Kayıt Ol

Parlak Sis Efsanesi: Batı Kapısı Savaşı Ve Gizli Diyarın Gizi

Çevrimdışı

  • ***
  • 403
  • Rom: 7
  • ☆★
    • Profili Görüntüle
Asla Boynuzu Olmayan Bir Şeye Güvenme! (1. Bölüm)

Derler ki kadim ağaçların köklerinin altında topraktan çok daha fazlası vardır. Orada unutulmaya yüz tutmuş bir kültürün son kalıntıları yatmaktadır. Tanımadığımız ve hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bir kültür...

İşte bu zamanlarda iki kafadar gezgin eski dünyanın topraklarında yol almaktaydılar. Yürüdükleri orman kasvetli, yaşlı ve keder doluydu.

- Hey Piehes, ne bulduğuma da bak. Hahaaa!
- Yotri sen tanıdığım en şanslı kaşifsin. İnanmıyorum, bu kılıç en az bin yıllık olmalı.
- Aslında dostum olay gözlerde. Onları doğru kullanmayı bilmiyorsan asla benim kadar büyük bir kaşif olamayacaksın.

İkisi de bir ağızdan kahkaha attılar. Bu topraklarda keşif yapma çılgınlığını gösteren az sayıda insandan biriydiler. Onlar dünya üzerindeki en nadir olaylardan birinin gerçekleşeceğinden bi haber bu yaşlı diyarda eğlene dursunlar, çok da uzaktan gelmeyen bir yakarış irkilmelerine sebep oldu.

- Yotri bunu sen de duydun mu?
- Evet dostum, sence neye benziyordu?
- Bir yaban domuzu olabilir.
- Hiç sanmıyorum, bakmakta fayda var.

Birlikte temkinli bir şekilde sesin geldiği tarafa doğru yürümeye başladılar. Ses önlerindeki, ismini dahi bilmedikleri ağaç sırasının arkasınan gelmişti. Tüm orman sanki bu anın özel olduğunu anlatmaya çalışırcasına ölü gibiydi, yani zaten olduğundan çok daha fazla ölüydü. Aslında orman gayet canlıydı hatta burada daha önce hiç görmedikleri bazı hayvanları ve bitkileri görmüşlerdi. Lakin çok sessizdi. Orman o kadar sessizdi ki böyle bir çığlık, kendini dünyadan soyutlamaya çalışırcasına sakin bu diyarda inanması bile çok güç bir şeydi. Ağaç sırasına geldiklerinde artık rüzgar bile susmuştu.

Yotri yeni bulduğu gümüş kılıcına sıkıca sarılmıştı, Piehes’in elindeyse her zaman kullandığı hançerleri usulca bekliyordu.

- Pıst Piehes, sence neye benziyor, yoksa o bir maymun mu?
- Dostum bu gözler on iki çeşit maymun gördü ama böylesini görmedi.
- Sence ne o zaman? Zavallı şey, can çekişiyor. Onu böyle bırakamayız.
-Bırak bu işin peşini Yotri, nerede olduğumuzu unuttun galiba. O da diğer biçimsiz yaratıklardan biridir işte.

Yotri arkadaşının yerine yüreğinin sesini dinlemeyi tercih ederdi. O böyle biriydi. Ağacın arkasında saklandığı yerden çıkarak yaratığa doğru yavaşça yürümeye başladı. Sadık dostuysa bir sürü lanet yağdırarak arkasından takip etti. Yaratık ağaçtan düşmüş olmalıydı. Tam ensesinden saplanmış bir dal parçası vardı. Yarası ölümcüldü. Yotri yaratıkla göz göze geldiğinde yaratık garip bir dilde çığlıklar atmaya, bir şeyler söyleyerek bağırmaya başladı. Delicesine bağırıyordu. Yotri ve Piehes neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Karşılarında can çekişen şey akılsız bir yaratık değildi. Yotri onunla ilk göz göze geldiğinde anlamıştı zaten bunu. Ve şimdi eskiden olduğu kadar güvende hissetmiyorlardı.

- Atalarımız ne demiş, birinin olduğu yerde diğerleride vardır. Buradan hemen topuklamalıyız Yotri.
- Olmaz dostum. Sen de duymuyormusun, o şey konuşuyor.
- Evet dostum işte o yüzden kaçmalıyız.

Onlar orada tartışıp ne yapacaklarına karar vermeye çalışırlarken, ormanın derinlerinde yıkılmaz diye addedilen bir tabu yıkılmış ve bunun gölgesi de çoktan onların üzerlerine çökmüştü. Yaratığın sesi kesilmişti. Artık manasız bakan soluk gözleri eskisi gibi ışık saçmıyordu. Yotri de sonunda gitmeye ikna olmuştu. Lakin arkadaşını hançerlerini bırakmaması için uyardı. Yotri çok zeki bir avcıydı. Üstelik işaretleri görebilme yeteneği abarttığı kadar vardı. Zihni böyle sihirli topraklarda bile bulanmıyordu.

Hava daha gün ortasında olmalarına rağmen karanlıklaşmıştı ve gökyüzüne bakmaya cüret edemiyordu. Sonunda daha az akıllı fakat çok daha temkinli olan Piehes gözlerini havaya dikti ve karanlığın arasında yüzlerce şeklin kendilerini izlediğini fark etti. Hepsinin de dört kolu vardı, tıpkı hemen yanlarında ölü olarak yatan yaratık gibi...

Piehes’in sesi kendi kulalarında yankılandı “Birinin olduğu yerde diğerleri de vardır!” Sadece bir anlığına arkadaşıyla göz göze geldiler. Yukarıdan bir yaratık aşağı atladı ve karşılarında dikildi. Yaratığın kahverengi bir kürkü vardı, ve kahverengi gözleri. Hesinden önemlisi de yaratık tam dört göze, dört kısa boynuza ve dört kola sahipti. Bayağı da kaslıydı! Yaratık konuştu. Sesi öfkeli, duruşu zarifti. Elinde tuttuğu iki uçlu mızrağı Yotri’ye uzatarak bir şeyler geveledi.

Yaratık daha önce hiç duymadıkları garip bir dilde konuşuyordu ve insana gerçekten de bir şeyler geveliyormuş gibi geliyordu. Sonra yaratık bir el hareketiyle yukarıdaki diğerlerine işaret verdi ve yukarıdan dört tanesi daha aşağı atladı.

- Piehes, bence silahlarımızı indirsek daha iyi olur.
- Sen kafayı mı yedin. Öyle bir şey olmayacak.
- Eski dostum beni dinlesen iyi edersin. Bu yaratıklar senin o hançerlerinle dişlerini bile temizlemezler. Zaten bir şansımız yok, dediğimi yap.

Piehes arkadaşı tarafından gerçekliğin açıkça yüzüne vurulmasına alışkındı, lakin böyle ciddi bir durumda bu ona zor gelmişti. Yine de arkadaşına güvenerek hançererini indirdi ve yavaşça yere bıraktı. Tıpkı yaratığın işaret ettiği gibi. Yotri de her ne kadar yeni bulduğu kılıcını bırakmak istemese de aynı şekilde yavaşça önüne attı. Yaratık memnun olmuş gibi görünüyordu. Kalabalık daha alçakdaki dallara inmişti ve artık yüzleri tam olarak seçilebiliyordu. Hepsi de kocaman gözlerini dikmiş Yotri ve Piehes’e sanki ilk defa insan görüyorlarmışçasına, hayretle bakıyorlardı. Bazıları kendi aralarında o garip dilleriyle bir şeyler konuşuyor ve gözleri daha da büyüyordu.

Hatta bir ara Piehes bir tanesini öyle bir pozisyonda yakaladı ki, yaratığın gözleri neredese bir at arabasının tekerleği kadar büyümüştü. Yaratıklardan ikisi yaklaşıp ellerini ve gözlerini bağladılar sonra da onları sırtlayıp yola koyuldular.

Bizim kafadarların bağları çözülüp gözleri açıldığında hemen önlerinde yanan meşalenin parlak alevleri gözlerini aldı. Belli ki gece olmuştu. Onları getirdikleri yer rutubetli ve havasız bir yerdi. Yotri buradan hiç hazzetmemişti. Üstelik hem karınları acıkmıştı hem de bu bilinmeyen diyarlarda silahları ellerinden alınmış bir şekilde götürülüyorlardı. Etraflarında daha önce hiç görmedikleri yapılar, sarmaşık işlemeli ahşap sütunlar, rengarenk çiçekli bahçeler, neidüğü belirsiz şelaleler ve alabildiğince meşale ışığıyla aydınlatılmış bir şehir duruyordu.

Sonunda yaratıklar büyükçe bir kapının önüne geldiklerinde durdular. Kapıyı bekleyen iki muhafız vardı. Diğerleri, onlarla bizim kafadarları göstererek bir şeyler konuştular. Muhafızlar da yüzlerini ekşiterek Yotri ve Piehes’e baktılar ve başlarını sallayarak kapıyı açtılar. Kapı açılıp da içeri girdiklerinde yaratıklardan birisi yüksek sesle bir şeyler söyledi ve geri çekildi. Diğeri bizimkilerle yürümeye devam etti. Geniş bir holden devam ettiler. Odanın güzelliği adeta kendine hayran bırakıyordu. Her şey ahşaptan yapılmış ve duvarlar, peşisıra asılmış meşalelerin ateşleriyle aydınlanıyordu.

Oradan başka bir kapıya yaklaştılar, bu kapıyı da iki muhafız koruyordu. Bizimkileri getiren yaratık tekrar onları işaret ederek bir şeyler geveledi. Muhafizlar da tıpkı kendilerinden öncekiler gibi önce yüzyerini ekşittiler sonra da kapıyı açtılar. Yotri ve Piehes’i getiren yaratık içeri girdikten sonra yüksek sesle bir şeyler söyledi sonra bizimkilere ilerlemeleri için işaret etti ve geri çekildi. Yotri hiç duraksamadan yürüdü. Piehes ise onu kolundan dürterek daha dikkatli ve yavaş olması için uyardı. Bir çeşit taht odası gibi bir yere gelmişlerdi. Odada kimse yoktu. Sonra taht koltuğunun arkasındaki kapıdan bir yaratık çıktı ve yürüyüp tahta oturdu. Sonra da onun çıkıp geldiği kapının hemen çaprazındaki kapıdan iki yaratık daha çıktı ve biri Yotri’nin diğeriyse Piehes’in yanında durdular.

Kral gibi bir şey olduğunu tahmin ettikleri yaratık bir süre onları süzdü ve sonra diğerlerine işaret etti. Onlar da ellerindeki testiden, kupalara sarı bir sıvı doldurup bizimkilere uzatarak içmelerini için işaret ettiler. Piehes burnunu kupaya yaklaştırıp kokladı ve iğrenerek arkadaşına baktı. Yotri ise çoktan kupayı tepesine dikmişti. Sonra Piehes bir eliyle burnunu tutarak sıvıyı içmeye başladı. Son yudumu da aldığında sanki etrafındaki her şeye bir anlam, bir yaşam gelmiş gibi hissediyordu. Hava artık eskisi kadar boğucu gelmiyordu ve o ölüm sessizliğinden eser yoktu. Hemen tahtın sol tarafındaki sütunun ortasına yuva yapmış bir sincap, bir şeyleri kemiriyordu. Sağ taraftaki yuvarlak pencerelerdense kuş cıvıltıları geliyordu.

Eskisi kadar terlemiyordu ve o içini kaplayan sıkıntı da yok olmuştu. Tahttan gelen ses hem ona hem de bir öfori durumunda olan arkadaşı Yotri’ye bulundukları durumu hatırlattı.

- Irkınızın ismini ağzıma alayacağım lakin eskilerin hatıraları hala zihnimde. Siz benim topraklarımda benim ırkımdan birini öldürdünüz, derhal kendinizi savunun.

Piehes bununduğu şaşkınlıktan kurtulup da durumu anlamaya çalışırken, arkadaşı Yotri heyecanla konuştu.

- Gizli diyarın efendisi. Biz kimseyi öldürmedik. Bizler kaşifleriz, etrafta dolaşır değerli şeyler ararız. Hazine gibi ya da eski kılıçlar gibi.

Elinden alınan kılıcını hatırladı, oysa çok sevmişti onu. O kılıç kaşiflik hayatında bulduğu en değerli şeydi.

- Eğer siz öldürmediyseniz kim öldürdü o vakit?
- Efendim biz yeni bulduğum kılıcı incelerken bir ses duyduk ve orayı incelemeye gittik, sonra da zavallıyı o halde gördük. Kanımca ayağı kayıp ağaçtan düşmüş olmalı.

Dört kollu hükümdar tahtından aşağı öyle bir kahkaha attı ki, soldaki sincap kemirdiği şeyi yere düşürüp kaçıverdi. Sonra sakinleşerek konuştu.

- Dışarıda sizden başkası yok yani öylemi?

Hükümdar soruları sorarken, altındaki anlamlar zaten diken üstünden olan Piehes’i çok korkutuyordu. Sonunda olaya el atıp konuşmaya başladı.

-Efendim her şey aynı arkadaşım Yotri’nin anlattığı gibi oldu. Bizler yanlız gezginleriz.

O sırada hemen arkamızdaki muhafızların koruduğu kapı açıldı ve içeri bizi yakalayan yaratık girdi. Anlaşılan bayağı üst düzey bir konuma sahipti.

- Baba söyler misin bu şeyler neden hala hayatta?
- Durumu tam olarak anlayıp adil bi karar vermem için. Sana verilen emirlere karşı geliyorsun çocuğum ve bu beni üzüyor.
- Hayır! Bize dış dünyada hiçbir şeyin olmadığını söylemiştin. Ölü annemin üzerine yemin etmiştin. Ama ben orada çok şey gördüm. Ağaçların tepesindeki sonsuzluğu gördüm, sapsarı parlayan o ışığı gördüm hepsinden önemlisi bu şeylerle karşılaştım. Söyler misin baba bunların hepsinden haberdar mıydın?

O sırada Piehes bu güne kadar hiç yapmadığı bir şeyi yaptı. Düşünmeden hareket etti ve baba ile oğulun arasına girerek konuştu.

- Efendim biz kimseyi öldürmedik ve karnımız da çok aç. Lütfen bizi bırakın. Kimseye burası ve sizler hakkında bir şey anlatmayız. Zaten biz gezginlerin saçma hikayelerine de kimsecikler inanmaz.

Kralın olğu bir hışımla bağırarak konuştu.

- Biz boynuzu olmayan hiçbir şeye güvenmeyiz!

Kralın ayağa kalkmasıyla da susuverdi. Kral bir elini omuzlarına götürerek bir hareket yaptı, prens de başını eğerek arkasını döndü ve geldiği yoldan dışarı çıktı. Sonra kral Piehes’e seslendi.

- O dediğin mümkün değil, size ne olacağına yarın meclis karar verecek. Çok uzun zamandır toplanmayan bir meclis. Kadim olanlar kouşacak ve genç olanlar da dinleyecek. Her şeye rağmen oğlum bir konuda haklı. Biz boynuzu olmayan hiçbir şeye güvenmeyiz...

DEVAM EDECEK
İt was one of those March days.
When the sun shines hot,
And the wind blows cold.
When the summer in the light,
And winter in the shade.

Çevrimdışı Sayhh

  • **
  • 189
  • Rom: 15
  • Her şey başladığı yere döner.
    • Profili Görüntüle
Ynt: Parlak Sis Efsanesi: Asla Boynuzu Olmayan Bir Şeye Güvenme!
« Yanıtla #1 : 23 Haziran 2015, 00:41:49 »
Eğlenceli bir öykü olmuş, okumaktan keyif aldım.

Giriş kısmı için yeteri kadar bilgi vermişsin bence, genel atmosferi gözümde canlandırabildim. :) Buna karşılık bazı yerleri hızlı geçmişsin gibi geldi, o noktalarda gözüm daha fazla detay aradı. Bir kılıcın bulunduğunu diyalogdan anlıyoruz sadece, ilerleyen kısımlara kadar anlatıcı bununla ilgili bir şey söylemiyor mesela.

Betimlemeler de çoğaltılabilir. Karşılaştıkları yaratığın neye benzediğini okurken çok merak ettim. Piehes ve Yotri kendi aralarında görüntüsü üzerine konuştular, ama biz yaratığın ölümünün ardından ancak diğerleri gelince öğrenebildik nasıl göründüğünü. Bu bilgiyi daha erken verebilirdin.

Bu arada bu muhtemelen benden kaynaklı bir sorun ama yaratığı gözümde tam olarak canlandıramadım. :-[ Dört kollu ya şimdi mesela, iki bacağı da var mı? Dört bacak belki? Bacaksız da olabilir? Konuşurlarken maymuna benzetmişlerdi yaratığı, maymunu taslak olarak alıp söylediklerini onun üzerine mi ilave etmeliyim?

Genel olarak olumsuz konuşmuş gibi oldum ama aslında öykünü çok sevdim. Şu ifade özellikle çok hoşuma gitti:

Alıntı
Hatta bir ara Piehes bir tanesini öyle bir pozisyonda yakaladı ki, yaratığın gözleri neredese bir at arabasının tekerleği kadar büyümüştü.

Yaratıkların boynuzlar konusundaki mottosunu da yaratıcı buldum. İlginç bir şeyler çıkartacaksın sanırım oradan.

Yeni bir tür, ırk, kültür vb. yaratmak çok zor bir iş bence. Öte yandan ortaya çıkan sonuç buna değiyor, okuması da bir o kadar güzel oluyor. :)

Umarım devamı gelen öykülerden olur, merakla bekleyeceğim. :D Eline sağlık.




Çevrimdışı

  • ***
  • 403
  • Rom: 7
  • ☆★
    • Profili Görüntüle
Ynt: Parlak Sis Efsanesi: Asla Boynuzu Olmayan Bir Şeye Güvenme!
« Yanıtla #2 : 23 Haziran 2015, 04:17:33 »
Selamlar sevgili Sayhh;

Öncelikle okuduğun ve üşenmeyip yorumladığın için bir kere de buradan teşekkür etmeliyim.
Yorumlarına gelecek olursak, normalde betimleme yapmayı çok severim. Hatta çoğu zaman öykülerim anlık öykülerdir. Karakterlerin duygu patlamaları yaşadıkları bir anı, bolca betimleyerek yazarım. Ancak bu kalkıştığım ilk uzun soluklu hikaye olduğundan bu bölümde böyle oldu.

Aslına bakarsan bu ırkı gözünde canlandırırken maymunu baz alman çok da yanlış olmayacaktır. Ve evet adamların iki bacağı var. Eğer okuyacak olursan sana söz, diğer bölüm de buna gönderme bile yapacağım :D :D.

Boynuz mottosu hakkında şunu söyleyeceğim. On sekiz yaşımdan bu yana tasarladığım fantastik bir dünya var. Kendi oluşturduğum ırklar, krallıklar, kültürler vesaire. Haritasından, tüm kahramanların teker teker kendi hikayelerine kadar. Bu ırkların aralarında geçen bazı olaylar sonrasında böyle bir motto oluşuyor. İlerleyen bölümlerde o konu biraz daha açıklığa kavuşacaktır.

Bu arada bu ırk hakkında daha çok şey öğrenmek istersen, bir kaç ay önce paylaştığım Şu şiire de bakabilirsin :D.

İnceliğin için tekrar çok çok teşekkür ederim :).
İt was one of those March days.
When the sun shines hot,
And the wind blows cold.
When the summer in the light,
And winter in the shade.

Çevrimdışı zaujas

  • **
  • 204
  • Rom: 3
  • "Gölgesiz Bulut"
    • Profili Görüntüle
    • Kenan Demir Blog
Ynt: Parlak Sis Efsanesi: Asla Boynuzu Olmayan Bir Şeye Güvenme!
« Yanıtla #3 : 23 Haziran 2015, 09:36:07 »
Yeni dünyalar ve yeni ırklar yaratmak kolay bir iş değil bu yüzden hikaye biraz daha ilerleyip detaylanınca daha iyi bir hale gelecektir diye düşünüyorum. Bu bölümde karşımızda yeni bir ırk ve bu ırkla ilgili çok az detay olması hikayeyle okuyucu arasına bir mesafe koyuyor.

Tüm karakterlerin konuşma tarzı aynı gibi geldi bana karşımızda yeni bir ırk varsa daha farklı bir üslupları da olabilirdi sanki. Çok daha kadim bir üslup. Diyaloglara biraz daha özenmen ve hikayeye detay eklemen gerektiğini düşünüyorum. Bakalım meclis ne karar verecek? :)

Sonuna kadar okunabilen her hikaye iyidir ;)
Söz sessizlikte, ışık karanlıkta...

Çevrimdışı

  • ***
  • 403
  • Rom: 7
  • ☆★
    • Profili Görüntüle
Ynt: Parlak Sis Efsanesi: Asla Boynuzu Olmayan Bir Şeye Güvenme!
« Yanıtla #4 : 23 Haziran 2015, 09:45:10 »
Aslında biliyor musun ırkları oluşturmak, kültürlerini, görünüşlerini, tarihlerini vesaire yazmak bana daha kolay geliyor. Bence asıl zor olan bütün bunları hikayeye yedirebilmek.

Okuduğun ve yorumladığın için çok teşekkür ederim :D. Umarım hikayenin ileride gireceği biçim beklentilerini karşılar :).
İt was one of those March days.
When the sun shines hot,
And the wind blows cold.
When the summer in the light,
And winter in the shade.

Çevrimdışı

  • ***
  • 403
  • Rom: 7
  • ☆★
    • Profili Görüntüle
Obbsallar'ın Uyanışı Ve Burgu İsyanı (2. Bölüm)

Obbsallar uyandı. Artık geri dönüşü yok. Merak edecekler. İki bin yıldır uğraştığım her şey ve kurduğum tüm düzen yok olacak. Oğlum Burgu Şehir’e haber saldı bile. Bilgim olduğundan haberi yok. Burada kimin kral olduğunu unutmuş durumda. Eskinin büyüsü derinden geliyor ve onları dış dünyaya çekiyor. Kadim olanlar fikirlerini değiştiremez. Eğer bir kez güneşi ve bulutları görürseniz, sonra bundan kaçış yoktur. Daha çok genç ve toylar. Tarih tekerrür edecek, oğul babaya baş kaldıracak. Daha yıldızları görmediler bile...

Bizim kafadarlar, o gece karınlarını bir güzel doyurup uyumaya çalıştılar. Yotri uyandığında, Piehes’i oturmuş bir eli çenesinde düşünürken yakaladı.

- Dostum sanki saatlerdir uyuyorum, daha sabah olmadı mı?
-Gerçekten de saatlerdir uyuyorsun Yotri, çok rahatsın. Burada yolunda gitmeyen bir şeyler var. Bizi getirdikleri bu yer her neresiyse burada gün doğmuyor.
- Bütün gece hiç uyumadın mı?
- Uyuyamadım. Kralın söylediklerini düşünmeden edemiyorum. Sence bu meclis bize ne ne yapar dersin.
- Her ne yapacaksa dostum bundan kaçış olduğunu sanmıyorum. Onların topraklarındayız, onların kuralları ve onların düzeni.

Kaldıkları odanın kapısı açıldı ve içeri bir dişi girdi. Yüzüne dökülmüş ve kürküyle büyük bir tezat oluşturan koyu kahverengi saçlarını düzelterek konuştu.

- Benim adım Katra. Burada bulunduğunuz süre boyunca size ben eşlik edeceğim. Şimdi beni takip edin. Gün başladı ve boş boş oturacak vakit yok.

Yotri ve Piehes tek kelime dahi etmeden vekil dişiyi takip etmeye başladılar. Katra onları bembeyaz çiçekli sarmaşıkların sarmaladığı bir kemerden geçirdi. Meşale ışıklarının simetrik olarak sıralandığı bir köprüyü aştılar. Altlarında kalan göl, ateşin kırmızısıyla efsunlu efsunlu parıldıyordu. Bir müddet dar bir patikadan ilerledikten sonra, işlek ve geniş bir alana ulaştılar. Dişi dönüp konuşmaya başladı.

- Etrafınıza ve yukarıya bakın, ne görüyorsunuz?

Yotri kafasını direk yukarı kaldırdı, Piehes de etrafı incelemeye koyuldu. Tüm yapı tıpkı diğer yerlerde olduğu gibi ağaçlardan oluşuyordu. Piehes bir pazar yerinde olduklarını tahmin etti. Ahali ağaç köklerindeki dükkanlarında günlük işleriyle meşgul oluyor ve arada sırada da zıplayıp ağaçların arasından tırmanarak kayboluyorlardı. Gökyüzünün olması gereken yerde ise taş bir tavan vardı. Devasa ağaçların adeta sırtladığı ve tuttuğu taştan bir tavan. Yotri daha fazla dayanamayıp sordu.

- Vekil hanım, burada geçirdiğimiz süre boyunca hiç gün ışığı görmedik. Böyle bir şeye alışkın olduğumuzu söyleyemem. Acaba bir balkon veya bahçe gibi bir yerde konuşmamızın imkanı var mı?
- Bana Katra demenizi tercih ederim. Ayrıca bahsettiğin şey sadece bir efsane, gün ışığı diye bir şey yoktur.

Katra bu söylediklerini adeta içinden gelenleri bastırmak için söylemişti. Çünkü dün öğlenki olayın söylentileri şimdiden Obbsallar’ın en kuzeyindeki Burgu Şehir’den, kadimlerin yaşadığı Kızılyarını’na kadar ulaşmıştı. Büyük tabu yıkılmış ve yüzlerce Obbu dış dünyaya ayak basmıştı. Üstelik onların anlattıkları inanılır cinsten şeyler de değildi. Katra merakına yenik düşerek sordu.

- Şu bahsettiğiniz gün ışığı, nasıl bir şeydir?

Piehes hevesli bir şekilde cevap verdi.

- Her sabah gökyüzünden bir umut parıltısı gibi doğar. Dünyayı yaşama sevinciyle doldurur. O sonsuz sıcaklığını bol keseden salar dünyaya. Bitkiler, tüm otlar, ağaçlar ve çiçekler onun bir hüzmesi için çırpınır. Gün hala aydınken, her zaman bir umut olduğunu bilirsin. İşte aşağı yukarı böyle bir şey.

Katra adeta şok olmuş bir vaziyette, ne söyleyeceğini dahi bilemeden kocaman gözleriyle Piehes’e bakıyordu. Ne diyordu bunlar böyle. Pervasızca gökyüzünden, gün ışığından, dış dünyadaki yaşamdan bahsediyorlardı. Sonra kendine gelerek ciddi haline geri döndü.

- Bunlar bir avuç yalan! Kralımız asla bize böyle büyük bir yalan söylemez. Yürümeye devam edin.

Katra bir hışımla arkasını dönerek hızlı adımlarla yürümeye başladı. Birkaç yüz metre, dibi görünmeyen dik bir uçurumun kenarından yürüdüler. Ateş kırmızısı gölün kıyısındaki hünerli balıkçıları izleyip maharetlerine hayran kaldılar. Metrelerce duvarları sarmalamış köklerin arasına inşa edilmiş yüzlerce garip mesken, meşalelerin ışığıyla aydınlanıyor ve yukarıya ilginç gölgelerini bırakıyorlardı. Sonunda uçurumu arkalarında bırakarak tıklım tıklım dolu bir hana girdiler. Katra, onlar için önceden ayrılmış dört köşeli masayı gösterip oturmalarını söyledi. Kendisi de hancıya işaret ettikten sonra, gidip masaya oturdu.

Hancı yanlarına geldiğinde Yotri bir süre adama baktı. Karşısında şu ana kadar gördüğü en şişman ve en kıllı yaratık duruyordu. Hancı o ebatta birine göre sinek vızıltısı gibi gelecek bir sesle konuştu.

- Hanımım ne ister? Et mi, süt mü, meyve mi?
- Bana bir kupa kavuk sütü getir Muşian, ortaya da bol bol meyve kes ve su da getir.

Hancı başını eğip gözünün ucuyla da olsa Piehes’i süzerek geri çekildi ve mutfağına doğru gitti. Dört masa sağımızda oturan biri, gür bir sesle bağırarak konuştu.

- Bu orman farelerini sabaha bıraktığımız yetmiyor şimdi bir de Obbsallar’ın en iyi meyveleriyle mi besliyoruz?

Tüm han ahalisi onaylarcasına sesler çıkartarak içeceklerini tokuşturmaya başladılar. Ellerindeki bardaklar kırılıyor, içlerindeki sıvılar dört bir yana saçılıyordu. Bazıları gaza gelerek yemek tabaklarını kaldırıp masalara vuruyor ve ortalığı dağıtıyorlardı. Katra daha fazla dayanamayıp seslendi.

- Kralın buyruğuyla buradalar. Fedakar ataların kanını taşıyanın buyruğuyla yani. O yüzden çeneni kapatıp önüne dönsen iyi edersin.

Adam bayağı bozulmuştu, susmuş olmasına rağmen şimdi gözlerini dikmiş bir saniye dahi kırpmadan bizim kafadarlara bakıyordu. Yotri adama bakmaktan vazgeçip Katra’yla konuşmaya karar verdi.

- Katra, söylesene siz de kimsiniz, burası neresi?

- Sonunda mantıklı bir şeyler konuşmaya başladın. Burası yüce Obbsallar ve bizlerde Obbu’nun çocuklarıyız. Dünyanın güçlerindeki diyardasınız. En derin vadilerden de derin, Tüttüren Dağlar’ın köklerinin altındaki kadim diyar. Dün sizi yakalayıp buraya getiren benim kardeşim Baguba. Kralın emrine karşı gelip sevdiği kadın için dış dünyaya çıktı. Dün öldürdüğünüz obbudan bahsediyorum.

- Bir dakika, yani sen şimdi bir prenses misin? Hem orada dur bakalım, biz kimseyi öldürmedik. Bunu kralınıza da söyledik.

- Prenses de nedir? Hem suçunuzun olup olmadığına bu öğleden sonra meclis karar verecek.

Katra dudaklarında elinde olmayan bir gülümsemeyle konuşmuştu. İçten içe Yotri ve Piehes’i cezalandırıp bu dertlerin hepsinden kurtulduklarını hayal etti.

- Kralın kızına prenses denir. Oğluna da Prens. Sen bir prensessin. Peki bu meclis tam olarak ne meclisi oluyor?

O sırada hancı da ellerinin hepsi dolu bir şekilde gelmişti. Tabakları masaya dizerken bir yandan da o vızıltımsı sesiyle Yotri’nin sorusunu yanıtladı.

- Meclis seni orman faresi, olağandışı zamanlarda kadimlerin toplanıp olaylara el attığı bir toplantıdır. Kadimler de eski kafalı olmalarıyla bilinirler. Hahahahahaahaaaaa öhhö öhhh öö!

Adam kahkaha atarken az daha boğulacaktı. Bu sefer tüm han, hancının ardından hep bir ağızla kahkaha atmıştı. Hatta Katra bile. Yotri tatmin olmayarak somurttu. Ve masadaki ne olduğunu bilmediği meyvelerden bir parça alarak yemeye başladı. Piehes onun bu vurdumduymazlığına deli oluyordu. Lakin Yotri’nin gayet iyi olduğunu görünce, içinde aç karnını doyurmak için karşı konulmaz bir istek meydana geldi. Burada da uzunca bir süre oturup karınlarını doyurduktan sonra, hancıya ellerindeki tek şey olan teşekkürlerini sunarak oradan ayrıldılar.

Her şey gittikçe daha da garipleşiyordu. Minnacık kuş sürüleri gördüler. Kanatlarını gözle takip edilemeyecek kadar hızlı çırpan ve bu yüzden de hiç çırpmıyormuş gibi görünen en fazla bir parmak büyüklüğünde kuşlar. Ama asıl ilginç olan görünüşleri değil kuşların kanatlarından çıkan sesti. Sanki kuşlar obbuca konuşuyormuş gibiydi. Yüzlerce minik kuş önlerinde bir toz bulutu gibi şekilden şekile girerek uçuyor ve konuşuyorlardı!

Katra, Yotri’nin ağzı açık bir şekilde kuşlara baktığını görünce bir kahkaha patlattı.

- Dilimizi oluştururken nereden esinlendiğimizi anlamışsındır herhalde. Size merhaba diyorlar ve güle güle. Hahahahaaaaa!

Piehes bu obbu dişisine iyice sinir olmuştu. Onları arkadan, somurtarak takip ediyordu. Bir süre nispeten daha karanlık olan bir odada yürüdüler. Gerçi bu oda yürüdükleri en devasa odaydı. Bu sefer meşaleler yere dikilmişlerdi, lakin odanın büyüklüğüne göre sayıları çok azdı. Piehes buranın bir mezarlık olduğuna yemin edebilirdi. Taş tavandan sarkan sarmaşıkların arasından obbular geçiyordu, orada bayağı sıkışık bir yol vardı. Anlaşılan yerde yürüyen bir tek onlardı.

Önünde dört obbunun nöbet tuttuğu sapsarı bir kapıdan geçerek yeni bir odaya girdiler. Bulundukları oda, az önceki odayı yanında yavrusu gibi bırakacak kadar dev bir salondu. Fakat az evvelki odadan daha karanlıktı. Salonun bir yarısı ağzına kadar doluydu. Bizim kafadarları salonun ortasındaki taburelere oturttular. Katra da yanlarındaki daha yüksek bir sandalyeye oturdu. Dolu olan kısımda obbular birbirleriyle tartışıyor, bağırışıp ellerindeki ya da bulabildikleri bir şeyleri kırıp dağıtarak münakaşa ediyorlardı. Birden salonun diğer yarısındaki duvarda asılı meşalelerin yanmasıyla tüm ahali ölüm sessizliğine büründü.

Piehes birkaç dakikadır şüphelenmekte olduğu şeyin gerçekten de gerçekleşmekte olduğunu anladığında, Yotri çoktan soğuk soğuk terlemeye başlamıştı. Salonun boş olan tarafındaki meşaleler o kadar gür ve derin bir kızıllıkla parlıyordu ki birkaç saniyeden fazla bakmanın imkanı yoktu. Meşalelerin yanmasıyla birlikte sessizliğin arasında kıpranan büyülü bir melodi bizim kafadarları daha da histerik bir duruma sokuyordu. Melodinin kaybolmasıyla birlikte efsunlu meşaleler adeta bir şimşek gibi çakarak tüm odayı kızıla boğdu. Bunun ardından sıradan meşalelere döndüklerinde ise salonun boş olan kısmı onlarca ölmeyi unutmuş obbuyla doluydu.

Yotri gergin havayı dağıtmak ve biraz da kendini rahatlatmak için geveledi. Çok az bir süredir burada olmasına karşın şimdiden gevelemeye başlamıştı.

- Ehe, hoş bulduk.

Yaşlılar Yotri’nin ne demek istediğine anlam veremediler. İçlerinden birisi dişsiz ağzını şapırdatarak konuştu.

- Kaçıncı olduğunu unuttuğum, eh gerçi çok da olmamıştır ama (öhhhöö öhhhö öhhöööh) yaşlılar meclisini açıyorum.

Adam sanki şu kısacık cümleyi kurarken defalarca ölüp ölüp dirilmişti. Yotri içten içe düşündü; bu meclisin bu kadar nadir toplanmasının tek açıklanması, burada kolay kolay sıra dışı bir şeylerin olmaması olmalıydı. Yaşlı adamcağız devam etti.

- Kralın buyruğuna karşı gelerek emrindeki adamları da bunu yapmaya zorlayan, üstelik geçerli bir gerekçesi de olmayan ve bu yaptığından pişmanlık duyduğuna dair bir davranış sergilemeyen, isyankar obbu lordu Baguba’yı kadimlerin önünde kendini savunmaya çağırıyorum.

Genç obbu lordu oturduğu yerden kalkıp ani bir hareketle zıplayarak ve havada çeşitli akrobasi hareketleri yaparak o daldan bu dala atladı ve sonunda kadimlerin önünde belli bir mesafede durup selam verdikten sonra konuşmaya başladı.

- Anlaşılan kadimler çoktan benim hakkımda bir hükme varmışlar. Lakin size sorarım, eğen yalancı olan bensem bu taburedeki boynuzsuz yaratıklar da nereden çıktı. Ben söyleyeyim, dış dünyanın yaşam fışkıran sarı ışığının altından çıktılar. Üstelik sevdiğim kadının cesedinin yanında buldum onları.

Yaşlı adam kaskatı kesilmişti. Sonra bir diğer yaşlı obbu söze girerek konuştu. Bu seferki diğerine göre daha tıknaz fakat oldukça sinsi bakışlıydı.

- Dört boynuzun, dört gözün ve dört kolun olabilir genç Baguba ama unutma ki sadece iki ayağın var. Kralın fedakarlardan aldığı kuralları yıktın. Dış dünyaya çıkışın yasak olduğunu biliyordun. Söyler misin bir haine neden güvenelim?

Gençlerin olduğu tarafta bağırışmalar başlamıştı. Ahali yine bir şeyleri kırıp dökmekle meşguldü. Sonra içlerinden bir tanesi ayağa kalkıp, kadimlerin önündeki Baguba’nın yanına geldi. Başlığını indirdikten sonra selam vererek konuşmaya başladı.

- Kadimlere selam olsun ve onlara lanet olsun! Bu meclis feshedilmiştir...

Arka taraftaki koca sarı kapı açıldı ve içeriye zırh kuşanmış mızraklı askerler girmeye başladılar. Başlıklı adam konuşmaya devam etti.

- Ben ki Burgu Şehrin lordu Athhide, eski düzeni yıkıyor ve kadimleri dağıtarak burgu zindanlara yolluyorum. Ve buradan tüm obbulara sesleniyorum, bana katılmak isteyenler için daima burada yerimiz var. Lakin karşımızda durmaya cüret etmeyin çünkü ölüm ve kasvet dil yılanları gibi ayaklarınıza dolanmak için orada bekliyor olacak.

Bunun ardından askerler Katra, Piehes ve Yotri’yi de alarak kralın topraklarına doğru yola koyuldular. Piehes talihsiz başı için içinden dert yandı; illa o sesi izleyip bakmak zorundaydılar sanki! Şimdi esir olarak götürülüyorlardı. Yeniden!

DEVAM EDECEK
İt was one of those March days.
When the sun shines hot,
And the wind blows cold.
When the summer in the light,
And winter in the shade.

Çevrimdışı zaujas

  • **
  • 204
  • Rom: 3
  • "Gölgesiz Bulut"
    • Profili Görüntüle
    • Kenan Demir Blog
İlk bölümden çok daha iyi bir bölüm olduğunu söyleyebilirim. Okudukça karakterleri daha iyi oturttum kafamda ve bulundukları mekanlar daha iyi şekillendi gözümde. Belliki bizim kafadarlar maceradan maceraya sürüklenecek.

- Bunlar bir avuç yalan! Kralımız asla bize böyle büyük bir yalan söylemez. Yürümeye devam edin.
Ben sadece bu cümleye takıldım, gün ışığını bilmiyor olması normal ama bunu neden yalan olarak nitelendiriyor. Sonuçta adamlara gün ışığını soran o, demek ki böyle bir şeyin varlığından haberdar. Ama kralımız bize böyle bir yalan söylemez derken de sanki gün ışığının, dış dünyanın varlığını bilmiyormuş da ilk bizim kafadarlardan duyuyormuş gibi bir algı oluşuyor.
Söz sessizlikte, ışık karanlıkta...

Çevrimdışı

  • ***
  • 403
  • Rom: 7
  • ☆★
    • Profili Görüntüle
Gün ışığına dair bir efsaneleri var ama tam olarak ne olduğunu bilmiyorlar, varlığından da haberdar değiller. Nasıl bir şey olduğunu, çok merak ettiği için soruyor. Yalan olarak nitelendirmesi de krallarının dış dünyada bir yaşam olmadığını söylemesi ve iki bin yıldır da dışarı adım atmamış olmalarından kaynaklanıyor.

Karakterlerin oturmasına sevindim :). Bu bölümde betimleme de yaptım elimden geldiğince. Okuyup, fikirlerini belirttiğin için tekrar çok teşekkürler. Böyle olunca daha hevesleniyor insan. Çook maceralar olacak çok :D.
İt was one of those March days.
When the sun shines hot,
And the wind blows cold.
When the summer in the light,
And winter in the shade.

Çevrimdışı zaujas

  • **
  • 204
  • Rom: 3
  • "Gölgesiz Bulut"
    • Profili Görüntüle
    • Kenan Demir Blog
Yorumların ne kadar motive ettiğini benden daha iyi kimse bilemez herhalde. Yazdıklarıma en fazla bir bilemedin iki yorum geliyor :)

Çook maceralar olacak çok :D.

Bak şimdi iyice meraklandım :)

Söz sessizlikte, ışık karanlıkta...

Çevrimdışı Vaels Via

  • *
  • 2
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
Baştan şunu söylemeliyim çok keyifli bir hikaye.

Karakterler yabancı değil yani kendimizi karakterlerin yerine koyabiliyoruz. Kendinizin yarattığı özgün bir dünyada geçmesi de oldukça güzel. Yalnız söylemek istediğim iki şey var.

- İlki, ikinci bölümde kimin bakış açısında olduğumuzu anlamadım. Yotri ve Piehes olarak başladı ama sonradan Prenses Katra'nın gözünden anlatılıyormuş gibi bir izlenim verdi bana.

- İkincisi, dünyanız tamamen farklı olduğu için hikayenin içinde bize daha fazla bilgi vermelisiniz bize bana sorarsanız.

Çevrimdışı cankutpotter

  • ****
  • 1233
  • Rom: 14
    • Profili Görüntüle
    • Büyülü Kale, Hayallerinizin adresi.
Öncelikle merhabalar.

Öncelikle ellerine sağlık, çok güel ve özgün bir hikâye olmuş. Ancak bir iki ufak eleştirim var.

Öncelikle iki bölümde de bir şahıs karmaşası olmuş. Hikâye üçüncü şahısla anlatılırken bir cümlede birinci kişi ağzından anlatılmış.

İkinci olarak, böyle özgün bir dünyada bilmemiz gerekenleri anlatman gerekiyor. Tabii bunlar vakti gelince açıklanacaktır; ancak mesela yaratıkların nasıl göründüğünü, buranın nasıl bir yer olduğunu daha ilk başta betimlemen gerekirdi diye düşünüyorum. Sonuçta kafadarlar burayı ilk defa görüyorlar ve genelde ilk defa görülen şeyler en ince ayrıntılarına kadar betimlenir. :)

Yine de ellerine sağlık, devamını merakla bekliyorum. :)
İnsan, hayalleriyle vardır.

Çevrimdışı

  • ***
  • 403
  • Rom: 7
  • ☆★
    • Profili Görüntüle
Sevgili Vaels Via ve cankutpotter;

İkinize de hikayemi okuduğunuz ve düşüncelerinizi belirttiğiniz için teşekkür ederim :).

Aslında iki bölümde de tanrısal bakış açısını kullandım fakat birinci bölümde bir cümlede zaman kayması olduğu doğrudur :). Ancak ikinci bölümde öyle bir durum gözüme çarpmadı.

Üçüncü bölüme daha başlamadım lakin sizin söyledikleriniz doğrultusunda biraz daha bilgilendirici ve hikayeyi ayrıntılandırmaya yönelik bir bölüm yazmaya çalışacağım.

Tekrar, okuduğunuz için teşekkürler :D.
İt was one of those March days.
When the sun shines hot,
And the wind blows cold.
When the summer in the light,
And winter in the shade.

Çevrimdışı Khentis

  • **
  • 100
  • Rom: 5
    • Profili Görüntüle
Hikaye iyi başlamış, severek okudum.

Etraflarında daha önce hiç görmedikleri yapılar, sarmaşık işlemeli ahşap sütunlar, rengarenk çiçekli bahçeler, neidüğü belirsiz şelaleler ve alabildiğince meşale ışığıyla aydınlatılmış bir şehir duruyordu.

bu betimlemeyi çok sevdim.

Piehes'in Güneş'i tanımalaması harikaydı.

İkinci bölümün girişindeki kralın monoloğu güzel bir hava katmış, italik yazsaydınız farkı belli olabilirdi.

"Dört masa sağımızda oturan biri, gür bir sesle bağırarak konuştu" burada bir karışıklık olmuş herhalde.

Yalnız konuşmalarda dostum kelimesinin çok kullanılmasına bir türlü alışamadım, neden bilmiyorum.

Bir de Katra iki arkadaşın yanına geldiğinde ikilinin daha çok korkmasını, en azından tedirgin olmasını beklerdim, direkt kalkıp gittiler adamlar :D

Devamını bekliyorum.
The wizard's crown I'll take on Halloween.

Çevrimdışı

  • ***
  • 403
  • Rom: 7
  • ☆★
    • Profili Görüntüle
Selamlar sevgili Khentis;

Sana da okuduğun ve zahmet edip yorumladığın için çok teşekkür ederim :).

İlk bölümde yeterince betimleme yapmayarak yaptığım hatayı diğer bölümlerde elimde geldiğince kapatmaya çalışıyorum (gerçi senin hoşuna giden betimlemelerden biri ilk bölümdeydi :D.) Kralın monoloğu konusunda çok haklısın, hiç akıl edemedim onu.

Dört masa sağ tarafımızda demek istiyor orada, karışıklığı anlayamadım vallahi. (Sonradan çaktı.)

Katra konusuna gelirsek; onun aurası pek tehlike saçan cinsten değil, daha çok ağır başlı ve sakin bir kişiliğe sahip. Bir de bu ırkın genelinde olan meşhur öfke patlamaları var tabii. Demek ben o hissi iyi aktaramamışım orada, eksik kalmış. Bir de sorgusuz sualsiz kalkıp gitmelerini kendi kafamda, krala olan müteşekkirlerine ve bambaşka, bilinmeyen bir diyarda olmanın umutsuzluğuna bağlamıştım.

Ben de devamını yazmak için sabırsızlanıyorum :).
İt was one of those March days.
When the sun shines hot,
And the wind blows cold.
When the summer in the light,
And winter in the shade.

Çevrimdışı serhan1310

  • **
  • 91
  • Rom: 0
    • Profili Görüntüle
İkinci bölüm ilkinden çok daha iyiydi. İlk bölümde beni rahatsız eden tek şey sık sık "bizimkiler" diye başlıyan cümleler oldu. İki arkadaş iki kafadar vb. Daha uygun gidebilirdi. Ama sanırım bu şekilde yazma nedenin karakterleri daha fazla benimsememiz yada içimizden biriymiş gibi hissetmemiz için  olabilir.  Devamını merakla bekliyorum değişik bir kurgu yakalamışsın
 
cesaret yoksa zaferde olmaz