanın anlattıklarında doğruluk payı olduğuna inansa da bazı boşluklar vardı. “Atlantis yok olduğunda tüm diğer üslerle iletişimin kaybedildiğini söylemiştiniz. Peki Alfa ve Omega’ya olanları nereden biliyorsunuz.”

   Farkas gülümsedi. İçten sıcak bir gülümsemeydi ama şeytani bir kurnazlığı da içinde barındırır göründü. “Araştırma denizaltılarımız çok uzun zamandır Atlantis’i arıyorlar ve bu arayış esnasında diğerlerinin kaderini öğrendik.”

   “Babamdan ne istemiştiniz ve benden ne istiyorsunuz.” diye konuyu sadede getirmeye çalıştı.

   “Baban, üstün yetenekleri olan bir biyokimyacı ve en değerli danışmanımdı.”

   “Madem değerliydi o halde neden dönüştürdünüz.” Wilson öfkeyle bağırmıştı. Tekrar kızıl muhafızların belirmesini bekleyerek kapıya doğru baktı ama odaya giren olmamıştı.

   “Senin yüzünden.”

   Wilson şaşkınlıktan bir an ne diyeceğini bilemedi. “Bu saçmalık.” diye itiraz etti.

   “Baban Atlantis’e giren ekipten geri dönen tek kişi. Ama yalnız dönmemişti. Atlantis Laboratuvarlarından, ofisimde gördüğün akvaryumdaki yaratıklarla döndü. Onlar ilk geldiklerinde canlıydılar. Atlantis hiç zarar görmemiş ve hala yaşanılabilir olarak raporlandı ama 2 milyonu aşan nüfusuna dair hiçbir iz yoktu. Ne cesetler ne kemikler. Öylece boşaltılmıştı. Sonra baban bu yaratıklar üzerinde çalışmaya başladı ve bir tür konak yaşam biçimi olduğunu keşfetti. İnsan ya da başka bir canlıyı ele geçirip dönüştürebiliyordu.”

   “Neye?”

   “Bunu hiç bilmiyorum ve bu yüzden senin tüm hatalarına göz yumarak sürekli gözlem altında tuttum. Baban o kurtçuklardan birisinin baskın özelliklerini pasifleştirerek sana yerleştirdi. Bu onayım olmayan bir davranıştı ve sonumuza sebep olabilirdi. Şimdi ise bu deneyi senin üstün zeka seviyenin ve Atlantis’e yeniden girişin anahtarı olarak görüyorum.”

   “Peki daha önce nasıl girdiniz ve yeniden niye oraya girmek istiyorsunuz.”

   
“İçeri zorla girilmişti ve Atlantis’in güçlü bir kendini savunma mekanizması var. İlk keşif ekibim iki yüz kişiden oluşuyordu ve hepsi babanın raporlarına göre öldü. Babanın hayatta kalmasını sağlayan tek şey ise bu kurtçuklardı. Onları ele geçirdiği andan itibaren hiçbir saldırıya uğramadığını fark etmiş ve tekrar içeri güvenle girebilmek için getirmişti. Neden tekrar girmek istediğimse oldukça açık. Nova tehdidi. Atlantis’ in teknolojisi, diğer üslerin her hareketini izleyebiliyor ve gerekli gördüğünde yerlerini değiştirebiliyor. Aynı zamanda Atom üreteci denilen bir cihazla istedikleri her maddeyi üretip yeni şehirler kurabiliyorlar. Gen laboratuvarlarında, yeryüzündeyken yaşayan her canlının genetik örnekleri bulunuyor ve bunları yeniden oluşturulabilir kılıyor. Anlayacağın hem  Nova tehdidine, hem de hızlı artan nüfus sorununa karşı en iyi çözüm yolu.”

   Wilson duyduklarının etkisiyle sarsılmıştı. Ne düşüneceğini bilmiyordu. Kendi üzerinde deneyler yapan babası ve içinde yaşayan bilmediği bir yaşam formu. Nasıl bir baba öz oğlunu tehlikeye atacak bir deney yapardı ki. Üstelikte annesine olanlardan sonra. “Tüm bunları nereden biliyorsunuz.” diye sordu.

   “Baban döndüğünde yanında çok fazla bilgi de getirmişti. Birçoğu anlayışımızın ötesinde teknik bilgiler. Ama anlaman gereken tek şey, her an Nova saldırısına uğrayıp yok olma tehdidi altındayız. Bu olmasa bile Truva çeyrek milyon insanı barındıracak şekilde inşa edildi ve şu an nüfusumuz yarım milyona ulaştı. Gerisini sen hesap et.”

   “Peki, orada tam olarak ne yapacağım.” Sesinden tam olarak ikna olmadığı belliydi. Bunu yapmak istemesede  başka çıkış yolu yoktu. Ya dönüşüm ya da bu görev.

   “Açılması gereken pek çok şifreli kapı var ve sen bu tarz kapıları açmakta oldukça yeteneklisin. Gerisini ekibin diğer üyeleri halleder. İçeriye altışar kişilik beş ekiple beraber gireceksiniz. Denizaltı personeli sizi bıraktıktan sonra geri dönecek. Sürekli iletişim halinde olacağız.”

   “Durun bir saniye ya acil bir şey olurda dönmemiz gerekirse.”

   “Tüm denizaltılarına savunma için burada ihtiyacım var. Acil bir şey olursa, iki hafta beklemeniz gerekecek çünkü yolculuk o kadar sürüyor. Başka bir sorunuz yoksa Bay Wilson, yolculuk için hazırlanabilirsiniz. Yarın sabah, saat 08:30 da keşif birimi tahliye istasyonunda, ekibinizle buluşabilirsiniz. Son bir şey daha, bu sefer geç kalmayın.”

   Wilson ofisten geçerken akvaryumdaki kurtçuklara bir kez daha baktı. Onları, sadece resimlerinden tanıdığı vatoz balıklarına benzetti. Ayaklı küçük vatozlar diye düşündü ve birisini vücudunda taşıyor olduğunun bilinci ile ürperdi.

2.BÖLÜM KURTULUŞ
 :)
cesaret yoksa zaferde olmaz

Çevrimdışı serhan1310

  • **
  • 91
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Başlangıç Noktası Deneyi 1. Bölüm ÇAĞRI eklendi....
« Yanıtla #5 : 08 Ağustos 2015, 15:42:41 »
2.BÖLÜM KURTULUŞ

   Truva’nın sabah vaktini belirten aydınlanma sistemi devreye girmiş, sokaklarında yavaş yavaş hareket başlamıştı. Sabit bir görevi olmayanlar, kollarındaki Dotalardan günlük programlarına bakıp o günkü işlerini öğreniyorlardı. Bu gibi kişiler genellikle geri dönüşüm istasyonunda çalışıyorlardı. Sabit işleri olanlar ise çoktan Podlara binip, hızla görev yerlerine uzanan yola koyulmuştu.

   Wilson bütün gece uyuyamamıştı. İnsanoğlunun, kıskançlık gibi duygularının ortaya çıkmaması için, her biri diğerinin aynısı olarak dizayn edilmiş küçük dairesindeydi. Bir oyana bir buyana mekik dokuyarak, düşünceler içinde tamamlamıştı geceyi. Truva aydınlandığında alışkanlık olarak kolundaki DOTA ya göz attı. Dijital ekranda “Görev: saat 08:30 tahliye istasyonu” yazısı kırmızı olarak yanıp sönüyordu. Sadece önemli görev mesajları kırmızı harflerle gönderildi. Derin bir nefes alıp banyoya girdi. Soğuk bir duşun düşüncelerinden arınmasına ve zihnini toparlamasına yardımcı olacağını düşündü.
         
            Başkan Farkas, konuşurken sürekli yalan söylemişti. Bunu biliyordu. Ama yine de babasıyla ilgili söyledikleri doğruydu. Wilson nasıl yaptığını bilmese de, insanların ne zaman yalan söylediğini anlayabiliyordu. Bu da kavrayamadığı başka bir yeteneğiydi.

   Soğuk su vücuduna temas ettiğinde bir an ürpererek nefesini tuttu. Tüm kasları kasılmıştı. Ardından vücudu, su sıcaklığına uyum sağladıkça gevşedi. Banyodan çıktığında kendisini daha iyi hissediyordu. Dolabındaki SGG (standart günlük giysi) lerden birini alıp üstüne geçirdi. Bir an kitaplardan okuduğu moda kavramı aklına geldi. Atalarının kullandığı çeşit çeşit giysi kalabalığı. O kadar farklı kıyafet arasında, herhalde dakikalarını ne giyeceklerine karar vermeye çalışarak kaybediyorlardı diye düşündü. Ne gereksiz zaman israfı. Farklı olan her şey kıskançlık nedeni olarak kabul edildiğinden, Truva’da yasaktı. Kıskançlık atalarının yıkımının başlangıç sebebiydi. Onda var bende yok düşüncesiyle kavgalar, yalanlar ve savaşlar ortaya çıkmıştı. Para denilen diğer bir yasak kadar tehlikeliydi kıskançlık. Üstünü giydiği sırada kapı çaldı. Kim olduğuna bakma gereği duymadan açtı.

Karşısında yirmili yaşlarında genç bir kız duruyordu. Başında tek bir beyaz fiyonkla topladığı kumral atkuyruğu saçları ve üzerinde kadınlara özgü günlük kıyafetini giyinmişti. Yuvarlak bir yüzü ve oldukça güzel hatları vardı. Garip bir güzelliği olduğu söylenebilirdi. Gözleri o kadar koyu bir maviydi ki, siyah gibi görünüyordu. Çocuksu masum yüzünde, hiçte çocuksu olmayan şehvetli bir kadın bakışı vardı. Kalın dudakları, öpüşmeye her an hazırmışçasına istekli bir şekilde hafifçe aralıktı.

   “Bay Wilson geç kaldınız.” Sesi suyu donduracak kadar soğuk ve buz kadar keskindi. Böylesi yumuşak bir görüntüde, böyle bir ses tonu herkesi nasıl şaşırtıyorsa, Wilson’ uda öyle şaşırtmıştı.

    “Sen de kim olduğunu sanıyorsun.”

   “Adım Kate Lohan. Benim sorumluluğumdasınız Bay Wilson ve inanın tek bir olumsuz davranışınızda sizi cezalandırma yetkisine sahibim. O yüzden derhal yola çıkmaya hazırlanın.”

   “Bak Kate, saat daha sekiz bile olmadı ve kapımda bitmiş beni tehdit ediyorsun. Bu hiçte hoş bir davranış değil.”

   “Bundan sonra benimle konuşurken Komutan Kate ya da direk komutanım diyeceksin. Sana üç dakika veriyorum.” Kapıyı dışardan Wilson’un yüzüne kapadı.

   Wilson, dairesinde suratına çarpan kapının etkisiyle şaşkına uğradı. İçinden bir küfür savurdu ve saatine baktı. Bir yanlışlık vardı. Saat 09:15 i göstermekteydi. Duşta o kadar uzun kalmamıştı. İki saat boyunca ne yaptığına dair herhangi bir fikri yoktu. Hiçbir ayrıntı ve detayı kaçırmayan hafızasını zorladı ama sonuç yine aynı. Tam bir boşluk. Duşa girdiğinde saat yediydi ve bayılmadığından emindi. Dışardan sabırsızca tekrar kapı çaldığında bu sefer dışardakinin kim olduğunu biliyordu. Hazırlanması için verilen süre dolmuştu ve komutan Kate gerçekten de sabırsız davranıyordu.

   Usulca kapıyı açıp sokağa adım attı. Kate gecikmesini onaylamaz bakışlarla kendisini bir an süzdükten sonra ilerlemeye koyuldular.

   Truva, insan vücudunun muhteşem uyumundan esinlenilerek inşa edilmişti. Yönetim binası Turava’ nın başıydı. Oradan çıkan yol bir noktada üçe ayrılıyordu ikisi Truva’nın kollarına gidiyordu. Bu kısımda Truva’nın yumrukları, yani kızıl muhafızlar ve mavi muhafızların okulları vardı.  Truva’nın ciğerleri yaklaşık üç hektarlık bir ormandı. Ağaçlara gerekli olan güneş ışığı, yapay olarak dallara sarılmış özel aydınlatma sisteminden sağlanıyordu. Ormanın bakımı en önemli görevlerden biriydi. Yüzeye gönderdikleri oksijen sondaları bozulduğundan beri tek oksijen kaynaklarıydı. Aynı zamanda içinde bir çok canlı türünü barındırdığından, başlıca yiyecek kaynaklarını da orman oluşturuyordu. Truva’nın kalbi, genel iletişim merkeziydi. Herkesin kolundaki Standart DOTA’ya başkanlık tarafından verilen emirlerin dağıtılmasıyla sorumlu ufak bir binaydı. Günün hemen her saati etrafında bir insan kalabalığı olurdu.

   Wilson ve Kate’in ilerlediği yola ise bacaklar deniliyordu. İki kısma ayrılmış yerleşim alanının bir kısmında yalnız yaşayanlar diğer kısmında ise aileler barınıyordu. Ailelerin barındığı dairelerde fazladan iki oda daha bulunmaktaydı. Gitmeleri gereken tahliye istasyonu çok uzak olmadığından iki tekerlek üzerinde hızla hareket eden POD lara binmek yerine yürümeyi tercih ettiler. Aceleleri olsa da günün bu saatinde boş bir POD beklemek yürümekten daha fazla vakit kaybettirecekti.

   Tahliye istasyonu Truva’nın en büyük binasıydı. Girişinde neredeyse yönetim binası kadar sıkı protokoller uygulanıyordu. Buradaki bir yanlışlık tüm Truva’nın sular altında kalmasına sebep olacağı için en sıkı korunan yerlerdendi. İçeri girdiklerinde Wilson kendini tutamadan güldü. Kate onaylamaz bakışlarla bakınca “Truva’nın kıçına girdim.” Diye açıklamada bulundu. Truva’nın her bölümü insan vücudunun bir parçası gibi görüldüğünden tahliye bölümüne birçok kişinin Truva’nın kıçı demesi sıkça duyulurdu.

   Kate’in dudaklarında bir tebessüm belli belirsiz görüldü. Metal zeminli geniş koridorlarda yürürken ayak sesleri etraflarında yankılanmaktaydı. Sonunda girdikleri koridorun bitiminde Wilson’un şimdiye kadar gördüğü en büyük kapıyla karşılaştılar. Kapının açılmadan önce çıkardığı sesleri uyuyan bir devin uyanmasına benzetti. Hidrolik pistonlar tonlarca ağırlığında olan kapıyı yukarı doğru gürültüyle kaldırıyorlardı.

   Manzara Wilson’un dilinin tutulmasına neden oldu. Dev bir havuzda duran denizaltı, kitaplarda gördüklerinden çok farklıydı. Bir balığın sırtını andıran, havuzun dışında kalan kısmında tek bir pas lekesi bile yoktu. Üstünde metrelerce yüksek harflerle ANEON yazıyordu. Ama Wilson bunun denizaltına sonradan verilen isim olduğunu biliyordu. KURTULUŞ gerçek ismiydi. Havuzun üstünde ehlileştirilmiş vahşi metal bir canavar gibi yükseliyordu. Bu kıyametten elli yıl önce yapılmıştı. Hem bir tarihi eser hem de adına yakışır şekilde yeryüzündeki yaşamın sonunda insanları kurtararak Atlantis’e taşımıştı.

   
            “Aneon’ un yuvasına hoş geldin Wilson. Ben Kaptan Mert Kaya” Wilson karşısındaki orta boylu geniş omuzlu kaptanla göz göze geldi. Soyadına yakışır bir adamdı. Burnun hemen altında başlayan gür bıyıklarıyla kalabalık arasında hemen fark ediliyordu. Yaşını kestirmek zordu. Elli ile altmış arasında her yaşta olabilecek bir görüntüsü vardı. Konuşma şekli sıcak ve samimiydi. Soğuk kibarlık unvanları kullanmıyordu.

   “Muhteşem görünüyor. Hala çalışıyor olduğuna inanamıyorum.”
   “Kızımıza iyi bakıyoruz.”

   “Tanışma faslınız bittiyse artık yola çıkalım.” Diye araya girdi Kate.

   Mert kızın araya girmesinden hoşnutsuzluğunu belirterek  “Acele işe şeytan karışır komutan.” Dedi.
   
          “Sizin göreviniz kaptan bizi gideceğimiz yere ulaştırmak. Laf ebeliği yapmak değil? Wilson sen benim takımımda yer alacaksın. Gözümün önünden ayrılmasan iyi edersin. Aksi halde…”

   “Aksi halde beni cezalandırırsınız değil mi?” diye Kate’ in lafını tamamladı Wilson. “Biliyor musun sırf ne gibi bir ceza vereceğini merak ettiğimden sana karşı çıkabilirim. Çünkü biliyorum ki içeriye giriş biletiniz benim ve bu beni senin tabirinle cezalandırılmaz yapıyor.”

   Kate öfkeden kızarmıştı. Yüzünü, Wilson’un yüzüne o kadar yaklaştırdı ki uzaktan sanki öpüşüyorlarmış gibi göründüler bir an. “Şunu iyi anlayın Bay Wilson, siz sadece bir anahtarsınız. Cebimde taşıdığım küçük bir aletten farkınız yok. İçeri girdikten sonra tamamen benim insafıma kalacaksın.”

   Wilson, tartışmayı uzatmanın bir yararı olmayacağını anlayınca, kaptanı izleyerek, hemen ardından gelen Kate’in adımlarının takibinde kendisine ayrılan kamaranın yolunu tuttu.

   Fazla zaman kaybetmeden herkes yerini almıştı ve Hellion kalkışa hazırdı. Denizaltının bulunduğu yuvanın tüm kapıları kapandı ve içerisi tamamen suyla doldu. Dış basınç ve Hellion yuvasındaki basınç dengelendikten sonra tahliye kapısı açıldı.

   “Kuş yuvadan uçuyor. Sayın yolcularımız tahmini varış süremiz on üç gün dokuz saattir. Hepinize iyi yolculuklar dilerim.” Kaptanın hoparlörlerden yükselen sesi cızırtılı olsa da kolaylıkla anlaşılıyordu. Wilson basit görünümlü kamaraya son giren kişiydi. İçerde ait olduğu takım arkadaşlarının rahatsız edici bakışları altında kendisine kalan yatağa yerleşti ve uyumayı ümit ederek uzandı. Bütün gece uyumamış olmasının verdiği zihinsel yorgunluk kendisini göstermeye başlamıştı. Kimse tanışmaya kalkışmadı. Herkes kendi düşünceleri içindeyken uyku Wilson’u bir anda ele geçirdi.

3.BÖLÜM YENİ DOSTLUKLAR

   Yolculuğun ilk iki günü Wilson için oldukça sıkıcı geçmişti. Tüm keşif ekibi birbirini tanıdığından onlar için bir yabancıydı ve kendisini bir yabancı gibi hissetmesi için adeta tüm ekip elinden geleni yapıyordu. Kantinde bile herkes bir köşeye toplanır ne zaman bir gruba yaklaşacak olsa ya grup dağılır ya da aralarındaki konuşmaya bir son verip havadan sudan sohbetler açarlardı. Tüm bunların yanında denizaltının güçlü motorunun kesintisiz sesi sürekli olarak rahatsızlık vericiydi. Bir süre sonra itici tribünlerin sesine alışıp duymazdan gelmeyi başarmıştı. Araştırma ekibi dışındakiler kendisine daha sıcak davranıyorlardı. En dost yanlısı bulduğu kişi Kaptan Mert’ ti.

    Neyse ki birkaç gün sonra etrafındakiler varlığına alışmaya başlamışlardı ve azda olsa kendisiyle konuşuyorlardı. En azından kendi içinde bulunduğu takımla yıldızları barışmıştı. Hemen herkesin bir lakabı vardı. Küçük dev Luis, Teleskop Judy, Pinokyo Dave, Akrep Noah. Ekip lideri, kendisini dairesinden almaya gelen Komutan Kate’ti. O da lakaplardan payına düşeni Komutan Buz olarak almıştı. Wilson ise kendisine verilen görevden dolayı şimdiden çilingir diye adlandırılmıştı.

   Yolculukları esnasında en büyük eğlenceleri pokerdi. Eski bir kumar oyunu. Wilson’a başta saçma gelmişti. Ortada kazansan da eline geçen bir şey yoktu. Yine de, asıl amacın kazanmış olmanın verdiği tatmin, olduğunu anlayınca poker kervanına o da katıldı. Akrep Noah hemen her oyunu kazanırdı. Bu artık değişmez bir kural olmuştu. Ama Wilson oyunlara dâhil olmaya başladığından beri kaybediyordu ve buna tahammülü olmadığı için sürekli oyunda hile var diye itiraz ediyordu.

   “Yemin ederim ki çilingir hile yapıyor.” Diye elindeki kartları kantindeki masanın üstüne fırlattı. Diğer masalardaki gruplar bir an ne olduğuna baktıktan sonra umursamaz şekilde tekrar kendi sohbetlerine döndüler.

   “Böyle devam edersen sana akrep yerine huysuz ya da mızıkçı diyeceğiz.”

   Luis’in şakasına hepsi gülmüştü. Ona küçük dev denmesinin nedeni boyutlarından değildi. Oldukça sıska ve kısa boyluydu. Uzaktan bakıldığında çocuk gibi görünüyordu. Yüzünde hiç tüy çıkmazdı. Sarı saçları her zaman karmakarışıktı. Onu devleştiren şey ise zekasıydı. Truva’nın en iyi mühendisiydi. Önceleri küçük deha dense de yaşı ilerledikçe küçük dev diye hitap edilir olmuştu.

   Bir anda kantindeki tüm sohbetler, gülüşmeler kesilmişti. Sinek uçsa adeta duyulacak bir sessizlik olmuştu. Wilson kantine gelenin kim olduğunu görmek için bakma gereği bile duymadı. Böylesi bir sessizliğe sebep olacak tek kişi Komutan Kate’ di.

   Dave, yere monte edilmiş, üzeri kirli metal masanın üzerine iyice eğilerek “Onun sorunu ne?” diye gruptakilere fısıldadı.

   “Kapa çeneni pinokyo yoksa o uzun burnunu kopartırım.”

   Dave, komutanın kendisini duymuş olmasına şaşırdığını belli eden bakışlarla arkadaşlarına bakınca Wilson kendisini tutamayıp sesli bir şekilde güldü.

   Kate masalarına doğru yaklaşırken Wilson arkadaşlarına “Bir buz kütlesi bize doğru yaklaşıyor. Birde yeryüzünde bütün buzullar eridi diyorlar. Bizim komutanı görmemişler herhalde.” Diye fısıldadı. Bu sefer bütün takım kahkahalarını bastıramadı.

   “Arkadaşlarınıza çok komik bir şey anlatıyordunuz herhalde Bay Wilson. Bu eğlenceyi benimle de paylaşır mısınız?”  Kate çoktan takımın masasına varmıştı. Bütün araştırma ekibi onun komutası altındaydı. Genç yaşından dolayı herkes böyle bir göreve komuta edebilecek yetkiyi nasıl kazandığını merak etse de kimse bunu doğrudan sormaya cesaret edememişti.

   “Bu arkadaşlarımla benim aramda komutan.” Wilson konuşurken hiç istifini bozmamış hatta arkasını dönüp bakmamıştı bile.

   “Benimle konuşurken ayağa kalkıp yüzüme bakacaksın.” Kate’in sesi metal duvarlarda kat ve kat güçlenerek yankılanmıştı. İstediği yapılmamış isterik bir çocuk gibi burnundan soluyordu. Beyaz teni kızarmış, koyu mavi gözleri iyice kısılmıştı.

   Wilson ayağa kalkıp arkasını döndüğünde kız karşısında ufak tefek kalmıştı. On santim daha uzundu ve düzenli spor yaptığından kaslı bir vücuda sahipti. “Bana bak komutan, ben senin emrindeki muhafızlardan biri değilim ve bana ne yapıp ne yapmayacağımı söyleyemezsin.”

   Kate küçümsemeyle gülümsedi. “Doğru değilsin. Sen sadece bir deney faresisin. Hakkındaki her şeyi okudum. Burada bulunmanın tek nedeni babanın senin üzerinde bir fareymişsin gibi deneyler yapması. Duyduğuma göre babanın tek oyuncağı sende değilmişsin. Senden öncede anneni fare olarak kullanıyormuş. İşte benim takımımdaki yerin bu, basit bir hayvandan öte değilsin.”

   Wilson’un bakışlarındaki bir şey kızı iki adım geriletmişti. Noah ortamın gerildiğini hisseder hissetmez araya girmeye yeltendiyse de Wilson’un savrulan yumruğu kadar hızlı olamadı. Komutan beklemediği darbe karşısında yere düştüğünde emrindeki askerler ayaklandı. 

   Kate düştüğü yerden öfkeyle bakıyordu. Dudağı aldığı darbe yüzünden patlamış ince bir kan demeti çenesine doğru sızıyordu. “Derhal tutuklayın şunu” diye askerlerine emretti ve takım arkadaşlarının şaşkın bakışları altında Wilson’un üzerine tüm askerler atıldı. Noah bir kaçını yere devirmişti ama bu saldıranları durdurmaya yetmemekle beraber tüm takımın tutuklanmasına sebep oldu.

   “En azından bir aradayız” dedi pinokyo. Bir gözü öyle şişmiş ve morarmıştı ki tamamen kapalıydı.

   “İyi ki Judy yanımızda değildi. Kızda bizim yüzümüzden içeri tıkılırdı.”

   Wilson bir an Akrep Noah’a baktı. Takımda kendisini savunmasını en beklemediği kişiydi. Hem sinsi hem soğuk biriydi. Kendi isteğiyle bırakana kadar Kızıl Muhafızlar arasında üst rütbelerde görev almıştı. İstifa etmeseydi belki de Kate yerine bu görevde komuta onda olacaktı.

   Aslında hiç biri hapis sayılmazdı çünkü denizaltında bir hücre yoktu. Bu yüzden hepsi paylaştıkları kamaraya tıkılmıştı. Tek fark bu defa kapılarının dışarıdan kilitlenmiş olmasıydı.

   Bir süre sonra dışarıdan gelen tartışma sesleri hepsinin kulak kesilmesine sebep oldu.

   “Bunu komutana bildirmem gerekiyor.”

   “İyi o halde bildir hemen.”

   Bir süre sessizlikten sonra Kate’ in sesi duyuldu. “Neler oluyor burada”

   “Bak komutan burada kaptan benim ve benim onayım olmadan kimseyi tutuklayamazsın.”

   “Onlar benim sorumluluğumda”

   “Sendende ben sorumluyum, bunu unutma. Hellion sınırları içinde bilgim dışında tutuklama olmayacak.”

   “Üssüne karşı kuvvet kullandı ve bu her koşulda tutuklama sebebidir.”

   “Bana bak kızım. Komutan olman herkese her istediğini söyleme hakkı vermez. Adamlarım her şeyi senin kızıştırdığını söylediler. Benim atalarımın topraklarında birinin ailesine hakaret etmen öldürülmene neden olacak bir suç sayılır.” Diye bağırdı Kaptan Mert. “Şimdi ya derhal bu tatsızlığı sonlandırırsın, ya da yolculuğu yarıda kesip geri dönerim ve dönüş sebebini başkana beraber anlatırız.

   
          Kate önce itiraz edecek oldu ama sonra sustu. “Serbest bırakın onları.”

4. BÖLÜM BİLİNMEYEN GERÇEKLER

   Yolculuğun son günü Wilson kaptanın odasını ziyarete gitti. Bir gün önceki olayda kendisi ve takımını savunduğu için teşekkür etme fırsatı bulamamıştı ve kendisini borçlu hissetmeyi sevmiyordu. Kapının önünde bir anlık bir tereddütten sonra usulca çaldı. Bir yanı kapıyı çaldığını duymamasını ve geri dönmeyi istiyordu. Bunun nedeni kaptanın kendisine sürekli iyi davranmasıydı ve insanların bu tarz davranışlarının ardından, mutlaka bir art niyet ortaya çıkacağına inanmasıydı. Wilson aşırı derece güven sorunu olduğunun farkındaydı ama bunu düzeltmek için pekte çaba gösterdiği söylenemezdi.

   Ama kapıyı çalışı duyulmuştu ve Kaptan Mert’in babacan ses tonu içeri davet etmişti. Kendisini görünce adamın pala bıyıklarının altındaki dudaklarında sıcak bir tebessüm belirdi. “Hoş geldin Wilson. Tesadüfe bak bende seni görmek istiyordum.”

   İşte şimdi iyi davranma nedeni ve istediği şey ortaya çıkacak diye düşündü Wilson. Son güne kadar beklemişti ve şimdi yaptığı iyiliklerin karşılığını isteyecekti. “Beni mi görmek istemiştiniz?” diye sordu.

   “Öyle kapıda dikilip durma hadi içeri geç. Çay içermişin. Tadı biraz buruk ve damakta acılık bırakıyor ama boğazından sıcak bir şeyler geçmesi iyi hissettiriyor.”

   Masanın üzerindeki çaydanlıktan iki fincan çay doldurdu. Çayın, aromalı, hoş kokusu bulundukları odayı hemen sardı. Bir süre sessizlik odaya hüküm sürdü. İkisi de birbirini tartan bakışlarla süzüyordu. Sonunda pes eden Wilson “Aslında size dün bizi desteklediğiniz için teşekkür etmek için gelmiştim.”

   Mert konuyu değiştirmek için elini sallayarak “Aman lafı bile olmaz. Bazen kızımın haddini fazla aştığını biliyorum.”

   Wilson şaşkınlıkla “Komutan Buz affedersiniz yani Kate kızınız mı?”

   Mert bir kahkaha atarak “Sen ne kadar oğlumsan Kate ‘de o kadar kızım. Tıpkı seninkiler gibi onun ailesi de yakın arkadaşımdı.” Sesinden eskiye duyduğu özlem ve hüzün dışarı sızıyordu.

   “Babamla yakın mıydınız?” Wilson kuvvetli hafızasına rağmen ailesine dair çok az şey hatırlıyordu ve onlar hakkında edinebildiği her bilgiye ulaşmaya çalışsa da şimdiye kadar öğrenebildikleri oldukça yetersizdi.

   “Ahh” dedi kaptan özlemle. “Malcom inanılmaz biriydi. Truva’ nın ileride karşılaşacağı sorunları çok önceden tahmin etmişti ve Atlantis projesini ilk o başlattı. Atlantis’in keşfi ise bambaşka bir hikaye.”

   “Babam hakkında bildiğim tek şey annemin üzerinde deneyler yapıp ölümüne neden olduğu ve aynı deneyleri benim üzerimde uygulamaya devam ettiği.”

   “Gerçeklere bakış açısı herkes için farklıdır. Ama baban hakkında bilmediğin o kadar şey var ki. Aslında hepimizin bilmediği çok şey var. Atlantisin çok uzun zaman bulunamamasının nedeni orayı bulabilecek bir aracımızın olmayışındandı. Bu yüzden ilk önce içinde bulunduğumuz denizaltını tekrar çalışır hale getirmeyi kafasına koydu. Hellion alışık olduğumuz enerjinin dışında bir güçle çalışıyordu ve çalıştırmayı başarırsa bir şekilde Atlantis’in yerini de öğrenmesini sağlayabileceğine inandı. Ne var ki Hellion gücünü dört büyük nükleer reaktörden alıyordu ve bunlardan birisi arızalıydı. Sonunda onarmayı başardı. Annende bu aşamada çalışan mühendislerdendi ve o zamanlar bilmediğimiz amansız bir hastalığa yakalandı. Şimdi bu hastalığın kanser olduğunu biliyoruz. Üstelik annen radyasyona maruz kaldığında sana hamileydi. Sen doğduktan sonra annenin hastalığı daha da ilerledi ve sende aynı hastalığın izlerini taşıyordun.”

   “Babam bu hastalığa yakalanmadı mı?”

   “Yakalandı. Hastalığa sen dâhil toplam beş kişi yakalandınız. Bu aşamadan sonra anlatacaklarımı bilmemelisin. Çünkü öğrendiğini belli edersen Başkan seni anında ortadan kaldırır.”

   Wilson’un merakı iyice artmıştı. Kaptanın anlattıklarında tek bir yalan izi dahi bulamadı.

   “Sonunda Atlantis’i bulduk. Baban, hem Truva hem de hastalığa kapılan yakın arkadaşları ve senin için tek umudun orada yattığına yürekten inanıyordu. Sonunda onu almaya gittiğimde ekipteki herkesin öldüğünü söylemişti. Senin şu anki halinden daha yaşlı değildi.”

   “Başkan babamın döndükten sonra delirdiğini söylemişti.”

   “Delirmek ve Malcom’mu. Tam aksine akıllandı. Geri döndüğünde iğrenç görünümlü beş tane yaratığı da yanında getirmişti. Kurtuluşumuzun bu yaratıklar olduğunu iddia etti. Yeryüzünün aslında bize öğretildiği gibi yok olmadığını, bunun bizi yeryüzünden uzak tutmak için anlatılan bir hurafe olduğunu, Başkan Farkas’a anlattı. Baban kimseye güvenmeyen biri olduğu için yaratıklardan bahsetmedi. Annen gönüllü oldu ve tedavi işe yaradı. Kanserli hücreler kısa zamanda sağlıklı hücrelere dönüştü ve sonra iki yakın arkadaşında ve kendinde kullandı. Hepsi iyileşmişti ama sen daha çok küçüktün. Bu yüzden bir süre daha sende denemedi.”

   
          “O halde annemin ölümünden sorumlu değil. Annem neden öldü ve tüm bunları nereden biliyorsun?”

   “Baban tek bir kişiye güvenirdi. Bana. Çocukluk arkadaşımdı. Başkan Farkas’ta öyle. Bir gün Farkas’la konuşurken senin durumuna ne kadar üzüldüğünü belirtti. Arkadaşlarını ve eşini iyileştirip çocuğunu iyileştirememek kadar kötü ne olabilir diye fikrini söylemişti ve ben bildiğim her şeyi anlattım. Farkas bu bilginin kendisinden saklanmasını vatana ihanet olarak gördü. Bilinmeyen canlı varlık onu korkutmuştu çünkü o yaratıklar hakkında bizim bilmediğimiz başka şeylerde biliyormuş. Derhal müdahale etti. Ameliyatla yaratıkları çıkarttırdı ne var ki bu müdahaleden sonra hem yaratıklar hem de diğerleri öldü. Baban bir şekilde son anda kaçmayı bırakıp bilinmeyen canlıyı sana yerleştirdi ve yakalandı. Aynı operasyon ve aynı sonuç.  Farkas hırslarının esiri olsa da aptal değildi. Baban operasyondan önce Atlantise girip sağ salim çıkabilmek istiyorsa bunun tek yolunun sen olduğunu çünkü geriye kalan tek canlıyı taşıdığını söylemişti. Bu yüzden seni ameliyat masasına yatırmak yerine gözlemlemeyi ve buraya göndermeyi tercih etti.”

   “Ölen diğer iki kişi kimdi.”

   “Brian Lohan ve Nadia Lohan. Komutan Kate’in ailesi.”

   Wilson ne diyeceğini bilemedi. Aslında bir şey söylemek zorunda da hissetmiyordu. Farkas kendisiyle oynamıştı. Kate haklıydı. Başkanın gözünde her zaman sadece basit bir anahtardı. İstenilen kapı açıldığında artık ihtiyaç duyulmayacak bir anahtar. Öfkenin damarlarındaki kan misali tüm vücudunu ılık bir şekilde sarmaya başladığını hissetti. İçinden bağırmak, etrafı yumruklamak bir şeyleri kırıp dökmek geçiyordu. Kaptan Mert genç adamın durumunu anlayışla karşılayarak “Ben biraz dolaşacağım. Odamda istediğin kadar yalnız kalabilirsin. Kimsenin seni rahatsız etmemesini sağlarım.” Başka bir şey söylemeden son bir bakış attıktan sonra dışarı çıktı.
cesaret yoksa zaferde olmaz