Kayıt Ol

Kuantum Çarpması

Çevrimdışı Dwaxer

  • **
  • 53
  • Rom: 3
    • Profili Görüntüle
Kuantum Çarpması
« : 01 Temmuz 2009, 16:11:50 »
.

Kuantum Çarpması


Ersin Kav, soğuğun ısırgan öpücüklerini bedeninde hissetmeye başlamıştı. Kaç saat olmuştu, eriyen karların ıslattığı boş yollarda, böyle amaçsızca dolaşmaya başlayalı? Soğuk havanın etkisiyle akan burnunu silmeyi, sırf ellerini cebinden çıkarmamak için erteledi. Nasıl olsa etrafta kimseler yoktu. Özellikle bu mevsimde; deniz, orman ve dağlar arasında sıkışmış bu sayfiye kasabası oldukça ıssızdı.

Karlar eriyordu. İlkbahar geliyordu. İlkbahar geldiğinde belki kendini daha iyi hissedecekti. Ama şu anda... Hâlâ soğuktu. Yolun ortasında dikilmiş üşürken, bir Allah’ın kulu da çıkıp “arkadaşım neyin var?” demiyordu. Kimse yoktu.

Su birikintisindeki yansımasına bakarken gözleri nemlendi. Orada buzlu suların ardında başka bir Ersin vardı. Ama net değildi. Bulanıktı. Ağlıyorsa bile belli olmuyordu. Burnunu çekti. İçinden, çok derinlerden, adeta karanlık kuyuların dibi gibi uzak ve belirsiz bir yerlerden ona seslenildi. Zayıf ama hatırlı bir sesti bu. Yürümesini istiyordu, nefes almasını. Ersin burnunu çekti ve yürüdü. Boğazında yutkunamadığı bir his vardı.

Mihriban Teyzesinin müstakil evine geldiğinde, yine kapı kilitli değildi. Sıcaktı ve yemek kokuları vardı.

“Döndün mü Ersin? Evladım nerede kaldın? Üşümüşsündür, paltonu da almamışsın,” dedi teyzesi. Her zamanki gibi şefkatliydi.

“Yok, üşümedim pek. Kasabadaki kahveye gittim. Yaşlılarla oturdum.”

“Ihlamur kaynatmıştım, iç biraz... Ersin, bu daha ne kadar devam edecek? Senin gibi genç bir adama yakışmıyor böyle münzevilik. Suratın gülmüyor. Artık hayata karışmalısın. Biraz hayattan zevk almalısın. Ama bu ıssız yerlerde, avare dervişler gibi dolanarak olmaz. İstanbul’a dönmelisin.”

“Beni istemiyor musun teyze?”

“Delinin zoruna bak! Ben senin mutlu olmanı istiyorum.”

“Ben... Merak etme... Biraz zaman...”

Haftalar geçti.

***

Haftalar geçti. Karlar eridi; soğuk, yerini taze bir serinliğe bıraktı. İlkbahar gelmişti. Ve Ersin hâlâ yürüyordu. Ama artık adımlarını daha sağlam basıyordu. Uzun saatler süren yürüyüşler, artık nereye gittiğini bilmeden değil, yeni yerler keşfetmenin zevkiyle yapılır olmuştu. Denizi, ormanı, doğayı tanımıştı Ersin. Bir kuş sesi, ormanın kokusu, ya da bulutların görüntüsü gülümsetir olmuştu genç adamı. Artık iyi hissediyordu.

O sabah her zamanki gibi Teyzesiyle kahvaltı ederken, “yarın İstanbul’a dönüyorum,” dedi. Gülümsedi. Teyzesi uzanıp Ersin’e sarıldı. Annesi gibi.

Son kez yürüyüşe çıktı. Orman patikalarına girdi. Şehire gidince buraları özleyeceğine emindi. Ormanın içinde ne kadar yürüdüğünü bilmiyordu ama en az iki saat olmalıydı. Bir ara durup küçük sırt çantasındaki sandviçlerden atıştırmıştı. Kaybolma riskine girmemek için yürüyüşlerinde asla patikalardan ayrılmıyordu. Sık ağaçların arasından görebildiği kadarıyla güneş alçalmaya başlamıştı. Dönmeye karar verdiği sırada suyun şırıltısını duyarak biraz daha ilerledi. Küçük bir ırmağın kıyısına geldi. Burada eski, rutubetli, yosunlu bir tahta köprü vardı. Ersin buraya daha önce de gelmişti ama o zamanlar ırmak, eriyen karların etkisiyle olsa gerek, oldukça yüksekti. Su o zamanlar gürül gürül akıyor, üstelik köprünün üstünden taşıyordu. Şimdi artık ehlîleşen nehir, yatağında nispeten uysalca çağıldıyor, daha tehlikesiz hatta ferahlatıcı görünüyordu.

Buradan öteye geçmek için son fırsattı. Ersin ilk anda, hemen karşıya geçip bir beş on dakika karşı kıyıda keşif yapmak istedi. Ama köprü... Ürkütücüydü. Bir gariplik vardı. Köprü sanki eğilip bükülmüş, sonra da pusuya yatmışçasına tekrar düzelmiş gibiydi. Belki de çürüktü; Ersin ortasına geldiğinde çatırtıyla çökecek, genç adam kendini soğuk sularda bulacak, daha da kötüsü kayalara çarparak bir tarafını kıracaktı. Buralarda yaralansa jandarma onu bulana kadar kangren olurdu. Ve köprünün ardındaki orman parçası; daha karanlık, daha kuytu, göz aldatıcı gibi bir izlenim vermişti. Kuşlar sustu. Akşam çöküyordu. Ürperdi.

Belki de buraların keşfini başka bir zamana bırakmalıydı. Yazın teyzesini tekrar ziyaret edecekti nasıl olsa. Döndü.

“Korktun mu?” dedi döndüğünde yüz yüze geldiği genç kız.

Ersin neredeyse korkudan havaya zıplayacaktı. Hatta belki de zıplamıştı da hatırlayacak kadar aklına mukayyet olamamıştı. Genç bir kız vardı karşısında. Ersin geldiğini duymamıştı. Kızın civciv sarısı kısacık saçları ve kocaman, koyun gibi gözleri vardı. Boyu kısa olmasa da, minyon tipliydi. İnce bedenine iliştirilmiş küçük sevimli organları onu oldukça çekici kılıyordu. Küçük bir burun, ağız, çene, küçük kalçalar ve bir limonun iki yarısı gibi göğüsler. Baharın kucağına pırtlamış goncalar gibi tazeydi. Paspal kot pantolonunun üstüne giydiği kazak, (artık hangi kumaştansa) elastikti. Pıtırlar, oradaydılar. Ersin, ilk etapta ödünü patlatan irkilmenin, üzerinde yarattığı yüksek tansiyonumsu heyecan halini atlattı. Neden sonra bakışlarını kızın gözlerine çevirdi, kocaman gözlerine... Kızın bakışları, hiç kırpmadığı gözleri ve ince dudaklarının muzip kıvrımları, insanı etkisine alan, hem tutkuyla ateşleyen, hem de korkuyla heyecanlandıran bir güce sahipti. Ersin onun bir kedi olduğunu düşündü. Kendisi de güvercindi.

“Korktun mu?” diye tekrarladı kız.

“Ödümü patlattın!” diye itiraf etti adam. Altına kaçırmadığına şükrediyordu.

Kız isterik bir kahkaha attı. İnsanları korkutmak hoşuna gidiyor olmalıydı. “Onu demiyorum. Köprüden geçmeye korktun, öyle değil mi? Yarım saat düşündün köprünün başında, sonunda karşıya geçmekten vazgeçtin.”

“O köprü... Hayır, geç oldu. Hava kararacak diye...”

“Sen Mihriban teyzenin yeğeni Ersin’sin değil mi?”

“Evet. Sen de?..”

“Ben de Hülya’yım” dedi kız ve dinamik bir şekilde adamla tokalaştı. “İstanbul’lusun değil mi?”

“Evet.”

“Ben hiç gitmedim, güzel midir?”

“Güzeldir. Sen...”

“Hadi köprüyü geçelim!”

“Ne?”

Kız fırladı, köprüye doğru koştu. Kalçaları güzeldi.

“Dur bakalım! Geç oldu, dönmemiz lazım. Hem senin gibi bir kız burada tek başına ne arıyor? Seni merak edecek kimsen yok mu?” dedi Ersin.

Hülya köprünün başında bir an durmuştu. “Bu yolun nereye gittiğini merak etmiyor musun? Beni yalnız bırakma, başıma bir şey gelirse vicdan azabı çekersin bak!” dedi ve hızla köprüden geçmeye başladı.

“Dur Hülya, çürük olabilir!” diye bağırdı Ersin ama terelelli olduğu hakkında bariz ip uçları veren genç kız karşıya geçmişti bile. Ormanın gölgeleri arasında kaybolmadan önce, son bir kez dönerek “korkak!” diye bağırdı. Orada bir patika olmalıydı, gölgelere giden... Ersin de köprüyü geçti. Hülya’ya yetişmek için adımlarını sıklaştırdı. Biraz sonra, bir ağaca yaslanmış kendisini bekleyen kızı buldu. “Beni bırakmayacağını biliyordum,” dedi Hülya gülümseyerek. Genç adamın montunun yakasından tuttu, dibine kadar sokulmuştu. Gözleri gözlerinde, fısıltılı bir sesle, “teşekkür ederim,” diye ekledi. Ersin bir an kızın onu öpeceğini zannetti. Güzel kokuyordu. Ama Hülya derhal hiperaktif bir şekilde ormanın derinliklerine doğru uzaklaştı. Kâh yürüyor, kâh koşuyor, ceylan gibi sekiyordu. Ersin devamlı onu geri dönmeleri için ikna etmeye çalışıyor ama deli kız şen kahkahalarla ortalığı çınlatıyordu. Hava karardığında kaybolmuşlardı.

Ersin artık tecrübeli bir doğa yürüyüşçüsüydü. Küçük sırt çantasında yiyecek, içecek, bıçak, ip, ateş, sağlık malzemesi, hatta yedek çorap, ve bunun gibi ihtiyaç duyabileceği bütün ıvır zıvırları taşıyordu. El fenerini çıkarttı ve yollarını aydınlattı. Artık etrafta patika filan yoktu. “Kaybolduk,” diye soğuk bir sesle itiraf etti.

“Çok afedersin, benim yüzümden oldu,” derken bile Hülya’nın ses tonunda bastırmaya çalıştığı bir muziplik tınısı vardı.

Biraz daha ilerlediklerinde, orman adeta yollarını kesti. Fenerin ışığı bile bitki örtüsünde boşluk bulamadı. “Burada bir duvar var!” diye bağırdı Hülya. Tam önlerinde sarmaşıklarla kaplı, metrelerce yükseklikte eski bir duvar yollarına set çekmişti. “Bu bir evin bahçe duvarı olmalı,” diye ekledi. Genç kızın elleri; kadim zamanlardan kalma, yosun tutmuş, rutubet serinliğindeki taşların üzerinde hayranlıkla dolaşıyordu. Sanki okşuyordu.

“Duvarın yüksekliğine bakılırsa, ev değil şato olmalı,” dedi Ersin. “Hadi kapıyı bulalım.”

Duvarların etrafında dolaşıp kapıyı buldular. Paslı, demir parmaklıklı, içeriyi gösteren bir kapıydı. Kilitli değildi ama yıllardır açılmamış gibi bir izlenim veriyordu. İleride üç-dört katlı, şato değilse de oldukça büyük, görkemli bir malikâne gözüküyordu. Neredeyse bütün pencerelerde ışık vardı. “Hadi içeri girelim,” dedi Hülya ve demir kapıyı aralayarak bahçeye daldı.

Ersin, gecenin karanlığında, korku filmlerindeki hayaletli evler gibi görünen binaya tedirginlikle baktı. Halbuki yarın sabah yola çıkacak, İstanbul’a dönecekti. Tam da son gün bu kız nereden düşmüştü peşine, daha doğrusu kim kimin peşine düşmüştü? Başına bela aldığı kesindi. Tatlı bela. Teyzesi meraktan çıldırmış olmalıydı. Muhakkak jandarmaları aramıştı. Şimdi, uzun zaman önce (karlar henüz erimemişken) bir öfke nöbetinde duvara çarpıp parçaladığı cep telefonu yanında olsaydı bile buralarda çekmeyeceğini biliyordu. Belki bu evden teyzesini arayabilirdi. Hülya’yı takip etti.

“Pencerelerde ışık var!” diye çığlık attı kız. “Demek ki birileri var içeride!”

“Bütün ışıklar yandığına göre oldukça kalabalık olmalılar” dedi Ersin. Kapıyı çaldı. Ama açan olmadı. Defalarca çalmalarına rağmen cevap yoktu. Pencereler yüksekte ve perdeliydi, içerisini görmek imkansızdı. Hülya, “içeride olduğunuzu biliyorum, açın yoksa kırarız kapıyı!” diye bağırdığında da bir cevap gelmedi. Neden sonra genç kız, Ersin’in, “dur ne yapıyorsun? Sakin ol!” şeklindeki uyarı ve engellemelerine rağmen kapıyı tekmeleyince, aslında kapının kilitli olmadığı anlaşıldı. Kendiliğinden açılmıştı. Hülya içeri dalmıştı bile. Bütün bu aşırılıklarını sinirle değil, neşeyle yapıyordu. Ersin kızın bu deli dolu hareketlerine gıcık olsa da, galiba ondan hoşlanıyordu.

İçeri girip birkaç basamak çıkınca kendilerini büyükçe dairesel bir holde buldular. Şimdi sağ ve sol tarafta uzun birer koridor ve tam karşılarında da üst katlara çıkan genişçe bir merdiven vardı. Tavana gömülü zayıf ışık kaynaklarından başka hiçbir eşya yoktu. Daha sonra keşfedecekleri gibi bu evdeki çok sayıda odanın hiçbirinde eşya yoktu, sadece birer pencere... Ev sahiplerine seslendiler ama cevap gelmedi. “Burası hayaletli olabilir,” dedi Hülya. Lunaparkta korku tüneline girmek üzere olan çocuklar gibi neşeliydi. Ersin ise durumdan hoşlanmamıştı.

Rastgele bir şekilde sağdaki koridora girdiler ve koridor boyunca sağlı sollu sıralanan pek çok kapıdan ilkini açtılar. Kapıdan koridora taşan kuvvetli ışıkla gözleri kamaştı. Odaya girdiklerinde bir an şaşkınlıktan donakaldılar. Tam karşıda yaklaşık üç metreye üç metre kocaman, yekpare camdan (açılamayan) bir pencere duruyordu. Ama asıl şaşkınlık veren, insanı şok eden tarafı, dışarıda günlük güneşlik bir havanın olmasıydı. İkisi ilk şaşkınlıklarını attıktan sonra pencereye yaklaştılar. “Burası... İstanbul.” diyebildi Ersin.

“İstanbul mu? Ama nasıl olur?”

“Baksana Boğaz’ı görmüyor musun? Karşısı Sarayburnu, Karaköy. İşte şu tam karşımızdaki de Kız Kulesi. Biz de Salacak’ta olmalıyız bu pozisyona göre.”

“Ben İstanbul’u hiç görmedim Ersin, yabancısıyım. Ama şu Kız Kulesi dediğin, onun efsanesini duymuştum. Çok eskiden bir kral kızını oraya hapsetmiş, kaderindeki ölümden korumak için. Ama ölüm bir yılan kılığında, meyve sepetine saklanarak girmiş kuleye ve zavallı prenses kaderinden kaçamamış.”

Ersin inanamayarak izliyordu Hülya’yı. Bir an rüyada olduğundan şüphelendi. Ama değildi. Tekrar pencereye döndü. “Bu çok gelişmiş bir televizyon ekranı olmalı” dedi. “Yüksek teknoloji. Gerçi ses yok; ama insanlar, arabalar, vapurlar, martılar; hepsi ne kadar da canlı gözüküyor. Üç boyutlu bir derinlik var.”

“Belki de biz ışınlandık filan. Boyutlar arasında seyahat etmiş olamaz mıyız? Buna televizyon diyorsun ama ben güneşin etkisini tenimde hissediyorum.”

“Dedim ya yüksek teknoloji. Işınlanma dediğin... Yani bir şeyler hissederdik en azından... En iyisi dışarıya bir göz atalım emin olmak için.”

İkisi de neredeyse koşarak dış kapıya gittiler. Gecenin karanlığı, orman ve bahçe hâlâ yerli yerindeydi. Belirsizliğin omuz çöküntüsüyle tekrar Salacak manzarasına döndüler. “Eşya da yok ki bu evde. Bir sandalye olsaydı atardık, görürdük bakalım pencere mi, ekran mı?” dedi Hülya. 

Ersin için bu bardağı taşıran son damla oldu. “Bak Hülya, neşeli vurdumduymazlıklarından hoşlanmadığımı sanma sakın; ama bu devasa ekran ya da pencere, sadece cam bile olsa yeterince pahalıdır, hele de yüksek teknoloji ürünü bir cihazsa, servet değerinde olmalı. Üstelik burası başkasının evi ve biz de haneye tecavüz ediyoruz. O yüzden, senden çok rica ediyorum, lütfen hiçbir şeyi kırma hatta kurcalama bile. Ve ne olursun evi yakma Hülya, lütfen!”

Hülya gülüyordu. “Aaa, şaka yapıyorum yaa. Sen de amma safsın hemen inandın, neden kırayım elalemin eşyasını?”

Ersin inanmış gözüktü. Başka bir odaya girdiler. Yine bir pencere vardı. “Burası Taksim.” dedi Ersin. Bu sefer görüntü yakındı. Hava kapalıydı ve yağmur çiseliyordu. Arada pencere olmasa, ellerini uzatıp aceleyle koşturan insanlara dokunabilirlerdi. İnsanlar, onların farkında değildiler. “Pencere olmadığı böylece ispatlanmış oldu,” dedi Ersin. Hülya ise adamı irkilterek, dışarıdakilere avazı çıktığı kadar, “Heeeyy, şapşallar biz buradayız!” diye bağırdı. Gülüştüler. Bir müddet orada dikilip, koşuşturan insanların sessiz filmini seyrettiler. “Görünce daha iyi anladım ne kadar özlediğimi,” dedi Ersin. Dudağında buruk bir tebessüm vardı.

“İstanbul’u mu?”

“Evet İstanbul’u.”

“Hadi diğer odaları da dolaşalım!” dedi kız.

Diğer odaları da dolaşmaya başladılar. Hepsi de tıpatıp birbirine benzeyen birsürü oda vardı. Sadece ekranın gösterdikleri farklıydı. Pencereler hep İstanbul’a ama değişik yer ve değişik zamanlara bakıyordu. Gördükleri, bazen on katlı bir binanın tepesinden seyreder gibi geniş açılı bir manzara, bazen de bir sokağın seviyesinden, hatta kısıtlı, dar bir alan olabiliyordu. Bazen güneşli, bazen yağmurlu, karlı, bazen gece, bazen gündüz, ya da sabahın erken saatlerinde in cin top oynarken... Ersin’in tanıdığı, görünce hatırladığı yerlerdi buralar. Çocukluğunun, gençliğinin, hayatının geçtiği yerler. İstanbul.

İzlemesi zevkliydi. Hem de çok zevkliydi. Ses yoktu gerçi, ama görüntüler o kadar gerçekti ki; televizyon gibi değildi. Hülya yabancısı olduğundan, Ersin her pencerenin önünde ona İstanbul’u anlatıyordu. Tur rehberi gibi her manzarayı kendi anlatılarıyla süslüyordu.

Haliç kıyıları. Ersin’in çocukluğu burada geçmiş, Cibali’de ilkokula gitmişti. Daracık sokaklar. İşte Balat. Burada bir martıya sapan atmış, kuş taşı havada yakalayarak, yiyecek olmadığını anladığında geri tükürmüştü. Küçük Ersin yaptığından utanmış, o günden sonra hayvanlara hep iyi davranmıştı. Fatih Camisi; ortaokuldayken arkadaki medresenin camlarını kırmışlardı. Kim bilir ne kadar masraf olmuştur. Sultanahmet’te liseye gitmişti. Dikili taşlar, Alman Çeşmesi, Sultanahmet Camisi, Ayasofya. Turistler bunları görmek için dünyanın öbür ucundan gelirken o her gün yanlarından geçip okula gitmişti. Oradaki yeraltı su sarnıcı, binbeşyüz yıl evvel yapılmış ve üçyüz otuz altı tane sütun varmış içinde. Eğer Hülya bir gün İstanbul’a gelirse onu seve seve oraya götürecek, böylece genç kız suya dilek parası atabilecekti. Çemberlitaş, Sahaflar; eski zamanlar. Mısır çarşısı, Kapalıçarşı. Gülhane Parkı; eskiden hayvanlar vardı orada ama şimdi yok. Topkapı Sarayı; şehrin hakimi. Çeşit çeşit müze, bitmez geze geze. Galata köprüsünde nargile, bira. Galata Kulesi; Hazerfan Ahmet Çelebi. Karaköy; mektep de derler, neden diye sorma. Vapurlar, İstanbul demek! Boğaz, mavi. Tünel, Beyoğlu, İstiklal Caddesi, Taksim. Kadıköy, Üsküdar, Çamlıca, Beylerbeyi, Beykoz. Anadolu Hisarı ve Rumeli. Sarıyer, Bebek.

Sonunda birinci kattaki iki koridorun bütün odalarını dolaştıktan sonra, ikinci kata çıktılar. Merdivenler üçüncü kata da devam ediyordu ama burada da tıpkı birinci kattaki gibi, sağa ve sola uzanan, kapılarla dolu iki uzun koridor vardı. Anlaşılan katlar da birbirinin tıpatıp aynısıydı. Bu kattaki odaları da dolaşmaya başladılar.

Yıldız Parkı; sevgililerin götürüldüğü. Beşiktaş; Hakan Pastanesinde nargile içmeler. Barbaros Bulvarı... Ersin birden sustu. Uzaktan gördüğü şu nargile içen grup, tuhaf şekilde tanıdık gelmişti. Sanki üniversite yıllarındaki arkadaş grubu. Ama o zaman... O mavi kazaklı da kendisi olmalıydı. Mesafe uzaktı; emin olamadı. Daha sonra Ortaköy’de, uzun yıllar önce Kanada’ya taşınmış bir arkadaşını gördü. Levent’te, kalabalığın arasında platonik aşkı eski almanca öğretmeni vardı. Rahmetli bakkal amcayı bir cami çıkışında, kavga edip küstüğü mahalle arkadaşı Ünsal’ı vapurdan inerken, Nedime teyzeyi otobüse binerken, tacizci berberi mezarlıkta gördü. Neden sonra, Hülya’ya İstanbul’u anlatırken, aynı zamanda kendi hayatını da anlattığını idrak etti.

İkinci katın bir koridorundaki odaları bitirip de diğer koridora geçerlerken, korkunç bir kükreme duydular. Aşağıdan geliyordu. İkisi de donup kaldı. Bir kükreme daha duyuldu. Bu hayvan kükremesinden öte bir şeydi. İnsanın kanını donduran, yüreğine korku salan, elini ayağını titreten bir sesti. Cesaretlerini toplayıp, ayaklarının uçlarına basarak merdivenlerden aşağıdaki ana holü görebilecek kadar aşağıya indiler. Sinmişler, birbirlerine sokulmuşlardı. Tırabzanların arasından aşağısını gözetlediler.

Görüş alanına girmese de canavarın gölgesi görünüyordu. Bir şeyler yapıyordu. Belki de besleniyordu. Çünkü aşağıdan açılıp kapanan abartılı çene sesleri, iç bulandıran ağız şapırtıları duyuluyordu. “Kendi bağırsaklarını yiyor,” dedi Hülya fısıltıyla. Ersin, zaten deli olan birinin, bir de korkudan aklını kaçırırsa nasıl olacağını düşündü. Sonra başkası için endişelenmenin kendi korkusunu bastırmadığını anladı.

Canavar harekete geçti. Oldukça yavaş yürüyordu. Döşemelerin gıcırtısı ve gümbürtülü ayak sesleri, Ersin ve Hülya’yı devasa bir beklentiye soktu. İkisi gözlerini kırpmadan aşağı kattaki ölümcül ev sahibinin görüntüye girmesini beklediler. Elele tutuşmuşlardı.

Üç metre çapında devasa bir patatese benzeyen gövdesi, yapış yapış, ay yüzeyindeki kraterleri andıran çukurlar ve nabız gibi atan çok gelişmiş kocaman sivilcelerle doluydu. Bu hantal gövde dört ayak üzerinde ilerliyordu. Bunlar ayaktan çok, yedi parmaklı çirkin yeşil ellerdi. Yaratığın kafası bir koyun kadardı. Aslında baca gibi öne doğru uzanan, akordiyon kırışıklığında bir boyun ile ucunda seksen doksan sivri diş olan bir ayı kapanına benzeyen, dudaksız çeneleri vardı. Büyük ihtimalle bu baş değil, komple ağızdı. Dişlerini tak tak açıp kapatıyor, salyaları akıyordu. Çoğu boynunun etrafında olmak üzere, gövdeden fırlamış sekiz on adet, bir iki karış boylarında, her birinin ucunda kapaksız bir göz olan, yılana benzer teleskobik organları vardı. Bu gözler, kımıl kımıl solucanlar gibi devamlı hareket ediyor, etrafı gözlüyorlardı. Bu yaratığın gözünden kaçmak imkansızdı. Nitekim solucan gözlerden üç tanesi, irkilen cinsel organlar gibi Ersin ve Hülya’nın olduğu tarafa doğru sertleştiler.

Canavar haykırdı. Şahmerdan adımlarıyla merdivenlere yönelirken, diğer ikisi korkuyla üst katlara kaçtı. “Üçüncü kata!” dedi Ersin. Diğerlerinin benzeri bir koridora dalıp birkaç saniye plansız bir şekilde koştular. Durduklarında Ersin çantasından bıçağını çıkarttı ve onun aslında basit bir çakı olduğunu kabullenmek zorunda kaldı. “Onu bana ver” dedi Hülya. Bunu canavarın dişlerine kürdan niyetine mi kullanacaktı acaba? Ersin kızın kendini biraz da olsa güvende hissetmesi adına bıçağı verdi. Bu kata ilk defa çıkıyorlardı. “Odaları arayalım” dedi Ersin. Kıza diğer kapıyı işaret ederek kendisi aksi yöndeki odaya girdi. Titriyordu.

Burası da aynıydı. Her yer çıkmaz sokaktı. Tam çıkmak üzereydi ki, penceredeki mekan tanıdık geldi. Zaten her yer tanıdıktı ama burası... Moda da bir çay bahçesi; eskiden nişanlısıyla sık sık gittiği yerdi. Ta ki kendisini terk edene kadar. Pencereye yaklaştı. Deniz manzaralı hoş bir çay bahçesi ve işte nişanlısı da oradaydı. Uğruna psikolojisinin bozulduğu... Sonsuza kadar mutlu olacaklardı güya, en acılı, yaslı günlerinde terk etmişti Ersin’i. Annesinin öldüğü... Bu pencerede bir tuhaflık vardı. Ekrandaki görüntü zum yapar gibi yavaş yavaş yaklaşıyordu. Ersin tek başına oturan eski nişanlısının parmağındaki yüzüğü açık seçik görüyordu şimdi. Pahalı bir şeydi. Annesi aile yadigarı yüzüğü vermek istemeyince, Ersin kızıp borca girmiş, biricik sevgilisi, aşkından çıldırdığı, hala unutamadığı, kalbini sızlatan kadın için en pahalısından bir pırlanta almıştı. Ersin almıştı. Eski nişanlısı o yüzüğü ne yapmıştı acaba, satmış mıdır diğer hediyelerle birlikte? Ekrana dokundu. Soğuktu. Kızın üzerindeki bu kıyafeti hatırlamıştı; ekose etek ve ceket. Evet, o günü hatırlıyordu. Zavallı kızcağızın babasına haciz gelecekti, yüklü miktarda para lazımdı. Üzüntüden ağlamıştı. Parayı vermişti Ersin, kayın pederine yardım... Birden görüntüye giren bir adam kızın masasına oturdu. Kız şaşkındı. Adamı azarlıyor, sanki neden geldin diyor, gitmesini istiyordu. Adam ise kaypak bir şekilde gülümsüyordu. Ersin bu adamı tanıdı. Eski nişanlısının amcasının oğluydu, sadece bir kez karşılaşmışlardı. Amcaoğlu elini kızın bacaklarına attı. Kız panik heyecan karışımı bir ifadeyle etrafını gözlüyor, adamın gittikçe ekose eteğin altına kayan elini durdurmaya çalışıyordu. Sonunda teslim oldu. Moda da bir çay bahçesinde, herkesin ortasında, masanın altında oldu her şey. Kadın, ıkınır bir ifadeyle, yüzü kızararak, kasılarak ve çabucak, rahatladı. Amcaoğlu parmaklarını koklayarak kalktı ve yüzünde yavşak bir gülümseme ile uzaklaştı. Eski nişanlı makyajını tazeledi. 

“Ersin, bunu görmelisin!” diye daldı içeriye Hülya. “Öbür odadaki ekranda sen varsın!” dedi. Ersin beklemeden öbür tarafa yürüdü. Diğer odada ki filmde baş rollerde annesiyle kendisi vardı. Onu son kez gördüğü gün. Kavga ediyorlardı. Ses yoktu gerçi ama Ersin o gün ne konuştuklarını aşağı yukarı hatırlıyordu. “O kızla evlenirsen hakkımı helal etmem!” diyordu annesi. Ersin de sert konuşmuştu. “Cehennemin dibine kadar...” demiş olabilirdi ya da ona yakın bir şey. İşte kapıyı çarpıp gidiyordu. Annesi fenalık geçiriyordu, kalbi varmış meğerse. Ölüyordu.

Birden Hülya’nın çığlığı duyuldu! Genç adam yaşlı gözlerle koridora fırladı. Bu kız ne aralık kaybolmuştu ortadan? Ersin merdivenlere doğru giderken yutkunmaya, hıçkırmalarına engel olmaya çalışıyordu; koşarken ağlamak zor oluyordu. “Hülya!” diye bağırdı. Merdivenlere varıp da gözyaşlarını sildiğinde tam karşısındaki diğer koridorda canavarı gördü. Hülya’yı tutmuştu. Ayak el karışımı iki ön uzvuyla kızın gövde ve bacaklarından kavramış, yatay vaziyette tutuyordu; tıpkı bir sandviçi tutar gibi. Gövdesinde saplanmış bir bıçak vardı. Kızın ise sesi çıkmıyordu ama kocaman koyun gözlerini Ersin’e dikmiş hiç kırpıştırmadan bakıyordu.

Canavar Hülya’yı ısırdı. Hızar gibi işleyen çenesi kızın böğründen başlayarak, ard arda ısırışlarla karnını parçalayıp bütün iç organlarını ortaya döktü. Kanlar fıskiye gibi sıçradı. Ersin şiddetli öğürtülerle içindekileri kustu. Canavar iki parçaya ayırdığı kızı bırakarak Ersin’e doğru hamle etti. Adamın dizleri titriyordu, belki de bayılmak üzereydi. Ama içindeki o ses yine devreye girdi ve ona derhal kaçmasını, koşmasını emretti. Ersin merdivenlerden aşağıya rüzgar gibi indi ve canavarın yavaş temposuyla ona yetişemeyeceğini bildiği halde bahçe kapısından dışarı adım atana kadar durmadı.

Sabah olmuştu. Ersin gündüz gözüyle bu uğursuz eve tekrar baktı. Temiz hava kendini biraz daha iyi hissettirmişti. Şimdi gidecek ama jandarmalarla birlikte tekrar dönecekti. Yaratığı öldürecekler ve o canavarı yaratan genetik deneylerin sorumluları her kimse (tabii hâlâ hayattalarsa) bunların hesabını verecekti. Zavallı Hülya... Hızlı hızlı yürüdü. Saatlerce yolu bulmaya çalıştı. Sonunda o uğursuz köprüyü bulduğunda geri kalan yol daha kolay geçti. Çok yorgun ve pisti. Teyzesinin evine vardığında adım atacak hali kalmamıştı. Kapı kilitli değildi yine. İçerisi sıcaktı ve güzel yemek kokuları vardı.

“Ersin, sen mi geldin yavrum?” diye seslendi teyzesi. Mutfaktaydı.

Ersin ayaklarını sürüye sürüye mutfağa girdi. Çok susamıştı.

“Nasıl geçti yürüyüşün?” diye sordu teyzesi. Kafasını kaldırıp bakmamıştı. Elindeki tahta kaşıkla bir tencere karıştırıyordu. Gülümsüyordu. Sonra kafasını kaldırdı ve yeğeniyle göz göze geldi. “Ne oldu canım, durgunsun? Papatya çayı içer misin?” dedi.

“Teyze, bugün günlerden ne?” dedi Ersin.

Mihriban Teyze elindeki işi bırakıp, yüzünde şefkatli bir hüzün ifadesiyle Ersin’in yanına geldi. Uzanıp yeğeninin yanaklarından tuttu, saçını okşadı. “Suratın gülmüyor. Artık hayata karışmalısın. Biraz hayattan zevk almalısın. Ama bu ıssız yerlerde, avare dervişler gibi dolanarak olmaz. İstanbul’a dönmelisin,” dedi.

SON
.

Yoksa cırcır böceklerinin sözde ahenkli müzikleri ve hafif bir rüzgarın etkisiyle sallanıp birbirine sürten buğday başaklarının hışırtısından başka bir şeyin duyulmadığı bu ıssızlıkta karşılaşıvermeleri tamamen tesadüf müydü?

.