Yaz ayının, -sabahın ilk ışığında dahi- tenimi bu kadar sıcak tutmasını anlayamıyorum. Üzerimde tek bir yeşil fanila ile Ankara’da olsaydım titrerdim herhalde. Ancak, Tunceli-Hozat’ta bulunmaktayım. Unimogların açık kasasına yanlamasına oturmuş şekilde Çağlarca Köyü’ne gidiyoruz. Bölük Komutanı Üsteğmen Hüsnü Duran, burada yaklaşık 2 ay kalacağımızı söyledi. Görevimiz: Daha önce 43 defa basılan ve bunun akabinde -nihayet- akıl edilip boşaltılan, eski bir karakolun etrafındaki mayınlar temizlenene kadar, mayıncıların emniyetini almak. 43 defa basılmış bir karakol…
Yolculuğumuz 1 saat kadar sürüyor. Karakolun ilk görüntüsü tüyler ürpertici. Camları kırılmış, harabeye dönmüş; üstüne üstlük köyün dibinde. Komandoluğun en önemli hususlarından, hâkimde -yani zirvede- olma politikasına ne oldu böyle? Bu karakolun 43 defa basılmış olmasına şaşmıyorum doğrusu.
Unimoglar, karakolun bahçesine giriyor. “Araç in!” komutuyla, bir bir iniyoruz araçlardan. Yaklaşık 40 asker, 7 komutan varız. İlk işimiz kamyonetteki eşyaları indirmek. Daha sonra araçlar geri dönecekler. Uzun zamandır selamı sabahı kesen şansım “Merhaba,” diyor bugün. Murat Uzman, “Oktay! Sen nizamiye nöbetine geç! Arkadaşların eşyaları taşırken, emniyet al!” diyor. Seviniyorum haliyle! Zaten çok severim Murat Uzman’ı. Babacan bir adam olduğu gibi timimizin unsur komutanı olarak, her zaman hakkımızı savunmuştur. Timde kimin derdi olursa ona gider. En ağır cezayı da o verir, en vefa duyulası komutan da odur hani.
Elde HK-33, geçiyorum nizamiyeye. Nizamiye dediğimde üstüne sac gerilmiş, tahta ve taşlardan yapma, fare kapanı gibi bir şey. Hani bir roketlik işi var.
Karakol, minik bir tepenin yamacında kurulmuş. Ama oldukça minik… Öyle ki tepenin yukarısına varmak 1 dakika bile sürmüyor. Bu tepeninde üstünde, dört bir yana bakan 4 nöbet kulesi var. Karakol telleri, bu tepeyi de içine alıyor. Tepenin arka tarafı ise mayın tarlası… İşte bu bölge mayından arındırılacağı için buradayız. Bu taraf ise köye bakıyor. Köy evleri 100 metre sonra başlıyor. Oldukça yakın. Karakolu bu hale getiren köylülere, pek güvendiğimizi söyleyemem. 10 haneli bu köye, belki de mezra demek daha doğru olur. Ancak adı bu: Çağlarca Köyü!
Bulunduğumuz yer, yeni karakolu da görüyor. Baskınlardan dolayı taşınan karakol, yaklaşık 400 metre ileride bir tepenin en zirvesinde. Mantıklı olanda bu görünüyor. Aramızdan 10 asker, 3 günlüğüne bu yeni karakola gidecek. Daha sonra onlar inip diğerleri gidecek. Bu şekilde temizlenme ve 3 günlüğüne de olsa yatakta yatma şansımız olacak. Evet! Yatağımız yok. Sadece komutanlar için 7 adet istihkak sağlanmış. Askerler yerde, metin üzerinde yatacak. Buna ve harabe karakola rağmen, hiçbir arkadaşımın şikâyetçi olduğunu görmedim. Oldukça özveriliydik.
Arkadaşlarım, sırasıyla yemekhaneyi, komutanların yatakhanesini, bizim viranemizi temizliyor. Sonra eşyaları taşıyorlar. Bu arada sivilde aşçılık görmüş 2 asker yemek hazırlıyor.
Karakol 3 parçadan oluşmakta: Büyük ve geniş yemekhane-depo bölümü, komutanların yatacağı bölüm ve bizim yatacağımız bölüm. Yatılacak bölümler, birer köy evini andırıyor. Yemekhane ve deponun bulunduğu bölüm ise bir okul gibi, ince ve uzun bir yapı… Bende bu yapının hemen yanındaki nizamiyede yeni karakolun bulunduğu tarafı gözetliyorum.
Akşama doğru -nihayet- her şey tamamlanıyor. Yemekhaneden bulgur pilavı ve kuru fasulye kokusu, guruldayan mideme inat burun deliklerime doluyor. Önce, onca işi halleden arkadaşlarım karınlarını doyuruyor. Murat Uzman akıl etmese, bana yemek getiren olmayacak hani. Bütün gün aç kalmanın verdiği göz açlığıyla saldırıyorum tabldota. Bir sineğe dahi düşecek bir lokma bırakmıyorum.
Hüsnü Üsteğmen’in emriyle, gece nöbeti de bana ve diğer gündüz nöbetçilerine kalıyor. Diğer arkadaşlarımız, gün boyu yoruldukları için haklıca bir durum. Zaten görevlerden alışığım uykusuzluğa. Dağın ötesinde terörist olduğunu bilerek uyumak pek mümkün olmuyor.
Akşam boyunca, gece çavuşu Tolga’dan başkası uğramıyor yanıma. Tolga, ufak yüzlü, her asker gibi kısa saçlı, yüzünde daha önceden geçirdiği trafik kazasında oluşmuş dikiş izleri olan, benim gibi 1.77 boylarında, sert bakışlı, karizmatik bir çocuk. O her zaman sert çocuğu oynar, psikopat takılır, esrarkeş ve alkol düşkünüdür; ancak bu kötü alışkanlıklarını yapamaz askeri nizam içerisinde. Birde çok esprili bir çocuktur. Burnu çok uzun olan tim arkadaşımız Malkoç’a “Bana bak! Sen limana gemiden önce giriyormuşsun. Doğru mu lan?” deyişi hâlâ aklıma geldikçe gülmeme sebep olur. 24 saatlik nöbette böyle komik bir adamdan daha iyisi olamaz. Biraz hoş sohbetten sonra, o da gidiyor yanımdan. İlerleyen saatlerde gecenin karanlığıyla, çekirge seslerinin arasında sıkışıp kalıyor yalnızlığım.
Elimde dürbünle, ayın kraterlerinin muazzam görüntüsünü izlerken, tahta ve taştan oluşmuş nizamiye kapanının dibinden bir ses geliyor. Kulağımı çekirgelerin sesinden soyutlayıp, o yöne odaklıyorum. Hışırtıları, ot ve sürünme sesi olarak algılıyorum. Hk-33’ü hiç bu kadar saygıyla tutmamışımdır. Kafamı taş duvarın üstünden uzatıyorum ve aşağı bakıyorum.