Kayıt Ol

Öykünmeler

Çevrimdışı bilgeliginalti

  • *
  • 15
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Öykünmeler
« : 01 Haziran 2014, 05:52:22 »
Beğendiğim, özgün ve benim dilimin dönebildiği üsluplara sahip yazarlar için ara ara kendimce hikayeler karalıyorum. Burada da paylaşayım istedim. İlki otostopçular için geliyor.

Douglas Adams


Alttaki yazı Maksimegalon Üniversitesi ‘nin “Boyutlar Arası Mega Galaksi Rehberi”nden alınmıştır.

“ Douglas Adams:

1)   Paralel evrenlerden birinde Britanyalı bir yazar. Ünlü eseri Galaksi Rehberi firması için reklam amaçlı yazdığı “Otostopçunun Galaksi Rehberi” çok satmasına rağmen maalesef yerküredeki rehber satışlarını etkilememiştir.  Yazıldığı yıldan sonra yerkürede satılan rehber sayısı toplamda sıfır olduğu için rehber tarafından işten çıkarılmıştır.

2)   Doubles Adımps şeklinde bir isme sahip paralel evrenlerden birinde yaşayan Blipanyalı bir yazar. Paralel evrenler arasında çok ender rastlanan bir istisna olarak yazarlık yaparak politikacılardan saha saygın ve Talk Show sunucularından daha zengin olmuştur. Bunun nedeni yaşadığı yerkürenin* olağandışı geçmişinde gizlidir.

*: Doubles Adımps’ın evreni:

Bu yerkürenin olağan evrenimizdeki yerküreden pek farklı olduğu söylenemezdi, eğer aşağıda anlatılan bir dizi gelişme yaşanmamış olsaydı.

Miskin miskin çimlere uzanmış güneşin tadını çıkaran adama gaipten bir ses seslendi.

“Fırtına yaklaşıyor” dedi o evrenin tanrısı olanca kudretiyle.

“Görmüyor musun, güneşleniyorum. Git başkasıyla uğraş” dedi adam.

“Ben tanrıyım benimle nasıl böyle konuşursun” dedi tanrı.

“Evet evet verdiğin nimetler için teşekkürler, bana yeni bir koyun ver falan filan” diye geçiştirdi adam. O dönemde tanrıyla böyle konuşmak popülerdi.

Tanrı kızdı ve bir küçük yıldırım yolladı adama.

Adam tüyleri diken diken olmuş şekilde yerinden doğruldu.

“Tamam, ne istiyorsun?”

“Fırtına yaklaşıyor, senden bir gemi yapmanı istiyorum.”

“Limanda bir sürü var, bir tanesini alsak?”

“Hayır, daha büyük bir gemi yapacaksın, çok daha büyük,” dedi tanrı.

Adam tam mızmızlanmaya başlamıştı ki, gökyüzündeki şimşekleri görüp vazgeçti.

Böylece aylar süren bir çalışmanın sonunda nihayet devasa bir gemi yapmayı başardı adam. Fırtına geldiğinde hazırlıklarının hepsi tamamdı. Gemi yüzmeye başladıktan sonra dev dalgalara karşı kendini tutamayıp şu cümleyi söylemese işler yolunda gidecekti.

Yaptığı dev gemiden dolayı zafer sarhoşluğu yaşayan adam bağırdı.

“Bu gemiyi tanrı bile batıramaz”

Ve işte ondan sonra olanlar oldu, gemi battı.

Bu noktada geminin tanrı tarafından batırılması hakkında çeşitli spekülasyonlar vardır. Bunların arasında en çok tartışılan ihtimal geminin tanrı tarafından batırılmadığı adamın karısının kedi sevgisi yüzünden battığıdır. Bu görüşün haklılık payı da vardır. Gemide her tür hayvandan bir çift olması gerekirken 250 ayrı çeşit kedi içeri alınmıştır. Bunun sonucunda birçok dev kertenkele ya da adları her neyse gemiye girememiş ve daha ilk dalgada soyları tükenmiştir. Gemiye alınmayan hayvanlara rağmen kediler yüzünden geminin kapasitesini aştığını düşünenler oldukça fazladır. Ancak bu fikri akla yatkın buluyor olsanız dahi dile getirmemelisiniz. Çünkü bütün paralel evrenlerde iki şey sabittir, ilki Britanya’nın varlığı -ki hangi doktora sorsanız bu bilgiyi doğrular- ikincisi ise kedilerin bir şekilde her evrende büyük ve güçlü bir lobiye sahip olmasıdır. Ve çoğu paralel evrende ulu kedi şurası bu fikrin dile getirilmesini nefret suçu kapsamına almıştır. Eğer tırmalanmak istemiyorsanız bu konuda konuşmamalısınız.

Bu olayda yerküredeki bütün canlıların yok olmasından daha hüzünlü olan tanrının milyonlarca yıl için tekrar yalnızlığa gömülmüş olmasıdır. Tanrı evrimin keyfini beklemek için bir milyon yıl sabretmiş, kıtaları tekrar düzenlemiş gezegenlerin parlaklığıyla oynamış ama sonunda sıkılmıştır ve evrime müdahale etmeye karar verir. İşte böylelikle yerküredeki düşünebilen hakim canlı türü bir tür balık çeşidi olmuştur( Yunuslar değil. Bu evrendeki yerküre hakkında diğer bir üzücü gerçek ise yunusların yerküreye uğramamış olmasıdır)

Böylece tanrı yalnızlıktan kurtulmuştur. Bu yerkürede, sualtında konuşmanın güçlüklerinden dolayı yazıya ve yazara verilen önem göz yaşartıcı boyuttadır. Doubles Adımps işte bu yerkürede tanınmış ünlü bir yazardır.”

Okuduğunuz bölümü doğrudan Maksimegalon Üniversitesi kayıtlarından aldım. Bunu almak için çeşitli zaman ve boyut değişiklikleri yapmam gerekse de büyük bir sıkıntı çektiğim söylenemez. Şu an sadece doğru yerkürede olduğumdan şüpheliyim. Eğer değilsem ve tüm bu okuduklarınız size pek bir anlam ifade etmiyorsa hepsini unutun. Cidden. Bu paralel evrenler arası denge için hayati öneme sahip, hemen unutun!


Otostopçunun Galaksi Rehberini okurken kuşkulandığım bir konu vardı. Maksimegalon Üniversitesi’nin akıbeti. Douglas Adams ve Rehber bunu başka bir şeye bağlıyordu ama şüphe çeken konular vardı. Yerinde araştırmak için Maksimegalon’u ziyaret ettim ve şok edici bu gerçekle karşılaştım. Maksimegalon bir rehber üzerinde çalışıyordu. Hem de Galaksi Rehberi’nin üstün körü geçtiği paralel evrenleri de hesaba katarak. Bu açıkça rehberin varlığı için büyük bir tehditti. Douglas Adams’ın saklamaya zahmet etmediği şu gerçeği de biliyordum “Rehber’in  çalışma etiğinin olduğu söylenemez.”

Her ne kadar okurken keyif almış olsam da Maksimegalon hakkındaki gerçekleri saklaması beni hayal kırıklığına uğrattı. Amaçsız robot deneyleri aşkına lütfen duyarlı olun ve rehber almayın.
 


Çevrimdışı

  • ***
  • 581
  • Rom: 47
  • Hayvan Yemeyelim!
    • Profili Görüntüle
    • http://bulentozgun.blogspot.com/
Ynt: Öykünmeler
« Yanıtla #1 : 01 Haziran 2014, 10:40:59 »
Douglas Adams tarzına hakim olduğumu düşünsem de yazdığınız öykünmenin göndermelerinin çoğunu anlayamadım. Çok karmaşık geldi okurken. Tabi bunda beş kitaplık dev bir seriye yazılan öykünmenin bir sayfa tutmasının da etkisi var. Dilinizin bir öykünme yazmak için yeterli olduğunu düşünüyorum ve bu hoşuma gitti. Yine öykünerek kitaplardan bağımsız öyküler yazabilirsiniz, yani Douglas Adams gibi ama onun kitaplarıyla ilgisi olmayan bağımsız öyküler. Bunu yapabileceğinizi, hatta iyi yapabileceğinizi düşünüyorum. Türkiye'de mizahi bilimkurgu yazan görmedim pek. En azından forumda görmek isterim. Kolay gelsin.

Çevrimdışı bilgeliginalti

  • *
  • 15
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Öykünmeler
« Yanıtla #2 : 01 Haziran 2014, 11:39:46 »
Beğenmenize sevindim. İçerikteki göndermelerin pek bir derinliği yok açıkçası. Öykünme yazarken temel hedefim üslubu tutturmak. Göndermeler öykünmeyi daha güzel hale getirebilir tabii, ama beş kitaplık bir seriye çok derin göndermeler yapmak hem yorucu(ki bu benim öykünmelerimin keyfiliğini bozuyor) hem de okuyan için zor olurdu. Beşibiryerde'yi geçen ay boyu okudum ve iki gün önce bitti. Benim yakaladığım karakteristikler şunlardı:
ciddiyeti tartışmalı mizahi bir dil
yalın, hatta neredeyse basit bir cümle yapısı
konudan bağımsız ilginç öykülemeler
ve öyküleri enteresan noktalardan ana hikayeye bağlama
Bunları yapmaya çalıştım. Hikayenin içinde direkt olarak bir rehber yazma durumu var, gönderme bağlamında en temeli bu. Bir de birkaç noktada ingiliz ütopya/distopya/bilimkurgusunun Britanya merkezciliğine dokundurma var (doctor who vb.) o kadar.
Devamı gelir mi bilmiyorum. Öykünmenin bence bu noktadan ileri gitmemesi lazım. Yazdığım bir hikaye var, devamını düşünüyorum, ona bağlı kendi üslubumu geliştirmeye uğraşıyorum. Bu tarz öykünmeler açma germe çalışması gibi küçük antrenmanlar. Büyük bir uğraş haline dönüşürse özgün olamayacağımı düşünüyorum.


Çevrimdışı bilgeliginalti

  • *
  • 15
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Öykünmeler
« Yanıtla #3 : 01 Haziran 2014, 11:51:12 »
Bu biraz daha eski, İhsan Oktay Anar'ın Galiz Kahramanını bitirdikten sonra yazmıştım. Uzun İhsan sevenlere sevgilerle...

İhsan Oktay Anar

son zamanlarda büyük infial yaratan ihsan oktay anar vakasının vahametini gözlemlemek adına frenklerin kamera dedikleri görüntü zapt cihazımı yanıma alıp sokağa çıktım. önüme çıkanların ihsan oktay anar hakkındaki fikirlerini beyan etmelerini istedim. nice süre acelem var deyişiyle geçiştirildikten sonra bankta oturmuş arap çarşafına tütün saran hırpani gencin yanına vardım. tütünü filtresiz içtiğine göre esaslı bir delikanlıydı. maharetli bir şekilde tütününü sardıktan sonra söze girdim, ihsan oktay anar’ı nasıl bilirsin? heyecanla uzun uzadıya anlatmaya başlayınca anladım ki sert mizacının altında bir edebiyat aşkı çağlıyor. kalemşorlukle yakından ilgili ve yüksek bilgili bir yetenek. söylediğine göre ihsan oktay bir yarı tanrıydı, hatta bir tanrıydı. günümüzdeki yazar müsveddeleri onun yanında herkül gibi kalır, değil 12 saifesiyle baş etmek, kalemini bile kaldıramazlardı. kendisi de bir roman üzerinde çalışıyor lakin büyük ızdıraplar çekiyordu. gece ne zaman daktilosunun başına geçse daha ilk cümleyi yazarken bir titreme hasıl oluyor, içini büyük bir pişmanlık kaplıyordu. ihsan oktay gibi yazma cüretini kendinde gördüğünden şirk koşmakla kirlenmiş ruhunu temizlemek adına hemen banyoya koşup abdest alıyordu. hal böyle olunca geceleri çektiği bu zulümden ötürü romanı bir türlü bitmiyor idi. fırsatını bulsa efendimizden destur alıp arınmış ruhuyla harikalar yaratacaktı, ancak olmuyordu. daha nice ızdırabını anlatırken virgülü virgüle katıyor, arada noktanın hatrı kalmasın diyerek virgülün üzerine ekliyor duraksamadan konuşuyordu… bir nefes arasını fırsat bilip, zihnimi hallaç pamuğundan hallice kıvama getiren bu edebiyat neferinin yanından ayrıldım.

ihsan efendi vakası sandığımdan daha ciddi boyutlara ulaşmıştı. cihangire doğru ilerleyip bir de orada, bu sanat güneşinin kor çekirdeğinde araştırma yapma niyetindeydim. kafe diye tabir edilen kıraathane bozması yapılardan birinin önünde o ünlü köşe yazarını fark edince teklifsiz yanına yanaştım. hatrımda kaldığı kadarıyla kendisi bir eleştiri yazmıştı bu ihsan efendi’nin son kitabı galiz kahraman hakkında. yüzündeki küçümseyen ifadeye rağmen ona da aynı soruyu sordum. sadaka istemediğimi anladığından mı yoksa kaygısızca eleştiri yapabilecek olmanın verdiği keyiften mi bilinmez neşeli neşeli konuşmaya başladı. ihsan dedi, büyük bir deha yani onun kalemi çok güçlü. öyle güzel örülmüş hikayeleri var ki anlatmak güç. hele göndermeleri bambaşka… göndermeleri merak edip sorduğumda ise çok keyifliydiler dedi, mesela biridelik niçe, ağlar güler şarlz dikınz gibi derin örnekler var dedi. eleştirmenin mürekkep yalamış ulvi bir şahsiyet olduğunu ispatlayan bu keskin zekasına, ayrıntıyı yakalama gücüne hayran olmamak elde değildi. ancak şu an kendimi bu ulvi şahsın müstesna tespitlerine kaptıramazdım. araştırmam devam etmeliydi. teşekkür edip yanından ayrıldım.

cihangirden tophaneye doğru salınıp kabataşa doğru yürürken yanımdan seri adımlarla janti bir ofis çalışanı geçti. bir yandan görüntü zapt cihazımı düzgün tutmaya çalışıp bir yandan bu dünyayı döndüren muhteşem adımlara ayak uydurmaya çalışarak sorumu bu temiz yüzlü beyefendiye aktardım. duydum yeni kitabını dedi, ben tam bir fanatiğiyim kendisinin. puslu kıtaları okudum. yedinci günü de aldım, ancak daha bitirme şansı bulamadım dedi. peki yeni kitabını edindiniz mi diye sordum. yüzündeki ekşimeyle beraber ekledi; tam olmamış diyorlar daha basit olmuş çizgisini bozmuş diyorlar dedi. anlıyorum peki anar dışında siz nasıl kitaplar tercih ediyorsunuz diye sorduğumda ise mavi kuş diye bir mecmua ismi verdi. düzenli okuyormuş. aslında çok bile okuyormuş. koşturmaktan tabanlarım sızlarken neyse ki tramvay durağına varmıştık. bu beni biraz olsun umutlandırmıştı. anar vakası kötüye gitmiyordu demek.

ben bu adama on yıl önce rast geldiğimde frenklerin lise dediği okuldaydım. daha ilk sayfasını okur okumaz nasıl bir meczupla karşılaştığımı anlamıştım. noktadan virgülden habersiz bir paragrafı tek cümle yapan bir adamı yine normal sayabilirdim ama kelimelerini seçince düpedüz akli melekelerini yitirmiş bir zatla yüz göz olduğumu fark ettim. bu zatın kafasındaki tek eksik tahta dil lobunda değildi. tamamen zaman mefhumunu yitirmiş. osmanlıya taramalı tüfenk götürmüş. çağın ötesinden berisinden aparmaları sanki o zamanınmış gibi anlatmış idi. hadi bunları da üfürmüştür deyip geçebiliriz. peki ya bir müslüman kaptanın müslüman köyünü bombalamasını, olur olmadık ahaliye domuz eti yedirmesini. hatta daha da ileri giderek homo sapiensin, neandertali değil bizzat homo sapiensi yediği satırlar yazmasını nasıl açıklayabilirdik. bu akla sığar mıydı, bu ilme sığar mıydı.

kendisi düpedüz bir meczup idi ve tedavi olması şarttı. ben de kendimi ruh ilmine verip bu adamı tedavi etmeyi kendime şiar edinmiştim. lakin kitaplarına fazla kafayı taktığımdan talebe eleme imtihanında ruh ilmine gelemeden elendim. varsın olsundu. sonuçta bu ruh ilmi dediklerinin gereklilikleri zaten bende vardı. ruh ve çok şükür hala yerinde olan bir baş. hayat mektebinde tahsilimi tamamlayıp bu görevime sadık kalmaya yemin ettim. son yıllarda sırf bu aciz halin nasıl hasıl olduğunu tatbik etmek amacıyla yazmaya başladım. yakın zamanda bu fukarayı iyileştireceğimden emin olabilirsiniz.

Çevrimdışı bilgeliginalti

  • *
  • 15
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Öykünmeler
« Yanıtla #4 : 31 Temmuz 2014, 19:57:14 »
Birkaç yıl önce sahile gömülmüş bir şişede üç dört sayfalık bir hikaye buldum. Korkunç bir olaydan bahsediyordu. Bir hafta boyunca rüyalarıma girecek kadar beni etkilemişti. Ancak sonunda hasta bir zihninin saçmalıklarıdır diyerek sayfaları yaktım ve uğursuz öyküden tamamen kurtulduğumu düşündüm. Fakat bu kitabı elime aldığımda tekrar o uğursuz hikaye zihnime dolandı. O sayfalardaki korkunun bütün ayrıntıları beynimi yeniden ele geçirdi, yine o kabuslarla uyanmaya başladım. Sanırım bu kabustan kurtulmanın tek yolu hikayeyi anlatmak.

Dexter o gün verandada dinlenirken onu uyandıran çığlığı duyduğunda çiftliğin yakınlarında tek bir yerleşim olmadığı için bunun Charles’tan geldiğini biliyordu. Gelen çığlıkla yerinden doğruldu, ses Charles’ın koyunları otlattığı yerden, yakındaki yamaçtan gelmişti. Yerinden hızla doğrulup koşarak yamaca ilerledi. Yamacın kenarına vardığında ne koyunları ne Charles’ı görebildi. Yamaç boyu ilerleyerek etrafına bakınırken onu gördü. Daha önce yüzlerce kez buradan geçmişti, burada böyle bir oyuğun olmadığına yemin edebilirdi. O uğursuz iki üç metre çapındaki oyuk, yamacın içlerine doğru karararak ilerliyordu. Oyuğa seslendi, “Charles orada mısın?” sesi yankılanmadan oyuğun içinde kayboldu. Kararsız bir şekilde oyuğun girişinde bir yanıt bekledi. Tekrar bağırdı. Bu defa Charles’dan geldiğine emin olduğu ancak daha önce duymadığı kadar umutsuzluk ve korku dolu bir fısıltı yükseldi oyuktan “Yardım et!”… “Yalvarırım yardım et!” Dexter bu yakarış karşısında ürperdi. Ne yapacağını bilemez bir halde oyuğun başında duraksadı. Bütün içgüdüleri bu uğursuz oyuktan ilelebet uzak durmasını haykırırken, Charles içeride ondan yardım istiyordu. Bu korkunun bedenini daha fazla ele geçirmesine fırsat vermeden koşarak eve dönüp fenerini ve tüfeğini aldı. Feneri yakıp oyuğun içerisinde ilerlemeye başladı.

Taze kazılmış gibi duran çamurdan duvarlara tutuna tutuna ilerlemeye başladı. Arada tekrar tekrar Charles’a sesleniyordu ancak tek tük cevap alabiliyordu ve her seferinde Charles’ın sesi daha da kısılıyor, sanki oyuğun içerisinde bir şey onu an ve an daha çok boğuyordu. Oyuğun içerisinde girişten gelen ışığı tamamen kaybedecek kadar ilerlediğinde bu fısıltılar onu paniğe sürüklemeye başlamıştı. Ne yapıyordu. Bu uğursuz oyuğun sonunda her ne varsa, Charles’a bu işkenceyi yapabiliyorsa onu nasıl alt edebilirdi. Bu bir anda ortaya çıkan lanetli oyuğun sonundaki tehlikeyi alt etmeyi başarabilir miydi? Tüfeğine daha sıkı sarıldı adımlarını hızlandırdı. Artık oyuğun çamur duvarları garip yeşil bir sıvıyla kaplanmıştı. Dexter bunun ne olduğunu merak edip elini sürmesiyle, sıvıdan kurtulmaya çalışması bir oldu. Bu sıvı her ne ise iğrenç kokuyor ve sanki derisinin içine nüfuz etmeye çalışıyordu. Duvarlardan uzak durarak, tavandan damlayan sıvılara dokunmamaya çalışarak devam etti. Charles’ın giderek çaresizleşen sesini duymak onu tedirgin etse de, Charles’ın hala hayatta olduğunu bilmek içini rahatlatıyordu. İlerlerken yerde debelenen koyunu fark etti. Yanına gelip feneri tuttuğunda koyunun gövdesinin açıldığını iç organlarına kadar bulaşmış yeşil sıvının onu krize soktuğunu anladı. Dehşete kapılmıştı. Gördüğü şeyin şokuyla duvarlardan daha da çekinerek ilerledi. Derken bir anda yeşil sıvının olduğu duvarlar sona erdi. Kendisini basık bir koridorun ortasında buldu. Burası oyuğun özensizce kazılmış duvarlarına benzemiyordu. Duvarlar ve tavan düz, zemin pürüzsüzdü. Hatta duvarlara çeşitli resimler işlenmişti. Dexter ilerlerken duvarlardaki resimleri incelemeye başladı.


İlk resimde bir kasaba dolusu insan kent meydanı gibi bir yerde toplanmıştı. İnsanların yüzlerinde bir mutluluk ifadesi vardı. Sonraki resimde tüm insanlar, meydanın ortasında belirmiş tahta şaşkınlıkla bakıyordu. Bir sonraki resimde Tahtta oturan bir karartı vardı, ancak diğer insanların aksine bunun ne elleri ne yüzü ne de kıyafeti çizilmişti. Saf bir karanlık siluetten ibaretti. Bir sonraki resimde silüet ayağa kalkıyordu, insanların yüzündeki ifade endişeli bir hal almıştı. Ve son resimde silüet belirsiz kollarını havaya kaldırmıştı, insanlar dehşet içinde ortalıkta kaçışıyorlardı. Hepsi sanki o an delirmiş gibiydi. Resimdeki garipliklere dikkat kesilmişken ayağına bir şey takıldı. Ayağına takılan şeye baktığında bir adım geri attı. Bir koyun iskeleti baştan sona o yeşil sıvıya bulanmış halde yerde yatıyordu. Charles’ın bu yeşil sıvıya dokunmamış olmasını umduğu sırada tekrar sesini duydu “Yardım et!”

Düz koridorda koşmaya başladı. Birkaç dakika içinde ilerdeki zayıf ışığı fark etti. Koşarak ışığa ilerledi. Koridorun sonundaki bir şamdandaki üç mumla aydınlatılmıştı. Odaya girer girmez köşedeki masanın arkasında ifadesiz bir şekilde bekleyen Charles’ı gördü. Charles kafasını kaldırıp boş gözlerle ona baktı ve yine mırıldandı. “Yardım et!” Dexter’ın konuşmasını beklemeden kafasını diğer yana çevirdi. O sırada Dexter Charles’ın ensesindeki yeşil sıvıyı gördü. Panikle “Sıvıdan kurtul” diye bağırdı. Ancak Charles kayıtsızca odanın diğer köşesine bakmayı sürdürdü. Dexter o an dönüp odanın köşesine bakmayı akıl ettiğinde o korkunç, insanın içinde anlamsız bir boşluk duygusu yaratan şeyi gördü. Tahtının üstünde oturan tamamlanmamış biçimsiz bir heykeli andıran mat bir karanlıktan oluşan silüeti. Silüetin varlığı ona bakanı sanki büyülüyor, ruha inanılmaz bir azap veriyordu. Mat siyahın derinliğinde bakışları kayboluyordu. Aceleyle Charles’ı alıp buradan çıkmayı kafasına koymuşken Dexter koluna damlayan yeşil sıvıyla irkildi. Sıvıyı temizlemek için hareket etmek istiyor ancak bedeni kaskatı bir şekilde onun sözünü dinlemiyordu. Silüetin karşısında hareketsiz bir şekilde dehşetle beklerken karanlık silüetin içinden küçük küçük parçalar kopmaya başlamıştı. Bu parçalar yavaş yavaş ona yaklaşırken bir çeşit örümceği andıran karınlarının altında yeşil sıvı taşıyan yaratıklar olduklarını anladı. Bu küçük örümceğimsi yaratıklar birer birer siluetten kopup ona doğru yaklaşıyorlardı. O ise hareket edemiyor. Kaçmak istiyor kıpırdayamıyor, avazı çıktığı kadar bağırmak istiyor ağzını açamıyordu. Küçük örümcekler yaklaşıp bacağından tırmandılar, tüylü bacaklarını bedeninde ritmik bir şekilde gezdiriyorlar, kollarına, bacaklarına dağılıyorlardı. Onlarca belki yüzlerce küçük tüylü bacak bedenini işgal ederken zihni korkuyla doluyordu. Charles ise artık anlamsız bakışlarını sonlandırmış, önündeki kitabı açıp Arapçaya benzer satırları okumaya koyulmuştu. Bu uğursuz duayı andıran şey bir ritüelin başlangıcıydı.

Örümcekler vücudunda dolanıp dolanıp uygun bir yer arıyorlardı. Sonunda uygun gördükleri yerde acı veren küçük iğnelerini bedenine saplayıp o yeşil sıvıyı damarlarına enjekte ediyorlardı. Sonra hızlı hızlı vücüdunda o sıvıyı takip edip başka bir noktadan yine iğnelerini batırıp sıvıyı emiyorlardı. Aynı anda onlarca küçük iğne bedenini delik deşik ediyor. İşlerini bitiren örümcekler aldıkları sıvılarla tekrar silüete yönelip karanlığında kayboluyorlardı. Silüete eklenen her örümcekle bu mat heykelin şekli değişiyor, yavaş yavaş kolları belirginleşiyor, vücudu netleşiyordu. Charles’ın duraksamadan devam ettiği dua giderek şiddetleniyor, örümcekler giderek hızlanıyordu. En sonunda bedeninden ayrılan son örümcek de silüete ulaştığında silüetin yüz hatları da belirginleşmişti. İnce uzun bir surat, donuk ve rahatsız edici bakışlarıyla artık nefes alıyordu. silüet yerinden doğrulduktan sonra dexter'ın yanına geldi, elini dexter'ın omzuna koydu ve dexter'ı yanına alıp yükselmeye başladı. dexter bir anda ışık hızıyla yanından geçen şeylerin ayırdına varamadan titreyerek kendini yaratığın merhametine bırakmıştı. kısa bir süre devam eden yolculuktan sonra silüet ile bir meydanda asılı durdular. dexter bu meydanı hatırlıyordu, duvarlardaki resimlerde anlatılan meydandaydılar. ancak şimdi o sakin meydan bir savaş alanına dönmüştü. meydanın ortasındaki papaz çeşitli kitapları yığmış yakmaya çalışıyordu. bağırarak ateşe koşan genç elindeki kitabı parçalayarak ateşe attı. insanlar feryatlar içinde ellerindeki kitapların sayfalarını yırtıyor, korkuyla kuytu köşelere sığınıyorlardı. dexter o sırada havada süzülen bir kitap sayfasındaki ismi gördü, h.p. lovecraft... silüet'in yüzünde korkunç bir gülümseme vardı. dexter'a döndü, soğuk bir sesle teşekkür etti. dexter o sesle karşılaştığında bilincini kaybetmişti.

Dexter kendine geldiğinde taht boştu. Charles masanın arkasında baygın yatıyordu. Dexter  ürkek bir halde çevresine bakındı. Sonra yavaş yavaş masaya yaklaştı. Charles’ın okuduğu kitaba göz ucuyla baktı. Arap alfabesiyle yazılmış gibiydi. Uğursuz kitabı hemen kapattı. Kapağında şu yazıyordu “necronomicon”

Hala baygın olan Charles’ı sırtladı. Bu uğursuz yerden bir an önce çıkmak istiyordu. Olabildiğince hızlı bir şekilde arkasına bakmadan koridoru ve oyuğu geçti. Tekrar gün ışığına çıkınca hemen bu oyuğu kapatmayı kafasına koymuştu. İçerideki şey her neyse, bütün uğursuzluğuyla gün yüzüne çıkmadan burada kalmalıydı. Başka insanlar bu korkuyla yüzleşmemeliydi. Ancak soluk soluğa oyuğun girişinde çimlere uzandığında yerdeki büyük ayak izlerini fark etti, oyuktan çıkıp uzaklara doğru ilerleyen ayak izlerini.

Dexter ve Charles bu olayı her hatırladıklarında büyük bir dehşete kapılıyorlardı. O yüzden ne kendi aralarında ne de başka bir kimseyle bir daha bu konuyu konuşmadılar. Her gece tekrar tekrar o anları yaşadıkları uzun kabuslar gördüler. Sonunda Dexter dayanamayıp bu mesajı yazmaya karar vermişti. En azından bu olanları birisine anlatma zorunluluğu  hissetmişti. Çünkü o uğursuz yaratık dışarıda bir yerdeydi ve bu korkuyla yaşamak büyük bir ızdırap veriyordu. Olayları anlattığı kağıtları bir şişeye koyup denize fırlattı ve işte ben, talihsiz ben bu şişeyi buldum. Eğer bu kitabı okumasaydım, gülüp geçerdim. Ama bu gerçekti. Dexter ve Charles o yaratığı uyandırmıştı ve o yüz yıldır dünyaya korku salmaya devam ediyordu.

Çevrimdışı bilgeliginalti

  • *
  • 15
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Ynt: Öykünmeler
« Yanıtla #5 : 24 Ağustos 2014, 16:37:33 »
burada bir öykünme karalamıştım korkunun taçsız kralı lovecraft için, ancak hikayede anlaşılmayan bir kısım varmış, sonradan düzenleyerek(6. paragrafa bir yamayla) üstesinden geldiğimi düşünüyorum.

bu tarz yarım saatte karalanan, nispeten özensiz öykünme yazılarında amacım yazarın üslubunu taklit etmek, anlatım tarzına yakın bir hikayecik oluşturmak. fakat lovecraft için bu prensibimden vazgeçmek zorunda kaldım. çünkü yazdığı tür bana yabancı. ben korku türünde okumalar yapmıyorum. okumayı geçtim bir filmin türünde "korku" ifadesini görsem izlemekten vazgeçiyorum. bu yüzden türe hakim olduğum söylenemez. bunun ötesinde bir de lovecraft'ın özgün üslubunun bana ters gelmesi durumu var. ciddiyetli ve uzun cümleler, detaycı tasvirler pek bana göre değil. bence bu öyküleme için çok uygun bir cümle yapısı değil. tabii korku duygusu için uygun olabilir, o konuda pek düşünmedim. "o halde neden bir öykünme yazmaya uğraştın" sorusu için cevabım ise net. charles dexter ward vakası başlı başına bir sebep. bence bu öykü oldukça ilham verici. hatta lord voldemort karakterinin bu öyküden esinlendiğine inanıyorum. ve sadece bu öykü bile lovecraft için bir saygı duruşunu hak ediyor. o yüzden bir deneme yaptım, üslubuna dilim dönmedi. kendi üslubumla bir hikaye karaladım.