Kayıt Ol

O An

Çevrimdışı t.tevfik

  • *
  • 14
  • Rom: 1
    • Profili Görüntüle
O An
« : 14 Aralık 2016, 14:16:27 »
(Yazarın Notu: Olay 31 Ekim Cumartesi 19XX’de Glover Sokağında yaşanmıştır.)

“Keşke o tokadı atmasaydı. Biliyorum içkiliydi. Her zaman ki hali… Yürüyen bir ölü işte. Ama böyle bir şeyi yapmazdı. Yapmamalıydı. Hem neydi suçum?.. Annemin katili ben miydim?.. Tabii bir de şu trafik kazası var. Hani şu ablamı birkaç parçaya bölen… O kazayı da ustalıkla ben planlamıştım sanki? Ne kötü bir kızım ben böyle!..”

Çalılık ve ağaçlarla çevrelenmiş arka bahçede dolaşırken bulmuştu kendini. Bahçeyi bakımsızlıktan yabani otlar sarmış, gündüzleri yeşilin tonlarına bürünen ağaçlar yavaş yavaş siyaha boyanmıştı. Yağmur hızını azaltmış ince ince yağmaya devam ediyordu. Epeydir bahçeyi arşınlamaktaydı. Ne var ki kasabaya erkenden çöken bulutlar gibi içindeki karanlık da bir türlü dağılmamıştı.

“İşte yine o hal… Ne demiştim ben? İnsan için en aşağı seviyedir bu! Acınmak... Var mı bu işin çaresi?.. Hem güçlüyüm ben. Kendi ayaklarım üstünde durabilirim. Kanıtlamama gerek yok! Ne babama ne başkasına… Halam bırakıp gittiğinden beri kim bakıyor bana, bilirler mi bunu?”

Yorgun düşmüş narin vücudu titremeye başlamış, esen rüzgârla giysilerinin sırılsıklam olduğunun yeni farkına varabilmişti. İki yana sarkıttığı cansız perçemleri yüzüne yapışmış, pek dikkat çekmeyen solgun yüzünü gölgelemişlerdi. Etrafına şöyle bir bakındı. Zifir rengi bulutlar yüzünden erkenden karanlığa bürünen bahçe gözüne iyice tekinsiz görünmeye başlamıştı.

 “Zatürre olmadan eve dönmeli.”

Gözleri kedisini aradı. Paddy, ıslak çimenlerin arasında, ne yağmur damlalarına ne de etrafı saran kasvete aldırmadan keyifle oynuyordu. Bir an kediyi neyin bu kadar neşelendirdiğine takıldı aklı. Sarı bir yün yumağı gibi oradan oraya yuvarlanan hayvan, bir avın peşine düşmüş de onu mu kovalamaktaydı? Tam “yakalasa şu böceği de eve dönsek” diye düşünüyordu ki kedi izlendiğini fark etmiş gibi bir anda ortadan kayboldu. Hayvanı bahçe sınırındaki çalılıklara kadar gözleriyle takip etmişti. Ama aksi komşuları Bay Pumpkin’in bahçesiyle kendi bahçelerini ayıran çalılığın dibinde, kedi sanki bir varlık tarafından yutulmuş gibi yok olmuştu.

Sundurmanın direğine asılı küçük feneri kaptığı gibi otların arasına daldı. Islak ve çamurlu zeminde zorlukla ilerleyebiliyordu. Sabahtan bu yana yağan yağmur her yanda küçük gölcükler oluşturmuştu. Ayaklarında bir batman çamurla nihayet bahçe sınırına ulaştı. Çakan bir şimşekle karşısındaki meşe ağacının heybeti ortaya çıkmıştı. Ardından da bir gümbürtü kopuverdi. Gürültünün şiddetinden dengesini kaybedip aniden yere yığıldı. Kovalanıyormuş da yakalanmış gibi bir telaş sardı her yanını. Yeniden ayağa kalkmaya uğraştı, becerdi. Ama sudan çıkmış balığa dönmüştü. Kediyi görebilmek umuduyla fenerini karanlığa doğrulttu, çevreyi dikkatle taradı. Ama dev meşe ağacının koyu karanlığında görebildiği tek şey önünde dikilen çalı yumağıydı.  

Atmıştı kendini bahçeye atmasına ama herkes gibi o da karanlıktan ürküyordu. Doğruya doğru, tekinsizdi kasaba. Kendi yaşıtı kız çocukları kayboluyordu. Üstelik hiçbirinden hala haber yoktu. Geceleri sokaklar korkuya terk edilmişti. Kaygı dalga dalga her eve yayılmış, Haddonfield uğursuz diye anılır olmuştu… Bir karganın çığlığıyla düşüncelerinden sıyrıldı. “Gaaak!”

“Üstüme kuru bir şeyler geçirip çoktan soluğu battaniyemin altında almış olmam gerekirken ne yapıyorum ben? Kasabanın en lanet adamının evinin kıyısında aptal kedimi arıyorum. Yaşlı bunak beni bu halde yakalasa herhalde evindeki meşhur çengellerinden birine asardı. Avcılığa meraklıymış. Hadi oradan!.. Adam bildiğin karısıyla kızını kaybedince kafayı sıyırmış bir asker eskisi. Deli. Babam gibi. ”

Yağmur hala devam ediyordu. Tam evin yolunu tutmayı düşünüyordu ki son bir kez daha şansını denemeye karar verdi. “Başka çare yok.” diyerek elini önündeki sık çalılığa daldırdı ve daldırmasıyla birlikte inleyerek geri çekmesi bir oldu. “Ahh!.. Lanet herif evinin bahçesini bir de çitlerle mi kuşatmış?”  Gerçi canını yakan şey çit ya da duvara pek benzemiyordu. Daha çok genişçe, sert düz bir levha gibiydi. Eline neyin çarptığını anlamak için tekrar çalılığı şöyle bir yokladı; aniden parmakları bir şeyi kavrayıverdi. “Bir kulp!” Henüz şaşkınlığını atamadan -hangi cesaretle bilinmez- kulpu hızla kendine doğru çekti. Çalılık bir anda aralandı; kapak zorlanmadan açılmıştı. Şimdi önünde karanlık bir oyuk uzanmaktaydı.

Şaşkındı. Daha önce bahçelerinde böyle bir kapağın varlığını hiç fark etmemişti. Masallarda farklı dünyalara açılan büyülü kapılar misali bir anda karşısına çıkıvermişti bu şey. Cadılar Bayramında eğlenceye davet ediliyor gibiydi. Karanlık iyiden iyiye bastırmıştı. Kararsızdı. İçinden bir ses “Durma, içeri gir!” diyordu. Diğer yanda korku başucuna dikilivermişti. Yağmurun altında bir süre kendini ikna etmeye uğraştı.
 
“Neden hep dışarıda kalan ben oluyorum?.. Bayan Wolf’un güzel konuşma dersinde, Esther’in yıldız olduğu tüm oyunlarda, herhangi bir tartışmada, hatta yüzme havuzunda… Oysa insan kendi şansını kendi yaratmalı değil mi? Korkulanın üzerine gitmeli… Ele geçen fırsatlar ancak böyle değerlendirilmez mi?.. Biraz cesaret her şeyi yoluna koyar.”

Kararını vermişti. Oyuğun içine daldı. Ortalık zifiri karanlıktı; fenerini yaktı, birkaç adım daha attı. Sonra duvara yerleştirilmiş kılavuz ışıklarının farkına vardı. Bu zayıf ışık seli, eğreti bir şekilde sağlı sollu dizilmiş küçük mumlardan ibaretti. Artık önündeki yolu görebiliyordu. Yerler alabildiğine çamurdu. Etrafı da kötü bir koku sarmıştı. Dışarıda yağan yağmurun şırıltısına, alçak tavandan süzülen damlaların sesleri ekleniyor, arada bir patlayan gök gürültüsü bu manzarayı tamamlıyordu. Hafif bir meyli inmekteyken, tekrar içinde bulunduğu durumu düşünmeye koyuldu.

“Her seferinde parmaklarımın arasından süzülerek uzaklaşan, yitirdiğim o fırsatlar bu mezbelelikte karşıma çıkarlar mı acaba?.. Tüm pişmanlıklarımın telafisi bu çukura inmekte mi gizli yani?..”

Birden anlayıverdi. Sağduyusu devreye girmeye çalışıyor, kendisine oyun oynuyordu. Ama bu kez ona fırsat vermeye niyeti yoktu. Kafasından bu düşünceleri kovmaya çalışır gibi ellini boşlukta sallayarak “vazgeçmek yok” dedi. Vahşi bir hayvan inini andıran çukurun içine doğru birkaç adım daha attı. Yalnızca hissedebildiği ama duyamadığı sırlı bir melodinin tesirindeymiş gibi derine daha derinlere inmeye zorlanıyordu.

Islanmış toprak zeminde bata çıka güçlükle ilerlerken loş ışıkta yürüdüğü dehlizi incelemeye koyuldu. Tünel yaklaşık bir metre eninde, hemen hemen kendi boylarında ve eğimli bir şekilde açılmıştı. Çökmesin diye taş ve odun parçalarıyla sağlamlaştırılmış, uzun uğraşlar sonucu açılan eski bir yapı olduğu belliydi. O an aklına bu kadar zahmete kim neden girsin sorusu düştü. Bir yandan da yürüdüğü yönü tayin etmeye çabalıyordu. Aslında tünelin Bay Pumpkin’in malikânesine doğru ilerlediğinden neredeyse emindi.
“İhtiyar Pumpkin epeydir ortalarda görünmüyordu. Yoksa evinin altından bizim bahçeye bir geçit mi açmıştı? Ama neden yapsın ki böyle bir şeyi?..”

Tepesinden sızan su damlaları azalmaya başlamış ve zemin daha kuru bir hal almıştı. Yine de balçığa bulanmış ayaklarıyla ilerlemekte zorlanıyordu. Artık gözleri karanlığa iyice alışmış, etrafı daha iyi seçer olmuştu. Zeminde bir belirtiye rastlamak imkânsızdı. Her yanı çamur kaplamıştı. Ama ayak bastığı yerler hariç her yanda pek çok ize rastlamak mümkündü. Başka insanlarda bu duvarlara tutunmuş, belli ki başkalarının da yolu buralardan geçmişti. Kendini buraya ait hissetti nedense. Alışmıştı zayıf mum ışıklarına, toprağın sıcaklığına, insan izlerine, bu dinginliğe… Karanlığın kalbinde tutuşturulmuş alev denizinde, kendini oyuğun güvenli eğimine bırakmış adeta sürükleniyordu menziline.

Nihayet tünelin ucunda belirsiz bir parıltı görünüyordu şimdi. Derin bir nefes aldı. İşte vakit gelmişti. Işığın kaynağına doğru adımlarını hızlandırdı. Bir telaş sarmaya başladı bedenini yeniden. İçindeki rahatlık duygusu yerini korku ve heyecana bıraktı. Yaklaştıkça adımlarını küçülttü, daha da küçülttü. Ama aldığı nefesler tersine hızlanmaya başlamıştı. Kalbi de bu ritme uyum sağladı. Ağzının kuruduğunu, elinden ayağından çekilen kanı ve uyuşukluğu hissedebiliyordu. Sanki etraf bir anda buz tutmuştu.

Birkaç adım sonra kendini kapısız bir girişin eşiğinde buldu. Şimdi koku daha da ağırlaşmıştı. Burası özensizce kazılmış ve içine eşya yığılmış bir şarap mahzenini andırıyordu. Bulunduğu köşeden odacığa şöyle bir göz gezdirdi. Düzgün bir şekli yoktu mahzenin. Sağa sola keyfe keder girintiler çıkıntılar konmuştu. Köşelere kandiller yerleştirilmiş, havalandırma için duvara birkaç menfez açılmıştı. Yine de içerde rutubet baskındı. İlk göze çarpanlar ortada eğreti duran masa ve sandalye, hemen arkalarında küçük bir kitaplık, içinde birkaç kitap, diğer duvara dayanmış süslü bir yatak, sağa sola dağılmış tamir eşyaları, kazma, kürekti. Genişçe bir girintiye üç beş şarap fıçısı dizilmiş, gelişigüzel her yana yarı dolu yarı boş şişeler, çuvallar bırakılmıştı. Ama bu karmaşanın içinde asıl ilginç olanı, tüm duvarlara özenle iliştirilmiş eşyalardı. Tamamı bir genç kıza ait olduğu anlaşılan eşyalar, üstelik hiç yıpranmamıştı. Çeşit çeşit elbiseler, gömlekler, etekler, pantolonlar, rengârenk çoraplar, fiyonklar, kurdeleler, mendiller, çift çift ayakkabılar birer süs eşyasıymış gibi duvarlara asılmıştı.

Karanlığın içinden bir harikalar diyarı çıkmış, içindeki sesi dinlemekle doğru yaptığını düşünmeye başlamıştı. Bir masal kahramanı gibi neşeyle kendi etrafında dönerek, tüm eşyalara hayranlıkla bakınıyor, asılı her bir eşyayı uzun uzun incelemeyi, onlara dokunmayı ne kadar da çok istiyordu. Hele şu içeri girdiğinden beri gözüne takılan açık mavi elbise… “Ne kadar da güzel!” Yakası beyaz işlemeli, kısa kolları kabarık, etekliğinin ucu dantellerle süslenmiş ve üstü sayısız küçük taşla bezenmiş gösterişli elbise kitaplığın hemen yanında duvarda asılıydı. Elbiseye daha yakından bakabilmek için adımlarını dikkatle atarak, masanın yanından usulca geçip elbisenin karşısında durdu. Elbiseyi şöyle bir de yakından süzdü. Tam elini uzatıp, ona dokunacakken gözü bir anlığına kitaplığa takıldı. Şimdi ufak tefek eşyalar daha bir görünür hale gelmişti. Üzerinde üç beş kitap, bir yığın kâğıt, birkaç küçük biblo ve boyama kalemleri vardı kitaplığın. Ama onun dikkatini çeken asıl şey, yeni farkına vardığı çerçeve ve içindeki fotoğraftı. Eline aldığı çerçeveyi kandilin ışığına doğru çevirdi. Işığının vurmasıyla manzara berraklaşmıştı.

Yemyeşil bir bahçe, otların arasında bir kız çocuğu… Kendi yaşlarında… Gülümsüyor. “Ne kadar da tanıdık...”  Hafızası boşlukları tamamlamıştı bile. Mavi elbiseli, neşeli kız çocuğu ablasının ta kendisiydi. “Nasıl olur?..” Aklı iyice karışmıştı. Düzgün düşünemiyor, yaşadıklarına bir mana veremiyordu. Tavan arasına kaldırıldığını sandığı, ablasına ait yığınla eşya bir çukurun dibinde karşısına çıkmıştı. Şaşkınlığı giderek artıyordu. Üstelik içini derin de bir hüzün kaplamıştı. Sanki yıllardır kapalı kalmış bir sandığı açmış ama hazine bulmayı umarken nahoş bir sürprizle karşılaşmıştı. Fotoğrafı yakından incelemeye koyuldu. Ablasının yüzünü zihnindeki hayaliyle karşılaştırmaya çabaladı. Sesini, kokusunu hatırlamaya uğraştı. Onu ne çok özlediğini fark etti sonra. Kendisine kızdı bu kez. Neden bunca yıl unutmuştu onu, neden hatırasına sahip çıkmamıştı?.. Parmaklarını usulca çerçevenin üzerinde gezdirdi. Ona dokunmaya uğraştı boş yere. Bir öpücük kondurdu sonra alnına. Bir damla yaş süzülmüştü yanağına. İşte o anda korkunç bir darbe nefesini kesti. “Ah!..” Her şey bir anda olmuştu. Saniyeler içinde etinin yırtılma sesiyle, sırtından girmiş olan metalin soğukluğunu aynı anda fark etti. Bıçağın vücuduna girmesiyle çıkması bir olmuştu. Aynı şey birkaç kez daha tekrar etti. Zayıf bedeni rüzgâra tutulmuş bir yaprak gibi titriyordu. Ağzından boşalan kanla kırmızıya boyanan çerçeve yere ağır ağır düşerken, bedeninin iki güçlü el tarafından yakalandığını hissetti. Boş bir çuvalmış gibi sürükleniyor, yere damlayan kanının şıpırtıları kulaklarına ulaşıyordu. Güçlü eller iki büklüm bedenini tek bir hamleyle boş fıçının içine yuvarlayıverdi. Zihni bilinçle bilinçsizlik arasında gidip gelirken, hala yaşayıp yaşamadığının ayrımına varmaya çalışıyordu. Kendi kanının paslı kokusunu fark etti bir an. Demek ölmemişti hala. Birden üzerine çöken karanlıktan, fıçının kapağının kapatıldığını anladı. Sadece çatlakların arasından ince bir ışık sızıyordu. Aniden sarsıntıyla birlikte ritmik bir ses başladı. Tepesinde bir çekiç inip kalkıyordu. Birisi aceleyle kapağı çiviliyordu. Her şey bir anda olup bitmişti. Her şey bir anda olmuştu işte! Ya sonra?.. Sonra bir rüzgâr esti. Hafiften etraf bulanıklaştı; usulca uğultuya dönüşen sesler yavaş yavaş uzaklaştı. Kanının vücudundan çekildiğini hissediyor, bedenini saran soğuğa artık karşı koyamıyordu. Sadece ışığı görmek istedi son kez. Belleğindeki son şeyin karanlık olmasından korkmuştu. Can havliyle kalan gücünü topladı, başını kaldırdı, yüzünü son bir gayretle ışığa doğru uzattı. İşte “O AN” olanlar oldu. Çekiç durmuştu. Ritmik sesler kesildi. Fıçı artık sarsılmıyordu. O an babasıyla göz göze gelmişti.