Kayıt Ol

Gökkuşağı Avcıları

Çevrimdışı Mu

  • *
  • 26
  • Rom: 4
    • Profili Görüntüle
Gökkuşağı Avcıları
« : 09 Ekim 2011, 02:56:32 »

Güneş yavaş yavaş gözden kayboluyor, Devrik Tepe’nin asırlık çam ağaçları esen tatlı bir akşam rüzgarıyla oynaşıyordu. O gün de tıpkı diğer günler gibiydi. Her bacadan yükselen kara dumanlar ocaklarda pişen yemeklerin habercisiydi.  Tarlalardan yorgun argın eve dönenler köyü kaplayan yemek kokusunu uzun uzun içlerine çekiyor, çocuklarını eve çağıran annelerin sesleri kerpiç evlerin arasında yankılanıyordu . Gölgeler giderek uzuyor, sokak kandilleri yakılıyor, gecenin çökmesiyle  etraf giderek sessizleşiyordu.

Demiştim ya o gün de tıpkı diğer günler gibiydi diye; ben, Pıt ve Kıtır, Güneş’in batmasıyla her zamanki  gibi evin yolunu tutmuştuk bile. Bütün gün koşturup oynamıştık. Üstümüz başımız toz toprak içindeydi; hâlâ hatırlarım, o gün Kıtır’ın pantolon diye giydiği paçavra boydan boya yırtmıştı da bembeyaz bacakları meydana çıkmıştı. Pıt’la ben nasıl da dalga geçmiştik Kıtır’ın çöp gibi bacaklarıyla.

Kıtır’ın minik yüzü belli belirsiz de olsa hâla aklımda. Onun ne kadar da güzel bir kız olduğunu hayal meyal hatırlıyorum. Hey gidi günler… Pıt’la ben bitmek bilmez alaylarımızla nasıl da öfkelendirirdik onu. O günler aklıma geldikçe yüreğimi hüzün kaplar, bir hoş olurum.

Üç küçük arkadaş o gün kolkola yürüyorduk. Ben her zamanki gibi yine, köye çıkan bayırı aşarken kan ter içinde kalmıştım. Pıt ile Kıtır’ın koluna yapışmış, ağır ağır yürüyordum. Kilolu bir çocuktum. Koca göbeğim yüzünden köyün çocukları arasında zaman zaman alay konusu olurdum. Alaylara pek de kulak asmazdım işin aslı. İştahım biraz fazlaysa bunda benim suçum ne? Hem, iki dostum yanımda olduğu sürece mutsuz olmak neredeyse imkansızdı.
Köye yaklaşmıştık. Son kızıl ışıklar da gözden kaybolurken gölgeler giderek yoğunlaşıyordu. Çimenler sabah çiseleyen yağmur yüzünden hala nemliydi.

Midelerimiz boştu. Köyden burnumuza kadar gelen yemek kokuları ağzımızı sulandırmıştı doğrusu. Güneş yerini yavaşça Ay’a devrederken kulaklarımıza aşina bir ses ilişti.

“ Pıııııt! Nerede bu çocuk? Yemek hazır oğlum! “

Aradan birkaç saniye geçmemişti ki, başka bir ses köyün diğer tarafından yükseldi. “ Kıtır! Nerdesin kız!? “

Bir an sonra sıra annemdeydi. “ Buban geldi oğlum, içeri gir artık. “

Oyun saatinin bittiğini haber veren akşam yemeği her ne kadar sinir bozucu olsa da, tüm gün harmanda koşturup oynamak fena halde acıktırmıştı bizi. Hiçbirimiz dumanları tüten bir tas yemeğe hayır diyemezdik doğrusu. Acele etmezsek annelerimizden gelecek olan fırçayı ve kıçımıza yiyeceğimiz şaplağı saymıyorum bile.

“ Ben gidiyorum. Sabah görüşürüz, “ dedi Pıt.

“ Yarın hacının bahçesine tekrar girelim mi?  “

“ Girelim! Sabah orada buluşuruz. “

“ Ben gelemem, annem bana yarın dikiş öğretecekmiş. “ Kıtır’ın bahanesi hemen itiraz seslerinin yükselmesine neden olmuştu.

“ Hadi ama Kıtır, mızıkçılık yapma işte. “

“ Mızıkçı değilim! “

“ Mızıkçısın! “ Konuşma uzadıkça, yemeğe geciktiğimiz için azar işitme ihtimalimiz de giderek yükseliyordu. Annem kıçıma az vurmamıştı bu yüzden.

Şaplak korkusundan “ Tamam, sabah annenle konuşup izin isteriz. “ deyiverdim. Nasıl izin alacağımızı ben de bilmiyordum. Kıtır’ın annesi, hepimizin annesinden daha aksi bir kadındı öyle ki, köyde çocuklar arasında bu konuda küçük bir ün bile yapmıştı.

Pıt da bu durumu biliyor olmalıydı; gözlerini devirerek bana baktı.

“ Biraz daha oyalanırsak yine azar işiteceğiz. “

Her birimiz evlerimize dağılmak üzereydik ki, arkamızdan gelen bir kişnemeyle yerimizden sıçradık.O kadar korkmuştum ki, kendimi tutamayıp ağzımdan küçük bir çığlık koparıverdim.

Hemen arkamızda Deli Şükür’ün eşeği kendi halinde, başı boş, aheste aheste yürüyor, patikadan köye doğru ilerliyordu. Eyerinin iki yanına asılmış olan heybeler o yürüdükçe bir o yana bir bu yana sallanıyor, sanki bizi tanımış gibi üzerimize doğru geliyordu.

Eşek de tıpkı sahibi gibi bir acayipti doğrusu. Zavallı eşeğin belki de hayatında yaptığı en büyük hata Deli Şükür gibi bir sahibinin olmasıydı. Kürkü her daim kir, toz içindeydi. Kısa yelesi tutam tutam ayrılmış, kirden keçeleşmişti. Eşeğin tek gözü görmezdi. Gözbebeğine beyaz bir perde oturmuş, yüzüne hiç de tekin olmayan bir ifade kazandırmıştı.

Eyeri üzerindeydi ama Deli Şükür’ün kendisi neredeydi acaba?

“ Belli ki Deli Şükür yine kaybolmuş. “

“ Belki de eşekten düşmüştür. “ Bu fikir hepimizi kahkahalara boğdu.

“ Peki eşek ne olacak? “

“ Başıboş bırakırsak kurtlar yer bu hayvancağızı. “

“ Bizim ev köyün girişinde, “ dedim. “ Eşeği bizim eve bağlarım. Deli Şükür gelirse mutlaka görür. “

Tuttum eşeği getirdim bizi eve. Babam pencereden yanımda bir eşekle geldiğimi görmüş olmalı ki, kapıya çıktı. Bir eşeğe, bir bana baktı.

“ Deli Şükür’ün eşeği değil mi o? “

“ Evet, “ dedim. “ Yolda başıboş bulduk, buraya getirdim. “

Deli Şükür deliydi deli olmasına ama aynı zamanda köyün neşe kaynağıydı da. Anlamsız çıkışları, garip hareketleriyle herkesi kahkahaya boğardı. Babam çok severdi bu adamı. Evde yemek bol olduğu vakit Deli Şükür’ün kaldığı döküntüye bir tas çorba koyar, aşını eksik etmemeye çalışırdı.

“ İyi yapmışsın, “ dedi babam. “ Ötedeki ahıra koy. Gece ayaz çıkar. Sabah gelirse alır eşeğini.  “

 Eşek yeni evine şöyle bir bakış attı. Sanki kalacağı yeri tartıyor gibiydi. Beğenmiş olmalıydı ki, ben daha eyere dokunmadan ahırın sürgülü kapısına doğru ilerlemeye başladı.

Eşek kıçını bir o yana bir bu yana sallayarak yürürken arkadan babamın sesi yükseldi, “ Heybesinden sallanan o kağıt parçası da ne öyle? “

Babamın gösterdiği yere baktım. “ Deli Şükür’ün karalamalarıdır, ne olacak. “

Sararmış kağıt parçasını çekip aldım. Babam topak olmuş kağıdı dikkatlice açıp şöyle bir göz gezdirdi.

Birden kocaman bir kahkaha koparıverdi. Benim meraklı bakışlarım altında babam kağıdı okudukça gülmeye devam ediyordu.

“ Ne yazıyor baba, bana da söyle. “ Bir yandan da babamın elindeki kağıdı görebilmek için yerimde zıplıyordum.

“ İllahî deli. Sen çok yaşa emi. “

Merakım iyice artmıştı. “ Ne olmuş, ne olmuş? “

“ Ne olacak, bizim deli nihayet gökkuşağına tırmanmayı başarmış. “

“ Gökkuşağına mı tırmanmış? “ dedim hayretle. Neden bu daha önce bizim aklımıza gelmemişti?

“ Bizimkisi aylardır gökkuşağına tırmanıp, harikalar diyarına gideceğini söyleyip duruyordu. “ Anlatırken ara ara gülmeye devam ediyordu. “ Deli işte. “ Elindeki kağıdı göstererek “ Bir de köylülere veda mektubu yazmış. “

“Ama… Nasıl gitmiş? “ Harikalar diyarı ha? Gökkuşağı ha? Bu muhteşem bir şey olmalıydı.

“ Biz de gidelim mi baba? “

Babam yüzümdeki hayretle karışık heyecanı görünce kafama şakadan bir tane vurdu. “ Aptal olma. Elbette gitmedi. Harikalar diyarı diye bir yer yok. Eminim ormanda bir kovuğa büzülmüş, kendini harikalar diyarında sanıyordur. Birkaç güne kalmaz çıkar gelir. “

Ama Deli Şükür geri dönmedi.


***


Deli Şükür’ün ortadan kaybolmasının üstünden neredeyse bir ay geçmişti. Bir hafta önce arama grupları pes etmiş, Şükür için küçük bir cenaze töreni yapılmıştı.

“ Ormanda vahşi hayvanlara yem olmuştur, “ diyordu köylüler. Daha doğrusu ben, Pıt ve Kıtır hariç herkes.

İki küçük dostuma tüm hikayeyi anlattım. Şükür’ün veda mektubunu, gökkuşağına tırmanışını ve ötesindeki harikalar diyarı hakkında babamın okuduğu mektuptan öğrendiğim her şeyi bir bir aktardım. Bir an sonra kararımızı vermiştik bile.

“ Biz de gökkuşağına tırmanacağız! “

Her birimiz harikalar diyarı denen yeri görmeyi deliler gibi arzular olmuştuk. Bu inanılmaz bir macera olacaktı. Harikalar diyarı her dileğin gerçekleştiği bir yer olmalıydı. Türlü türlü hayaller kuruyorduk. Bazen masallardaki gibi kendimizi bir ejderhanın sırtına koyup güzel prensesi kurtarıyor, bazen de bir ozan olup bülbül gibi şakıyorduk. Hayallerimizde kılıktan kılığa giriyor, üzüntü ve kederin hiç olmadığı bir hayat düşlüyorduk.

Ne zaman bir araya gelsek kendimizi harikalar diyarını düşlemekten alıkoyamıyorduk. Orayı görmeyi her şeyden çok istiyorduk.

Ancak ortada bir sorun  vardı. Görünüşe göre oraya gidebilmenin tek yolu Deli Şükür’ün yaptığı gibi gökkuşağına tırmanmaktan geçiyordu. Kısa bir süre sonra anladık ki, gökkuşağı bulmak hiç de kolay bir iş değildi. Ancak yine de hiç birimizin pes etmeye niyeti yoktu.

Üç küçük gökkuşağı avcısı olup çıkmıştık. Ne zaman yağmur yağsa, Güneş’in ortaya çıkıp o büyülü yolu oluşturması için hevesle bulutların açılmasını beklerdik. Gözlerimiz hep gökyüzündeydi. Her yağmurda pencerenin önünde bekleşip, gökkuşağının çıkması için sessiz dualar ederdik.

Birkaç tane gökkuşağı görmüştük görmesine ama ya çok uzaktaydılar ya da kısa süre sonra gözden kaybolmuşlardı. Minik bacaklarımız bizi götürene kadar çoktan yitip gitmişlerdi.

Hayal kırıklığıyla geçen koca bir seneden sonra, harikalar diyarına gitme arzumuz sönmeye yüz tutmuştu. Artık eskisi gibi hevesle yağmuru beklemiyorduk. Düşlerimiz eskidikçe bizler de heyecanımızı kaybediyorduk. Sayısız hayal kırıklığından sonra herkeste yılgınlık baş göstermeye başlamıştı. 

Bir gün ansızın Pıt’ın haykırışıyla yatağımda irkildim. “ İşte orada! “ diye bağırıyordu Pıt. “ Gökkuşağı hemen aşağıda! “

Havada ıslak çimenlerin tanıdık kokusu vardı. Gece yağmur yağmış olmalıydı. Pıt’ın sesindeki heyecana bakılacak olursa gökkuşağı hiç olmadığı kadar yakında belirmiş olmalıydı.

Yorganı tek hareketle üstümden sıyırıp, annemin şaşkın bakışları altında evden ok gibi fırladım. Üzerimde pijamalarım, çıplak ayaklarla Pıt’ın peşinden var gücümde koşturdum.

Tombul göbeğim elverdiğince hızlı koşuyordum. Kıtır benden önce yetişmişti. Pıt’ın hemen arkasında çayırlardan aşağı, ormana doğru koşuyorlardı.

Bakışlarımı öteye uzattığım anda gökkuşağını gördüm. Ormanın hemen önünde o muhteşem büyülü yol tüm zarafetiyle uzanıyordu. Mavi, yeşil, sarı, mor, kırmızı ve turuncu… Renk renk yollar gökyüzüne doğru yükseliyor, bilinmeyene doğru gözden kayboluyordu.

Çayırdan aşağı hızla koşmaya devam ettim. Tombul bedenim yavaş yavaş isyan bayrağını çekmeye başlamıştı. Yüzümden terler boşalıyor, bacaklarım fena halde sızlıyordu. Harcadığım çaba yüzünden kıpkırmızı kesilmiştim. Pıt ile Kıtır arayı giderek açıyorlardı.

“ Hey! Beni de bekleyin! “

İki dostum gökkuşağına neredeyse varmışlardı. Onlara yetişmek için var gücümle koşuyordum.
Daha sonra gördüğüm manzarayı ömrüm boyunca unutamayacaktım.

Pıt koca bir adım atarak gökkuşağına zıplayıp harika renklerden birine tutunmayı başardı! Hemen arkasından Kıtır ona yetişti. Son bir çabayla ileri uzandı ve tam Pıt’ın yanına, gökkuşağının renkleri üzerine yerleşiverdi!
Gördüklerime inanamıyordum. Gerçekten de gökkuşağına tırmanmışlardı! Demek gerçekten de harikalar diyarı diye bir yer vardı!

Dostlarımı gökkuşağının üzerinde, bana el sallarken görünce içimi büyük bir sevinç kapladı. Başarmak üzeredeydik! Gökkuşağının ötesine, bilinmeye doğru büyük bir maceraya girişmiştik.

Bir an sonra ise gördüklerimin dehşeti tüm benliğime yayıldı; o sıcak heyecan yerini bir anda korkuya bıraktı. Gerçek suratıma tokat gibi çarparken, ağlamamak için kendimi zor tuttum.

Gökkuşağı yavaş yavaş kayboluyordu.

“ Çabuk! Daha hızlı! “

Dostlarım ile aramda hala elli adımdan fazlası vardı. Gökkuşağı ise sessiz yakarışlarıma aldırmadan gözlerden silinmeye devam ediyordu. Sanki beni görmezden geliyormuş gibi dünyadan ayaklarını her geçen saniye daha da çekiyordu.

Gökkuşağıyla beraber dostlarım da giderek gözlerden kaybolmaya başlamıştı.

Önce onları kaybettim. Bir an sonra ise beni çağıran seslerini. Oraya vardığımda ise artık çok geçti.

Gökkuşağı Pıt ve Kıtır’la beraber kaybolmuştu.

Oracıkta çöktüm. Gökkuşağından geriye kalan tek şey sessizlikti. Yüreğim burkuldu; gözlerimden yaşlar boşandı. Ne kadar ağladığımı ya da ne kadar gökyüzüne baktığımı hatırlamıyorum. Ne ormana girişimi, ne de saatlerce gökkuşağını arayışımı hatırlıyorum. Tek hatırladığım gözyaşlarımın sıcak dokunuşu, rüzgarın serin esintisi ve dostlarımın kulaklarımda yankılanan sesleri.

Şimdi yetmiş yaşındayım. O zaman kimse bana inanmamıştı ama belki şimdi, yaşlı bir adamın son sözlerine inanırlar.

Köylülerin tek gördüğü üçümüzün çayırdan aşağı, ormana doğru koşuşumuzdu. Geriye dönen sadece ben oldum. Onlara söyledim. Hepsini gözyaşları içinde anlattım; Pıt ve Kıtır’ın gökkuşağına tırmandıklarını, harikalar diyarını, gökkuşağının ben ona yetişemeden kaybolmasını ve dostlarımı yitirişimi. Ağzımdan çıkan tek şey gerçekti.
 
Kimse bana inanmadı. Beni sıkıştırdılar, vurdular, azarladılar. Tek yaptığım gerçeği söylemek olmasına rağmen duymak istedikleri şeyi söylemem için sıkıştırdılar. Tüm bunlar on yaşında bir çocuğun dayanabileceğinden çok daha fazlaydı.

Sonunda pes ettim. Onlara istediklerini verdim. “ Onları ormanda kurt kaptı. Ben de korkup kaçtım, “ dedim. Herkes anlayışla başını salladı. Bir tür travma geçirdiğimi, tüm bu gökkuşağı saçmalığını uydurduğumu düşündüler. Keşke içlerindeki çocuk hiç ölmemiş olsaydı. Belki o zaman, kim bilir belki o zaman doğruyu söylediğimi bilebilirlerdi.
 
Artık yaşlı bir adamım. Ömrümün sonuna yaklaştım. Aldığım her nefeste bunu hissedebiliyorum.

Uzun yaşamım boyunca ne zaman yağmur yağsa, umutla dostlarımın beni almak için geri dönmesini bekleyip durdum. Ama geri dönmediler.

Şimdi her nerede iseler çok mutlu olduklarına eminim.

Bu satırları yazarken içimden yükselen heyecana engel olamıyorum. Çünkü biliyorum; kısa bir zaman sonra, başka bir yolla da olsa, harikalar diyarında dostlarımda buluşacağım.

Biliyorum, çünkü her gün yavaş yavaş ölüyorum.

Son mektubumu Devrik Tepe’nin tüm çocukları için yazıyorum. Onlar sözlerimin gerçek olduğunu yüreklerinde hissedeceklerdir.

Harikalar diyarında görüşmek üzere.


Çevrimdışı Kanashii Uchiha

  • **
  • 99
  • Rom: 9
  • Melek sesli iblis ve kan damlaları...
    • Profili Görüntüle
Ynt: Gökkuşağı Avcıları
« Yanıtla #1 : 31 Ocak 2012, 02:41:43 »
Adeta mini mini bir masaldı. Sonu beni hüzünlendirdiği kadar meraklanmama da neden oldu aslında.
Kıtır ve Pıt'ın  gittiği yeri çok merak ettim. Keşke oralara da uzanabilseymiş hikaye. "Harikalar Diyarı" da desen , "mutlu olduklarına eminim" de desen, iyi bir yerden çok sanki korkutucu bir yermiş izlenimi uyandı içimde nedense...
Uzun bir süredir foruma aramı verdin bilemem ama, yeni hikayelerini de en kısa zamanda okuruz umarım. Eline sağlık. ^^

Tutunabilecek her şeyin yok olduğunda var olursun...Gerisi sadece suretlerin karmaşası!