Kayıt Ol

Ölümün Çığlığı

Çevrimdışı Raisor

  • ***
  • 793
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ölümün Çığlığı
« : 17 Nisan 2012, 23:15:31 »
GİRİŞ

Teor merdiveninin görkemli basamaklarına ihtişamlı bir şekilde basarak gecenin karanlığında ilerledi bir gurup savaşçı. Bu savaşçıların lideri beyaz saçlı Gunda, Gündüzün ay’ı olarak da bilinen kadim bir büyücüydü. Yeryüzünde şu anda var olan belkide en yaşlı adamdı ki bu onu güçsüz değil, korkulası bir kişi olarak anmalarına neden oluyordu.

Bu uzun merdivenlerde harcadıkları süre, yedi uzun gece, sekiz uzun gündüzü bulmuştu ama Gunda’ya göre bugün merdivenlerin sonuna ulaşacaklardı. İş merdivenlerin sonuna varmakla da bitmiyordu. Ardından Teor labirentine varacaklar, Harufet’in bataklığından geçecekler, Sonra da Fér şatosuna varacaklardı.

Yeryüzünün en uzun merdiveni, yeryüzünün en büyük labirentine, Oradan da yeryüzünün en iğrenç bataklığına bağlanıyordu. Kötülüğün zarafeti en çok bu üç büyük engelle göz önündeydi. Gunda ve gurubu, onları yavaşlatmasın diye hiç yemek almamışlar, olan suyu ise idareli kullanmaya büyük özen göstermişlerdi. Gunda'nın elindeki meşale de başlı başına bir ağırlıktı. Meşale olmadan da etrafı göremezlerdi tabi bu karanlık yeraltı tünellerinde. Savaşçılar açlığa yirmi dokuz gün dayanacak şekilde eğitilmişlerdi. Gunda ise bambaşka bir adamdı, onun için yeryüzünde süre gelen bu kötülük açlıktan daha fazla acı veriyordu.

Sonunda merdivenlerin sonuna varmışlar, yerin en dibine ulaşmışlardı. Hava sıcaklığı 60 kusur dereceden fazla olmalıydı, Merdivenler ile sekiz uzun gün aşağıya inmiş olabilirlerdi ancak, merdivenler kavisli ilerlediğinden aslında yeryüzüne pek de uzak sayılmazlardı. Bu merdivenlere “Ölümün çağrısı” adı da verilirdi. Merdivenler olduğu gibi bir ölüm tuzağıydı. Ancak yeraltına inmenin bilinen tek geçiti de, bu merdivenlerdi.

Gunda, merdivenler biter bitmez surları gördü. Altı – yedi metre uzunluğunda surlar az ilerlerinde uzanıyor, Gunda’nın baktığı tarafta tek bir giriş rahatça görünüyor, çıkış; belirginliğe bile uzak, insanlar varlığından habersiz, dehşetle oralarda bir yerlerde bekliyordu. Surların sağı ve solu dibe inen boşluklarla donatılmıştı, karşıya geçmenin tek yolu, surun giriş kapısından girmek ve labirentle yüzleşmekti.

Gunda yüzüne gözüne akan terleri sol elinin tersiyle siliverdi. Bir yudum su içerek savaşçılara döndü:

“Ölüm ile elbet bir gün karşılaşacaktık. Bizim hayatlarımız, yukarıdaki binlerce, yüz binlerce insana göre fazlasıyla değersiz geliyor bana. İşte bu değersiz hayatlar olarak bizler, yukarıdaki değerli hayatları kurtarmak uğruna buradayız. Teor’un yüzüğünü almanın tek yolu bu labirentten geçmekse, cesur olmalıyız.”

Ardından heybetle ilerledi. Asasını sağ elinde sallaya sallaya, büyük adımlarla labirentin giriş kapısından içeri girerek ortalıktan kayboldu. Savaşçılar onun ardından tek sıra halinde ilerlediler.

**

Labirentin sonuna varmak bir hafta sürmüştü. Aynı yerlerden geçtiler, binlerce kez umutlarını yitirdiler, binlerce kez yeni bir yer bulduklarını sanarak heybetle ileriye koşmaya başladılar. Altı savaşçıdan altısı da ölümün çağrısında başarıyla direnmiş olsa da, dördü labirentte açlıktan ve sıcaktan can verdi. Gundam her birini oraya, öldükleri yere, açtığı ince bir çukurun içine gömdü.

Labirentin gerçekten de sonuna vardıklarını anladıklarında, savaşçılar soğukkanlılığını bir kenara bırakarak sevinç çığlıkları atmaya başlamışlardı lakin durum Gunda için böyle değildi. Heybetli bir üzüntüyle;

“Gittikçe işler zorlaşıyor.” Dedi. Karşılarında yeryüzünün en pis bataklığı duruyordu. Bu bataklık bir gemiyi batırabilirdi. Etrafı yer altı dağlarıyla bağlanıyordu ve etrafından dolaşmak mümkün değildi. Gunda endişelendi, bu bataklıktan geçmek imkânsıza yakın görünüyordu. Ancak hep bir çıkış yolu olurdu. Şatoya gitmenin açık bir yolu olmak zorundaydı.

Gunda’nın diğer endişesi sağlık durumlarıydı. Açlık ölümcül boyutlara ulaşmış, herkes bir deri bir kemik kalmıştı. “Harika,” dedi Gunda. “Artık şişman bir büyücü değilim.”

Gerçekten de, 15 günü aşkındır buradaydılar ve 15 günde 10 kiloya yakın vermişlerdi. Suları, geri dönene kadar yeter mi bilmiyorlardı. Tam da bu sırada, bataklığın üzerindeki belirsiz siyah kayaları gördü Gunda. Aralıkları atlayarak ulaşabilecekleri kadar açık bir gurup siyah kaya, bataklığın üzerinde belli belirsiz duruyordu.

“Karşıya geçmek şans işi.” Dedi Gunda. “Kayalar kaygan ve içlerinde tuzak olanlar var. Yani basınca dibe gömülen kayalar var ve dibe gömülmeyenler de kaygan oldukları için dengenizi kaybetmenize neden olabilir.”

Bir yudum su daha içti ve bataklığa doğru ilerledi. Kayalardan birini ayağıyla kontrol ederek üzerine atladı. Diğer iki savaşçı da peşinden geliyordu.

**

12 saati aşkın bir süre zarfında Gunda bataklığın sonuna varmış, şatoyu gözleriyle görmüştü. Ama karaya yalnız başına ulaşmıştı. Diğer iki savaşçı, bataklığın içinde yitip gitmiştiler. Kendinden emin adımlarla şatoya doğru ilerledi yaşlı adam. Kendinden emindi. Aslında bir tek o kendinden emindi ki buraya kadar ulaşabilmişti. Burada yılmak olmazdı.

Teor, kötülüğün Tanrıçası, Harufet kötülüğün Tanrısı olarak bilinirdi. Fér ise onların yeraltındaki şatosu olarak anlatılırdı mitlerde. Gidebilen, daha doğrusu gidip de dönebilen olmamıştı. Bu şatoda Teor’un yüzüğü saklanmıştı. Bu yüzük, Teor ve Harufet’in varlığını sona erdirebilecek tek şeydi. Bu Tanrı’lar yok olursa, Dünya’da yüzyıllardır süre gelen savaş, tükenebilirdi. Zira Teor ve Harufet yüzyıllar önce insanlara savaş ilan etmiş, Dünya’da insanların işgal ettiği bölgeleri kendi iblis savaşçılarıyla donatmak için çokça mücadele etmişlerdi.

**

Gunda, şatodan içeri sızdı. O an gördü ki şato bomboştu. Hiç oda yoktu, sadece bomboş bir salon, bu salonun ortasında bir masa, bu masanın üzerinde çelikten bir sandık vardı. “Tam da mitlerde anlatıldığı gibi!” dedi Gunda. Yavaş ve temkinli adımlarla salonun ortasına doğru yürüdü. Sandığın yanına vardı, sandığın kapağını temkinli bir şekilde açtı. O an gördü ki, sandığın içi bomboştu.

“Kahretsin!” dedi ihtiyar sinirle. Ardından duraksadı ve etrafına baktı. Belki de yüzük başka bir yerdeydi. Kalan zamanını yüzüğü arayarak geçirebilirdi. Neden ki içinden bir ses başkasının yüzüğü çoktan ele geçirdiğini söylüyordu.

İhtiyar umutsuzca sağa sola baktı, iki çift büyü ağzından dökülüverdi:

“Espeeda, Kurun!” diye bağırdı gür bir sesle. Ve büyücünün sözleri, bomboş şatoda ikinci kez, üçüncü kez yankılandı.

Vahşet her yanda ulu orta sergilenirken,

Sevişmek için saklanmak zorunda kaldığımız bir Dünyada yaşıyoruz.

-John Lennon.

Çevrimdışı Galaxie

  • **
  • 375
  • Rom: 17
    • Profili Görüntüle
Ynt: Ölümün Çığlığı
« Yanıtla #1 : 17 Nisan 2012, 23:51:23 »
Çok akıcı, hemen içine alıyor. Okuması zevkli :) Ancak bana dokunan birkaç şeyi yazmak istiyorum:

Başta merdivenler iniyor mu çıkıyor mu anlayamadım. Sonradan açıklıyorsun ama ilk paragrafta buna açıklık getirilse daha iyi olur gibi geldi tabi bu benim fikrim :)

Bir de başta "Yeryüzünde şu anda var olan belki de en yaşlı adamdı ki bu onu güçsüz değil, korkulası bir kişi olarak anmamıza neden oluyordu." şeklinde bir cümle var. Bu birinci şahıs anlatımı, ama sonra sanki tanrısal anlatım (üçüncü şahıs anlatımı) olarak devam ediyor. Yani anlatan kişinin Gunda olmadığı kesin, ama herkes öldü. O zaman kim anlatıyor? Eğer kimse anlatmıyorsa ilk cümle yanlış yazılmış olmalı.

Bir diğer şey yüzyıllardır süre gelen savaş kimler arasında ve yüzüğün buradaki rolü nedir? Yani Sauron'daki rolü gibi midir mesela?

Gerçi henüz çok kısa, eminim sorularımın cevabını öykü devam ettikçe alacağım.

Çok güzel yazmışsın kalemine sağlık, devamını merakla bekliyorum :)

Çevrimdışı Raisor

  • ***
  • 793
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Ölümün Çığlığı
« Yanıtla #2 : 29 Nisan 2012, 22:15:11 »

Bölüm 1 - Sır



Eskiden evlerin pek çoğu ahşaptı. Kale duvarları ise, surlar, sarı taşlar ya da kayalardan yapılırdı. Hayatın pek de kolay olmadığı ilk çağ zamanlarının sonlarına doğru, ev tasarımlarında bir gelişme gözlemleniyordu. Batı Avrupa’da pek çok küçük krallık vardı. İşte bunlardan biri olan Hordway krallığı, mimarisi en güçlü olan krallıktı. Yüzyıllardır hiçbir düşman tarafından ele geçirilemiyordu.

Aslında diğer krallıklar Hordway’in yıkılmaz surlarının tek sebebinin, sağlam malzeme olduğunu düşünse de, bu bir yalandı. Hordway kralı Senbai, krallıklar içinde büyüyü yasaklamamış tek kral olduğundan, pek çok büyücü bu krallığa göç etmişti. Kralın bu vefakâr tavrı sayesinde, büyücülerden bir ordu, krallığı koruyordu. Surlara pek çok koruma büyüsü yerleştirilmişti ve Senbai, büyücülerinin gitmesini hiç de istemiyordu işin açığı.

Yeryüzünün gelmiş geçmiş en vefakâr ve iyi kralı, belki de Senbai’ydi. Ancak, yarım yüzyıldır yaşamıştı ve zamanı gittikçe azalıyordu. Senbai, iki oğlu ve kızı, sarayın, kraliyet ailesi için ayrılmış yemek salonunda, derin konulardan konuşuyor; bir yandan da özenle hazırlanmış sofrada karınlarını doyuruyorlardı.

“Gunda ve askerlerden henüz bir haber yok, değil mi?” diye sordu kral, meraklı bir ses tonuyla. Endişe dolu gözlerle üç evladını inceliyordu. Onlar, çok sevdiği eşi Fionna’dan kendisine miras kalmış en önemli varlıklardı.

“Var baba.” dedi John. John en büyük prensti. Tahtın varisiydi ve bu, krallık bir gün cehenneme dönecek anlamını taşıyordu. Tuhaftır ama, bunu kral dışında herkes görebiliyordu. John, katı yürekli, zalim bir adamdı. Geçen haftalarda 25. Doğum günü kutlanmıştı.

“Ah, peki nedir bu haber?” diye sordu Senbai. Merakı, hız kaybetmeden artıyordu. Domuz yahnisinden bir dilim daha ağzına attı.

“Gunda, öldü baba.” Bunu söylerken, içten içe seviniyordu John. Bu da yüzüne yansımıştı. Tabi kral bunu fark etmedi. En küçük kardeş Michael, bunu fark eden tek kişiydi.

“Ne demek öldü? Nasıl olur? Gunda kadar güçlü bir adam?” Kral, şaşkına dönmüştü.

“Geri dönen olmadı baba. Gunda, altın kanadı yolladı, bize haber vermek için. Yüzük, biz gelmeden çok önce çalınmış.”

“Kan ve Lanet!” diye bağırdı Kral ve masaya kuvvetli bir yumruk indirdi. Bardaklar masanın üzerinde tiz bir ses çıkarmış, birkaç malzeme masadan düşerek yere çakılmıştı. Altın kanat, büyülü bir kuştu. Sadece Gunda ve onun kadar güçlü olan birkaç büyücü o kuşu nasıl kullanabileceğini biliyordu. Haber yollamak için her yerde çağırabileceğiniz özel bir kuştu. “O yüzük, Teor ve Harufeti geldiği yere geri döndürebilecek sihirli sözcükleri içinde barındırıyor. O yüzük olmadan Dünya’daki kaos şiddetlenerek artacaktır. Hepimiz Harufet’in ölümsüz askerlerinden oluşan ordunun, batıdan doğuya doğru ilerleyerek, tüm krallıkları haritadan sildiğini iyi biliyoruz! Sıra bize gelmeden önce yüzüğü bulmak zorundayız!” Kral derin bir nefes alarak, konuşmasına devam etti. “Peki, kuş başka ne söyledi?”

“Gunda yüzüğün yerini bulduğunda, yüzüğün orda olmadığını fark etmiş. Oraya varana kadar, diğer askerler çoktan ölmüş. Gunda ise, geri dönecek gücü kalmadığı için, kendini orada ölüme terk etmiş.” Diye söze atıldı Michael. “Kuş bizzat odama geldi, baba” dedi ve sözlerini bitirdi.

Michael, abisinden 5 yaş küçüktü. Ayrıca ondan tamamen farklıydı. Michael annesine, John ise babasına benziyordu. John’un uzun, siyah, dalgalı saçları ve ela gözleri vardı lakin Michael’in saçları kumral ve kısaydı. Yeşil gözleri vardı. Abisi kadar uzun boylu değildi, ancak kısa boylu da sayılmazdı. Ayrıca Michael, babasının izinden gidiyordu, hatta merhamet duygusu ondan bile güçlüydü. Gunda, kuşu özellikle ona göndermiş olmalıydı. Michael’a, John’dan daha çok güveniyordu.

Kral sıkkın bir halde kızı Aniet’e döndü. Aniet ise, kardeşler içinde en büyük olanıydı. Büyük erkek kardeş John’dan iki yaş büyüktü. Onun uzun siyah saçları ve yemyeşil gözleri pek çok adamı büyüleyebilirdi. Bu yaşına gelmiş, lakin evlenmeyi kendine uygun görememişti. Öte yandan John, kendine eş olarak babasının ezeli rakibi kral Yulot’un kızı Suzanna’yı seçmişti. Baba Senbai, bunu duyduğunda intihara teşebbüs etmeyi bile aklından geçirdi. Yulot ile arasındaki ilişkinin bozuk kalması gerektiğini düşünüyordu. Ama bu duruma zamanla göz yummak ve Yulot ile ilişkilerini düzeltmek zorunda kaldı. Yulot bu duruma mutlu olmuştu tabi. Ne de olsa krallığı Hamand, Hordway’in müttefiki olunca, diğer krallıklar ona saldıramayacak, Hamand kendi içinde güçlenerek, bir gün Hordway’i bile devirecek kadar güçlü olacaktı. Bu sırada Suzanna, babasını ziyarete, Hamand’a gittiğinden, bu konuşmayı kaçırıyordu.

“Evet kızım, sen ne düşünüyorsun?” diye sordu Senbai, Aniet’e.

“Gunda’ya üzüldüm.” Dedi Aniet. “Bu krallıktaki herkesin babası gibiydi.” Ardından sinsi bir gülümsemeyle, elma şarabını yudumladı.

**

O sabah, hava biraz bozuktu, yağmur yağacak gibiydi. Fudi, ev işleriyle uğraşıyordu. Yağmur yağmaya başlamadan önce, evi bir güzel temizleyip, yıkanmayı planlıyordu.

“Gelios, az yardım etsen fena olmazdı be ihtiyar?” diye mırıldandı, elindeki bez parçasını masanın üzerinde gezdirirken.

Gelios, köşede, siyah bir kazanı, elindeki tahta kaşık ile karıştırıp duruyordu. İhtiyar bir adamdı. En az 70 yaşlarında vardı. Saçları beyazlamış, yüzünde hafif kırışıklıklar meydana gelmişti. Kısa boyluydu ve içkiden oluşan küçük bir göbeğe sahipti. “Görmüyor musun Fudi, öğlen için çorba pişiriyorum” dedi.

“Daha gün yeni başladı.” Dedi Fudi. “Öğlene çok var.”

“Evet ama bu çorba biraz uzun sürüyor” dedi Gelios alel acele. Fudi’yi birkaç hafta önce, sokağın köşesinde, ölüme yakın, aç ve sefil bir halde bulmuş, onu evine almıştı. Fudi uzaktaki bir krallıktan can havliyle kaçarak, Hordway’e gelmişti. Geldiği krallıkta büyü yasaktı ve Fudi’nin tek suçu, güçlü ve iyi bir büyücü olmasıydı. Hordway, onun için umudun olduğu bir yerdi.

Çok kısa bir süre içinde, Gelios ve Fudi, birbirine alışmışlardı. İkisinde de mükemmel bir iyilik sevgisi vardı. Fudi, mavi gözlü, siyah saçlı, oldukça zayıf ve çelimsiz bir karakterdi, lakin yakışıklıydı da. Sürekli gülerdi.

Aslında Fudi vazgeçmeliydi. Ahşap ev, temizlenecek gibi bir durumda değildi. Evde iki oda vardı. Yatak odası ve giriş. Ama durum içler acısıydı. Girişte yığın halde kıyafetler, garip garip eşyalar, odanın ortasında büyük bir masa ve yatak odasında ise, iki saçma yatak ile, yere atılmış bir halde birçok ıvır zıvır vardı. Fudi şimdi neyi temizleyeceğini düşünürken kapı çaldı.

Kapıya hızla iki adım atan Fudi, karşısında kendi yaşlarında, kumral saçlı, yeşil gözlü, yakışıklı bir oğlan buldu. Boyu kendisiyle aynı gibiydi.

“İşimin ortasında beni rahatsız etmene eminim değmiştir.” Dedi Fudi somurtarak. “Ne istiyorsun?” Aslında Fudi buraya geldiğinden beri hiç misafirleri olmamıştı. Bir yerlere giden hep o ve Gelios olurdu.

“O kim?” diye sordu Gelios zarif bir sesle ve kapıya doğru yöneldi. “Ah, prens Michael! Bu ziyaretinizi neye borçluyum? Siz Fudi’nin kusuruna bakmayın, buralarda yenidir.”

Prens Michael, kapıdan içeriye uzun bir adım attı. Fudi’ye delici bir bakış fırlattı ama bir şey demedi. Fudi yerin dibine girmişti.

“Hem kötü, hem iyi haberlerim var Gelios. Umarım benim gibi genç bir adama ayırabileceğin birkaç dakikan vardır?”

“Tabi ki, prensim.” Dedi Gelios reverans yaparak, “Buyurun, şuraya oturun.” Diyerek ona masanın kenarındaki eski, tahta sandalyeyi gösterdi.

Prens gösterilen yere oturdu. Konuşmaya başlamadan önce derin bir nefes aldı. “Maalesef, Gunda’yı kaybettik.” Dedi. “Gittiği görevde başarılı oldu, yüzüğün saklandığı yere kadar gitti. Lakin yüzük yerinde yoktu ve Gunda’nın geri dönecek gücü kalmadığından Altın Kanat ile bize haber yolladı.”

Gelios’un gözünde iri bir yaş tanesi birikti. “Anlıyorum, prensim” dedi boğuk bir sesle. “Gunda, hepimiz için mükemmel bir adamdı. Benim öğretmenimdi ve babam gibiydi.”

“Bu yüzden, Gelios, sen büyücülük konseyinin yeni başkanısın.” Ardından sandalyeden kalkarak hızla kapıya ilerledi. Ardına bakmadan dışarı çıktı ve kapıyı kapattı.

“Görünen o ki, krallığı daha iyi bir şekilde koruyabileceğim yeni bir görev var.” Dedi Gelios. Sevinçli değildi. Başkan olsa da olmasa da, çok sevdiği, doğup büyüdüğü bu krallığı her daim koruyacaktı. “İşimize dönelim.” Diyerek kazanının başına döndü. Fudi, öylece bakıyordu.

Spoiler: Göster

@galaxie: Öncelikle yazımı okuduğunuz ve fikirlerinizi belirttiğiniz için size ne kadar teşekkür etsem azdır. Eleştiri almak daha iyi yazmama neden oluyor ve bu da beni sevindiriyor işin açığı.

İlk olarak, bahsettiğiniz cümleyi ("Yeryüzünde şu anda var olan belki de en yaşlı adamdı ki bu onu güçsüz değil, korkulası bir kişi olarak anmamıza neden oluyordu.") değiştirdim. Fark edemediğim küçük bir anlatım bozukluğu oldu orada. İkinci olarak merdivenlerin aşağı indiğini söylemeyi, kasten ertelemiştim. Böylesi daha akıcı olur diye düşünüyordum.

Sorduğunuz soruya gelince, her şeyi bir anda yazmak istemediğimden, her şeyi yavaş yavaş anlatmak istiyorum. Yüzük, şu anda yayınladığım 1. bölümde de belirttiğim gibi, kötülük tanrı ve tanrıçasını geldikleri yere gönderecek büyüyü içinde barındıran bir artifakttır. İşin açığı, Yüzüklerin Efendisi'nde olduğu gibi bir güç yüzüğü değildir. Dediğiniz gibi hikâye henüz çok kısa ve zamanla her soru işareti cevaplanacaktır.

İlginiz için teşekkür ederim. :)

Vahşet her yanda ulu orta sergilenirken,

Sevişmek için saklanmak zorunda kaldığımız bir Dünyada yaşıyoruz.

-John Lennon.

Çevrimdışı Raisor

  • ***
  • 793
  • Rom: 15
    • Profili Görüntüle
Ynt: Ölümün Çığlığı
« Yanıtla #3 : 10 Mayıs 2012, 17:20:15 »

Bölüm 2 – Kara Büyü

Gecenin korkulu karanlığında, bir çift iri göz, Valean ormanının derinliklerinde, büyülü sözleri mırıldanan cadıyı izliyordu. Bu gözler, zevk ve tatmin duygularının da yansıması gibiydi adeta. İzleyici, cadının büyülü sözlerini şehvetle dinliyor, içini saran başarı duygusu, sevinmesine neden oluyordu.

“Tamamdır.” Dedi tiz ve güzel bir bayan sesi. “Emrettiğiniz gibi, kral Senbai, iyi bir ölümü tadacak. Lakin prensim, bunu neden yapmak istediğinizi anlamış değilim.”

Prens John, gülümsemesi sırıtma haline bürünene değin, ağzını kıvırttı. “Bu senin işin değil Forgause. Sana sunduğum altınlar boşuna gitmemiştir emin ol. Kral artık yaşlandı ve bu ülkenin yeni bir krala ihtiyacı var. İyi bir iş yaptığını da düşünebilirsin.”

Forgause, kadın büyücüler içinde,  en soysuz olanıydı. Altın ve mücevher için yapamayacağı şey yoktu. Bu da onun yolunu kaybetmesine, farklı yollara cezp edilmesine sebebiyet veriyordu. Bu mücevher ve para aşkı nedendir, kimse bilemezdi. Tek bilinen, kuvvetli bir kara büyücü olduğuydu.

**

Fudi, sabahtan beri uğraşmış, sonunda gece yarısına yakın, tüm evi temizlemişti. Tüm bu süre boyunca Gelios’un tek yaptığı, çorba pişirmek, uyumak, tekrar çorba pişirmek ve oturmak olmuştu. Şu sıralar ise, hala oturuyordu.

“Gece oldu,” dedi Fudi. “Yarın farklı bir gün olacak. Senin konseyde başkanlık yapacağın ilk gün, yatıp dinlenmeliyiz.” Ardından yorgunluktan bitap düşmüş bir halde, köşedeki yatağına uzandı. Uyumadan önce tek fark ettiği, Gelios’un gözyaşlarıydı. Gunda, Gelios için önemli biriydi belli ki. Yaşlı büyücü tahta sandalyesine oturmuş, elinin tersini boynuna dayayarak, bir şeyler düşünüyor, bir şeylere hüzünleniyor ve ağlıyordu.

Tabi bu sıralarda, kraliyet sarayında karmaşa çıktığından haberleri yoktu. Kral, aniden rahatsızlanmış, kalp krizi geçirmişti. Prens Michael, babasına bir şey danışmak isteyip babasını odasında ziyaret edince, onu yerde baygın bir halde bulmuştu. Hemen muhafızları çağırdı tabi ki.

Prens John ve Prenses Aniet, soğukkanlı bir ifadeyle, hekim ve birkaç aile dostuyla birlikte odaya girdiler. Öğle vakitlerinde babasının krallığından dönen, prens John’un eşi, prenses Suzanna bile daha endişeli görünüyordu kocasından. Kocasının Kral olma planlarından haberdar değildi. Kendisi, Kraliçe olma gibi planlar kurmuyordu işin açığı. Kralı sevip sayardı. Kendi babasından daha vefalı bir kral olduğunu görüp, onu örnek alıyordu. Babasının krallığına gittiği bu son 2 günde, babasına pek çok kez kralın vefakâr tavrından bahsetmişti. Babasının, Kral Senbai’ye imrenmesini hayal ediyordu zavallı prenses. Lakin işte o kralın nabzı, tüm müdahalelere rağmen, gece yarısı tamamen ve bir daha atmayacak şekilde, durdu.

Kralın öldüğü haberleri, çok geçmeden krallık içinde yayıldı. Daha o geceden, haber, kraliyet sarayının dışına çıkmıştı. Haberi ilk alanlardan birisi de, Gelios olmuştu. Büyücüler konseyinin yeni başkanı olarak, bu haberi ilk alanlardan biri olması, oldukça doğal olmalıydı.

Prens Michael, gecenin bir yarısı Gelios’un evine gelmiş, babasının hastalandığını anlatmış, büyünün yardımı olup olmayacağını danışmıştı. Gelios,  iyi bir şifacı arkadaşının evine gitti ilk önce. Yanında Prens Michael ve Fudi de vardı. İhtiyar şifacı Hefa, kapı sesiyle yatağından fırladı. Kapıyı açtı. Durumu kendisine alel acele anlatan Gelios’un yardım isteğine, olumlu bir cevap verdi, ancak onlar Kral’ın odasına vardıklarında, Kral çoktan ölmüştü.

Yapılacak en iyi şey yapıldı. Beklediler. Ertesi gün olmasını, kralın cesedinin yakılmasını beklediler.

**


Ertesi gün, hava yağmurluydu. Kâinat bile ağlıyordu belli ki, Kral’ın ölümüne. Kralın Danışma konseyi ve büyücüler konseyi, aynı anda, bu kez Prens John tarafından toplanılmıştı. Gelios da, bu toplantıda yerini almıştı tabi ki. Büyücüler konseyinin başkanı olarak, Fudi’yi de yanında getirmiş, açıklama olarak Fudi’nin de artık bu konseye üye olduğunu söylemişti.

Tüm büyücüler, genç ve tanıdık olmayan bir büyücünün, konseye katılmasını aykırı gördü. Ama Gelios’un hatırına, bir şey demediler. Zaten Gelios, Fudi’nin zeki olduğu için değil, güçlü olduğu için konseye alındığını söylemişti onu o gün konseye tanıtırken. Fudi, gerçekten özel bir büyücüydü. Sadece biraz toydu.

“Evet, değerli danışma konseyi üyeleri ve büyücü konseyi üyeleri! Babamın dün gece ani hastalanması ve vefat etmesi, oğulları olarak başta bizi, oldukça üzdü. Ancak, krallığın iyiliği açısından, bir an önce, benim taç giyme törenimin yapılmasını öneriyorum. Zira krallık başıboş kalırsa, durum pek de iyi olmayabilir.”

Konuşan, prens John’du. Kralın cesedinin yakılmasından birkaç saat sonra, konseyleri toplayarak böyle bir istekte bulunması, oldukça garipti. Ama bu gariplik, bir tek Gelios ve Prens Michael’ın gözüne battı. Aniet ise, pek bir mutlu görünüyordu. Prens John, kimsenin yas tutmasına bile zaman ayırmayacak kadar hırslanmış olmalıydı.

Herkes, prens John’un Kral olmasında bir sorun görmediğini söyledi. Konsey çok geçmeden dağılmıştı.

**

Sükûnet, Krallığın üstüne, bir anda çökmüştü. Neler olacağını bilememe duygusu, yeni kralın ülkeyi ne kadar iyi yönetebileceği endişesi, tüm krallığın dilini bağlamıştı adeta. Gelios, kralın bu ani ölümünden şüpheleniyordu.

Birkaç haftada vergiler artırıldı, tüm gelir silahlanmaya ayrıldı. Kral John, Teor’un elbet ülkeye geleceğini, savunmanın artırılması gerektiğini öne sürmüştü. Halk ise bu bahanelere inanıyordu. İnanmamak dışında bir çareleri de yoktu.  İkinci haftanın sonunda, açlık ve hastalıklar baş göstermeye başladı. Halk, fakirleşiyordu.

Prens Michael, Gelios’a, abisinin yönetim tarzının abesliğine ne gibi çareler bulabileceklerini sorup duruyor, Fudi ise her geçen gün öğretmeni Gelios’dan büyücülükle ilgili yeni şeyler öğreniyordu.

Ve bir gece, Kraliyet masasında kral ve dostları akşam yemeğinin keyfini sürüyorken, işte o haber geldi. Harufet’in orduları, Suzanna’nın krallığını imha etmiş, Hordway’e ilerliyorlardı.

“Size hazırlanmamız gerektiğini söylerken yanılmıyordum demek ki.” Dedi Kral, kibirle ve şarabını yudumladı.

“Ne yapacaksınız, Kralım?” dedi prens Michael.

“Gelmelerini bekleyeceğiz.”
Vahşet her yanda ulu orta sergilenirken,

Sevişmek için saklanmak zorunda kaldığımız bir Dünyada yaşıyoruz.

-John Lennon.

Çevrimdışı grikunduz

  • **
  • 368
  • Rom: 6
  • Est solarus oth mithas
    • Profili Görüntüle
    • HayalGezer
Ynt: Ölümün Çığlığı
« Yanıtla #4 : 01 Haziran 2012, 20:23:01 »
Güzel ve soluk soluğa ilerleyen bir seri olacak gibi. Şimdiden entrikalar oluşmaya başladı. Devamını merakla bekliyorum. Krala da hiç güvenmedim. O teorla falan anlaşma yapacak gibi.