Kayıt Ol

Kırlangıç'ın Düşü

Çevrimdışı safir

  • **
  • 57
  • Rom: 3
    • Profili Görüntüle
Kırlangıç'ın Düşü
« : 12 Aralık 2013, 16:43:06 »
KIRLANGIÇ’ IN  DÜŞÜ

       İçimden sabır çeke çeke derin bir nefes aldım.
       “Mağaralar,” dedim yüksek sesle, “kültürümüzde önemli bir yer tutar. Hatırlatırım şehrimizin kurucusu Azrak Han da bir mağarada doğmuştur. Sadece bunu bilmek bile mağaraların; barınma, sığınma, tapınma gibi ihtiyaçların karşılanmasında önemli bir faktör olduğunu anlatır bize.”
       Arkamda beni takip eden yirmi küsur veletle müzenin en karanlık salonuna girdim. Geri dönerek beni dinleyen alık suratlarına yapmacık gülümsemelerimden birini sundum.
       “Müzenin bu bölümünde mağaralarda bulunanları ve mağaraların minyatürlerini görebilirsiniz. İskelet görme sevdasında olanlarınız ise fazla bir şey beklemesin.”
       Salonun içine doğru ağır ağır yürümeye başladım. Siyahı fazla kaçmış gri misali bir loşluğa sahip salon kibirli bir sessizlikle karşıladı bizi. Her adımda arkamızdaki güçlü ışıktan kopuyorduk, tıpkı bir mağaraya girerken olduğu gibi. Kara taşların en ufak ışık parçasını yalayıp yutan kudreti üstümüze ağır ağır çöktü. Elimizde bir meşalelerimiz eksikti. Aslında daha önce onlar da vardı. Ambiyans yapacağız ya, bir şey noksan kalmasın. Tamamen kazara birkaç kişiyi tutuşturmamdan sonra Müdür Bey meşalelerin o kadar da parlak bir fikir olmadığına karar verdi. Üzüldüm tabii.   
       Veletleri beş on saniye kendi hallerine bırakıp, ortamın loşluğuna alışmalarını bekledim. Üzerimizde aynı okulun formasını taşıyorduk. Seçme şansımız olduğundan değil; Şehirde başka okul yoktu.  Kim bilir, dört beş sene sonra içlerinden biri benim şu an durduğum yerde olurdu. Dört beş sene sonra ben nerde olurdum acaba?   
       Fısıltıların yerini cırtlak sesler almaya başladığında sürüyü toplayıp, yeniden peşime taktım. Taş çatlasa ancak on bahar görmüş olan kuzucuklar arkamdan ağı ağır gelirken, bende muhtemelen kapıdan çıkmadan unutacakları şeyleri anlatmaya koyuldum.   
       “Mağaralar, yaratılış destanlarında ‘ana karnı’ işlevini görür. İlk insanın hayat bulduğu yerdir. Türeyiş tasarımlarında da önemli yerleri vardır.” Başımı çevirip, omzumun üzerinden yan yan baktım. “Varsayıyorum ki ödevlerinizi güzelce yaptığınızdan bahsettiğim bu destanları biliyorsunuz. Ha?”
Laf dinleyen çalışkan bebeler oldukları belli olan birkaç veledin gözleri ışıldarken kafalarını hararetle salladılar. Çoğu onaylamış olmak için kafalarını şöyle bir eğme zahmetinde bulundu. Kalan bir avuç şey ise sorduğum soruyu anlamaya çalışmakla meşguldü.
       Bence iş görürdü.
       Sırıttım. “Güzel.”
       Ay perisi diye bilinen bir tozla güzelce aydınlatılmış cam bölmelerden birinin önünde durdum. İçindeki özenle sıralanmış ok başlarına benzeyen kenarları sivriltilmiş taşları, hayvan kemiklerini gösterdim.
       “Sığınak olarak kullanılan mağaralarda bu tip eşyalara ve,” karşı duvardaki tabloyu işaret ettim, “günlük hayatı betimleyen resimlere sık rastlanır. Örneğin bu resimde büyü yapamayan insanların bir boğayı…”
       “Aa!,” diye cıyakladı çocuklardan biri. “Bakın, burada bir iskelet var!”
       Cümle tamamlanmadan çocuk güruhu o tarafa doğru akmaya başlamıştı bile.
       “Tabii ya,” diye mırıldandım. “Orada ölmüş biri varken buradaki çöp adamların binlerce yıllık resmini kim ne yapsın?”
       Çocukların peşlerine takıldım. Meraklı kafalar ileri uzanmış, ağızlar açık, birbirlerini itiştire kakıştıra cam haznesinin içinde yatmakta olan iskelete bakıyorlardı.
       “Lütfen ellerinizi ve suratlarınızı cama yapıştırmayın,” dedim şişko birini camdan kazırken. Bir ikisini daha iteleyince istediğim hizaya girdiler. Kiremit rengi örtünün üstünde anne karnındaki bir bebek gibi kıvrılmış yatan iskeletten gözlerini alamıyorlardı.
       “İsmini bilmediğimiz için ona ‘Kırlangıç’ diyoruz.” Cam kaidenin hemen üstündeki mağara resmini işaret ettim. “Adı bulunduğu Kırlangıç Mağarası’ ndan geliyor. Bin beş yüz yıllık olmasına rağmen hemen hemen sizin yaşlarınızdayken ölmüş olan bir erkek çocuğudur kendileri.”
Hayret nidaları yükselirken gözler daha bir açıldı.
       “Neden ölmüş peki?” diye sordu bir kıvırcık kafa.
       “Kesin olarak bir şey söyleyen yok. Hastalanıp ölmüş de olabilir boğulmuş da. Sizin için önemli kısım mağaraların ölü barınağı olarak da kullanıldığına dair güzel bir örnek olması. Kırlangıçlar bu mağarayı yuva olarak kullanırlar. Muhtemelen çocuğun ailesi kırlangıçların onu koruyup, ruhuna rehberlik edeceğini düşündükleri için çocuğu bu mağaraya bırakmışlardır.”
       “Yani,” dedi saçlarını diken diken dikmiş, artist kılıklı bir velet, “bu iskelet gerçek mi?”
       Kaşlarımı kaldırdım. Acaba bir gün bu çocuk beyninin bedeniyle doğru orantıda gelişmediğini fark eder miydi? Büyük ihtimalle etmezdi.
       “Tabii ki gerçek.”
       “Ya,” dedi ağzını burnunu eğerek. “Nereden biliyorsun?”
       “Nasıl bilmem.” Eğilip yüzümü yüzüne yaklaştırdım ve fısıldadım. “Aramızda kalsın, en son senin sorduğun soruyu soruyordu.”
       Fındık beyniyle ne demek istediğimi tam kavrayamamış olsa da rengi kaçan suratından nefesimi boşa harcamamış olduğumu anladım. Keyfim yerine geliverdi. Anlaşılmak güzel şey.
       “Pekala, devam edelim.”
       Arkamı dönmüştüm ki yumuşak bir patırtı duydum. Geriye döndüğümde az önceki artist boylu boyunca yerde yatıyordu. Yere eğilmiş yirmi şaşkın surat aynı anda bana baktı.
       Ellerimi kaldırdım.
       “Ben yapmadım.”
       Bir şangırtıyla yerimizden zıpladık. Biri düğmeye basmışçasına tüm çocuklar çığlığı koyuverdi. Özellikle bir kız vardı ki evlerden ırak. Aklım şöyle bir gitti geldi.
       “Sessizlik!”
       Ben bağırınca sesleri kesildi. Yarısı ‘eğlenceyi bozdun ama’ gibisinden bana bakıyordu. Daha korkak birkaçının gözleri sağa sola kafalarından hızlı dönüyordu.
       “Kimse kıpırdamasın,” dedim sakince. “Sanırım cam kırıldı. Korkacak bir şey yok.”
       “Hayır,” dedi incecik bir kız. Minik parmağını ileri uzatmış, iskeleti gösteriyordu. “Kıpırdıyor.”
       Gerçekten de kıpırdıyordu. Kabustan uyanmaya çalışan biri gibi, hızlı kesik hareketlerle olduğu yerde doğrulmaya çalışıyordu.
       Şaşkınlık korkuya doğru meylenirken çığlık seli geldim geliyorum diyordu. Hayır, o sese bir daha katlanamazdım. Gücümü yoğunlaştırıp, sesime yükledim.
       “Sakın!” Sesim her öğrencinin zihninde tok bir güçle titredi. “Her kim çığlık atarsa onu buraya gömerim! Anlaşıldı mı?”
       Etrafa şöyle bir atıp kafaların sallandığın emin oldum.
       “Güzel. Şimdi koşmadan, hızlıca kapıya gidin. Hadi, kıpırdayın.” Ellerimi çırpıp, onları kışkışladım. “İtişmeden insan yavrusu, itişmeden. Kırmızılı çantalı iskelete değil, önüne bak. Kız çocuğu sen de.  Oğlum, arkadaşının üstüne basmasana. Çocuk zaten baygın, bir de kemiklerini mi kırıcan?”
       Yolun ortasında baygın yatan artistin yanına gittim. Artık o kadar da artist görünmüyordu. Başının olduğu tarafa geçip, koltukaltlarından tuttum. Sonra onu burada bırakmanın daha çok hoşuma gideceğini fark ettim. Korkudan arkama bakmadan kaçtığım için onu burada bırakmak zorunda kaldığımı söylesem pekala herkes yerdi. Birden hareketlenen bin beş yüz yıllık iskelet hayra alamet olacak değildi ya!
Ben böyle kararsızlık içinde beli yarı bükük dururken, iskelet efendi son bir çabayla çevresindeki camı tuzla buz ederek doğruldu. Küçük kafasındaki iki kara delikte minik sarı ışıklar yanıyordu. Sağa sola baktı, sonra bana baktı. Biraz daha etrafına göz atıp, dikkati yeniden bende sabitlendi. Şöyle biraz bakıştık. İlginç bir deneyim olduğunu söyleyebilirim. Hayaletleri görmezden gelmeye alışıktım ama, bu iskelete ne yapacaktım ki ben?
       Sanırım o da kendi içinde bir ikilem yaşıyordu. Benden tarafa eğildi. Doğruldu. Çocukların arkasından baktı ve yeniden bana döndü. Sonunda kararını vermiş olacak ki cam bölmeden atlayıp, çocukların peşinden tökezleye yalpalıya koşturmaya başladı. Alınmadım desem yalan olur.
       “Hey!” diye bağırdım önümden geçerken. “Sen nereye gittiğini sanıyorsun?”
       Büyümün işlemesi için istemem yetti. Salonun kapıları kapanmaya başladı. Ah, ama şu sivri zekâlılar yok mu? Kapanmasına milim kalmış kapılar açıldı ve içeri diğer görevliler daldı. Bir anda iskeletle burun buruna gelen adamlar o şokla donup kaldılar. İskelet efendi hiçbirini takmayıp, rahatlıkla zıpladı. Adamların başlarının üstünden geçti. İnişi de havada süzülüşü kadar ustaca olsaydı tüm alkışlarım ona olurdu. Kafa üstü çakılmasına ramak kalmıştı. Ama dengesini iyi topladı. Ayakları yere değer değmez, koştur koştur gözden kayboldu. 
       Beş dakika sonra müdürün odasındaydım.
       Müdür Bey’ i tek kelimeyle tarif etmem gerekirse, seçeceğim kelime ‘yusyuvarlak’ olurdu. Yusyuvarlak kafa, yusyuvarlak göbek. Kardan adam gibi, yalnız bu herif her daim somurtuyordu. Olanları anlatmayı bitirdiğimde hayatında hiç somurtmadığı kadar somurtuyordu. On-on beş saniye suratıma boş boş baktı. Sonra soruyu anladığımdan emin olmak için kelimeleri heceleye heceleye yavaşça sordu.
       “Zeren, kızım, Kır-lan-gıç yü-rü-yüp git-ti mi?”
       “Ev-vet,” dedim onu taklit ederek. Fakat sinir krizi geçirmenin eşiğindeki bir adamcağızla dalga geçmenin pek de olgunca olmadığına karar verdim, özüme döndüm. “Kendi gitti.”
       “Ne?!”
       İç çektim. “Yani; ayaklarını kullanarak bizzat kendisi, öz iradesiyle kapıdan çıktı gitti. Benim gördüğüm bu.”
       Müdür ağzı açık bana bakakaldı. Kaşları çatılırken suratı kıpkırmızı oldu. Sonra hafiften sarıya doğru kaydı. Yine kızardı. Rengi mora çalarken koltuğuna çöküp nefesini bıraktı.
       Adamcağızı ayıplamıyordum. Onu anlıyordum. Kırlangıç yuvadan uçup gitmişti. Müdür Bey’ in itibarını, benim de iki yıllık okul stajımı yakarak.
       Annem beni kesin öldürecekti.

Çevrimdışı safir

  • **
  • 57
  • Rom: 3
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kırlangıç' ın Düşü, Devam
« Yanıtla #1 : 13 Aralık 2013, 12:43:35 »
       Ortada bir sorun vardı. Çözümü de basitti. Öyle diyorlardı. Bana kalırsa ‘basit’ göreceli bir kavramdı. O sözcüğü alıp bir taraflarına sokabilirlerdi. Şahsen böyle düşünüyordum. Ama benim ne düşündüğümün bir önemi yoktu. İskelet efendinin de ne düşündüğünün bir önemi yoktu. Ben onu müzeye geri getirecek, o da ait olduğu yere gelecekti. Sessizce. Göze çarpmadan. Daha sonra iskeleti uyandıran şeyin ne olduğuyla ilgilenilirdi elbet. Çocuk kandırıyorlardı sanki.
       Neyse, demem o ki iş benim üstüme kaldı. İtiraz da edemedim. Düştüm iskelet efendinin peşine. O kaçtı, ben kovaladım. O kaçtıkça güldü. Ben elimden kaçırdıkça sövdüm. Böyle böyle günün yarısını devirdik.
       Öğleni biraz geçe Şifaevi’nin sedyelerinden birine oturmuş, vücudumun muhtelif yerlerindeki darbe, pençe ve gaga travmalarının neden olduğu sızıları görmezden gelmeye çalışıyordum. Avuçlarımı gözlerime bastırdım.
       “Of, kuşlardan nefret ediyorum! Nefret ediyorum! Nefret…”
       Bir kıkırdama sesiyle kafamı kaldırdım. Gülçehre her zamanki gibi otuz iki dişiyle sırıtıyordu. Hafif kavruk teninde gülüşü parlıyordu. Somurtmakla yetindim. Kızılamayan gülüşlerin sahibesiydi o.   
       “Biliyor musun tatlım, kendini aştın diyeceğim; ama bu olanlar ondan da öte bir şey.”
       Gözlerimi kıstım. “Son kez söylüyorum: Ben bir şey yapmadım!”
       “Tabii! Ne zaman sen bir şey yapmasan, küçük bir kaos doğuyor.”
       “Abartıyorsun.”
       Okul formasının üstündeki buz mavi önlüğünü uçura uçura gelip, yanıma oturdu. 
       “Ne oldu sana böyle?” Saçımdaki minik bir kuş tüyünü aldı. “İlginç deneyimler yaşamış olduğunu sanıyorum.”
       Yan yana ona baktım. “O antik kalıntıyı ne zaman bir köşeye sıkıştırsam geberesice kuşlar tepeme üşüştü. Onlarca kırlangıcın sağını solunu didiklemesi nasıl ilginç nasıl ilginç tahmin edemezsin.”
       Kahkahayı patlatırdı, ama nezaket icabı kıkırdamakla yetindi. “Kırlangıç’ın nereden geldiğini düşünürsek kuşların onu koruması doğal bir tepki.”
       “Başlarım tepkilerine. Madem bu kadar kıymetliymiş ne diye bırakmışlar o zaman? Alsınlar soksunlar bir taraflarına. Hayır, neyi anlamıyorum biliyor musun? O fosili müzeye götürmek zorunda olan niye ben oluyorum?  Niye? Hiç birinde akıl mantık kalmamış.”
       “İstemiyorsan yapmak zorunda değilsin.”
       Kıvrak bir hareketle ayağa kalktı. Sedyenin yanındaki küçük dolabın kapağını açıp, eli kadar büyük bir şişe çıkardı. Gazlı bezlerin yanındaki kutudan da biraz pamuk topları alıp, önüme dikildi. Benden bir kafa uzundu, şimdi daha da uzun görünüyordu.
       “Sen öyle san,” diye çemkirdim. “İşin ucunda okul stajım var. İki yılımın heba olmasına izin verecek değilim. Hele ki işlemediğim bir suç yüzünden. Neymiş efendim, Kırlangıç’ ın kaçmasına izin vermişim. Onu geri getirmek de benim görevimmiş. Yesinler! Korkuyoruz, diyemiyorlar ya, bunlar ondan. Korkak tavuklar!”
       Gülçehre şişeyi eğip de ince uzun borudan sıvının pamuğa akmasına izin verdiğinde burnumuza keskin bir koku doldu. Dezenfektan kokularının altına ittirilmiş, belli belirsiz duyumsanan notalar anlam kazanmanın coşkusuyla her şeyi bastırdı. Burnumuzda bir tek cam şişenin içinde altın altın ışıldayan amber renkli sıvının tatlı sert kokusu kaldı.
       “Belki sende biraz korkmuş gibi yapmalısın,” dedi Gülçehre. “Dikkat çekiyorsun.”
       “Yapıyorum ya! Çığlık bile attım.”
       “Gerçekten mi? Göstersene.”
       “Üf, dalga geçme.”
       “İnsanlar senin için daha büyük bir tehlike. Malum, sende yangına körükle gidiyorsun. Çok rahatsın, Zeren. O bir ruh. Üstelik hayaletler gibi de değil, onu herkes görebiliyor. Saygı gösterdiğine emin ol, arkadaşım. İnce bir ipin üstünde yürüyorsun.”
       “Gösterdim. Bak, bunlar da sonuçları.” Kollarımdaki kanlı çizikleri gözüne gözüne soktum. “Hem madem bu kadar önemli bir mesele, benim gibi bir müze çırağını işe süreceklerine işin ustasını göndermeleri gerekmez mi?”
       Kolumu pamukla silmeye başladı. “Ihm, haklısın canım.” 
       “Haklıyım tabii.”
       İlacın minik çizikleri saniyeler içinde hiç olmamışlar gibi iyileştirmesini izledim. Pençelerin daha derine girdiği yerlerde yeni iyileşmiş yaraların kızıl izleri kalıyordu.
       “Haklı olman sözlerimin gerçekliğini değiştirmez, canım. Dikkatli ol.”
       Gözlerimi devirdim. “Kuşların bile tek bir tüyüne dokunmadım.”
       Manidarca kalkan kaşlarının altında iki neşeli kara nokta suratıma dikildi.
       “Tamam,” dedim başımı yana eğerken. “Bir ikisi hariç.”
       Güldü. Elindeki kanlı pamuğu değiştirirken, bende cebimden küçük bir kemik çıkardım.
       “Ama iyi bir nedenim vardı. Şuna bak.”
       “O ne?”
       “Sanırım fosilin ayak parmağı.”
       “Ah, evet.”
       “Başıma açtığı onca beladan sonra en azından kendine biraz daha özen gösterebilir. O bir antika. Sağa sola parçalarını döküp duramaz.”
       Bu sefer kaşları şaşkınlıkla kalktı. “Beden bütünlüğü bozuluyor mu?”
       “Hangi bedenden söz ediyorsun sen?” diye homurdandım. “Kemik bütünlüğüyle ayakta dikilmesi bile bir mucize. Dağılmasına mı şaşırıyorsun?”
       “Hım…”
       “Hm, ne demek?”
       İncecik omuzlarını silkti. “Dün bayılan şu çocuk var ya, onu bizim bölüme aldılar.”
       “Ya. İsabet olmuş. Beyin gelişiminde bir sorun var gibiydi zaten. Fakat dur biraz, bu senin alanına girmiyor, değil mi? Giriyor mu?”
       “Uyandığından beri garip davranıyormuş,” dedi beni duymazdan gelerek. “Öz dengesini bozacak bir şey dikkatini çekti mi, diye soracaktım.”
       “Bir iki velet üstüne bastı, fakat bu öz şifası gerektirmez.” Sustum. Biraz düşündüm ve kolumun silinmesine aldırmadan ayağa kalktım. “Gidip şu veledi bir ziyaret edelim bence.”
       “Bu pek mümkün değil. İkincisi ise düşündüğün şey doğru; Kırlangıç’ın ruhu çocuğun bedenine, çocuğun ruhu da Kırlangıç’ın kemiklerine tutunmuş durumda.”
       “Nasıl? Boş ver. Umurumda değil... ”
       Bir çığlık yükseldi. Bir tane daha ve ardından bağırışlar, çığırışlar, koşturmalar, patırtılar.
       Ne oluyor demeye kalmadı, kırlangıçlar tepemizde uçuşmaya başladı. Kuşlarla uğraşmak konusunda belli bir tecrübe edinmiş bendeniz bir iki hamleyle karmaşanın arasından sıyrıldım. Kuşlar buradaysa Kırlangıç çok uzakta olamazdı. Keyifle sırıttım.
       “Sanırım bir taşla iki kuş vuracağız.”
       “Söyledim ya,” dedi Gülçehre keyfimi tuzla buz ederek. “Bu pek mümkün değil.”
       “Neden?”
       “Çocuk Şifaevi'nden kaçtı.”
       “Kaçması değil de, buna izin verilmesi şaşırtıcı.”
       “Verilmesi ya da verilmemesi ne fark ederdi? O çocuğun burada kalması için bir nedeni yoktu. Ama Kırlangıç’ın Şifaevi'ne gelmesi için bir nedeni var. Korkuyor. Güvende olduğu yere, ailesine gitmek istiyor. Ona saldırmayı düşünüyorsan canım, yanlış yoldasın.”
       “Öz Şifa Ustası ne öneriyor, acaba?”
       “Kemikleri istiyorsan ruhun ne istediğini bul.” Cebimdeki kemiği aldı. “Acele etsek iyi olur.”
       “Etsek? Biz derken?”
       “İş bölümü yapıyoruz hayatım. Ben kemikleri alıyorum, sen ruhu. Onları bizden önce bulurlarsa dertlerini millete anlatana kadar şansları yok olur.”
       “Şu anda kemikleri öylece müzeye götürsem benim sorumlarım hallolmuş olur. Eşelemenin manası yok.”
       “Ama bunu istemiyorsun.”
       “Yo, bence gayet istiyorum.”
       Koluma uzandı, etimi parmakları arasına kıstırıp zalimce döndürdü. 

Çevrimdışı cemaziyel

  • **
  • 100
  • Rom: 6
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kırlangıç' ın Düşü
« Yanıtla #2 : 13 Aralık 2013, 14:39:19 »
Başarılı :) bazı yazım ve noktalama yanlışları var fakat bu kadarını hangimiz yapmıyoruz ki?
Diyaloglar özellikle oldukça inandırıcı. Yani konuşmalar yapmacık değil. Anlatıcının karakterini de beğendim :) Eline sağlık...
Ne evvel ne de ahir...

Çevrimdışı safir

  • **
  • 57
  • Rom: 3
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kırlangıç' ın Düşü
« Yanıtla #3 : 13 Aralık 2013, 15:13:11 »
 Teşekkür ederim. :) Karakteri beğenmenize özellikle sevindim. Üzerinde çalıştığım romanın başkişisi olur kendisi.
Yanlışlar ise illaki var. Biliyorum da, ah bir görebilsem! Dersime biraz daha çalışıp, bir süre sonra tekrar kontrol ederim. Bakalım, bahsettiğiniz yanlışları görebilecek miyim? :) Sağ olun.
 
   Dinlendikten sonra yaptığım kontrolde bulduklarım; 'Gülçehre' yazarken birinde bir 'e' fazla yazmışım. 'Dikelmek' değil, 'dikilmek' olmalı. Kesme işaretlerinden sonra boşluk bırakılmalı. Bu noktada şok oldum yalnız. Bıraktığıma emindim oysa. Özel adlardan sonra gelen, yapım eki hariç, ekler kesme işareti ile ayrılır. 
    Çok basit şeylermiş. Bulduklarımı düzelttim. :) 

Çevrimdışı safir

  • **
  • 57
  • Rom: 3
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kırlangıç' ın Düşü, Devam
« Yanıtla #4 : 14 Aralık 2013, 11:35:19 »
       Bin beş yüzyıllık uykuyu bölecek denli güçlü bir istek ne olabilirdi?
       Hiçbir fikrim yoktu. İnsanoğlu bu, etten püften birçok şey isteyebilirdi. İskelet Efendi’nin soyunu sopunu doğru düzgün bilen de çıkmıyordu ki onlara sorayım desem. Ha sorsam da ne kadar işe yarar bilgi edinebilirdim, orası da ayrı bir konuydu. En mantıklı hareket iskeletin bulunduğu mağaradan başlamaktı. İnsanları geç, oradaki ruhlardan birine yalvarıp yakarırsam belki biri bana yardım edebilirdi.
       Böylelikle Kırlangıç Mağarası’nın yolunu tuttum.
       Günün ışıkları dağın dik yamacını yıkıyordu. Gri taşlar çalıların ağırbaşlı yeşilini üstlerine çekmişler tatlı tatlı esen yelin fısıltılarını dinliyorlardı. Kırlangıç Mağarası’nın girişi hemen önümdeydi; yarım insan boyunda karanlık bir delik. Davetkardı, ama içeri girmeyi istememe yetecek kadar değil.   
       “Ne istiyorsun?”
       Arkamda bir yerden gelen sesle yerimden zıpladım. Korku minik iğneler şeklinde ciğerlerime saplandı. Bu denli gergin olduğumun hiç farkında değildim.
       Derin bir nefes alırken arkamı döndüm. Bir çalı yığının dibinde yere oturmuş bir adam garip gözleriyle bana bakıyordu. Bende ona baktım. Benim gözlerim de ona göre garip olmalıydı. Ancak benim sabrım onun ki kadar derin değildi. Yanına gittim. Gözleri daha da garipleşti. Ceylanlarla yarışacak denli iri, badem şeklinde, siyahtan ibaret gözleri vardı. Omuzlarına dökülen çalımsı kara saçları bazen bir göz yanılması sanılacak denli belli belirsiz dalgalanıyordu. İnsansı olmaktan uzak, tuhaf sesiyle yeniden sordu sorusunu.
       “Ne istiyorsun?”
       “Hikayeyi,” dedim.
       “Kırlangıçların hikayeleri çoktur.”
       “Sadece biri benden kaçıyor.”
       “Sonu söylenmemiş, yarım bir masaldır aradığın. Neredeyse silinmiştir Hikayecilerin sözlerinden, unutulmuştur.” Hem gür hem ince, yankılı, hoşa mı gidiyor kulak mı tırmalıyor anlayamadığım bir sese sahipti. 
       “Belki siz bana yardımcı olabilirsiniz.”
       “İyi düşün sözlerini. Başında da sonunda da getireceği izleri, iyi düşün.”
       “Bilmek istiyorum.”
       Bakışlarının olanca ağırlığıyla beni eze eze baktı. Öleceğim sandım. Terleyen avuçlarımı bastıra bastıra kotuma sildim.
       “İyi dinle öyleyse,” dedi o acayip sesiyle. Bende olduğum yere çöküp, oturdum.
       “Uzun zaman önce bu dağın eteklerindeki bir köyde bir çocuk yaşardı. Oynarken kendi halinde bir kırlangıcın yuvası ilişti gözüne. Merak sinsi bir çakaldı. Kovaladı aklı, ataların seslerini susturdu. Çocuk dayanamadı, yuvayı kırıverdi ölüme bırakarak içindeki yavruları.
       "Ana kırlangıcın ahı derindi, yemini çelik. ‘Ant olsun,’ dedi. ‘Dağlara taşlara ant olsun. Zalimlik edene ibret olsun. Göğü yeri yaradan şahit olsun. Bu çocuk, zalim çocuk, boy boylasın, yaş yaşlasın. Hatun alsın, ocak kursun. Kara saçlı, kara gözlü oğlancığı olsun. Bize reva gördüğü kader onu da vursun. Kara gözlü oğlancığı uçsun da onu tutamasın. Kara saçlı oğlancığı koşsun da ona varamasın. Yuvamı yıkanın ocağı yıkılsın,’ dedi. Yemini buydu.
       "Kış bahara dönünce, fidan boy verip göğe erince oğlan yiğit oldu. Hatun aldı, ocak kurdu. Hatuncuğu ona kara gözlü kara saçlı bir oğlan verdi. Güzeldi her şey olabildiğince, ta ki çocuk babasının günahkar yaşına erince. Unutmamıştı kırlangıçlar edilen yemini. Geri istediler kaybettiklerini. Ve çocuk çıktı ocağından. Bir daha geri gelmedi.   
       "Oğlancığın zavallı anacığı dizini dövdü, kanlı yaşlar döktü. Neye yarar. Yitirdi aklını. Bilemedi o günden sonra neresi yurdu neresi ocağı.
       "Adamcağız vurdu kendini yollara. Dolandı dünyayı baştan sona. Yine de bulamadı bir parça merhem kanayan yarasına.
       "Ama bu atasının hikayesi. Kara gözlü oğlanın ki daha kederli.
       "Kırlangıçların şarkıları güzeldi. Karda açan bahar çiçekti. Oğlancık küçük, nasıl kanmasın. Sözü bildi şarkıların sözlerini. Yurdu bildi kırlangıçların düşlerini. Dinledi, dinledi ve yıllar geçti. Bir gün geldi, şarkıların silemediği hatıraları titredi. Umudun evladı hüzün ipekten bir ağ, sardı ruhunu. O günden beri bir tek nağme değmedi yüreğine. İstedi ki verilen söz tutulsun.
       "Hala istiyor, hala bekliyor; verilen söz tutulsun.”
 
       “Peki, söz neydi?”
       Başını olumsuzca salladı. “Büyücülerin Kudreti, bu sözü tutmaya senin erkin dahi yetmez. Ölüm bencildir, aldığını geri vermez.”
       “Şansımı denerim. Söz neydi? Lütfen söyleyin.”
       “Basit kelimelerdi, önemsiz. Lakin bir çocuğun inancının efsunuyla sarınınca, çelikten yeminler bile eğiliyor karşısında. Atasının sözü, kırlangıçların boynunu eğdi. Babası bir gün götürecekti çocuğu Selen Köprüsü’ ne. Geceyi selamlarken şahlanan, seksen taştan aslanı görmeye.”
       “Ah, demek derdi buydu. Bu yüzden kırlangıçlar onu mağaradan çıkartmalarına izin verdiler. Anladım.” Eğilip, onu selamladım. “Şükranlarımı size nasıl sunmalıyım?”
       “Bir hikayeye karşılık bir hikaye duymak isterim. Ve son bir öğüt sana tekrar görüşene dek. Bırak onu kendi haline. Kırlangıcın kaderidir; bırakıp gitse de er geç yuvasına geri gelir.”
       İç çektim. Onu rahat bırakacak bir şansım olsaydı eğer kesinlikle öyle yapardım.

Çevrimdışı safir

  • **
  • 57
  • Rom: 3
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kırlangıç' ın Düşü, Devam
« Yanıtla #5 : 15 Aralık 2013, 21:11:50 »
       Nereye bakacağını bildikten sonra insanın aradığı şeyi bulması pek de zor olmuyordu. Çok geçmeden çocuğu elimle koymuş gibi buldum. Oğlan ağaçlara ya da buldukları çıkıntılara tünemiş kırlangıçlarıyla nehrin kenarında, taş köprüyü güzelce gören, bir yerdeydi. Saçlarının dikliğinden eser kalmamıştı. Daha önce artistin şımarık bakışlarının zıpırdayıp durduğu surata bir ağır başlılık çökmüştü. Bence çocuğu bu haliyle bıraksak vatana millete, özellikle ailesine daha bir hayrımız dokunurdu.
      Ona doğru yürüdüm. Beni gördü. Kaçar mıydı acaba? Kaçmadı. Yanına oturdum. Beraber önümüzde akmakta olan nehri izlemeye başladık.
      Selen Köprüsü, Şehri ikiye bölen Selen Nehri’nin gerdanlığıydı. Bana göre gereksizce genişti. Derler ki dört at yan yana koşsa da birinin kuyruğu diğerine değmezmiş. Doğrudur tabii. Ölçme zahmetine katlanmadım. Ama köprü göz alıcıydı. Yıllar geçse de taşları ne aşınıyor ne dökülüyordu. Ve aslanlar! Heybetleriyle, daha çok insanı lokma lokma yemek istermişçesine bakan suratlarıyla nefes kesen tam seksen taştan aslan. Köprünün bir başından diğer başına karşılıklı sıralanmışlar, Şehri izlercesine oturuyorlardı. Hayat onlara güzeldi. 
      Oğlana döndüm. İnsanların karmaşalarına fazla şaşırmıyor gibiydi. İlgiyle izliyordu her şeyi. On beş yirmi metrelik tekneleri her gördüğünde gözlerinin açılmasını izlemek hoştu. Vicdana geldim.
       “Binmek ister misin?”
       “Hayır,” dedi kesin bir şekilde.
       “Eğlencelidir ama.”
       Omuzlarını silkti.
       “Sakın bana korktuğunu söyleme.”
       Kaşları çatıldı. “Korkmam ben.”
       Başımı manidarca eğdim. “Tabii, kesin öyledir.”
       “Korkmuyorum,” dedi katı bir sesle. “Kaybolduğunda olduğun yerde beklemen gerekir. Böylece seni daha çabuk bulurlar. Bunu bilmiyor musun?”
       Aklımdakini içimde tutmayı yeğledim. Daha çok beklersin, dersem, kim bilir başıma neler gelirdi?   
       Soluma doğru, yaklaşık iki metre kadar uzağımda bir dalgalanma oldu. Boğuk bir paf sesinin ardından Gülçehre ve yanında siyah pelerine sarınıp sarmalanmış sıska bir şey göründü.
       “Zeren.” Gözleri yanımdaki çocuğa kaydı. Gülümsemesi daha da genişledi. “Merhaba.”
       Çocuk belli belirsiz bir gülümsemeyle karşılık verdi. Bakışları pelerinlide kalmıştı.
       Onlar bize doğru gelirken, bende kalkıp onlara doğru yürüdüm. “Vay,” dedim sırıtırken. “Yakalamışsın.”
       “Kibarca sormayı denemiş miydin?”
       “Hayır. Bacaklarını kırmayı denemiştim, ama bir işe yaramadı.”
       Korkarak gerileyen pelerinliyi şefkatle kanatlarının altına aldı Gülçehre. “Yapma,” diye fısıldadı. “Çocuğu korkutuyorsun.”
       “O önce kendi sıfatına baksın.”
       Elime siyah bir torba tutuşturdu. “Artık kemikleri daha iyi kontrol edebildiği için fazla dökülmüyor. Dökülenler de bunlar.” Sıkkın bir ifadeyle etrafa bakındı. “İşler karışıyor Zeren. Müzeden adamlar Şifaevi’ndeydi. Kolcuları söylemiyorum bile. Birini tutuklayabilmek için ortalıkta gezinip duruyorlar.”
       “Eh, sonuçta bir iskelet, kuşlarıyla her gün Şifaevi’ni basmıyor. Söyledim sana, bu çocuğun beyninde bir sorun var. Dur biraz, artık bir beyni bile yok.”
       “Zeren, canım, şu ana odaklanalım. Her an yakalanabiliriz.”
       “Farkındayım.”
       “Ne yapmayı düşünüyorsun?”
       “Çekirdek almayı.”
       “Efendim?”
      Bankta oturan veledi işaret ettim. “Sen şimdi şu çocuğa, hırsızlık kötü bir şey olduğu için çaldığı bedeni sahibine iade etmesi ve kemikleriyle benimle müzeye geri gelmesi gerektiğini güzel güzel anlatırken, bende boşa oturacak değilim herhalde. Çekirdek çitlemeyi düşünüyorum. Ha, birde arada bir yerde babasının yüzyıllar önce öldüğünü de söylersen iyi olur. Zaman ve yaşam olayını tam kavrayamamış görünüyor.”
       “Zerencim, sen var ya…”
       “Ama arkadaşım, öz şifası okuyan sensin. Ruh muh, sonuçta çocuk. Ben ne anlarım çocuk psikolojisinden?”
       Başını eğdi. “Doğru söze ne denir.”
       Pelerinliyi benim yanımda bırakarak, bankta bizi dikkatle izleyen çocuğa yürüdü.
       “Sen de çekirdek ister misin?”
       Pelerinin kapüşonu sağa sola sallandı.
       “Sonra istesen de vermem, ha.”
       Başını kaldırıp kurukafa suratıyla beni bakışmak zorunda bıraktı.
       “Hım, haklısın. Çekirdeklerin sana yardım edebileceği bir durum kalmamış.”
       Alt çenesi öyle bir titredi ki dişlerinin takırtısı bana geldi. Ardından yükselen ağlama sesiyse kulaklara haramdı. İnsan sanır ki köpekler uluyor. Gülçehre arkasını dönme zahmetine dahi katlanmadı.
       “Zeren!”
       “Ben bir şey yapmadım.”     
       Küçük bir paket çekirdeğin yarısını yemiş, üzerimize dikilen birkaç gözü başka tarafa bakmaları için ikna etmiş, günün ışıkları son kudretini göstermeye başlamışken biz hala fazla yol kat edememiştik. Çocuk epey inatçı çıkmıştı.
       Çekirdek poşetini çöpe attım. Sakince yürüdüm. Veledin tepesine dikildim. Gülçehre merakla ne yumurtlayacağım diye bakıyordu.
       “Baban öldü. Şu anda buraya gelmesine imkan yok.”
       Çocuk sanki bunu ilk kez duyuyormuş gibi sarsıldı. “Hayır, ölmedi.”
       “Zeren!” Gülçehre yerinden doğrulmuştu ki onu durdurdum.
       “Kabullenecek ve dayanacak. Bundan çok daha kötüsüne katlananlar var.” Köprünün kenarlarına sıra sıra dizilmiş taştan aslanları gösterdim. “Onları mı izlemek istiyorsun? İzle. Tamam, sana bir de ‘baba’ bulalım.”
       Etrafıma bakındım. Benden baba olmazdı. Gülçehre’den hiç olmazdı. Yabancıya dert anlatılmazdı. Ama yakınlardaki çınar ağacı hiç fena görünmüyordu. Yanına gidip, avcumu gövdesine vurdum.
       “Al bakalım. Farz et ki bu senin baban. Ona sarılabilirsin. Hatta korkmadan sırtını bile dayayabilirsin. Şimdi, ağaçtan baba olmaz, diyeceksin. Pekala bal gibi de olur. Ağaçlar da bizi besler. Soluduğumuz havayı verirler bize. Sığındığımız ev olurlar. Gölgesinde serinleriz. Konuştuklarında bilgelikleriyle bize yol gösterirler. Ayrıca, laf aramızda, kadınların söylediklerine göre erkeklerin çoğu odu…”
       “Zeren,” diye cıyakladı Gülçehre.
       “Ne? 'Baba, çınar ağacı gibidir,' diye bir söz duymadın mı hiç?”
Şaşkın şaşkın gözlerini kırpıştıran çocuğun sırtını sıvazladı. “Aldırma canım sen ona. Hatta yokmuş gibi davranabilirsin. İnan sorun olmaz.”
       Yüzümü buruşturdum. “Ben ona iyilik etmeye çalışıyorum. Bak çocuk, aslanları izleyebilirsin. Üstelik tüm gece Şehri gezmen için sana yardım dahi ederim. Ama sonra bedeni sahibine geri verip, benimle gelmek zorundasın.”
       Başını eğdi ve oturduğu yerden kalktı. “Şimdi de gidebiliriz.”
       Şaşırdım. “Buraya kadar geldin. Aslanları izlemeden gitmek ayıp olmaz mı?”
       “Söz vermişti.”
       Huzursuzca Gülçehre’ye baktım. Benden iyi görünmüyordu. İç çektim. “Tutmak için elinden geleni yaptı. Buna inan.”
       Yeni kurumuş yanakları yeniden damlalarla ıslandı ve çocuk fısıldadı.
       “Söz vermişti.”
       İrkildim. Beni bile sarstı bakışları. Bir çocuğun gözlerinde bir babanın kudretini yitirişini gördüm.
       Değer miydi, ha?
       Çocuk birden olduğu yere yığıldı. Hemen arkasından pelerine sarınmış iskelette olduğu yere çöktü. Artist için güzel bir gelişmeydi. Görünen o ki dikebileceği saçlarına kavuşmuştu.
       “Ben çocuğu Şifaevi’ne götürüyorum,” dedi Gülçehre.
       “En kötüyü bana bırak zaten.” Kemiklerin üzerini örten kara örtüye baktım.
       Güldü. “Onu götürmekte acele etme. Ah?”
       Sert hışırtılar duyuldu. Kuşlar ağaçların yapraklarını savurarak fırladılar yerlerinden. İnce çığlıkları olağan akan zamana bir bir saplandı. İnsanlar merakla karmaşaya çevirdiler başlarını.
       Onlarca kırlangıç etrafımda fır dönüyordu. Beni sevdiklerinden de değil. Fosil yine kaçacaktı ve kaçtı da.  Sesler susup, kuşlar ağaçların dallarına sığındığında iskeletten geriye bir şey kalmamıştı. Torbanın içindeki kemikler bile gitmişti.
       Derin bir nefes aldım. Gerçekten kızmaya başlıyordum artık.

Çevrimdışı Quid Rides

  • **
  • 399
  • Rom: 17
  • #800000
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kırlangıç'ın Düşü
« Yanıtla #6 : 15 Aralık 2013, 22:00:16 »
Gönderdiğin her bölümün başında bir "Noluyo ya?" çeksemde özellikle her bölümün sonlarına doğru  (her mesajı bir bölüm sayıyorum) artan bir merakla birlikte yayımlanan bütün bölümleri bir çırpıda okudum. Ellerine sağlık.
http://turanmemre.wordpress.com/
Bana dönek demiş itin birisi
Açığım ne imiş sor hele hele

Çevrimdışı safir

  • **
  • 57
  • Rom: 3
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kırlangıç'ın Düşü, Son
« Yanıtla #7 : 17 Aralık 2013, 16:16:59 »
       Onu bulmam pek de zor olmadı.
       Beni Kırlangıç Mağarası’nın önünde görünce donup kaldı. Etten bir surata sahip olsaydı eğer yüzünde şaşırmış bir ifade olurdu, belki korkmuş ya da her ikisi birden. Kurukafa suratıyla ancak sırıtıyormuş gibi görünüyordu. 
       “Kırlangıçlar er geç yuvalarına dönerlermiş,” dedim sakince. Üzüntüyle başımı iki yana salladım. “Sana o kadar yardım etmeye çalıştım. Sense kıçımı tekmelemeyi uygun buldun. Hayır, canım! Bir kızın duygularını incitip de kaçamazsın. Gerçi, nedenini Yaradan biliyor ya, sana bir şey yapmak niyetinde değilim. Sadece kemiklerini almak zorundayım. Anlamalısın, benim de tutmam gereken sözler var.”
       Kırlangıçlar yeniden saldırmaya niyetlenmişlerdi ki bağırdım.
       “Yeter! Karışmayın artık. Yapılan hatanın bedeli çoktan ödendi. Neyin derdindesiniz hala? Bu çocuk size ait değil...”
       Ben böyle havalı havalı esip gürlerken göz ucuyla iskeletin üzerime koştuğunu gördüm. Sevincinden boynuma atılmak için olmasa gerekti. Sırıtıyor olması yanıltmasın. Ellerimi kaldırdım. Yazık, geç kalmıştım. Bacak kadar şey sağ tarafıma esaslı bir biçimde geçirdi.
       Yere düştük. Merhametsiz taşların üstünde yuvarlandık. O bir tarafa ben bir tarafa savrulurken son anda kolunu yakaladım. Bir yandan da canımı cananımı boş vermiş, kol elimde kalmasın diye dua ediyordum.
       Gördüğüm şeyi idrak ettiğimde ise nefesim kesildi. Dik yamacın sert bir çıkıntısında boylu boyunca yatıyordum. Çok değil, bir kez daha dönmüş olsam kendimi boşlukta bulur, ardından da parçalarımı aşağıdaki kayalardan toplarlardı. Kesinlikle hoş bir ölüm olmazdı.
       İskelet benim kadar şanslı değildi. Hafifliğinden olsa gerek, o bir tur daha dönmüştü. Ama o zaten ölüydü. Kaybedecek fazla bir şeyi yoktu. Çok olsa antik kemikleri parçalanır, bu sefer kesin ölürdü. Sonra da olan yine bana olurdu. Dinlemek zorunda kalacağım söylevleri düşününce benim kemiklerim parçalanırcasına sızlıyordu. 
       Bundandır tuttuğum şeyin sadece bir kol olmadığını umarak kafamı uzattım. İncecik kemik parmakların bileğimi sıkıca tuttuğunu hissedebiliyordum, fakat İskelet Efendi öyle hafifti ki en iyi ihtimalle gövdenin yarısını kaybetmiştim. Dikkatle aşağı baktım. Yükseklikten hoşlanmıyordum. Uçurumun kenarında olmaktan hiç hoşlanmıyordum. Dibe yuvarlanan küçük taşların tıkırtıları da beni hiç rahatlatmıyordu.
       Ufak bir kontrolün ardından sırıttım. Korkudan öldü ölecek olmasaydım en keyifli kahkahalarımdan birini de atardım. İyi haber; tuttuğum şeyin devamı da vardı, ayak parmaklarına kadar. İskelet garip bir kuklaymışçasına boşlukta sallanıyordu.
       Onu yukarı çekmeye çalıştığımda elimde bir soğukluk hissettim. Saniye demedi, binlerce buzdan iğne etimi geçip kemiğime saplandı sanki. Soğuk, elimi acıyla uyuşturuyordu. Yine de onu bırakmadım. Safım, her halde beni çaylak sanıyordu. Bu tür şeylere ani tepkiler vermeyecek denli tecrübeliydim ben bir kere.
       “Ne yapıyorsun sen?” diye hırladım.
       Bana bakan oyuk gözlerinin karanlığı dalgalandı. Solgun bir ışıkla parlayan şeffaf bir beden iskeletin üstünde şekillenmeye başladı. Gözler, ağız, burun, dalgalanan saçlar… Gülümsedi. Bileğimi tutan parmaklarının gevşediğini hissettim. Usulca bıraktı beni. Gitmek istiyordu.
       Kırlangıçların itirazları geldi kulağıma. Onlarcası tepemizde çığlık çığlığa ötüyordu. Öte yandan şehrin diğer ucundaki aslan heykellerinin taştan yeleleri parçalanıyor, kıvrım kıvrım yükselen sarı alevleri gelen geceyi Kırlangıç’sız selamlıyordu. Başka bir yerde müzenin büyük oymalı kapıları zedelenen itibarın ve hayal kırıklığının üzerine kapanıyordu. Bir evde bir anne kızının geleceği için endişeleniyordu.
       Ne yapabilirdim?
       Ona inat, parmaklarımın arasındaki kemiği sıkıca tutup olabildiğince doğruldum. Kolumu kaldırıp, suratını suratımın hizasına getirdim. Ürkütücü bir görünüşü var aslında, diye düşündüm. Karanlık boşlukta nazlı nazlı sallanan solgun bir ışıktı. Yüzündeki ifade olmasa, korkardım belki. Hüzün, çocukların yüzünde daha bir güzel oluyordu. İç çektim.
       Ve elini bıraktım.     
       Çok güzeldi.
       Küçük bir yıldız kayıyordu.   

Çevrimdışı cemaziyel

  • **
  • 100
  • Rom: 6
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kırlangıç'ın Düşü
« Yanıtla #8 : 17 Aralık 2013, 19:44:29 »
Eline sağlık. Çabuk bitti biraz. Bu karakterin yer aldığı bir roman okumak oldukça keyifli olacak diye düşünüyorum. :)
Ne evvel ne de ahir...

Çevrimdışı M.K.Immortal

  • **
  • 290
  • Rom: 2
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kırlangıç'ın Düşü
« Yanıtla #9 : 18 Aralık 2013, 14:54:18 »
Daha önce aylık öykü seçkisinin "Çocuk" temasında "Bir Varmış Bir Yokmuş" adlı öykünüzü okumuştum ve o öyküdeki anlatım çok hoşuma gitmişti. (Aynı safir'den bahsediyorumdur umarım :D )

Şimdiki öykünüzdeki anlatım ise çok daha farklı geldi. Yani bir yandan alışıldık olmadığından garipsedim, ama bir yandan da çok samimiydi. Sanki anlatıcı karşımda oturan kankammış da bana anlatıyormuş gibi :D

Okurken kafamı tam toplayamadığımdan mıdır bilemem konuya çok adepte olamadım. Neydi, ne değildi bir noktada koptu, sonra geldi, sonra yine koptu gibi oldu ama dediğim gibi kafam biraz bulanıkken okuduğum için bu sorun olmuş olabilir.

Yazım hataları konusunda affınıza sığınarak bir iki şey söylemek istiyorum. Kesme işaretinden sonra boşluk koyma olayını sizden duydum açıkçası. Sonraki bölümlerde de öyle yazmışsınız. Aslında sadece kesme işareti dışındaki bütün noktalama işaretlerinden sonra boşluk koyulur :) Affınıza sığınarak düzeltmek istedim.

Ancak arkadaşların bahsettiği hatalar -de ve -ki eklerinde sanırım. Mesela, sadece "bende sabitlendi" yazan yerin dışındaki bütün "bende" yazan yerler "ben de" şeklinde olmalıydı. Onun dışında yükleme 1-2 kelime kalan virgülleri biraz garipsedim. Daha doğrusu nasıl okuyacağımı, yani nasıl bir tepki amacıyla o virgülü kullanacağımı bilemedim.

En baştaki açıklamama geleyim bir de. Daha önce okuduğum öykünüzdeki anlatımı çok iyi kullandığınızı gördüm. Bu öyküde de adamın anlattığı hikaye yine o havayı estiriyordu. Masal veya bir efsaneyi anlatmayı çok iyi başarıyorsunuz. Tebrik ederim.

Genel olarak okutuyor öykü. cemaziyel'in dediği gibi bu karakterin olduğu bir kitap okumak zevkli olurdu. Elinize sağlık :)

Çevrimdışı safir

  • **
  • 57
  • Rom: 3
    • Profili Görüntüle
Ynt: Kırlangıç'ın Düşü
« Yanıtla #10 : 18 Aralık 2013, 17:37:07 »
:) Aynı Safir'den bahsediyorsunuz, evet. Ve çok teşekkür ederim. Kesme işareti konusunda ayrıyeten teşekkür ediyorum. :) Artık kesinlikle unutmam.

Hikayeden kopma problemi muhtemelen yazı tarzından kaynaklanıyordur. Öykünün girişlerde açıklayıcı birkaç cümleye daha ihtiyacı var sanırım. O zaman okuyucuya fazla yüklenmemiş olurum diye düşünüyorum.

Efsaneleri anlatmak bugünü anlatmaktan daha kolay cidden. Neredeyse hiç zorlanmıyorum. Ama bugünü de anlatmak gerek. O zaman çark tersine dönüyor. Hikayede akışı sağlayabilmek için kelimelerle öyle çok uğraşıyorum ki başka konularda en basit yerlerde hata yapıyorum.  >:(   
Normalde silmeyi düşündüğüm bir öyküydü, ama iyi ki paylaşmışım. Tekrar teşekkür ederim. :)