Kayıt Ol

Dönüm Noktası

Çevrimdışı TheSpell

  • ***
  • 826
  • Rom: 16
  • Dovie'andi se tovya sagain.
    • Profili Görüntüle
Dönüm Noktası
« : 17 Temmuz 2012, 22:53:01 »
Merhaba arkadaşlar. Bir anda aklıma gelen bir konuydu bu aslında. Ardından biraz da duygusallaştım ve yazmaya başladım. Güzel bir kurgu oldu gibi. Umarım beğenirsiniz.

Öncelikle hikaye bambaşka bir evrendeki bambaşka bir gezegende geçiyor. Ancak bu gezegenin çoğu şeyi Dünya ile aynı. Yönetim biçimleri, kıyafetler, yapılaşmalardaki benzerlikler...

Bu arada yorumlarınızda yıkıcı eleştiriler de yapın lütfen. Yapın ki hatalarımı anlayabileyim.

Son olarak hikayenin bölümlerini iki günde bir atacağım. Yorum gelsin ya da gelmesin :)


BÖLÜM BİR



İnsanların hayatlarında bazı dönüm noktaları vardır. Bu tür olaylar yaşandıktan sonra, bambaşka kişilere dönüşürler. Örnek verecek olursak, küçücük bir çocukken, annenizi kaybederseniz bir anda bir yetişkinin olgunluğuna erişirsiniz.

“Annesi vefat edene kadar herkes çocuktur…” Bu sözü duymuştum bir yerde. Katıldığım ve sonuna kadar hak verdiğim bir sözdür.

Ben bu dönüm noktasına 16 yaşındayken vardım. Evimiz Merlen ilçesindeki
binlerce apartmanlardan birinin beşinci katındaydı. Şehrimiz Panton evrenindeki en gelişmiş şehir sayılmazdı ancak içinde bulunduğum ilçe, şehirdeki “almış başını gidiyor” diye tabir edilecek ilçelerden biriydi.

Merlen, gün geçtikçe kendini aşıyordu. Kıyamet Çağı’ndayken yalnızca küçücük bir köy olarak tarihini yazmaya başlayan Merlen, ilk başlarda köy olarak kalmaya devam etmişti. Ancak sonradan oranın yeni belediye başkanı- evet, belediye başkanı- gelecekte Merlen’in kaderini değiştirecek atılımlar yaparak şehri güzelleştirmeye başlamıştı.

Yönetime gelince, gezegenimizdeki yönetim biçimi, Dünya’ya çok benziyordu. Tamam, Dünya bambaşka bir evrendeydi ancak biz Dünya’dan haberdardık. Onların bizden haberdar olmaması ne kadar üzücü. Aslında onlar etraflarındaki gezegenlerden başka bir şey bilmiyorlardı.

Eğer Dünya’nın yönetim biçiminden, gelişimlerinden haberdarsanız bizim onları örnek aldığımızı düşünebilirsiniz. Böyle bir düşünceye kapıldıysanız onu hemen aklınızdan uzaklaştırın. Çünkü böyle bir şey mümkün değil. Dünya ile aramızdaki tek benzerlik de o zaten.

Bir kere biz Dünya’dan milyonlarca yıl önce hala vardık. Oradaki kahrolası insanların yaptığı gibi gezegenimizi kirletmiyoruz. Hor görmüyoruz. Geleceği düşünüyoruz. Kendimizi de düşünüyoruz. Teknolojimiz de onlardan çok daha fazla gelişmiş.

Bunları anlatarak konudan yavaş yavaş uzaklaşıyorum, o yüzden işler fazla sarpa sarmadan asıl konuya döneyim. O gün Erna caddesinde yürüyordum. Apartmana varmama yaklaşık yüz elli metre kalmıştı. Sonra bir ses duydum. İtip kakılma sesi gibiydi. Bir kadının çığlık atışı.Hemen durdum. Sesin nereden geldiğini çözmeye çalıştım. Akşam saatleri olduğu için sokakta benden başka taş çatlasa on kişi vardı ve sesi duymuş gibi gözükmüyorlardı.

Hala sesin nereden geldiğini çözmeye çalışıyor, bir oraya bir buraya gidiyordum. Kararsız geçen birkaç dakikanın ardından çözebildim. Bir sokak arasından geliyordu. Hızlıca oraya gittim. Gürültü çıkarmamayı umut ediyordum. Beni duyarlarsa ne yapabileceklerimden emin değildim.

Sonunda duvarın ucuna yaklaşmıştım. Kalbim güm güm atıyordu. Çevrem o kadar sessizdi ki bir an seslerin geldiği yerdeki kişilerin kalp atışlarımı duyacağından endişelendim. Sonra bir çığlık sesi daha geldi. Bunu kapa bir homurtu takip etti. Ardından da asla kulaklarımdan çıkmayacak olan o çığlık geldi. Oradan uzaklaşmam gerektiğini biliyordum fakat içgüdülerime engel olamıyordum. Beni oraya gitmeye yönlendiriyorlardı. Başımı öne uzattım ve tek gözümle orayı süzmeye başladım.

Loş ışığa gözlerimin alışması için bir süre beklemem gerekti. Nihayet her şeyi netliğiyle görebildiğimde, iki iri adam ve yerde kanlar içinde yatan bir kadın gördüm. Bir hayret nidası kaçtı ağzımdan. Öldürmüşler miydi? Heyecanın yanına korku da eklenmeye başlıyordu şimdi. Kadına doğru bakınca yüzünün tanıdık geldiğini gördüm. Daha iyi görebilmek için gözlerimi kıstım. O kadını tanıdığımda ise,  o kadar çok şaşırdım ki neler yaptığımı net hatırlayamıyorum.

Aklımda kalan tek şey şuydu: Saatlerce koşmuştum. Nereye gideceğimi bilemeden, ayak tabanlarım patlayacak gibi ağrımaya başlayana kadar koştum. Koştum çünkü yerde kanlar içinde yatan o kadın annemdi.

Çevrimdışı Galaxie

  • **
  • 375
  • Rom: 17
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dönüm Noktası
« Yanıtla #1 : 17 Temmuz 2012, 23:04:31 »
Merhaba TheSpell,

Öykünün dili çok sade ancak adını tam koyamadığım eksiklikler var. Mesela Dünya ile olan ilişki gibi. Biz onlardan haberdarız ancak onlar bizi bilmiyor durumu nedense çok hoşuma gitmedi. Yaşına göre çok iyi iş çıkarmışsın ama, bu yaşta yazmaya başlarsan ve devam edersen kendini çok geliştireceğine eminim. Attığın kısa kısa mesajlardan sonra böyle bir girişimin olması gerçekten çok hoşuma gitti. Bu forum insanı değiştiriyor.

Bir Bilim-Kurgu olacak gibi, devamını da okuyacağım. Ama her bölümüne yorum yapmayabilirim, yine de okuduğumu bil.

Bende çelişki gibi görünen şeyi söyleyeyim. Bir düzende her şey bir bütündür. Yani başka bir deyişle bence bir düzende çevre kirliliği, sosyal düzen, siyasal düzen, hukuk düzeni, teknoloji birbirine dolaylı yollardan bağlıdır. Eğer bu diğer gezegende teknoloji çok gelişmişse, etraflarını kirletmeyecek kadar bilinçlilerse, düzenleri de farklı olurdu gibi geliyor bana. Yani neden daha ideal bir düzen olmasın ki o zaman? Bir de Dünya'dan çok daha eskiye dayanıyorlar anladığım kadarıyla. Bu bile yönetimin Dünya'dan çok daha ilerde olmasını gerektiriyor gibi geliyor bana. Kaldı ki Dünya'da birçok yönetim var. Ama anladığım kadarıyla senin benzettiğin yönetim gelişmiş ülkelerdeki.

Tabi bu senin hikayen, sen nasıl istersen öyle olur.

Ellerine sağlık, devam et. Başarılar :)

Edit: Bir de sana önerim (böyle yaptın mı bilmiyorum ama) bir bölüm yazdıktan sonra mümkünse bir gün bekle. Bekleyemezsen bir saat kalk başından, sonra tekrar oturup baştan sona bir oku. Düzelteceğin yerler olacaktır ve bence öykünün kalitesini artırır.

Çevrimdışı TheSpell

  • ***
  • 826
  • Rom: 16
  • Dovie'andi se tovya sagain.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dönüm Noktası
« Yanıtla #2 : 17 Temmuz 2012, 23:10:46 »
Öncelikle hikayeyi koyalı çok kısa bir zaman olmasına karşın okuyan biri olduğunu görmek güzel. Hikayeyi okuduğunuz için teşekkürler.

Söylediklerinize gelirsek, aslında oradaki amacım Dünya'ya bir tür mesaj vermekti. Kirliliğe, hor kullanıma dair. Yine de bundan sonra başka gezegenlerden bahsedersem eğer söylediklerinize uyarım :)

Evet, tam olarak bilim kurgu olmasa da, bilim kurgu ve fantastik kurgu karışımı bir şey olacak gibi. Bekleyip göreceğiz artık. :)

Edit: Öyle yapacağım emin olabilirsiniz :D

Çevrimdışı Gilderoy

  • ***
  • 416
  • Rom: 6
    • Profili Görüntüle
    • Kuyutorman
Ynt: Dönüm Noktası
« Yanıtla #3 : 18 Temmuz 2012, 00:28:22 »
Öncelikle merhaba. Sanırım ilk hikayenizle-girişiyle daha doğru olur- burada tanışmış olduk. Hemen yazıldığı ve pek kontrol edilmeden Kurgu İskelesi'ne eklendiğini göz önünde bulundurursak başarısız diyemeyiz. Ama çok daha iyi olabilirdi.

Okurken kafama birkaç yer takıldı. Mesela, Galaxie'nin de dediği gibi bu X gezegeninin dünya ile ne gibi bir bağı var? Neden dünya? Ve kim bu yaratıklar? "...kahrolası insanlar..." demişsin; demek ki bu gezegende yaşayanlar insan değil fakat onları kadın ve erkek diye de tasvir etmişsin. Bu konu biraz sıkıntılı bence. Umarım diğer bölümlerde buna da bir açıklık getirirsin.

"Beni duyarlarsa ne yapabileceklerimden emin değildim." cümlesi de biraz aceleye getirilmiş gibi. Konu başında demişsin zaten duygusallaştım, yazmaya başladım diye. Bu iyi bir şey bence. İlham perilerini kaçırmamak lazım. Daha sonra bir kontrol etseydin eminim bu cümleyi değiştirirdin.

Takip etmeye çalışacağım TheSpell. Hayal gücüne sağlık, başarılar.
to see world in a grain of sand
and a heaven in a wild flower
hold infinity in the palm of your hand
and eternity in an hour
-William Blake

Çevrimdışı TheSpell

  • ***
  • 826
  • Rom: 16
  • Dovie'andi se tovya sagain.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dönüm Noktası
« Yanıtla #4 : 18 Temmuz 2012, 00:32:45 »
Elimden geldiğince açıklık getireceğim ona. Ve şöyle bir okuyunca gerçekten hatalarım olduğunu fark ettim. Yeni bölümle birlikte ilk bölümü biraz değiştirebilirim. Bunu haberdar ederim size.

Yorumun ve önerilerin için teşekkürler. Takipçilerimin olması güzel.

Ve evet, ilk hikayem olmasa da, yayınlanabilecek kadar iyi olduğuna inandığım ilk hikayem. Diğerleri çok kötüydü çünkü :)

Edit: Bu bölümde bilim kurgu yanı biraz daha ağır basacak gibi.

Çevrimdışı Wanderer

  • ****
  • 1501
  • Rom: 28
  • Uzun günler ve hoş geceler dilerim.
    • Profili Görüntüle
    • Blog Sayfam - Yolsuz Yolcu
Ynt: Dönüm Noktası
« Yanıtla #5 : 20 Temmuz 2012, 00:00:29 »
Öyküyü bitirdim, gayet mutlu mesut yorum yazacaktım hani devamı nerede diye, sonra Galaxie'nin yorumunu gördüm ve 'kaç yaşındaymış ki?' diye girip baktım ne göreyim? On üç. Helal olsun diyorum TheSpell, zerre ergenlik göremedim yazında.

Devamını bekliyorum. :)
May the force, be with you.

Çevrimdışı TheSpell

  • ***
  • 826
  • Rom: 16
  • Dovie'andi se tovya sagain.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dönüm Noktası
« Yanıtla #6 : 20 Temmuz 2012, 00:24:57 »
Sonlarına doğru gözlerim doldu diyebilirim. Daha doğrusu duygulandım.

Ve işte söz verdiğim gibi, iki gün sonra ikinci bölüm!


BÖLÜM İKİ


Ne yaptığımı anlamadan koşturdum. Ne zaman bir köşe görsem döndüm. Tozlu topraklardan geçtim, var olduğundan bile haberdar olmadığım ovalardan geçtim. Başka bir şehre gelmiş olabilirdim ancak umurumda değildi. Beynim doğru düzgün çalışmayı reddediyordu. Vücudumda pompalanan adrenalin ve yaşadığım dugu patlaması sebebiyle yorulup yorulmadığımı anlamam zordu. Aslına her şeyi anlamam zordu. Bu biraz karmaşık bir konuydu.

Ne zaman aklıma durup nerede olduğumu belirlemek gelse, daha da hızlı koştum. Havanın zifiri karanlık olduğu zamanda, nefes nefese olduğum yere çömeldim. İnsanların tuhaf bakışlarına aldırmıyordum. Tek amacım vücuduma daha fazla oksijen girdirebilmekti.

Bunu pek başaramadığım gibi, aklımı da tam olarak toplayamamıştım. Neredeydim? Boşver. Burada ne işim vardı? Bilmiyordum. Şimdi ne yapacaktım? Hiçbir fikrim yoktu.

Beynim doğru düzgün çalışmayı reddediyordu ve bu da beni –insan kendi kendisine ne kadae sinir olabilirse- sinir ediyordu. Bir süre aynı şekilde durmaya devam ettim. Bir adamın önüme geçip, beden dilini sinirli bir şekilde kullandığını hatırlıyorum. Görüşüm bulanıktı ve dediklerini tam olarak anlayamıyordum. Ancak çok ağır sözler sarf ettiğinden emindim. Yani, günün birinde kim olduğu bilinmez, nefes nefese kalmış bir çocuk tam dükkanınızın önünde duruyor, siz de kızmaz mıydınız? Muhtemelen müşterileri kaçırıyordum. Umursamadım. Hatta yüzüne bile bakmadım. Muhtemelen bana diğerlerini hatırlatacaktı.

Prey’lerin kendilerine özgü, esmer bir teni vardır. Aslında buna çikolata kahvesi de diyebiliriz. Bu yüzden boyları ve yüz hatları haricinde birbirlerinden pek ayırt edilemezler. Çok yapılı bir toplum da değiliz zaten. Tarihimizdeki en uzun Prey yaklaşık bir metre 70 santimetre uzunluğundaydı. Eğer Prey’sen, 16 yaşından sonra uzamazdın.

Fiziksel olarak insanlarla birçok ortak özelliğimiz bulunmakla birlikte, farklı özelliklerimiz de vardır. Öncelikle Prey’lerin vücudu pürüzsüzdür. Bizde kıl bulamazsınız. Asla. Hiçbir yerimizde.

Okul zamanlarında, insanların çok ilginç bir ırk olduğunu düşünüp onları araştırırdım. Bu yüzden onlarda “saç kestirme” diye bir adet olduğundan haberdarım. Böyle bir adetin biz Prey’lerde olduğunu söyleyemeyeceğim. Genelde saçlarımızı uzatmayı severiz. Onlara şekil de vermeyiz, hayır. Genelde karışık veyahut dümdüz olurlar. Bizi rahatsız edecek kadar uzadıklarında ise, muhtemelen makas kullanırız.

Umarım bunu okuyanların akıllarında şu soru oluşuyordur: madem bu kadar ileri teknolojili bir devrimde yaşıyorsunuz, saçların için bir alet neden yapmadınız?

Cevap çok basit. Öyle bir gereksinimimiz yoktu. Biz laboratuarlarda deliler gibi çalışırdık, işimize yarayacak şeyler icat etmeye çalışırdık. Yapay zekalı robotlar gibi. Ancak o konuya sonra değineceğim.

Düşüncelere dalmışken, karşımda duran kişinin bana tekme attığını gördüm. Bir anda tüm kaslarım boşalıverdi ve yere yığıldım. Zihinsel anlamda yıkılmıştım zaten. Fiziksel olarak da aynısını yaşayınca, bir anda savunmasız kaldım. Defalarca tekmelendiğimi hatırlıyorum, zorla oradan kovulduğumu. Sonra beni ayağa kaldırıp, karşı tarafa doğru itelediler. Yürüyemediğim için güvenli bir yere gidemedim. Karanlıkta, zihnime kazınmış acılarla ve bedenimdeki dayanılmaz sızılarla yattım. Sesimi çıkaramadım.

Asla dindar biri olmamışımdır, ancak o zaman dua etmeye başladım. Bunların bir rüya olduğuna inandırılmam için. Gözlerimi kapattığımda sıcak yatağımdan düşmek ve bir anda kendimi ailemin yanında bulak için. Göz yaşlarımın süzülüp aşağıya gittiğini hissediyordum. O gözyaşlarında hasret vardı, özlem vardı, birbirinden farklı birçok duygunun karışımı vardı… Sonunda gözlerimi kapatmaya başlamıştım. İşte, gidiyordum. Tandığım birilerinin yanına. Belki de sonsuza kadar acı çekeceğim bir yere…

İşte o an karanlığın arasından bir ses yükseldi. İlk başta geçirdiğim zihinsel travma yüzünden kelimeleri toparlayamadım. Ancak sonra o sesteki kararlılığı gördüm. Yüceliği gördüm. Tanrı yardımıma gelmişti. Evet, beni kurtarmıştı! Bunu ancak o yapabilirdi.

Karanlıktan dökülen gür sesin anlatmak istediği şey ise şuydu: “Zor oluyor, değil mi?”

Çevrimdışı TheSpell

  • ***
  • 826
  • Rom: 16
  • Dovie'andi se tovya sagain.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dönüm Noktası
« Yanıtla #7 : 21 Temmuz 2012, 23:35:17 »
Arkadaşlar bazı işlerim sebebiyle hikaye bugünlük gelemeyecek. En kısa zamanda göndermeye çalışacağım.

Çevrimdışı TheSpell

  • ***
  • 826
  • Rom: 16
  • Dovie'andi se tovya sagain.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Dönüm Noktası
« Yanıtla #8 : 23 Temmuz 2012, 16:37:39 »
İşte bölüm 3!

BÖLÜM 3

O halimle nasıl yapılabilirse, o kadar düzgün gülümsemeye çalıştım. Bu sesin hangi ağızdan çıktığı hakkında bir bilgim yoktu. Ona burada olduğumu belli etmek için bir ses çıkarmak istedim. Ancak ağzımdan sadece bir inilti çıkarabildim. Bunun bile başarı olduğu yönündeydi fikirlerim.

Sonra karanlıkta ayak sesleri duydum. Sesin şiddeti gittikçe artıyordu, ki bu da birinin yaklaştığını gösteriyordu. Saygıyla karışık heyecanla bekledim. Onun kurtarıcım olduğunu düşünüyordum. Yüce bir Prey geliyordu düşüncelerime göre. O an sadece bunları düşünebiliyordum. Doğru düzgün bir şeyler düşünmek konusunda hala başarısızdım ve göz yaşlarım içindeyken birisi gelince onun Tanrı tarafından gönderildiğini düşünmeye başlamıştım. Ne kadar aptalca bir düşünce.

Sonunda karanlıktan birisi çıkmıştı. Yanıma geldi. Nefes alış verişlerini duyabiliyordum. Ancak başımı o yöne çeviremiyordum. Üzerime eğildiğini hissettim. Nefesi ekşimiş bir şeyler yemiş gibi kokuyordu. Sonra yüzünü gördüm. Önüme geçmişti.

Her ne kadar bir Prey’in esmer tenine sahip olsa da yüzü soluktu. Ve yara izleriyle kaplıydı. Tamamen yara iziyle kaplıydı. Bu kadar çok yara izine nasıl sahip olmuş acaba, diye düşündüm. Tahmin yürütemiyordum.

Gözleri yosun yeşiliydi. Ve yüzü merakla kırışmıştı. Her zaman neşeli olan birisiymiş gibi görünüyordu. Bana bakarken de gülümsüyordu zaten.

“Beni duydun, zor olmuyor mu?” dedi. Cevap vermeye çalıştım ancak başaramadım. Yine ağzımdan bir inilti kaçtı. Karşımdaki sanki hareket edemediğimi yeni anlamış gibi bana baktı. “Ah, konuşamıyorsun tabi! Ne kadar da aptalım. Dur sana yardım edeyim.” Sonra ellerini koltuk altıma soktu ve beni ayağa kaldırdı. Tam o anda da bırakacaktı ki başımı zorlukla iki yana sallamayı başarabildim. Mesajı almış olacak ki, bir kolumu omzuna attı ve ilerlemeye başladı. O ara kıyafetlerine bakma fırsatını da buldum. Ve bu Prey’in hiç de beklediğim gibi biri olmadığını anladım.

Bir tür dilenciydi, bu kesindi. Kıyafetleri yırtık pırtıktı. Tişörtü o kadar yıpranmıştı ki, ilk halindeyken hangi renk olduğunu anlamak çok zordu. Yerdeyken pek dikkat edememiştim, ancak saçları keçe gibi düz ve simsiyahtı. Ancak zeki bir çehresi vardı. Bu belliydi.

O an ilk kuşku tohumları içimde yeşermeye başladı. Niye bu adamın bana yardım etmesine izin veriyordum ki? Belki de beni bana zarar verebilecek kişilerin yanına götürüyordu. Kim bilir?

Bunları düşünmeme rağmen devam ettim. Çünkü beni bırakır bırakmaz düşeceğimi biliyordum. Bu yüzden devam ettim. Edebileceğim kadar ettim. En sonunda, sokağın dibinde küçük bir yere vardık. Burası, eski ve dokunsan dağılacakmış gibi duran kilimlerden oluşan küçük bir yerdi. Kurtarıcım oraya doğru geldi ve yavaşça beni yere bıraktı. Aslında bu sert bir hareket değildi ancak acıtmıştı. Ağzımdan bir inilti daha kaçıverdi.

“Ah yapma, bu sadece duygu yoğunluğunun bir yan etkisi.” Dedi kurtarıcım beni şaşırtarak. Bir dilencinin bu tür kelimeler kullanması normal miydi? ‘Duygu yoğunluğu’ ya da ‘yan etki kelimeleri pek bu tür insanlar tarafından kullanılmazdı. Yüzümdeki şaşkın ifadeyi anlamış olacak ki alayla güldü.

“Böyle bir şey beklemiyordun, değil mi? Sana öğreteceğim çok şey var çocuk, çok şey!” Bu garip tavırları her ne kadar merak uyandırıcı olsa da uykum gelmişti ve göz kapaklarım adeta kurşundandı. Kendimi tutamadım ve uykuya daldım.

Uyandığımda kendimi çok daha iyi hissediyordum. Sabah olmasını umuyordum ancak buraya güneş ışığı gelmiyordu. Hem de hiç. Ciddiyim. Güneş ışığı buraya sıçramıyordu. Ama nasıl? Bunu öğrenmeliydim. Kısa bir denemenin ardından ayağa kalkabildim. Ardından da düzgün bir şekilde yürüyebildiğimi fark ettim. Yavaş yavaş ilerlemeye başladım.

Bir süre yürüdüm. Karanlık olduğu gibi sis de vardı ve gittikçe kalınlaşıyordu. Bunun nedenini anlayamıyordum. Kafam hala allak bullaktı ve olanlara anlam yükleyemiyordum. İlk olarak neredeydim? Bu büyük bir sorundu. Nerede olduğumu bilmeyerek, güneş ışığının giremediği bir yerde dolanıyordum. Başım dertte gibi görünüyordu.

Ve beni buraya getiren kişi kimdi? Şimdi neden yoktu? Bana neden yardım etmişti? Hepsi bir muammaydı.

En sonunda caddeye varabilmiştim. Dün geceden pek bir şey hatırlamıyordum ve her ne kadar burada hırpalanmış olsam da güzel bir yerdi.

Geniş ve upuzun bir caddeydi. Her iki tarafında da cıvıl cıvıl dükkanlar sıralanmıştı. Cadde Prey kaynıyordu. İnsanlar dükkanlara girip çıkıyor, birbirleriyle konuşuyorlardı. Herkes mutlu görünüyordu. Kimsenin beni gördüğünü sanmıyordum. Ya da görüp önemsemiyorlardı.

Tam o anda birisi kolumu çekiştirdi ve beni sürüklemeye başladı. Arkamı döndüğümde onun dün geceki Prey olduğunu gördüm. Yüzünde katı bir ifade vardı ve bana kızmış görünüyordu. Geri geldiğimizde beni sertçe kilimlerin üzerine attı. Sonra da yüzünü benimkine doğru yaklaştırdı ve bağırmaya başladı.

“Sana buradan gidebilirsin dediğimi hatırlamıyorum!” diye kükredi. Neden bu kadar sinirlendiğini anlamıyordum. Kötü bir şey yapamıştım ki. Sadece caddeye bir göz gezdirmiştim. Bir şeyler söylemeye çalıştım fakat söyleyemedim. Boğazımı temizledim ve “Ne yaptım?” dedim kısık bir sesle.

“Bundan sonra, ben söylemedikçe asla buradan çıkmayacaksın!” diye cevap verdi bağırarak.

“Biliyorsun, sana muhtaç değilim. İstediğim zaman buradan çekip gidebilirim.” Diye karşılık verdim. Bu söylediğim ona etki etmiş gibiydi ki, durdu. Sonra gülmeye başladı. İlk başta kısık sesle, sonra kahkaha atarak. Bir süre karnını tutarak kahkaha atmaya devam etti. Neler döndüğünü anlayamıyordum ve bu beni sinir ediyordu.

“Dene de gör, çocuk.” Dedi sesindeki bariz bir alayla. Aslında bir nebze haklıydı. Gidecek bir yerim yoktu. Nerede olduğumu da bilmiyordum. Kısacası, çaresizdim.

“Neredeyiz?” dedim sesimdeki titremeye engel olamayarak. Bana baktı, yüz ifadesi yumuşamıştı. “Gerçekten nerede olduğunu bilmiyor musun?” diye sordu. Yutkunarak başımı iki yana salladım. Gözlerini gözlerime dikti. Sanki içime girmek istiyor, beni çözmeye çalışıyordu. Sonuç olarak soruma yanıt vermedi ve elini uzattı.

“Haydi gel, sana buraları gezdireyim. Bu arada ben Tap.” Dedi.

O yüce serüvenim işte böyle başladı.